Bizim ülke için iç savaş senaryoları ve söylemleri çok arttı. Artık bir korku yaratmak için mi yoksa realist bakış mı bilemiyorum. Ama akla geldikçe insanın canı sıkılıyor.
İç savaş, yani insanın komşusuna silah doğrultabildiği savaş; orduların cephede birbirleriyle karşılaştığı savaşa tam olarak benzemiyor galiba. Bunu da şimdilik sadece izlediğimiz belgesellerden, filmlerden anlıyorum. Ülkenin (benim hayatta olmadığım) bir dönemindeki birkaç seneyi ve ülkenin en uzak köşesinde olanları saymazsak 100 yıla yaklaşan Cumhuriyet iyi dayandı. Umarım daha da dayanır. Ama son 200 yıl içinde, dünyada iç savaş yaşamamış ülke bulmak çok zor. İspanya, İtalya, ABD gibi Batı ülkelerinden, Suriye, Yunanistan gibi komşularımıza kadar...
Bu kadar giriş The Keeping Room için yeter. Çok iyi bir film değil. Aynı olaydan (ABD iç savaşı) yola çıkarak çekilmiş daha iyi filmler var. Fakat konu savaş çaresizliği olunca hiçbir film gözardı edilemez. Her şeye rağmen yine insanların çaresizliği ortada.
Bomboş bir kasaba ve o kasabada üç kadın. İnsanın evini bırakmak istememe dürtüsünü de çok iyi anlıyorum. Belki şu an bizim yaşadığımız da budur. Tehlike eskisi gibi net gözükmüyor. Sanallık artıkça gerçeklik de bulanıklaşıyor. Çağ değişiyor. Ve buna rağmen, eski dönemlerde tehlikeler daha net belliyken insanlar son ana kadar evini bırakıp kaçamıyor. Ve bazen bu bekleyiş nedeniyle çok geç oluyor... Ve bazen insan yanlışlıkla, kendisini kurtarmaya geleni bile öldürebiliyor. Çok büyük acılar.
İnşallah dünyanın başka ülkesindeki insanlar, seneler sonra bizim başımıza gelmişlerin filmini izlemek zorunda kalmaz.
"İstatistik işin içine girdiğinden beri, oyuncular maç içinde sorumluluk almaktan kaçınıp, istatistiğini yükseltmek için hemen garanti pasa yöneliyor. Bu, oyuncunun bireysel verisi için olumlu gözükse de, takım istatistiğini aşağılara çekiyor. Biz bu yüzden istatistik verilerine göre transfer yapmıyoruz."
Gilles Grimandi - Arsenal gözlemcisi
"10 yaşındaki berber çırağına sizi nasıl yendik ama dedim, %54 top bizdeydi dedi. Zehirlediler çocukları"
Saul Fia zor film. İzlemesi zor, tekniği zor. Alışıldık değil. Öyle bir gerçeklik ve sertlik var ki; bu zorluk sizi 'sıkıldım' demekten alıkoymuyor. Ama uyuklayabilirsiniz. Ben kaldım. İki kere izlemeye çalıştım, ikisinde de uyuyakaldım. Ama sıkıldığım için değil. Belki de insan dayanamıyordur ve gözlerini kapatmak zorunda hissediyordur.
Bugüne kadar çok film izledim. Temposu nedeniyle, zayıf senaryosu nedeniyle uyuya kaldığım da oldu, çok şiddetli filmler de izledim. Bariz şiddet. Kanlar, havada uçuşan organlar gibi. Sinemada bunlar olur.
