Pazar, Mart 28

Seyircisiz de Güzel Sanki


Bundan seneler önce seyircisiz maça çok karşıydım. Zaten seyircisiz maç neden olurdu ki? Bir kulübe ve taraftar grubuna ceza verildiği için... Yani insanların maça girme hakları elinden alınıyordu. Bir hak ihlali olduğu için zaten en başından sempatik değildi. Onun dışında da alışık olmadığımızdan, devamlı seyircili maçları izleyip karşımıza bir anda boş tribünler gelince yadırgıyorduk.

Artık başka bir dünyayı yaşıyoruz. Seyircisiz maç normalimiz oldu. Hatta geçen sene bugünleri düşününce televizyonda maç izleyebildiğimiz için şükrediyoruz. Seyircili veya seyircisiz ne fark eder, maç olsun da...

Tabi yine de seyircili maçın yerin tutmuyor.. Hatta bazen eski maçların özetlerine, gollerine bakınca çok şaşırıyorum. Ne günlermiş öyle. Bir golde çıkan ses, bir çalımda duyulan uğultu, yapılan tezahüratlar... Çok eski zamanlara ait değil ama çok başka bir çağın olayıymış gibi.

Haliyle birçok insan halen seyircisiz maçlara alışamadı. 

Ben alıştım. Hatta hoşuma gittiğini bile söyleyebilirim. "Seyircili maç mı seyircisiz maç mı" sorusuna seyircisizden yana bir cevap verecek değilim ama seyircisiz maçın da ilginç noktaları var.

En önemlisi, belki de tek olumlu noktası futbolcuların ve saha kenarındaki kulübelerin konuşmalarının duyulması...

Bana çok ilgi çekici geliyor. Mesela atağa kalkan bir takımın oyuncularının o sırada konuşarak atağı yönlendirmesi ve vizim buna şahit olamamız heyecan verici geliyor. Ama asıl güzel olan savunmadakiler... "Bas", "çıkma", "bırak", "faul yok".... Organizasyonun her anına şahit oluyoruz. Planları duyuyoruz. Plana uymayanları da işaretliyoruz.

Arada kavgalar ve küfürler de duyuluyor. O da ayrı bir ruh katıyor.

En çok üzen ise yabancı maçlar. Dilini bilmediğimiz ülkelerdeki konuşmalar hiçbir anlam ifade etmediği için bir yerden sonra baş ağrısına neden olabiliyor. Fakat yine de maçın temposu ve önemine göre seslerin şiddeti de değişkenlik gösteriyor. Buradan da kendi payımıza bir şeyler çıkarabiliyoruz.

Futbol maçları uzun bir süredir bilgisayar oyununa dönmüştü. Veya gladyatör savaşları da çok sıkça kullanılan benzetmelerdendi. Sahadaki oyuncuların kusursuz olması ve tribünleri memnun etmesi istenirdi. Gerçi hâlâ öyle. Eskiden futbolcuların ne konuştuğu, ne dediği duyulmazdı, zaten önemsizdi de.

Son bir yılda yeni bir futbol maçı algısını deneyimliyoruz. Biraz daha insani bir oyun var sanki. Biz de 'yargılayıcı" değiliz, jüri gibi izlemiyoruz, biraz daha oyunun içindeyiz. Sahada olan biteni daha iyi anlamımıza yardımcı oluyor.

Bu blogda yıllar önce yazdığım yazıları düşününce, bu satırlar onlarla inanılmaz derecede çelişiyordur. Seyircisiz bir maçı seveceğimi ve öveceğimi düşünemezdim. Hatta onu daha insani bulmam mümkün değildi. İnsanlar olmadan nasıl 'insani' olacaktı ki?

Oluyor işte. Zaten seyircili veya seyircisiz televizyondan maç izlemek futbola dair en az sevdiğim şeydi. Son dönemde de çok az maça gittiğim için, yani çok fazla televizyondan maç izlediğim için bir değişikliğin olması da fena sayılmazdı. En azından bir yenilik geldi. Çok şahane bir durum değil ama zaten geçici. O zaman keyfini çıkarmak gerek. Ya da bir keyif unsuru yakalamak gerek..

