Cumartesi, Eylül 28

Hafif Depresyon




Burak Yılmaz ile adı aşk dedikodularına karışan Zeynep Selvili; bir psikoterapist. Kral'ın ünlü ve polemik yaratacak manken sevgilisi olacağına, gözlerden uzak, okumuş, aklı başında bir hanım kızımızla beraber olmasını tercih ederim zaten. Sevindim. 

Kızımızın bir internet sitesi varmış, ben de girdim. Test varmış. Ben de çözdüm. Hafif depresyon çıktı. Şaşırdım. Son yıllardaki en güzel hayatımı yaşıyordum. Gayet mutluydum. Daha bugün bir genç kardeşimiz Caddebostan'da maç yaparken, "abi sen messi gibi oynuyorsun" dedi. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Hatta kızlarla ilişkilerim bile düzeldi. Her gün yatmadan önce film de izliyorum. Daha iyi bir hayat düşünülemezdi ama moral bozdu bu test. Mesele hafif depresyon çıkmak değil.. Eğer bu hafif depresyon ise, bizim normal hayatta sürekli yaşadığımız ne?

Hayır bir de sorular o kadar standart ki, en normal insan bile çoğuna "ara sıra" der... Hareketlerim yavaşladı, sonuçta 28 yaşındayım artık, eskisi gibi değiliz. Ya da dikkat toplamak Türkiye'de o kadar kolay değil, her an bir şey olabilir ve konsantrasyonu kaybedebilirsin. En basitinden derbi haftası olsa, yaptığım işe odaklanamam. Günde 1.5 saatini yolda geçiren biri olarak (çalışma süresini eklemeden) yorulmam da gayet doğal, üstelik İstanbul'da 1.5 saat iyi bir süre.

Anketin sonunda, hayatımız sonlandırıp kendime zarar vermek isteyip istemediğim soruldu. Buna da ara sıra dedim. Sonuçta, bunun bir altı hiçbir zaman cevabıydı, bunu da işaretlemem dürüst olmazdı.. Tamam bu soruya böyle cevap vermek de normal değil kabul ediyorum ama test sonucunda çıkan şu uyarı gerçekten komik değil mi?

Eğer hayatınızı sonlandırmayı ve/veya kendinize zarar vermeyi düşünüyorsanız en yakın sağlık kurumuna görünüp yardım alın.

Ulan en yakın sağlık kurumu, bizim aile hekimi Özden hanım. Çok tatlı bir kadındır, daha geçen gün sigorta başvurusu için sağlık raporu almaya gittim. Ona gitsem, "kendime zarar vermek istiyorum" desem ne yapabilecek. Hayır bunu bizim büfeciye söylesem o da yardım eder, kafayı toparlar, muhabbet ederiz, belki bir gazoz ısmarlar giderim. Ve kimse de şaşırmaz.  Türkiye, İstanbul burası. Oğlum biz her gün Boğaz Köprüsü'nün üzerinden geçiyoruz lan, ister istemez bir kez, "ulan şuradan atlamak nasıl oluyor" acaba diye düşünüyordur. Kızın sevgilisi futbolcu, Burak ona iki taraftar kavgası falan anlatsın bari, nasıl insanların yaşadığını görmüş olur..

Bu psikoterapistler vallahi öldürecek bir gün beni... Sinirden kendimi keseceğim...




Çarşamba, Eylül 25

That's The Football




Daha 24 saat bile geçmemişken bu yazıyı yazmak büyük risk. Sanırım tüm Galatasaraylılar, "bizi anlamıyorsun" diyecek. Twitter'dan beni takip edenler, watsapp'tan "nasıl bu kadar rahat olabiliyorsun" diyebiliyorlar. Haklı da olabilirler. Ama çok sevdiğimiz hoca, "That's the football" derken belki de bunu kastetmişti.. Taraftarlık; böyle ayrılıklarla yaşanıyor. Her zaman oldu, olacak. Genç kardeşlerim şaşkınlık içinde olabilir ama 20 senedir takım tutan biri olarak artık bu tip olaylara karşı bağışıklık kazandığımı hissediyorum.

Galatasaray taraftarı Fatih Terim'i çok sevdi. Çok seviyor. O yüzden böyle ani bir ayrılığa üzülenleri anlıyorum. Ama şaşılacak, hayrete düşecek veya karamsarlığa girilecek bir durum olduğunu sanmıyorum.  

 Fenerbahçe'yi yenerek kazanılan Süper Kupa maçından sonra biri çıkıp "Yaklaşık 1 ay sonra hoca gönderilecek" deseydi, kimse ona inanmazdı. Ama oluyor. Futbol böyle bir şey, hatta Türk futbolu tam olarak böyle bir şey. Sürprizler, kulisler, dedikodular, dengeler, kavgalar, çatışmalar, ittifaklar... Ve şarkıdaki gibi, "en derin yaralar kapanıyorsa, en büyük acılar unutuluyorsa, neden korkulur ki"

Kim haklı, kim haksız kısmına girmeyeceğim. Olan oldu. Herkesin haklı sebepleri vardır. Sonuçta önemli olan, aslolan Galatasaray ise, sene sonunda Galatasaray'ın başarılı olduğunu görmek olan biten her şeyi unutturacak. Hatta, yeni gelen hoca seri galibiyetlerle başlarsa, Fenerbahçe'yi deplasmanda yenerse; bugün uykusuz kalan taraftarlar her şeyi çok çabuk unutacaktır. Taraftarlık, yeni kahramanlara kapıyı kolay açar. 2005-2006 yılında Canaydın'ı istifaya davet edenler, pankartlara hesap soranlar, mayıs ayında "Büyük Başkan" diye inletiyordu Sami Yen'i...

2011'den başlayalım bazı şeyleri anlatmaya....

Kimsenin tanımadığı yeni başkan Ünal Aysal, çok kısa sürede, konuşması, giyimi, nezaketi ile taraftarın sevgilisi olmuştu. Basketbol maçında Drogba'yı isteyecek kadar ilginç bir samimiyet kuruldu. 3 Temmuz'dan sonra Fenerbahçe'ye ve TFF'ye resmi site üzerinden verdiği sert mesajlar taraftarın çok hoşuna gitmişti. 

İlginç olan, tam o zamanlarda Fatih Terim hakkında bir güvensizlik vardı. Forumlarda ve Twitter'da görüş bildiren birçok Galatasaraylı Terim'i istemiyordu. Çoğunun gerekçesi, Terim'in son 10 yılda Euro 2008 dışında somut bir başarısının bulunmamasıydı. Milli takımdan da kötü ayrılmıştı. Hatta; Rijkaard'ın istifasından sonra kendisine sunulan teklifi kabul etmeyerek ayıp ettiğini düşünenler de vardı. Hoca; senelerdir Galatasaray'ın içinde olmanın dezavantajı yüzünden birçok soru işaretini barındırarak takıma gelmişti. Şimdi, bu günden bakınca ne kadar da komik... Ama Türk futbolu böyle işte. Hoca yavaş yavaş kurdu takımı. Maçlar kazandı. Önce 3-1'lik Fenerbahçe  galibiyeti, sonra da şampiyonluk bütün soruları geçersiz kılmıştı. İki sene içinde, hatta ilk sezonun sonunda tartışılmayacak konumdaydı.