Saul Fia'da bunlara rastlamazsını ama yine de izlemesi zor. Çünkü öncelikle bir cesarete sahip olmanız lazım. Diğer İkinci Dünya Savaşı filmleri gibi, diğer toplama kampları görüntüleri gibi değil. Orada savaşın kendisi, işkencenin acısını hissediyorsunuz. Dram eklenir biraz, filme güç katar. Ama Saul Fia'da durum aynı değil. Saul'un yüzünde veya arkasındasınız devamlı. Toplama kampına dair pek bir şey görmüyorsunuz. Ama bir insanın yüzündeki korku, acı, hırs, endişe, tepkisizlik hepsine şahit ediyorsunuz. Ama mesela hiçbir Bir insanının hayatında yaşayabileceği en zor iki günde sadece onu hissediyorsunuz. Bu dramatik bir tarihi olay hakkında bilgilenmek gibi değil. Direkt kampın içindesiniz. Hatta direkt Saul'un arkadaşı veya yanındaki herhangi biri oluyorsunuz.
Yönetmen László Nemes'in ilk filmi, Oscar dahil neredeyse tüm ödülleri topluyor. Başroldeki Géza Röhrig, yüzü ve mimikleri ile şov yapıyor.
Tekniği farklı, kurgusu farklı... 2015'in en iyi, tarihin en zor filmlerinden.
G.I Jane'in ilk çıktığı zamanı, Türkiye'de vizyona girdiği günleri hatırlıyorum. ABD'de de burada da baya gündeme olmuştu. Öncelikle Demi Moore'un kafasını kazıtması baya konuşulmuştu. Oysa yakın zamanda Striptease ve Disclosure henüz yeni çekilmişti. Yani Moore'un en seksi olduğu zamanlardı ve böyle bir üne sahip olduğu zamanda saçlarını kazıtması ilgi çekmişti.
Öte yandan Türkiye'de feminizmin ilk kez geniş katmanlarda tartışıldığı dönemdi 90'lar. Kadının askerlik yapması üzerinden tartışmalar döndüğünü hatırlıyorum, ki bunun benzerinin ve daha da fazlasının film çıktıktan sonra ABD'de yaşandığını da biliyorum.
Sonuç olarak o günlerde bu film; hem burada hem ABD'de baya kötülenmişti. Basit bir milliyetçilik ve militarizm ile beslendiği söyleniyordu. 12-13 yaşındaki bir ergen için bu kadar olumsuz yorum yeterliydi. Filmi o yıllarda es geçtim. Devam eden zamanlarda da televizyonda yakaladığımda bile yüzüne bakmadım.
Seneler sonra izledim. Tam 20 sene sonra... Dünya değişti, ABD burnumuzun dibine kadar gelip kadın-erkek savaştı.
Filmden pek beklentim yoktu. Belki de o yüzden olsa gerek, ilk yarısını izlerken sık sık "Ulan o kadar da kötü değilmiş" dedim.
Spor yapmayı seviyorum. İşin içinde rekabet ve hırs var. İnsanın kendini, vücudunu zorlaması var. Bunun filmle ne alakası var? Demi Moore'un canlandırdığı ve erkekler arasında kendisini ispat etmeye çalışan asker Jordan O'Neill'in girdiği program ve aldığı eğitimler beni bu duygularla filme bağladı. Ne olursa olsun sporcu bir ruh var.
Militarizm, silahlar, savaşlar karşı olduğumuz kavramlar olsa da askeri eğitimin, beden eğitiminde önemli bir yeri olduğunu söylemek lazım. Bu tip sahneleri izlemeyi seviyorum. Aynı zamanda psikolojik bir sınav da vardı. Bu da ilgimi çekti. Vigo Mortensen'in henüz zirveye çıkmadığı zamanlardı ama 'ızdırap çavuş' rolünün hakkını vermiş. Sadece sportif bir bakış açısı da değil; birçok savaş karşıtı filminin de beslendiği psikolojik materyalleri kullanıyor.