Zaten insanların stadyumlara dönmesine karşı değilim tabi. Biz yine Passolig olmadığı için 2.Lig'de yer alırız ama giden de gitsin, mahrum kalmasın.

Cumartesi, Mart 27

Voir du pays


Konusu itibariyle çok beğendiğim, saygı duyduğum bir film.

Afganistan'da görev yapan Fransız askerler, uzun bir ayrılığın ardından ülkelerine dönerler. Fakat ülkeye dönmeden hemen önce hem bir ödül hem de rehabilitasyon maksatlı olarak Güney Kıbrıs'a inerler ve orada üç gün tatil yaparlar.

Öte yandan psikolojileri tatil için hazır değildir. Hatta sivil hayata bile uyum sağlamakta zorlanırlar. Bir yanda tatil yapan zengin siviller, diğer yandan para için hayatlarını bırakıp Afganistan'a giden ve oradan 'yıkık' bir şekilde dönen genç askerler...

Filmin iki esas karakteri, birlikteki kadın askerlerden Aurore ve Marine'dir. Bu iki asker, Afganstan'da yaşadıklarının da ardından antimilitarist duygulara sahip oldukları için artık bulundukları ortama ekstra bir yabancılık hissederler. Öte yandan kadın olmalarından dolayı yaşadıkları ayrımcılıklar da çok net önümüze serilir.

Her açıdan güçlü mesajları olan bir film. Fakat esas olarak hikayenin farklılığı benim hoşuma gitti. Askerlerin, bir tatil merkezinde sosyal hayata karışmasını ve yaşadıkları zorlukları görmek ilgi çekiciydi. Psikolojileri çalkantılı karakterlerin içine girmek için üç günlük tatilin seçilmesi ve tüm öykünün oraya sıkışması yetersiz gibi gözükse de benim gözümde çok hoşuma gitti. Belki de bir riske girilmiş ama çok iyi işlenmiş.

Filmin senaryosu Delphine Coulin'in kitabından uyarlanmış. İsim ilk anda bir şey ifade etmiyor ama yine güçlü bir Fransız filmi olan Samba'nın senaryosunda kalemi var. Şu an benim listemde ikide iki gidiyor! Zaten benden beğeni alması da pek bir şey ifade etmiyor, zira 2016'da bu film sayesinde Cannes'da ödül kazanmış. 

Bir yandan 'savaş filmi' diyebileceğimiz kadar çok asker görüyoruz ama ortada tek bir çatışma bile görmüyoruz. Zaten kategorisi için savaş filmi diyemeyiz. Ama çok 'askeri' bir film...

Oyuncularımız ise biraz zayıf. Aurore karakterine can veren Ariane Labed'nin oyunculuğu iyiydi. Fakat yanındaki Soko için benzer cümleler kullanmak zor. Kendisini müzisyenliğinden biliyoruz, şarkılarını seviyoruz ama bu filmde esas karakter için biraz zayıf kalmış.

Bir de filmde çok fazla karanlık sahne vardı. Evde otururken izlemek için sakıncalı bir film. Takibi zorlaşıyor. Tüm odayı karartmak gerekiyor. Aslında bir tatil atmosferi olduğu için tam gündüz izlenecek bir film ama güneşli havada parlama yapan bir ekrandan sahneleri takip etmek kolay olmadı.

IMDB puanı daha yüksek olabilirdi diyerek yazıyı noktalayalım...


Cuma, Mart 26

Golo #24


 

Portekiz Ligi'ni bloga iki ay aradan sonra yeniden taşıyoruz. Çok uzun bir ara verdik. Daha da kötüsü döndüğümüz hafta bereketli değildi Aslında sayı olarak tatmin ediciydi. 9 maçta 18 gol atıldı. Maç başına iki gol, Portekiz için oldukça iyi bir rakam. Fakat bu 18 golden iyisini seçmek çok zordu. Bu arada 18 takımın yarısı bu hafta gol atamadı, 7 maç da KG Yok ile sonuçlandı.