İtiraf etmek gerekirse, ben de 2011 yazında Fatih Terim'in gelmesini istemiyordum. Ama benim gerekçelerim biraz daha farklıydı. Ben hocanın yıpranmış bir isim olduğunu düşünüyordum. Daha önce 2 kere gelmiş, 2 kere sorunlu ve olaylı bir şekilde ayrılmıştı. Türk futbolunun en büyük figürlerinden biri olan hocanın takımdaki varlığı kadar; gidiş ve gelişleri de hareketli oluyordu. Hatta gidişleri büyük sancılar yaratıyordu. Birinde tarihinin en büyük başarısı, diğerinde tarihin en kötü sezonlarından biri yaşanmıştı. Ama iki zıt dönemin bitişi de aynı ölçüde zorluk yarattı.

Fatih Terim muhakkak bir gün gidecekti ve gidişinden sonra Galatasaray'ın sıkıntı yaşama ihtimali bana göre çok yüksekti. Terim'in görev süresi; 2 şampiyonluk yaşamasına rağmen beklediğimden kısa sürdü. Ama şaşırdım dersem yalan söylemiş olurum. Türk futbolu, Galatasaray, Fatih Terim ile çalışmak... Bunlar hep böyle sonuçlar doğurur.

Üzüldüm mü? Evet. Ama çok değil. Şu an lise çağlarında olsaydım camı çerçeveyi indirmiştim sinirden. Eğer üniversite yıllarımda olsaydım, Terim'in evinin önündeydim. Ama artık 28 yaşındayım. Hayatımın yarısına tekabül eden son 14 senede 3.defa "Terim'in vedası"nı görüyorum. Vedalar insanın içini; bir daha buluşamayacağını bildiğin zaman çok acıtır. Fatih Terim 3.defa giderken bunu hissedemiyorum. Bu iyi mi kötü mü onu da bilmiyorum. Hoca, 5 sene sonra geri dönebilir. Bu iyi mi kötü mü onu da bilmiyorum.

Fatih Terim'i seviyorum. Sevdiğim için böyle ayrılmak hoşuma gidiyor. Ya, 2004'teki gibi başarısız olduğu için ayrılsaydı. Terim, kulüp içinde tırnaklarını kazıyarak elde ettiği yer seneler boyunca korunsun, hatta silinmeyecek şekilde yer etsin istiyorum. O yüzden 3.gelişinde, 2011 yazında korkmuştum. Ama şimdi mutluyum, daha doğrusu huzurluyum. Elbet bir gün bitecek olan bu dönem; 2 şampiyonluk, 2 Süper Kupa ve 1 CL çeyrek finali ile sona erdi. Hocam Florya'dan çıkarken başı dik ayrılacak. Onunla bu sefer güzel anılarla ayrılıyoruz. Onu tartışmıyoruz. Seneler boyunca taraftarlığı en yüksek duygularda yaşayınca, ihanetleri görünce, artık bir yerden sonra bunu arıyorsun. Maalesef böyle,

Şimdi bazıları diyecek ki, hoca gittikten sonra kim  takar kupaları.... Öyle olmuyor bu ülkede. İstediğiniz kadar "Kişiler, emek verenler önemlidir; başarılar gelir geçer asalet yeter" tarzı cümleler kurun. Bundan 1 hafta önce; Real Madrid'e gol atamadığı için ıslıklanan futbolcular vardı. Kupalar, başarılar her zaman belirleyici olacaktır. Benim taraftarlık anlayışım; bunlara çok değer vermese de; stadyumlarda esen rüzgarlar; her zaman hatıra defterinin sayfalarını uçurur ve muhakkak herkes için yeni beyaz bir sayfayı, yazılmak için ortada bırakır. 

Yeni bir hoca gelecek. Fatih Terim sayesinde çok kariyerli bir hoca gelecek.Fatih Terim'in; 8.sırada aldığı takımı iki sene üst üste şampiyon yapması sayesinde, şu an çok ünlü bir hoca gelecek. Fatih Terim başarısız olsaydı, şimdi Gerets mi Hagi mi diye sorardık ama Terim'in başarısı sayesinde Heynckes mi Capello mu diyoruz. 

Son bölümü tahmine ayıralım. Gelecek kariyerli hoca, profesyonel futbolcularla çalışacak. Drogba, Sneijder, Melo, Riera, gibi futbolcuların teknik direktör değişikliklerinden çok fazla etkileneceğini sanmıyorum. Yerli futbolcu grubunun da papazlık yapacak kültürde olmadığına inanıyorum. Ortada iyi bir oyuncu grubu var. Güçlü bir kadro var. İyi bir teknik direktörle başarılı olmaları için hiç bir sebep yok. Hatta son 1-2 ayda oldukça yıpranan Fatih Terim'in bu sezon, son 2 senede yaptıklarını tekrarlamasının zor olduğunu düşünüyordum (bu gönderilmesi için sebep değil).. Üstelik milli takım yükünü de sırtına eklemişken... Kısacası; Galatasaray bence şampiyonluğun en güçlü adayı olmaya devam etmektedir. Fatih Terim'i çok seven taraftarın yeni gelen hocaya nasıl davranacağı gidişatı belirler. Ona "Yabancı ve soğuk üvey baba"olarak bakılırsa iş sarpa sarabilir, ama yıpranan ilişkiden sonra karşına çıkan yepyeni bir sevgili olarak görülürse; bu günler de çok çabuk unutulacaktır.

Benim için ise ikisinin de çok önemi yok. Ali Sami Yen Stadı yıkıldığından beri sadece derbi kazanmak bana yetiyor. 




Salı, Eylül 24

Den Brysomme Mannen


Filme ilgili övgüler üst düzeyde. Ama ben izlerken bir türlü içine giremedim. Bu kadar sıkıldığım başka bir film hatırlamıyorum. İşin ilginci film, sıkılan insanın sıkıcı hayatını anlatıyor. Diğer izleyenleri vurmayı başaran teknik ve yöntem bende ters tepti herhalde. Belki de İstanbullu olmaktan kaynaklanıyordur. 

Modern dünyanın, Kuzey Avrupa'nın sistemli ve bir yerden sonra can sıkan düzgün yaşam tarzıyla paralellik kurmak kolay olmadı. Ama ne biliyim; açlık yaşayan Afrikalı'yı veya savaşla büyüyen Yugoslav'ı izlerken - bunları daha önce hiç yaşamamış olmama rağmen - filmi ve karakterleri sahiplenebiliyorum.

Herhalde, klasik basit izleyici algısı; "Bunlara da rahat batmış amk" tarzına girdim. Biz burada otobüs vaktinde gelir mi diye düşünürken, polis görünce biber gazı sıkar mı diye korkarken, bazı mahallelere uzun saçla giremezken, devlet dairesinde önlere yanaşmak için senaryolar hazırlarken, bunların canı sıkılıyor.

 Bir de akıllı telefonu satın aldıktan sonra izlediğim ilk filmdi. Teknoloji ve modern dünya bana yeni bir hediye sunmuşken, filmin sıkıcılıktan dem vurması beni pek sarmadı.

Ama fikrine güvendiğim bu kadar insan beğendiyse vardır bir bildikleri...