Ama film son virajda sevmediğimiz mesajları veriyor. Savaş başlıyor, feminizm bir kenara atılıyor. Yapacak bir şey yok; Ridley Scott yönetiyorsa Demi Moore oynuyorsa o filmin gişe yapması gerekiyor. ABD sinemasında aşina olduğumuz hamleler. Şaşırtmıyor. Ama en azından iki saatlik filmin ilk 90 dakikasını keyifle izlediğimi söylemem lazım. Bu da beklentinin olmadığı bir film için yeterli.
Keşke en sonda verdiği mesaj daha güzel olsaydı, o zaman klas bir film izlemiş olabilirdik.
"91 Nisan ayıydı. Çağlan bana bir metal dergisi çıkartacağını söylemişti, inanamamıştım. O yıllarda ayda bir konser oluyordu; ister hard rock, ister death metal, ister speed metal, hepimiz oraya gidiyorduk. Sadece orada kendimizi ifade edebiliyorduk ve kendi düşüncemizdeki insanlarla buluşabiliyorduk. O zaman sosyal medya, cep telefonu, internet, hiçbir şey yoktu. Bir adres verdi bana, harçlıklarımı koydum, PK 27 Göztepe-İstanbul adresine yolladım. İlk mektup benden gitmiş, ilk dergiyi satın aldım. O dergide kendimi resmedilmiş, ‘display’ edilmiş gördüm. Bunu gençlerin anlaması için bir örnek vereceğim. Düşün ki sosyal medya yok, bir arkadaşın geliyor ve sana diyor ki, 'Ben bir program yazdım, artık birbirimizle iletişim içinde olacağız, fotoğraf göstereceğiz. İsmi Facebook.' Bu öyle bir şeydi. Facebook'un 1991 Türkiye'sinde heavy metal camiasına izdüşümüydü Laneth. O derece devrim yaratan bir şeydi. Laneth’te yaşadığım o sevgi ve tutku dolu günleri bir daha hayatımın hiçbir döneminde yaşamadım."
Woody Allen'in ilk filmlerinden biri. 1972 yapımı. Daha önce 4-5 tanesini izlemiştim, son dönemde de iki tane daha izledim. Bu beyfendinin filmleri ile ilgili sıkıntılarım var.
Yani kötü değil ama Seinfeld ile büyümüş biri olarak biraz vasat geliyor. Gülüp geçiyoruz ama devamında aklımızda bir şey kalmıyor. Her şeye rağmen bu film, daha çok hoşuma gitti. Ama yine de belli bir noktayı da geçemiyor.
Allen sanki Hollywood'un Özcan Deniz'i gibi... Espri tabi, ama gerçeklik payı var. İkisinin de bütün filmleri birbirinin aynısı gibi. Bir öncekinin benzeri işte...
Woody Allen hemen hepsinde entelektüel, çirkin, özgüvensiz, kadınlarla ilişkilerinde zorlanan biri. Ama her filmde de yanında güzel kadınlar oluyor. Diane Keaton ile çok fazla filmleri var. Bence Allen filmlerine en çok katkı veren, ortalamasını yükselten kadın o. Muhteşem bir gençlik hali. Kendisini çok beğenmesem de filmleri izlettirmeyi başarıyor.
Casablanca göndermeleri ve Bogart yardımı filme hava katan diğer unsurlar. Kesinlikle kötü film değil. Hatta ilk defa Allen filmi izleyecekseniz hoşunuza gidebilir. Çok güzel espriler var. İyi replikler var ama sinema replikler ibaret mi olmalı? Hakkını vermek lazım, mekandan faydalanmak konusunda da çok başarılı. Ama kurgu zayıf kalıyor. Aksiyon istemiyoruz ama bu kadar da 'hiçbir şey'e meraklı değilim. Seinfeld izlemiş olmanın sıkıntıları işte... Daha iyisine denk gelmiştik.