Tüm maçları izlediğimde, tüm golleri ilk kez gördüğümde tercihimiz Portimonense - Porto maçında Sergio Oliveria'nın attığı serbest vuruş golüydü. Fakat dikkatli izleyince golün kaleci Samuel Portugal tarafından kendi kalesine atıldığını görüyoruz. Bu direkten dönen topların kalecilere çarpması büyük talihsizlik. Zaten gol olması can yakıyor, bir de gol onlara yazılıyor. Ben Oliveria direkt attı sandım ama tekrardan çok net gözüküyor. O yüzden buraya taşıyamıyoruz.

Ligin resmi yayıncısı ise haftanın golünü Maritimo - Famalicao maçından seçmiş. Ivo Rodrigues gerçekten güzel gol atıyor. Fakat burada da kaleci hatası var. Hatta Portimonense kalecisi talihsizlik yaşıyor. Fakat Maritimo'nun file bekçisi Amir Abedzadeh bu sezon gerçekten kötü, bu golde de kaleyi boş bırakıyor resmen. Oysa kendisi beğenirdim. Bu golde de biraz ikram söz konusu gibi.

Ayrıca resmi yayıncı ile aynı fikirde olmak istemedim. Genelde aynı golü seçiyoruz. Bu sefer farklılık olmasını istedim. O yüzden Paços de Ferreira'dan Helder Ferreira'yı seçtim. Golün hazırlanışı ve asist güzel. Vuruş çok şık değil ama olması gerektiği gibi. Kalecinin de yapacak bir şeyi kalmıyor.

Paços de Ferreira bu sezonun sürpriz takımı. Geçen sezon gol atamıyorlardı. Bu sezon rakipler atağa çıkarken gol atıyorlar! Bu da onlardan biri. Kontrayı çok iyi beceriyorlar. İzlemesi keyifli bir takım. Biraz torpil de yapmış olabilirim.

Fakat benim de elim kolum bağlıydı. Yine de ilerleyen haftalarda daha güzel goller koymayı diliyorum.

GOLO #15

GOLO #13

GOLO #11


Çarşamba, Mart 24

Veloce Come il Vento

Spor filmleri genelde sevilir. Çok kaliteli olmalarına gerek yoktur. Avantajları vardır. Mesela en baştan zaten o branşın meraklıları muhakkak filmi izleyecektir. İzleyince de, o izleyenlerin önemli kısmı yapım vasat bile olsa beğeniyor; zira bugüne kadar izledikleri organizasyonlardan ve karakterlerden ayrı bir hikayeye dahil oluyorlar. Yani spor filmlerinin kitlesine ulaşması, diğer filmlere göre çok daha kolay oluyor.

Sinema, bu işi en iyi boks ve motor sporlarında beceriyor. Şaşkınlığım da burada çıkıyor.
 
İtalyan yapımı Veloce Come il Vento internette çok fazla yorumu olmayan bir film. Üstelik Netflix gibi popüler bir platformda bile gösterilmiş. Ayrıca gerçek bir hikayeyi barındırıyor. Sıkıcı bir film de değil. Oyuncularımız da iyi. 

Hikaye biraz klişe ama spor filmlerinin özelliği de budur zaten. Benzer hikayeyi farklı çeşitlerde izleriz. Hatta bu nedenle belki de yan karakterlerin çok iyi işlenmesi gerekiyor olabilir. Zira ana karakterlere ve onların maceralarına gerçek sportif hikayelerden aşina olduğumuz için böyle filmleri yan unsurlar cazip kılar. Bu filmde belki de eksik kalan buydu. Abi-kardeş çok fazla öne çıkıyordu ve biz işin sonunu tahmin etmekte zorlanmadığımızdan heyecanımız da azalıyordu. Fakat sonunun şaşırttığını söylemek zorundayım. En azından 'mutlu son'la bitmiyor ama üzmüyor da...