Pazartesi, Eylül 23

Kuzey'den İndiler, Teyitli!




5 haftada bunalttınız. Daha önce bir kez bile tribüne gelmediniz. Biz maç izlerken "cahil" dediniz, saatlerce futbol muhabbeti yaparken "futbol kitleleri uyutuyor" dediniz.  "Futbol topunu bomba sanıp karakola götürürler"  cümlesi geyikti, 1 ayda mecazı gerçeğe çevirdiniz. Artık sıradan olan bütün tribün olaylarını bile ideolojik ve siyasi bir hareketin planıymış gibi göstermeye çalıştınız.

Normalde tribünde bir olay çıktığında ister istemez farklı yorumlar çıkar. Binlerce kişi var sonuçta. Biri bilet kavgası der, diğeri "zaten daha önce de araları bozuktu" yorumunu atar, kulaktan kulağa farklı yayılır. Ama bu sefer maça giden herkes özellikle Doğu'da olan herkes, aynı şeyleri söylüyor. Buna rağmen maçta olmayan insanlar, bütün gece konuyu kendi menfaatleri doğrultusunda anlatmayı tercih etti. Maçta olmayan insanlar diyoruz ama daha da kötüsü hayatı boyunca 5'ten fazla maça gitmemiş insanlardan bahsediyoruz aslında.

Şu maç hakkında bir Galatasaraylı olarak yazacak, saracak çok şey vardı oysa. Drogba'nın iki golü, 1-0'dan 2-1'e çevirmek, Olimpiyat, Biliç, erken çıkan taraftar, rekor vs... Malzeme çoktu. Hiçbirini konuşamıyoruz. İstanbul United ne olacak bilmiyorum ama, kendi kendimizle kavga ettiğimiz, birbirimize sardığımız günleri özledim.Tam Beşiktaşlı'ya saracağım mesela, bir anda alakasız biri çıkıp "Arkadaşım o Çarşı'lı denir mi öyle bir şey" diye fırlayacak diye korkuyorum... Ki fırlıyorlar da üstelik.

Gitmediğim maçın olaylarını da buradan yazacak değilim. İnsanlar anlatıyor. Okumak isteyen okur. Mesela bu veya bu....

Ama ben de biraz tribün ile ilgili ahkam keseyim. Bilmeyenlere tanıtalım. Ondan sonra kendi tribününü bile bilmeyen, maça gitmeyen adamlar bize akıl vermeye çalışıyor. 

Birincisi, Türkiye'de stadyum girişlerinde arama hiç bir zaman üst seviyede, hatta orta seviyede bile olmadı. 31 Mayıs'tan beri önce de böyleydi. Mesela içeri bozuk para veya o boyutta bir madde sokmanın en kolay yolu, bozuk parayı elinde tutmaktır. Çünkü güvenlik ya seni aramayacaktır, ya da sadece cebine iki el darbesi atıp kontrol ettiğini sanacaktır. O yüzden elde tutmak, ayakkabıya atmak gibi yöntemler en sağlamıdır. Daha büyük şeyleri de sokmak için çeşitli yöntemler var ama anlatmaya gerek yok, sonuçta dünkü maçın konusu yabancı madde değil. Güvenlik aramasının ne boyutlarda olduğunu anlatıyorum sadece.

Tribüne giriş 101. Özellikle derbi maçlarda turnike kırmak gelenektir. Gerçi bunu daha çok deplasman taraftarı yapardı ama artık yasak olduğu için geleneği yaşatmak ev sahibi takıma kaldı. Üstelik Saracoğlu ve TT Arena gibi yeni stadyumlar buna izi vermiyor. Eski turnikeler pek kalmadı. Ama İnönü'de ve hala aynıysa Olimpiyat Stadı'nda bunu yapmak çok kolay. Zaten Olimpiyat Stadı'nda (2007 haliyle yazıyorum) turnike kırmaya da gerek yoktu, demirlerden atlayıp içeri girebiliyordun.

Dün bir yaygara koptu. Kale arkasından bazı insanlar Doğu Tribünü'ne geçmiş. Bu, daha önce hiç görülmemiş. Polis ve güvenlik engellememiş. Kim bu adamlar? Nasıl bir operasyonun içindeler? Bunları okuduğumda aklıma 2003-2004 sezonu geldi. Kuzey kale arkasından 30 liraya kombine alıp, 70.000 kişilik Fenerbahçe derbisi dışında neredeyse sezonun bütün maçlarını Doğu'da izlemiştik. Yaşımız henüz 17-18'di, kendi aramızda Doğu'ya ilk önce kim atlayacak diye yarışma yapıyorduk.

Tribünde hakim gruplar arasında fark vardır muhakkak. GFB ile Çarşı'nın kafa tayfası arasında fark muhakkak var. Tarzları da farklıdır. Ama bir maça 20.000 kişiden fazlası geliyorsa o fark azalır. İki tribün de birbirine benzer. Aynı şehrin çocuklarıyız. Aynı okullarda, aynı mahallelerde büyüdük Futbol takımının yıllar boyunca yaşadıkları, taraftar tepkilerini ayrıştırabilir. Yani her sene şampiyonluğa oynayan Fenerbahçe taraftarı ile her sene şampiyonluğunun çalındığını, hakim güçler tarafından ezildiğini düşünen Beşiktaş taraftarı farklı tepkiler verebilir. Biri hakemi baskı altına alabilir diğeri daha çabuk pes eder vs.. 

Ama genel olarak kitle aynıdır. O nedenle, kusura bakmayın ama "Beşiktaş tribünü Tekbir getirmez" demek büyük cehalettir. Bu artık tribünü bilmemek değil, kendi yaşadığı toplumu bilmemek demektir. Lisede makarasına kavga çıksa tekbir getiren çocukların geldiği tribünden bahsediyorsunuz.

Sahaya giren adamların bir kısmının fotoğraf çektirdiği, bir kısmının soyunma odası tüneline doğru koştuğu, polis siper alınca geri döndüğü bir ortam. Sizin için bunlar yeni olabilir, 31 Mayıs'tan sonra stadyumlara baktığınız için ilk defa görüyorsunuz. Ama bizim için çok da yeni değil. Üstelik Olimpiyat Stadı'nda olunca çocukluk anılarım canlandı resmen. Her zaman sahaya inen biri olurdu. Bu kadar kalabalık olmamıştı doğru ama PSV maçı bile hala akıllarda. O da 1-0'dan, 2-1'e dönmüştü. Kara gece...

Siz bilmezsiniz o zaman kurt inerdi Olimpiyat'a. Eğer siz o zaman da tribünde olsaydınız, facebook'ta MHP'nin kurdu iş başında paylaşımını yapardınız...

Şimdi bu kadar salladıktan sonra bir şeyin de hakkını verelim. Mesele komplo teorisi üretmekse onu da en iyi biz üretiriz. 6222 çıkmadan önce (böyle bir yasa var belki bilmezsiniz) yasanın çıkışına zemin hazırlanmak için bir Beşiktaş-Bursaspor olayı yaşandı. 7 senelik deplasman yasağı sona erdirilmiş, Bursaspor tribünü İstanbul'a gelmişti. Buna rağmen yeteri kadar önlem alınmamıştı. İki takım taraftarları arasında başlayan normal atışma, güvenlik zaafiyeti nedeniyle büyük bir kavgaya döndü. Bu kavga televizyonlardan yayınlandı, günlerce konuşuldu. Tribünlerin ne kadar sıkıntılı ve sorunlu olduğu hakkında fikir birliğine varıldı. Bu nedenle de 6222 için muhalefet edecek kimse kalmadı. 