Sonuç olarak her Woddy Allen filmi izlediğimde de aynı tepkiyi veriyorum: "Bu mu abi Woody Allen dediğiniz"
Tarihi mekanların kapanma muhabbetlerini hep uzaktan izledim. Tarihi demek ne kadar doğru gerçi. Salaş kahvaltıcılar, profiterolcüler, kitapçılar, iş yapmadığı için kapanan onlarca tükkan... Bunlar ünlü oldukları için hep göz önündeydiler. Kapanan, el değiştiren dükkan hikayelerini daha çok seviyorum sanki.
Bostancı-Göztepe arasını 'Cadde' tarafından yürüyenler iyi bilirler. Uzun zamandır kiralık/satılık/taşınıyoruz/proje alanıdır levhaları aldı yürüdü. Maç günleri ve milli bayramlar da bile eski tat yok. Ud çalan teyze, kör kalemci, çıplak ayaklı "çok açım abla" diyen çocuk....Greenpeaceçiler bile kayboldu.
"Mc Donald's-Şaşkınbakkal kapandı" dediler ne kolay söylediler, sanki koskoca bir Big Mac'i.... Mc Donald's kapandı diye buruk ve mayhoş bir tat hissedeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi.
Romantik tayfa hep der ya: "İnönü, Sami Yen, Bursa... Bunların yıkılmasıyla sadece taraftarlarının anıları yıkılmıyor, diğer takım taraftarları da orada maç izlemişti , onların da anıları var"
İlk sevgili, ÖSS, dershane, test kitapları, yoldan geçen atkılılara bakarak "ulan şu Samsun çaksa şunlara bugün" diye iç geçirmeler, "yemekler benden ama tatlıları sen ısmarla" diyerek kızın gönlünü yapmak, gençturkcell şifresi ile çekilen ziyafetler, Ramazan menüleri, Dünya Kupası promosyonları için çocuk menüsü yemek, "kardeşime alıyorum" diye bahaneler uydurmak, sadece tuvalete geldiğin anlaşılmasın diye değişik triplere girmek, 'Avrupa'da yediğin tepsiyi kaldırıyormuşsun' muhabbetleri, alt geçitte metalciler/motorcular varmış saldırıyorlarmış efsaneleri...
Aron Angel diye bir üstad var, rahmetlik olmuş. Cumhuriyet sonrası İstanbul'da o zamanın kentsel dönüşümünü başlatıyor. Şimdikinin tam tersine tabi. Ağaçlıklı, geniş kaldırımlı , az katlı caddeler tasarlıyor. Bağdat Caddesi, Valikonağı, Haydarpaşa... Hatta meşhur Taksim Kışlası muhabbetinde ters düşüyor kodamanlarla. "Bay Angel değil Bay Engel" diyorlar o zamanın A Haber'inde..
Buradan girip, Revivo'dan, Balili'den çıkmaktı niyetim ama üstadın torununun Uzay Heparı olduğunu yeni öğrendim. Hadi buyur. 'Yas'ımıza soundtrack oldu resmen.
"Adam her şeyinden kısar ama boğazından kesmez" diyenlere ufak bir "koyduk mu" çekmiyor da değilim hani..
Overrated Wachowski kardeşlerin gerçek yüzünü ortaya çıkaran berbat film. İki saati geçen filmin tek izlenebilir yanı Mila Kunis ve az ama güzel olan mizahi tarafı. Onun için de 2 saat harcamaya değmez. Zaten benim neyime bilimkurgu, kendim kaşındım.
Taffarel ve Orhan Atik'i saymazsak; Roberto Mancini gittikten sonra, son 2.5 sezonda Galatasaray'a gelen 5. teknik adam. Çok büyük rakam.
Gelişini, geliş şeklini, oynattığı futbolu hiç sevmedim. Isınamadım henüz. Ama aranan başka bir şey. Bir heyecan yaratırsa ne güzel olur, yeniden maç izlettirmeye başlarsa en büyük başarı olur. Umudum yok ama gözüm üstünde...