Zaten bir İtalyan-Akdeniz filmi olmasından gerek; devamlı duygu değişimleri yaşıyoruz filmi izlerken. Bunlar çok hızlı yaşanıyor. Bir yandan da 'hız' filmi olmasından dolayı böyle bir oyuna girişilmiş olabilir diye düşündüm. Bu sayede heyecanı ayakta tutmaya çalışmışlar. İşe de yaradı. Sonuçta sonuna kadar izledik. 

Başrolde bir kızımız var. Adı Matilda de Angelis. Kendisi Aybüke Pusat'a benziyor ama kariyeri daha hızlı ilerliyor. Bu filmden sonra Nicole Kidman ile öpüştüğü ve curetkar sahnelerinin olduğu bir diziyle gündeme geldi. Ben diziyi izlemedim. Adını da hatırlamıyorum. Fakat bu haberler sayesinde Angelis'in şöhreti hızlandı. Bunların da konuyla alakası yok zaten.

Erkek oyuncumuz Stefano Accorsi hakkında çok bilgimiz yok. Onu da benzeteceksek Timuçin Esen çıkar belki ama zorlama olur. 

Zaten yazının bundan sonrasında ne söyleyeceksek zorlama olur. Fena film değil ama daha iyilerini görmüştük.

Salı, Mart 9

Son Maç


Pandemi başlayalı yaklaşık bir sene oldu. Hayatımız birçok alanda, hatta her alanda değişti.

Bu değişimlerden biri de tribünlerde oldu. Daha doğrusu artık tribün kalmadı! Maça gidemez olduk. Bir noktada duruma hayıflanıyoruz ama zaten maça da gitmeyi seven bir toplum da değildik. Zaten ben de Passolig uygulaması başladığından beri Süper Lig'e de uğramıyordum.

Yine de aradaki localı saçmalığı saymazsak, Süper Lig'de herkesin eşit bir şekilde stadyuma girebildiği son maç bundan bir sene önce oynandı.

9 Mart 2020 günü Ankara'nın Eryaman Stadı'nda oynanan Gençlerbirliği - Antalyaspor maçı, Süper Lig'deki son seyircili maçtı.

Fotoğrafın arkasında, tarihi güne tanıklık ettiğini bilmeden stadyuma gelen az sayıdaki insan göze çarpıyor.

Maç ise 1-1 sona erdi. Golden sonra tribüne koşma imkanı yakalayan son oyuncular Giovanni Sio ve Lukas Podolski'ydi. Bu fırsatı değerlendirdiler mi hatırlamıyorum bile...

Pazartesi, Mart 8

Olegs Krig


Filmimizin orijinal adı Olegs Krig. Sanırım Rusça'da 'Oleg'in savaşı' demek. Fakat İngilizcesi ve birçok yerde bilinen adı The Distand Barking of Dogs. Yani Uzakta Havlayan Köpekler. İki isim de filme çok uyuyor ama en orijinal halinin filme daha uygun olduğunu düşünüyorum.

Ukrayna'da son dönemde yaşanan savaşa dikkat çeken nadir yapımlardan biri. Oleg de bu savaşın yanı başında bir köyde, hatta neredeyse terk edilmiş bir köyde, anneannesi ve tek tük arkadaşlarıyla yaşayan 10 yaşında bir çocuktur. Bir yandan savaş devam ederken, onlar da hayatına devam ediyor. Hem kendi hayat savaşları var hem de dünyanın gündem maddesi olan savaş aslında direkt onların hayatının bir parçası oluyor. Karşı oldukları veya destekledikleri bir taraf var mı yok mu bilmiyoruz bile. Fakat o taraf olmadıkları savaşa göre hayatlarını yaşamak zorundalar. Bir yerden sonra artık savaş onlara da ait bir parçaya dönüşüyor. 