Şimdi de özel güvenliğin tribündeki yetersizliğinden bahsediliyordu. Hükümet polisi yeniden tribünlerde devreye sokmak istiyor. Bunun için böyle bir tribün olayını çıkarmak değil ama engellememek, "güvenlikler yetersiz kalıyor" izlenimini sağlamak planlanmış olabilir. Devlet kademelerinde yer alan insanlar pazar gecesi spor programlarına çıkıp "Turnikeler kırılmış, içeri girilmiş" vs demesi de bunu doğruluyor. Bundan sonra polisin tribünde yer alması kolaylaşacaktır. İşte asıl sıkıntı da o zaman başlayabilir.

Pazar, Eylül 22

Fenerbahçe 4 - 0 Elazığspor




İki iç saha maçında 9 gol... Fenerbahçe'nin son haftalarda aldığı skorlar kağıt üzerinde çok iyi duruyor. Sahaya bakıldığı zaman da, eleştirilecek pek fazla bir şey göremiyoruz. Özellikle Süper Kupa, Arsenal maçları ve Konyaspor depremini düşününce ve o günlerin sadece 1 ay uzaklıkta olduğunu hesaba katınca, tablonun beklenmedik bir hızda pembeye boyandığını söyleyebiliriz.

Fakat aynı şekilde; son 3 maçında 12 gol atan, 9 puan alan bir takımın çok iyi olduğunu belirtmek mümkün değil. Sivasspor maçından sonra, bu maç da izleyenleri sıktı. 4-0 nasıl oluyor da sıkar? Anlaşılamıyor. Fenerbahçe kötü mü oynuyor? Ona da hayır. Belki de ortada çok açık bir sorunun gözükmemesi Fenerbahçe'nin en büyük sıkıntısı.

3 büyüklerin kimliğini oluşturan, onlara güç katan futbol anlayışları hemen hemen bellidir. İç sahada, özellikle başaltı olmayan alt sıra takımlarına karşı baskılı oynamak, rakibi yarı sahaya bile değil, kendi ceza sahasına hapsetmek, sağlı sollu ataklarla bunaltmak, gol bulmaktan öte sürekli golü aramak... 

Bunları yapan takım bahar aylarına şampiyonluk hesaplarıyla girer. Bunları yapamayan takımın hocası ise iyi sonuçlar alsa bile her zaman tartışılır. Üstelik Fenerbahçe taraftarı, bu baskılı ve sonuç odaklı futbolun yanında, güzel hareketler, esnek çalımlar arar. Doyumsuzdur. Fakat son yıllarda hem saha içinde hem saha dışında yaşananlar (hatta şu an tribünlerde olan ayrılıklar) Fenerbahçe taraftarının, bu sonucu alan ama az aksiyonlu futbolla yetinmesine yol açıyor. 

Oysa Fenerbahçe, rakibini hiç baskı altına almıyor. Hatta neredeyse, kendi sahasında kontra futbolu oynuyor. Rakibini bazen uyutuyor, bazen önde basarak yoruyor. Kalesinde tehlike görmüyor,  istediği zaman gol atıyor. Elazığspor ve Sivasspor maçlarında en ufak sıkıntı bile yaşamadı. Maçın başında bulunan goller de bunda etkili. Maç erkenden kopuyor. Sivasspor da Elazığspor da erken gelen gollere tepki verecek takımlar olmayınca, geri kalan süre Fenerbahçe için hazırlık maçı niyetinde geçiyor. Goller gelmeye devam ediyor ama ne baskı ne atak var. Fenerbahçe iki maçta 9 gol atıyor ama kaçırdığı gol belki de hiç yok. Girdiği her pozisyonu gole çevirmesi güzel ama peki bazı maçlarda bu kadar az pozisyona girmek galibiyete yetecek mi? 

Açıkçası rakip gözle izlediğim için, biraz da hata ve eksik aradığım için, bunlara takılıyorum. Yoksa Fenerbahçe taraftarının şu an kafasında böyle sorunlar yoktur diye tahmin ediyorum. 3 Temmuz, kaçan şampiyonluklar, Alex, Kocaman, Yıldırım, başkanlık seçimi, bölünen tribünler gibi sorunlar varken kimse 4 ve 5 gollü galibiyetlerin analiziyle uğraşmak istemez herhalde.

Elazığspor'u ise Sivasspor'dan daha çok beğendim. Ne yapmak istediğini bilen ama gücü az olan bir takım. Sollied, iyi bir futbol oynatmak istiyor ama kadrosu buna hiç yeterli değil. Mesela Sivasspor kadrosu onda olsa daha iyi işler yapabilir ama Elazığspor'da işi zor. Kim gelse işi zor olacaktı. Beklediğimden daha iyi oynadılar ama onda bile 4 gol yediler. Belki hedef maçlarında bu futbol işe yarar.

Bir maç gününün en sıkıcı bölümü 90 dakikası... Maç öncesi yaşanan keyif maçı da çekilir kılıyor. Fenerbahçe maçlarına gitmek o yüzden benim için daha cazip. Galatasaray maçlarına koştura koştura girmek, maç öncesi stad çevresinde toplanıp muhabbet edememek; maça gitme hevesimi oldukça azaltmıştı. Yalan yok evime yakın Fenerbahçe Stadı'nda daha çok keyif alıyorum. En azından maça girene kadar.

Gerçi Fenerbahçeliler benim kadar keyifli değildir. Kendi içlerinde yaşanan çatışmalar devam ediyor. Hayret ediyorum her gittiğimde, Aziz Yıldırım'ı seven Fenerbahçeliler hala oldukça fazla. Bunun dışında 34.dakika ve direniş ayrılığı da devam ediyor. En ilginci de bu; Taksim tezahüratı yapan grup; GFB tarafından ıslıklanıyor ve özgürlüğüne müdahale edildiğini söylüyor. Aynı grup; Yönetim İstifa tezahüratına Satılmış Köpekler diye karşılık veriyor. Aynı takımı tutan taraftarlar, birbirlerinin niyetlerini okumaya çalışarak gruplaşıyor. Skor 2-0'ken bile kavga ediyorlar.

Sanırım başkanlık seçimine kadar bu böyle devam edecek. Sonrasında konu, futbol takımının ligdeki konumuna göre şekil kazanacak. Ersun Yanal kritik bir sezonda görev aldı. Yapacağı işler Fenerbahçe camiasının kaderini belirleyecek.   

Cumartesi, Eylül 21

Linha de Passe




"Corinthians taraftarı fakir bir aile" cümlesini görünce filmi izlemek için neden aramaya gerek kalmadı. Yönetmen de Walter Sellers olunca soru işareti kalmamıştı. Ama beklediğim vuruculuktan uzaktı. Oysa sert bir film bekliyordum. Aslında hikaye de buna uygundu ve sert bir film demek de mümkün. Ama yavaş-ağır bir tempo olunca izleyiciyi (beni) vurmak yerine, koltukta mayıştırdı.