Sağdaki kız Anne Hathaway... İyi bir oyuncudur, şöhretlidir ve genelde iyi filmlerde oynar. Fakat bize denk geleni belki de en kötüsü oldu. 2014 yılında Interstellar'ın içinde yer alan, ertesi sene Intern'de Robert De Niro ile oynayan bir kadından bahsediyoruz.
Şaşırdığım durumlardan biridir; senaryosunun zayıf olduğu belli bir filmi kariyerli oyuncular nasıl tercih eder. Yönetmenle veya senaristle arkadaşlıkları mı vardır acaba, yardım etmek için mi bu işleri tercih ederler. Film bütçe nedeniyle veya başka sorunlardan dolayı yetersiz kalabilir ve oyuncu yine de olaya el atmak isteyebilir. Kendisini heyecanlandıran ve geliştiren bir projedir; kaliteyi veya gişeyi düşünmez. Bunlara saygı duyarım. Ama basitliği ve sıradanlığı ayan beyan belli olan bir filme neden bulaşılır çözemem.
Bu romantik filmler artık bitsin diyeceğim ama bitmeyecek; bari azalsın. Aslında Song One, çok daha kaliteli bir olabilirmiş. Çıkış yolu fena değil. Komadaki erkek kardeşini uyandırmak için çabalayan bir abla ile başlıyoruz. Buradan güzel bir film çıkabilirdi. Ama bir anda zaman kaybına dönüşmüş.
Televizyonda gördüğümüz her filme atlamamamız lazım.
Havanın en azından ılık olduğu günleri, o muhteşem dönemleri özlüyorum.
Sanırım son yılların en soğuk kışını yaşıyorum. Büyük acı çekiyorum. Tabir olarak değil, çok ciddi bir fiil olarak kullanıyorum bu acıyı. Maçta tekme yesem bu kadar sert bir acı olmuyor.
Sabah yataktan kalkamıyorum, elimi yıkayamıyorum, sokakta yürüyemiyorum, otobüs beklerken hareket edemiyorum.
Tamam mevsimlerin hepsine saygımız var. Doğa bir döngüyü yaşamalı. Sağlıklı olan bir yaşam bunu gerektirir. Buna katlanmak zorundayız. Fakat bu seneki kış da diğerlerine pek benzemiyor. Fırtınalar, yağışlar, soğuklar... Arada televizyon haberlerine 'İstanbul baharı anımsatan bir haftayı yaşadı' klasiği yansırdı. Bu sene hiç göremedik. İki üç günlük lodos esintileri ile avunduk.
Acaba küresel ısınma ve bozulan dengeler mi buna neden oldu yoksa, ben mi birey olarak tahammülsüz ve güçsüz kaldım emin değilim. Kesin olan bir şey var; o da artık bahar gelsin, yaz gelsin, günler uzasın, içimiz ısınsın
1983 yapımı, tabi ki Türkiye'de yasaklanmış. Avrupa'dan ödüller almış. Tiyatro sahnelerinden alışık olduğumuz, fazla sinema filmi olmayan Genco Erkal gerçekten şov yapmış. Senaryo Onat Kutlar, yönetmen Erden Kıral, kitap Ferit Edgü (okumak lazım), müzik Timur Selçuk... Muazzam birikim var kadroda, sonuç şaşırtmadı. Keşke daha çok insana ulaşsaydı.
"Yavrularım. Ben gidiyorum. Zamanım doldu. Bir daha karşılaşır mıyız bilemem. Size burada kaldığım süre içinde bir çok şey öğrettim. Bir çok şey öğrendiniz. Örneğin dünyanın döndüğünü. uçakların nasıl uçtuğunu. gemilerin nasıl yüzdüğünü. insanların türeyişini. dağların oluşumunu. nasıl yediğimizi. nasıl özümsediğimizi. nasıl öldüğümüzü. Bütün bunları öğrendiniz, değil mi yavrularım.