Belgesel ve kurgunun bir araya geldiği filmlerden. Böyle bir köy ve Oleg gerçekten var. Danimarkalı yönetmen Simon Lereng Wilmont, köylülerin ve Oleg'in gündelik yaşamına çok fazla müdahil olmadan kamerasını oraya koymuş. 

Uzaktan Havlayan Köpekler, ismine uygun olarak devamlı uzaklardan havlama sesleri duyuyoruz. Bir de düşen bombaların sesleri köyde yankılanıyor. Bunlar filme ruh katan malzemelere dönüşüyor.

Yapım, birçok festivalden ödülle dönmüş. Benim hoşuma giden kısmı savaş gibi ciddi bir konuyu işlerken subjektif kalabilmesiydi. Daha doğrusu, politik bir mesaj gütmeden veya ajitasyona girmeden savaş esnasında sivillerin hayatına girebilmesi ve bunu tamamen doğal bir şekilde anlatabilmesi  güzeldi. "Zaten belgeselcilik bu" diyebiliriz ama  hembelgesel hem de kurgusal filmlerde aksini çok gördük. Diğer yandan 'savaşlarda en çok masum çocuklar zarar görüyor' klişesine de çok fazla uğramadan baş role bir çocuk koymak, cesaret gerektiren zor bir işti. Bunun da altından kalkılmış.

Ben beğendim. En azından sıkılmadan izledim.

Salı, Mart 2

Sıkıcı Röportajlar


"Teknik direktörlere 'Futbol hakkında hep olumlu konuş, kulüp hakkında olumlu konuş, sponsorlar hakkında olumlu konuş" diyorlar. Bir şablon veriyorlar, herkes de aynı şeyi söylüyor. Ne provoke eden  var ne meydan okuyan... Ama bunda medyanın payı da yüksek.

Biri çıkıp, 'Ben şampiyon olmak istiyorum' dediğinde bir hedef koyuyor. Güzel. Ama sonra şampiyon olamadığında 'Çok büyük konuştu, bak şampiyon olamadı' diye eleştiriyorlar. O adam ne yapıyor sonra? Hedefini 'Üst sıralar için oynayacağız' diye yumuşatıyor. Gazeteciler sıkıcı röportajlardan şikayetçi ama bu durumu da aslında kendileri yarattı."

Christoph Daum / Socrates Ocak 2021

Pazartesi, Mart 1

Mid 90's

Her dönem, bir süre sonra kendini anlatmaya başlar. Daha doğrusu onu anlatacak olanlar, yani o dönemi yaşayanlar, bir süre sonra ortaya çıkar ve işe koyulur. Bu anlatı anılardan ve hafızada kalanlardan beslenir. Ne kadar doğru olduğu tartışılır. Objektif olması mümkün değildir. Fakat 'doğru' olmaması gerçek olmadığı anlamına gelmez. Çünkü herkes kendi gerçeğini yaşamıştır ve onu anlatıyordur.

Ben çocukken 70'ler anlatısı çok popülerdı. Sonra bir anda 80'ler ortaya çıktı. O kısmı daha net hatırlıyorum. 80'ler gecesi etkinlikleri, 80'ler modası, 80'lerin hatıraları... Şimdi sıra bize geçti. Biz artık 90'ları anlatıyoruz. Ya da onu anlatanları dinliyoruz. Çünkü sinemada, televizyonda, popüler kültürün yaygınlaşmasına olanak sağlayan her alanda artık o dönemin çocukları var. Onlar üretiyor, onlar hatırlatıyor, onlar anlatıyor.

Birçok komedi filminde gördüğümüz ve beğendiğimiz Jonah Hill de 1983 doğumlu. 2018 yapımı filminin adı da Mid 90's. Aslında film adı bence yanlış seçilmiş. Zira biz bile yazıya başlarken dönem vurgusunu kullandık. Filmden beklentimiz bu yönde ilerliyor. İsmin getirdiği vaat ortada, fragman da ondan geri kalmıyor.