4 kardeş ve bir annenin hayatı... Fakirlik, yoksulluk, yalnızlık, çaresizlik ve umutlar. Güney Amerika, bu tarz hikayeler için uygun bir yer. Araya da serpilen futbol sahneleri...Gerçi filmin ilk 1 saatinde gol bile göremedik. Cannes'da 2008 yılında büyük ilgi çekmiş ama film bitince "Keşke Senna belgeselini izleseydik" demek zorunda kaldık.

Filmin yıldızı, küçük kardeşi oynayan Cristian Baroni kılıklı, gamsız Reginaldo'yu oynayan Kaique Jesus Santos'tu... Küçük yaşına rağmen büyük iş yaptı. Filme tutunmamı sağlayan onun sahneleri oldu. 

Keşke futbol, filmde biraz daha merkezde olsaydı. Ama; Güney Amerika, daha doğrusu Brezilya tarzı hayat; daha eşit dağıtılmış. Futbolun yanı sıra, suç, din, yoksulluk gibi öğeler de var. Yine de bir şeyler eksik kalmış sanki...

96-2000 Köprüsü



Uddevalla, İsveç'in güneybatısında yer alan bir şehir. Hakkında çok fazla şey bilmiyorum, bilinmesi gereken pek bir şey de yok. Bir belgesel izlerken (aslında ben izlemiyordum, kardeşim izliyordu) şehirde bir köprü yapıldığını öğrendik. Köprünün bir belgesele konu olan özelliğini hala daha bilmiyorum.

İlgimi çeken, köprünün yapım süresi oldu. Köprünün yapımına 1996 yılının sonlarında başlanmış. Açılış ise 20 Mayıs 2000'de yapılmış. Sanırım herkes anladı.... 


Perşembe, Eylül 19

Yenilmek Değil Kaybetmek




Bu yuhalama işleri ile ilgili bir yazı yazdım... Yazdıktan sonra tekrar okudum. Farkettim ki, ben bunları daha önce de yazmıştım. Yazdım, okuyanlar oldu ama değişen olmadı. Bundan sonra da olmayacak. Dünyanın en güzel yazsını da yazsam; 60 milyon bu yazıyı okusa, yine bir şey değişmeyecek. O zaman ne anlamı var? Hepsini sildim. 

Herhalde 6 gol yiyerek yenilmek de böyle bir şey. Sonucu, gidişatı değiştiremeye gücünün yetmeyeceğini anlıyorsun. 1'de, 2'de, 3'te hatta 4'te böyle hissetmiyorsun ama 5'ten sonrası... Pes ediyorum. Havlu atıyorum. 

Bugün yenilirsin, yarın yenersin. Sonra puan hesapları yaparsın. Duruma bakarsın.

Ama bugün kaybedersen, kaybettiğin şeyi geri bulamayabilirsin. Kaybetmek, yenilmekten biraz daha farklı, daha kötü, yok edici, umut kırıcı. İçinden bir şeyi söküp atmak gibi...

Galatasaray futbol takımı yenildi, biz kaybettik. Neyi kaybettiğimizi bilemiyorum ama aslında kaybedeli de çok olmuştu. Özlüyorum. Galatasaray futbol takımı son iki senede olduğu gibi yine yenmeye başlayacak belki; ama biz o kaybettiğimizi geri kazanamayacağız....

Salı, Eylül 17

The Guard



In Bruges ve Seven Psychopaths'ın yaratıcısı Martin McDonagh yalnız değilmiş. Bir kardeşi varmış ve o da yazıp yönetiyormuş. 2011 yapımı The Guard bu filmlerden. In Bruges'dan tanıdığımız Brendan Glesson bu filmde başrolde..

Keyifli, eğlenceli bir film. Ama John Michael McDonagh, Martin'e göre biraz geride kalmış sanki. Araya serpilen espriler keyifli, ama film oldukça ağır ilerliyor. 

Irkçı esprilerin sayısı oldukça fazla; hassas ve idealist izleyiciyi rahatsız edebilir ama filmin içinde, gelmesi muhtemel eleştirilere cevap verilmiş zaten;

I am Irish, racism is a part of our culture

Bazı filmler cumartesi akşamı filmidir. Çok yormayan, sıkmayan, ikinci defa izlemeye gerek duymayacağın ama kalabalıkta dağılmadan keyfili bir akşam geçirebileceğin filmler... Bu onlardan biri. Başka da özelliği yok açıkçası..

Pazartesi, Eylül 16

Fair Play Yemin İstemez



Sporun varlığı şampiyonların değil sonuncu olmayı göze alan isimsizlerin varlığına bağlıdır.

****

Mağluplar, mağlubiyetlerinin değerini bilmedikçe "hep yenenlerin" gücüne tapmaya başlıyor.

****

Liberal ekonomi şehir içinde stadyum görmeye dayanamıyor. Birçok kentte futbol şehir dışına taşınıyor. Liberallerin yeni stadyum karşılığında "ucuza" elde edecekleri eski stadyum arsaları için tek planları var: Büyük alışveriş merkezleri yapmak, gökdelenler çıkmak...

Herkesin kazanacağı bir çözüm gibi sunulan takas anlayışı, aslında tam bir kültürel dönüşümü de içeriyor. Spor tesisi yerine alışveriş tesisi. Spor kültürü yerine tüketim kültürü...

****

Polis, kitleleri kontrol ederken yersiz bir gözü karalıkla hareket etmemelidir, edemez. Çünkü tribünler dış mihrakların Türkiye'yi batırmak için gizlice çalışmalar yaptıkları eğitim kampları değildir.

****

Ali Sami Yen Stadı gitti. Galatasaray geleneğini devretti. Unutulmaz bir geleneğe karşı ruhunu paraya takas etti. Hiç de gerek olmadığı halde. Şehirlerde artık futbol ikinci sınıf olduğu için oraya yeni stad yapıldı. Birinci sınıf olsaydı Ali Sami Yen'i yenilerlerdi. Futbol birinci sınıf bir şey olsaydı Ali Sami Yen'i koruyacak kaynağı bulurlardı. Futbol ikinci sınıf olduğu için, kaliteli tüketim birinci sınıf olduğu için orası iş hanı olacak.

****

İnsanlar bir süre sonra karşılarındaki yapmacıklığı fark edecek. Amatör futbolun, hakiki futbolun yani PR'ı yapılmamış, kurgulanmamış, üst sınıfların sloganlarla manipüle etmediği hakiki futbolun değer kazanacağını sanıyorum. Taraftarların, kendilerinden olan insanların sadece spor yapma amacıyla gerçekleştirdikleri maçları izlemekten zevk alacaklarını sanıyorum. Tanıdığı, bildiği; medyadan değil gündelik hayattan tanıdığı, mahallesinin çocuğu olan futbolcunun atacağı gollerden daha çok zevk alacağını sanıyorum. Çünkü bu çekilmez.