Ama ben şimdi sizden, giderayak, bir şey istiyorum. Bütün öğrettiklerimi unutun. Dünya dönüyor, evet. ama belki de burada, bu dağ başında, dönmemesini bilmek daha doğrudur. Size hayat bilgisi dersleri verdim. ama siz, hayatın gerçek bilgisini kendiniz burada, bu dağ başındaki köyünüzde, sonra, uzak kentlerdeki askerliğinizde, mahpusluklarınızda öğreneceksiniz. Unutmayın ki, kitapların yazdığı her zaman doğru değil; benim için doğru olan, sizin için doğru değil. Benim için gerçek olan, sizin için, gerçek değil. Öğrettiklerimin çoğu böyleyse, bağışlayın beni. çünkü ben, başka bi yerden geliyorum. Karların erimesiyle de, gidiyorum işte. Burada yaşayacak olan sizlersiniz. Sizler, karın üstünde yalınayak yürüyüp ölmeyenlerdensiniz.
İnsanlar yavrularım, üç aylık bebeyken, bilinmeyen hastalıklardan ölmeden de yaşayabilirler. Cüzzam, trahom, alın yazısı değildir. hiç bir şey, alın yazısı değildir. bu kadar. Benim söyleyeceğim, bu kadar işte. ... Şimdi dersimiz bitti. dağılın... Hepiniz sınıflarınızı geçtiniz işte, dağılın
Video eski (ekim ayından) ama ben yeni görüyorum. Gayet de eğlenceli...
Lisede bir arkadaşımız vardı. Biz devamlı ergen duygularla tribüne gidip gelirken, dilimizden tezahüratlar düşürmezken, kendi kendimize yeni tezahüratlar bestelemeye çalışırken bu çocuk bizimle biraz dalga geçerdi. "Abicim bize ne sizin damarındaki kanın renginden, bağırsanıza "Hasan çok iyi çalım atar, Ümit kafayı vurur" falan diye" derdi. Sonra kendi kafasından bir şeyler uydururdu. Güzel de uydururdu. Hem gülerdik hem de hakkını verip 'Fena değil' derdik. Ama biliyorduk ki bunu tribünlerde ve ortamlarda yaygınlaştıramazdık. Hiç öyle bir şeye teşebbüs bile etmedik.
İngiltere'de WBA taraftarları, benzer bir boşluğa girmiş ama gayet de güzel olmuş. Manchester City maçında top kaptıklarında "We've got the ball" diye, topu kaybettiklerinde de "We've lost the ball" diye bağırmışlar. Maçı da 4-0 kaybettiklerini söylemek lazım. O nedenle boşluk diyorum. Sonucun bir öneminin kalmadığını fark edip, dalgana bakıyorsun. Böyle boşluk anlarını seviyorum.
Futbol filmlerinin yetersiz olmasına alışkınız. Devam filmlerinin ikincileri de pek tutmaz. O nedenle bu birleşimden olumlu bir sonuç çıkmayacağı belliydi. Ama bu kadar da kötü olmaz be kardeşim! İşin içine Real Madrid girince biraz daha güzel, özenli bir iş olmuştur diye tahmin etmiştik ama olmadı.
Şampiyonlar Ligi finalini kendi sahasında oynayan bir takım var. Oyun kuralları da devamlı değişiyor. En basit futbol terimlerini ve temel bilgilerini en sıkıcı şekilde anlatan spikerlerle veya başka karakterlerle uğraşıyoruz. Real Madrid soyunma odasına ineriz diye heyecan duyarken, saçma bir pembe dizi masalına giriyoruz. Allah affetsin, daha kötü filme çok az rastlanır.
Amerikalılar fena futbol oynamıyor. Yani en azından, oynayanları kupalarda falan iyi işler yapıyorlar. Saygı duyuyor, takdir ediyorum. Örnek bir sistemleri var. Nüfus da kalabalık olunca fena performans sergilemiyorlar. Peki o zaman gerçekten bu adamlara futbol öğretmek, futbolu tanıtmak, futbol sevdirmek için bu kadar rezilliğe ihtiyacımız var mı?