Fakat filmi 90'larla sınırlandırmak haksızlık olur. Bu bir belgesel değil. O nedenle beklediğimiz film çıkmıyor. Esasında bu açıdan sevindirici. Ucuz bir 90'lar anlatısına daha maruz kalmak istemezdim. Öte yandan beklentimizin dışında olan bir başka sevindirici özellik de var. 

Hill'in oyunculuğunu düşününce aklımıza gelen film de değil bu! Bu ne bir övgü ne bir yergi. Zira Hill'in komedi filmleri fena değildir. Fakat 21 Jump veya The Watch'ta gördüğümüz adamın filminin bu kadar sakin ilerlemesi, mizahını derine saklaması ve biraz da melankoli barındırması çok ilginç ve sevindirici. Hatta takdir edilesi. Bir ilk film için oldukça başarılı. Üstelik hemen hemen tüm oyuncuların amatör olduğunu düşününce çıkan iş muazzam. Hadi bir övgü daha; film 85 dakika. Süre ne alaka? Demek ki derdini anlatmak için 135 dakikalara gerek yokmuş. Senaryoyu kendin yazıyorsun, filmi kendi çekiyorsun, genç oyuncularla çalışıyorsun ve 85 dakikada işini hallediyorsun. Harika.. 

Sanırım ki Hill kendi hikayesini istediği gibi anlatabilmiş. Bu filmi çekmek istemiş ve tam olarak bunu hazırlamış. Onun hoşuna gitmiş. Bir röportajında This is England'dan esinlendiğini söylüyor ki, bizi şaşırtmıyor. Bekar annenin 'abilerle' takılan çocuğu Stevie biraz daha saf, biraz daha uysal. Fakat yine de başını dertlere sokmakta Shaun'dan geri kalmıyor. Zaten aslında bu bir 90'lar belgeseli değil, ergenlik arifesindeki bir çocuğun hayatı keşfetme hikayesi.

Shaun'un İngiltere'si ne kadar politikse, Stevie'nin Claifornia'sı bir o kadar apolitik. Bu bizim için bir sorun değil. Zaten 90'lar biraz da böyle. O yüzden öykü, zaman ve mekanla bir bağlantı içine girebiliyor. Üstelik slogan sözler ve sınıflar arası çatışmalar belirgin olmasa da politik bir alt metin de mevcut. Yakalamak zor değil. 

Bol bol kaykay görüyoruz (ana caddenin ortasından yokuş aşağı indikleri sahne çok huzur vericiydi), küfürlü konuşma duyuyoruz, hatta esrar kokusunu bile hissediyoruz. Grubun has adamı Ray bizim de has adamımız oluyor. Stevie ile ilişkisi bizi duygulandırıyor. Böyle 'kabadayı' çocukların altından yufka yürek çıkınca çok mutlu oluyorum.

İzleyici olarak biz memnun kalıyoruz. Kötü bir film yok karşımızda. Eksikler tabi ki var. Daha doğrusu alıştığımız tarzın dışında olması biraz zorlayabilir. Mesela bir olay yok! Film sadece anlatıyor. Bir gelişmeyi, bir olayı anlatmıyor. Sanki bir mahalleye kamera koymuş gibi. Kaykay yapanlar, kavga edenler, içenler, takılanlar... Bu kadar..

Çok iyi bir araya gelmiş karakterler var. Çok iyi bir görsellik var. Güneşli California günleri sağolsun. Açılarımız çok iyi. Müziklerimiz zaten şahane. Kendini daha fragmandan belli ediyor. Bu arada Scorpions'un çok sevdiğim White Dove şarkısının aslında Macarca olduğunu bu film sayesinde öğrendim, şaşırdım ve sevindim. Tıpkı beklediğimin dışında bir film bulmam gidi.

Şaşırdım ve sevindim. Özeti bu...

Yahu zaten benim sevmediğim gençlik filmi yok ki...