****

FM'de şampiyon oldum diyor. İkinci olmuş pardon, şampiyon olamamış. Uzmanlığının temel dayanağını göstermek için bunu söylüyor. "Ya ben futbolu çok severim, çocukluğumdan beri her hafta şu kadar maç izlerim, futbola çok düşkünüm" demiyor. Yetkinliğini kanıtlamak için FM'de şampiyon oldum, ikinci oldum diyor. Ve bu adam koskoca bir gazetede çok önemli bir noktaya geldi. FM... Vay baba be. Bu seni teknik direktör adayı yapar, yazar yapmaz ki. Maçan yiyorsa teknik direktör olsaydın. Futbolu da bilgisayar başında kes yapıştırcılıkla, hangi ligde hangi futbolcu oynarı bilirler de; futbolun ruhunu bilmezler. Bilgisayar başından gelen adamlar bunların hepsi. Hayatın içinden değil.

****

Spor Bakanlığı, sizin işiniz şampiyon,olimpiyat şampiyonu bulmak değil, dünya şampiyonu yaratmak değil. Sizin temel işiniz, ara mahalledeki çarpık bacaklı, ciğerleri gelişmemiş en yeteneksiz çocuğa spor yaptırmak. En çok onun ihtiyacı var spor yapmaya. Sen ona yaptırdığında dünya şampiyonu zaten gelir.

Pazar, Eylül 15

BSG





- Abi hayat zor be...  Bakalım ne olacak sonumuz.

- Hayırdır, kafanı meşgul eden sorunlar mı var?

- Ya başkan, iş yerinde sıkıntılar var. Patron üç senedir zam yapmıyor. Başka iş de bulamıyorum, piyasa boktan. Kaldık böyle. Kız arkadaşımla nişanlanamadık bile, işler yoluna girsin diye bekledik kaç sene oldu.  

- Ya dostum rahat ol. Kafaya takma. Akışına bırak. Bak sana kendimden örnek vereyim. Bir dönem ben de iş yerimde mutlu değildim. Bizim bir ızdırap müdür vardı, sürekli yaptığım işe karışırdı. Beni de çok kısıtlardı. Yaptığım işten keyif alamıyordum. Bir gün dayanamadım, bastım istifayı. Uzun süre, yaklaşık 2 sene çalışmadım. Kafama göre de iş bulamadım. İş teklifleri geliyordu ama aynı sıkıntılar orada da olacaktı, kabul etmedim. En doğru işi, yapmak istediğim işi, güzel ortamı, heyecan uyandıran projeyi bekledim. Bu arada da bir Anadolu turuna çıktım. Önce Ege'ye, sonra Karadeniz'e gittim. Ruhumu dinlendirdim, kafamı toparladım. Çok iyi geldi gerçekten de. Tam İstanbul'a dönerken, Bolu'da mola verdim. Mola yerinde bir adamla tanıştım. O da bir işadamıymış. Farklı düşünen, vizyonu olan bir adamdı. Hemen kaynaştık. Sonra İstanbul'da da görüştük. Kafalarımız uyuştu, planlarımız kesişti. Beni şirketine aldırdı. Oradan da yürüdüm. İyi para kazandım. Sonra kendi işimi kurdum. Şimdi gördüğün gibi dert tasa yok, çok şükür yaşıyoruz. 

- Ne güzel hikayeymiş abi ya, valla çok ilginç..

- Yani demek istediğim. Özgürce karar ver. İstediğini yap. Kimsenin seni zorlamasına izin verme. Yapmak istemiyorsan yapma. Bekle. Fırsatlar sana gelecek.

- Anladım abi. Peki kafama birşey takıldı. O çalışmadığın iki sene nasıl geçindin?

- Babam yardım etti. Bir de bizim eski bir araba vardı onu da sattık. Zaten pek kullanmıyorduk.

- Anladım... Yaş kaçtı o zamanlar..

- 29

- Anladım abi.. Seni dinleyen kafamı sikeyim...


Diyalog gerçek dışı. En azından ben bire bir bunu yaşamadım. Benzerlerini yaşadım, bunun aynısını da aranızda yaşayan olmuştur. Bu zenginlerin nasihat vermesinden, "akışına bırak dostum, özgür ol" temalı tavsiyelerinden tiksiniyorum artık. Babamdan para almayı 15 yaşımda bıraktım, elin adamı gelip bana aylarca para kazanmadan yaşamamı, böyle daha mutlu olacağımı tavsiye ediyor. Ukalalık mı salaklık mı bilemiyorum. Bunlara bu konuşma özgürlüğünü kim veriyor amk???


Cumartesi, Eylül 14

Galatasaray 1 - 1 Antalyaspor



Kombine almıyorum. Bilet almıyorum. Maç bile seçmiyorum. Maça gitmek istemiyorum. Sadece Galatasaray değil, genel olarak futbol izlemek istemiyorum. Ama Galatasaray'ın özellikle futbol takımından kaçıyorum. Hala çok seviyorum, bazı şeyleri özlüyorum ama yakınlaşmak istemiyorum. Önceleri, yaptığım işle veya yaşımın artmasıyla alakalı sanıyordum ama 1 sene aradan sonra tekrar TT Arena'ya gidince anladım, asıl sorunu hatırladım.

Maçın analizi, gelişimi, hikayesi anlatılır. Tartışılır. Beğenilir, beğenilmez. Fatıh Terim'in açıklamaları bile ayrı bir yazı konusu olabilir. Ama Galatasaray taraftarının bu patronculuğu, şımarıklığının sonu neye dayanacak bilmiyorum. Neyse ki, son 2 sezonda başarılı olan bir takım vardı da bazı şeyler göz ardı edildi. Ama henüz bu sezon yenilmemiş (3 beraberlik var ama yenilgi yok) bir takımın topçularını bu hale sokmak bir çılgınlık-tutkulu olma halinden daha farklı tanımlanmalı ve bu duruma dikkat edilmeli.

Takım için tezahüratlara katılmayan tribün 34.dakikada Taksim için bağırıyor. Tezahüratlar arasında seçim yapmalarını sorgulamıyorum. Herkes istediği tezahüratı yapmakta özgür, ama Taksim tezahüratları yapanların daha farklı değerlere sahip olması gerekmez mi?

Taksim insana saygıyı ele alıyor. Taksim tezahüratı yapan adam, gol kaçıran Burak'a ana avrat küfür ediyor.

Taksim özgürlüğü istiyor. Taksim tezahüratı yapan, pas vermek yerine kaleye vurmayı tercih eden Drogba'yı yuhalıyor.

Taksim gençlerin sesi olarak adlandırlıyor. Taksim tezahüratı yapan adam, Emre Çolak'ı ıslıklıyor, Eray'a "Senin ne işin var bu takımda" diyor.

Taksim ülkenin başbakanına "bana emir verme" mesajını yolluyor. Taksim tezahüratı yapan adam iki haftada bir maça gelip emir yağdırıyor.

Örnekleri uzatmak mümkün. Galatasaray ile Antalyaspor dün oynanan maç sonunda en azından 1 puan kazandı. Galatasaray tribünü, tüm emekçilerine ve cefakarlarına rağmen o bir puanı bile kazanamadı.

Kaybedilen puan kayıpları, hatta şampiyonluk yarışları eskisi kadar umurumda değil Mart ayında şampiyonluk yarışında olursak heyecan duymaya başlarım, geride kalırsak çok da üzülmem. Ama yine de bir şeyler söylemek, hatırlatmak lazım. Beyler, transfer dönemi bitti...Takımın kadrosu bu. Devre arasındaki transfer dönemini saymazsak, takım mayıs ayına kadar bu futbolcularla devam edecek. 