İyi ki zamanında heyecan yapıp izlememişim bu seriyi. Bir akşam denk geldik izledik. Sonra sıkıldık ve Beyaz Futbol videolarını açtık. Daha iyiydi.
Çok fazla kötü film izledim ama hiç IMDB'de 2.7 alan bir filme denk gelmemiştim. Tamam, hakkında çok matah cümleler kullanmayacaktım ama bu kadar da yerin dibine sokulduğunu görmeyi beklemiyordum. İtalyan yönetmen Francesco Cinquemani, ilk kez uzun metrajlı bir film çekmiş. Alec Baldwin ve Danny Glover başrollerde. Distopik bir dünya var. Köleler özgürlüklerini kazanmak için televizyonlardan yayınlanan bir yarışma programında mücadele ediyorlar. Yarışma programı bir labirentten çıkmayı amaçlıyor. Aslında düşünce aşaması fena değil. Kafa açıcı, eleştirileri olan bir film. Ama sinema anlatımında zayıf kaldığını kabul etmek gerekir. Yine de 2.7 değil be kardeşim.
Alec Baldwin'e mi gareziniz var anlamadım, ne çekti bu adam da... Sinema seven kitle bu adamı sevmedi, sanki üzerine oynuyorlar.
Tam yazın hafta içi, okula/işe gidilmeyen bir günde izlenecek, sonrasında da sokağa çıkılacak film.
"Bugünün futbolu hızlanıyor, bu hızın bir sınırı olacak. Ben hatırlıyorum, 1979'da İtalyan Pietro Mennea 100 metreyi 10 saniyede koşmuştu. Bugün 100 metre 9.80 saniyede koşuluyor. Çok fazla fark oluşmadı. Neden? Yaradılışımız itibariyle yerçekimi ile aramızda bir direnç var, insan organizmasının 100 metreyi koşabileceği sürenin sınır değeri var. Futbolcu için de böyle, onun da koşabileceği bir sınır var. Yaratılmış akciğer, dakikada 100 litre havayı çekebiliyor, mevcut kişi 90 litre hava soluyabiliyor. Onu sınır değerine, 100 litreye çıkartabilirsiniz ama 101 litre yapamazsınız. Genetik olarak kaslarımızın yapısının yaradılış şekli var, diz ligamentlerinizi farklılaştıramazsınız, sayılarını arttıramazsınız ama geliştirebilirsiniz. Yaradılışımız, katlanmak zorunda olduğumuz bir gerçektir."
Adıyla, müzikleriyle, sahneleriyle, oyunculuğuyla film gibi film. Fransız olmasından kaynaklanan bir yavaşlık söz konusu, onu atlatan büyük keyif alır.
Vincent Lindon bu filmdeki rolüyle Cannes'da ödül almış. Net bir hak ediş.
1963'te Türkiye yerel seçime doğru gider. 60 darbesinden sonra ülkenin içine girdiği çelişkili hava ortadadır. Hem askeri bir yönetim vardır hem de ülke tarihinin en özgürlükçü anayasası yürürlüktedir. Yani, kafalar karışıktır. Bu pankart da o dönem, seçim öncesi yapılan bir mitingde Diyarbakır'da asılmış.
Cemal Gürsel, dönemin cumhurbaşkanı. Diyarbakır'da bir mitingde karşısındaki kalabalığa bu sözleri söyler. Bir sonraki Diyarbakır mitinginde de (1963 seçimlerinden önce) bu pankart açılır. Pankartı kimlerin açtığı belli değil. Halkın bu desteği verdiği, o yüzden bu pankartı yaptırdığı söylenir; yersen! Bir diğer ihtimal de halk açmış gibi gözüksün diye bazı güçlerin açtığıdır ki bu daha yakın ihtimal.