Seni zafere taşıyacak adamlar bunlar. Yok, sen bunların oynamasını istemiyorsan ve verdiğin kombine parası ve aldığın orjinal forma ile kendini kulübün hissedarı olarak düşünüyorsan ve biraz da götün yiyorsa tepkini bu oyuncuları oynatan hocaya doğru, o da yetmezse o hocayı oraya getiren yönetim kuruluna yöneltirsin. Ama bir dakika; o zaman sosyal medyada yazdığın "İmparator Fatih Terim" ve "Klas başkan Ünal Aysal" cümleleri ne olacak? Emre Çolak'a sövmek daha kolay geliyor. Ufak çevrende seni daha önemli biri haline getiriyor. 

Maça dönersek. Emre Çolak, Engin ve Amrabat üçlüsünün aynı anda sahada olması şaşırtıcıydı benim için. Meğer Selçuk ve Sneijder sakatmış. Takımla eskisi kadar ilgilenmeyince böyle oluyor. Kadroya bakınca, ve özellikle o üçlüye,  maç bana bir kaos futbolu vaad ediyordu. Hemen hemen de oldu sayılır. Sayısız gol pozisyonunu kaçırdık. Antalya hızlı çıkarak golü buldu. Golü bulunca bıraz daha kapandı. Arkada açık verdik ama gol yemedik. Önde pozisyona girdik ama sadece bir tane atabildik. Daha gollü bir maç bekliyordum.4-3- 4-2 gibi bir skor bekliyordum. Aslında kaçan fırsatlar buna yakın bir oyun oynandığını gösteriyor. Fakat futbol böyle işte. Üst oynayanlar kazanamadı...

Takımın özgüveni 3 maçlık seri sonunda kayboldu gibi. Real Madrid ve Beşiktaş maçları öncesi hem avantaj hem dezavantaj. Takımın yeniden eski haline dönmesi için oynanabilecek en iyi iki maç aslında bunlar. Real maçının bu taraftar önünde olması büyük dezavantaj. Olimpiyat Stadı'ndaki Beşiktaş maçından ise gayet umutluyum. Galatasaray, kendini büyük maçlara daha farklı hazırlayan bir oyuncu grubuna sahip. O nedenle bu sezon belki şampiyonluğu bile kaybedebilir ama kolay kolay derbi kaybedeceğini düşünmüyorum.

Antalyaspor ise bana kalırsa çok iyi oynamadı. Ama akıllı oynadı diyebiliriz. En azından oyunda oluşan boşlukları, fırsatları çabuk değerlendirdi. Gerçi Samet Hocam son anlarda maçın Galatasaray'a doğru dönmesine engel olamadı ama olsun. İstanbul'dan 1 puanı aldılar. Sağ bekte Mehmet Sedef, ileride Serkan Balcı, Diarra, Isaac,Baros... Garip bir takım.  Iki sezon öncesinin Gençlerbirliği takımı gibi olabilirler. İstikrarsız bir sezon, beklenmeyen puan kayıpları, büyüklere atılan çelmeler, ligin ortasında gezinmeler... Diğer maçlarını da izlemek lazım...

Antalyaspor ile oynadığımız maçlar gerçekten ömür törpüsü. Baros'ın kımızı kart gördüğü karlı maç, Lincoln ile Sami Yen maçı, Elano ile Türkiye Kupası maçı, 2009-10'da sezonun son iç saha maçı... Yakın dönemdeki tek güzel anı geçen sezon adeta dağıtıp 2-0 kazandığımız maç. Onu da basketbol takımının finali nedeniyle Eskişehir'den döndüğüm için izleyememiştim. 

Ama hepsi bir yana TT Arena; gerçekten sevilecek bir yer değilsin....

Cuma, Eylül 13

Çıkamadılar



Altay'ın küme düştüğü sene açtığı pankart... Bu sene 2.Lig'deki 3.sezonlarına başladılar...

Achtste Groepers Huilen Niet




O gün "Bugün film izlemeyeceğim" demiştim. Televizyonda kanal değiştirerek uyuyacaktım. Bir filme denk geldim. Küçük sevimli bir kız çocuğu vardı önce. Sonra onun sınıf arkadaşları. Sınıf geyikleri... Eğlenceli geldi. Arada futbol oynuyorlar falan... Biraz bakmaktan zarar gelmez diye düşündüm. Geldi.

Dramatik bir hikayenin içinde buldum kendimi. En sonunda mutlu son çıkacak diye bekledim. Çıkmadı. Çıkmayacağı çok belliydi yoksa film olmazdı zaten.

Hayatın kotü bir tarafı var. Beklemediğin bir anda ölebilirsin. Daha da acısı beklemediğin bir anda sevdiklerinin ölümünü izleyebilirsin. Elinden hiç bir şey gelmeden. Ve daha sonra hayata devam etmek zorundasın.

Bunu atlatmak çok zor. Neyse ki ben, hayatımdaki herkesin ölümüne kendimi hazırladım. Onların yokluğuna... Evet ilk günlerde çok üzülürüm ama çabuk atlatırım gibi hissediyorum. Herkesi tek tek düşündüm. "Onsuz ne yaparım"ı... Ama sadece 1 kişiyi öyle düşünemiyorum. Tasavvur edemiyorum. Acıdan veya adını koyamadığım başka bir şeyden dolayı yıkılırım diye tahmin ediyorum. Sırf o yüzden....  Yazması bile zor..

Filme dönersek; Hollanda filmi. Adı; "İyi çocuklar ağlamaz" anlamına geliyor. Kolay kolay internette bulacağınızı, - üstelik alt yazılı - sanmıyorum. Belki de sevmezsiniz zaten. Tavsiye etmiyorum. 

Ulan daha yaşamak zorunda olduğumuz birçok acı varken bari filmler böyle olmasaydı...

Pazartesi, Eylül 9

Naki'nin İsteği



Derler ki; Kürt olan ve geçmişine bağlı olan (Dersim dövmesi olan) eski St.Pauli oyuncusu Deniz Naki; köklerine duyduğu saygıdan dolayı Türk milli takımını tercih etmemiş.

Gerçi daha sonra, kırmızı-beyazlı formaya yeşil ışık yaktığını belirten açıklamalar yaptı ama bu sefer de; kariyeri için yapması gereken tercih olarak adlandırıldı.


Deniz Naki 4-4-2 dergisinin Ağustos sayısında şöyle diyor


"U-17'deyken Kuşadası'nda Türkiye'ye karşı oynadım, iki maçta üç gol attım. Ogün,Hami, Abdullah hocalar beni çağırıp, "Niye bizim için oynamıyorsun" dediler. "Çağırdınız da ben mi gelmedim" dedim. Ümit millide Türkiye'ye karşı bir maçta da İstiklal Marşı okunurken kendimi çok kötü hissetmiştim. Ben de Türkiye için oynayıp, o marşı söylemek istiyorum"

Sokrates Yeşil Sahalarda



Kitabı mayıs ayının sonunda okumaya başladım. Tam Gezi Parkı olayları başladığı zaman. Hatta 31 Mayıs günü sabah evden çıkarken; akşam parka gidip kitap okuyacağımızı sanıyordum. Okuyacağım kitap bu  olacaktı. Okuyamadık tabi.O günlerde kitaba çok ilgi gösteremedim. Kitap çantamda Gümüşsuyu-Harbiye gezip durdu.

Genel olarak da kitabın içine çok giremedim. Olay şu; 2006 Dünya Kupası Finali'nde oynanan İtalya - Fransa maçının içinde yaşanan önemli olayları felsefi tartışmalarla birleştiriyor. Düşünce güzel; futbola da felsefeye de meraklı olduğum için ilgimi çekti. Ama beklediğim heyecanı bulamadım. Biraz zorlama geldi. Olabilir. Zor bir işe girişilmiş sonuçta. Düşünce güzeldi.

Tabi bu esnada İstanbul sokakları gaz kokusu içindeydi. Baya sıkıntılı ve tutkulu günlerdi. Kitabın sonu yaklaşıyordu. O günlerde kitabı sonlandırıyordum ki yaza tesadüfi bir şekilde; Corinthians örneğini verdi. 1981 yılında Brezilya'yı etkisi altına alan ve askeri diktatörlüğün sallanmasına yol açan kıvılcımlardan biri olan Corinthians Demokrasisi'ne vurgu yaptı. Aslında tam bizim o dönemde aradığımız modeldi. İstanbul United safsatasının yanında daha gerçek bir duruş.

Kitapların özelliği... 170 sayfa okuyorsun, pek bir şey elde edemiyorsun, ardından son sayfada bir cümle, bir paragraf denk geliyor, oradan yeni bir yola yürüyorsun. Bu kitabın olayı da benim için Corintihans oldu. Kitabı bitirdikten sonra o döneme dair belgeselleri videoları izlemeye çalıştım. Çoğu Portekizce olduğu için bir şey anlamadım ama olsun. Bu sefer de İspanyolca öğrenme hevesim bir kat daha arttı, o da ayrı mesele.

Bağlayacak olursak; futbolu ister "asla sadece futbol değil" romantikliğine indirge, ister "futbol sadece futboldur" realistliğine takıl, ya da istersen "futbol kitlelerin afyonu" diyerek küçümse... Ne olursa olsun; toplumları-insanları bu kadar derinden etkileyen bir olgudan uzak durmak büyük kayıp olur. 20.yüzyılı ve devamını anlamak için en önemli araçlardan biri bile olabilir. 100 yılı aşan futbol tarihinde yaşanan birçok olay; hayata devam ederken hiç beklemediğin bir şekilde yeni yollar ve kapılar açabilir.


Pazar, Eylül 8

Çarşamba, Eylül 4

Fenerbahçe 5-2 Sivasspor




Drogba'nın Fenerbahçe'ye attığı golden yaklaşık 20 dakika sonra futbolla ilişkimi kesmiştim. O andan itibaren hiç maç izlemedim. Bir ara zamanın yavaş aktığı yer Bodrum'daydım ve o dönem ara ara Twitter'da zaman geçirerek futbol muhabbetlerine dahil oldum. Ama İstanbul'a döndüğümden beri futbolla ilişkim; yolda yürürken önlerinden geçtiğim cafelerin televizyonlarında açık olan NTV Spor'un alt yazısında gördüklerimden ibaretti. Gerçi bu profesyonel futbolla alakalı. Çünkü artık daha çok top oynuyorum. İzlemiyorum, ben oynuyorum.

Daha zevkli olan bu. Daha normal. Dağa sağlıklı. Futboldan soğuyoruz. 

Plan önce; günü Yoğurtçu'da geçirip maça kadar muhabbet etmekti. Sonra fazla bir kombine çıktı ve kendimizi maçta bulduk. Harika bir günün en sıkıcı anları maç anındaki 90 dakika belki. İnsanın maça giresi gelmiyor artık. Fenerbahçeli taraftarların kulüpleriyle ve tribünleri ile ilgili sorunları ne kadar belirleyici bilmiyorum ama insanların artık stadyumlarda zaman geçirme hevesi kalmadığını Kadıköy sokaklarında görmek mümkündü..

Karışık tribünler... "Siyaset tribünlere karışmasın" dayatmasının sonucu olarak Rabia selamı ile İstiklal Marşı söylemeler... Ufak kavgalar. Yönetimlere muhalif olanlar. Yönetimlere muhalif olanlara muhalif olanlar. Kavgalar. Küfürler. Hep bir gerginlik. Daha maç başlamadan önce sokakta farkedilen bir sıkkınlık, bir bıkkınlık.

Sene başından beri bekleneni veremediği söylenen Fenerbahçe takımı, bu sefer 5 gol attı. Böylece tribündeki gerginlikler bir tık azaldı. Ortam ne zaman ateşlese Fenerbahçe gol attı. Aslında tribünü bu hale getiren bu futbolcular, bu maçta yaptıkları sayesinde tribünün gazını aldı.

Maraton'da kavga çıktı Fenerbahçe gol attı. Her yer Taksim tezahüratı yapıldı Fenerbahçe gol attı. Yönetim istifa diye bağıranlarla Aziz Yıldırımcılar (evet bunlardan hala kalmış ve sayıca çoklar) arasında ipler kopma noktasında geldi, Fenerbahçe yine gol attı. Tamam belki atılan gol; Sulukule'de çıkan kavgaları susturan müzik kadar birleştirmiyor ama konu bir şekilde kapanıyor.GFB'nin bir ara yaptığı tezahürat, durumun Fenerbahçe triübünü açısından özeti oldu: "3-0 öndeyiz, içmiz kan ağlıyor"

Fenerbahçe 5 gol attı; Fenerbahçeli arkadaşlar çok mutlu oldu, umutlandı ama aslında ben çok da beğenmedim. Daha doğrusu Fenerbahçe kendini sıkmadı. Karşısında kötü bir Sivasspor buldu. Fenerbahçe biraz pres yaparak ve rakip kale önünde hiç baskı kurmadan 5 gol atabildi. Kaçırdığı gol neredeyse yok. Emenike ne kadar özel yetenekleri olduğunu gösterdi. Futbolda sonuç için, gol için gereken en temel işi en iyi yapan adamlardan biri: "Topu rakip kaleye doğru götür"

Futbola aç Samuel Holmen de maçın iyilerindendi. Ben hala onun İstanbul topçusu olduğunu düşünmüyorum ama bu tip kriz zamanlarında böyle topçular büyük önem kazanır. Futbolu bilen ve iş ahlakı olan topçuya her takımın ihtiyacı var. Karanlık dönemleri aydınlatabilecek bir sorumluluk anlayışları var.

Sivasspor adına olumlu bir şey bulmak zor. Ligin daha başı, asıp kesmek için erken. İki kaleci hatası, bir hakem faktörü ile yenilen gol skordaki farkı yarattı. Ama oyun olarak da çok istekli ve bilinçli değillerdi.

Bu sene hayatımın en farklı sezonu olabilir. TT Arena'ya gitmeyi pek düşünmüyorum. Aslında pek maça gitmek istemiyorum. Ama eve yakın Kadıköy'e birkaç kez gidebilirim. Herhalde Galatasaray'dan çok Fenerbahçe maçına giderek tarihi değiştiririm bu sene.

Günün akılda kalan tezahüratı ise Vamos Bien'den...