Perşembe, Ocak 30

La Cara Oculta


Bir gece film izleme arayışındayken internette bu film hakkında bilgilere rastladım. Aslında 'yumuşak' bir akşam geçirmek istiyordum. O yüzden girdiğim sitedeki 'komedi-gerilim' etiketine ikna olmuştum. Hem biraz heyecan yaşarız hem de ara ara güleriz diye düşünmüştüm.

Fakat böyle bilgilere çok fazla kapılmamak lazım. Filmin komik bir tarafı yok. Ya da zorlarsak trajikomik diyebiliriz. Konusunu birine anlatırken, karşınızdaki gülebilir ve "Oha olaya bak" diyebilir. Veya karakterleri analiz ederken dengesizlikler görmek mümkün ve o dengesizlikleri düşününce de insan gülebilir. Fakat film boyunca (97 dakika) pek gülmüyorsunuz, hatta hiç beklemediğiniz kadar geriliyorsunuz.

Konusuna girmiyorum, zira nispeten az bilinen bu film bir şekilde karşınıza gelebilir. Tadınızı kaçırmak istemem. Fakat denk geldiğiniz anda kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim. En azından "Ben olsam ne yapardım?" sorusunu sorduran filmleri çok seviyorum. Bu filmde de üç ayrı karakter, Adrian, Belen ve Fabiana yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla size bu soruyu defalarca sorduruyor. Karakterleri anmışken, özellikle kadın oyuncular Martina Garcia ve kesinlikle filmin yıldızı Clara Lago çok başarılılar.

Yönetmen Andres Baiz'in bir filmini daha izlemiştim. Roa da beklentilerimi düşük tutarak izlediğim ama çok beğendiğim bir filmdi. İkide iki diyebiliriz. Hem senaryo masasında hem de yönetmen koltuğunda oturuyor. Çok sağlam bir kurgu çıkarıyor. 97 dakika biraz kısa gibi geldi ama herhalde uzasaydı o zaman da sıkılabilirdik. Film güzel olunca insan bitmesini istemiyor tabi. Kendi çapımda rahatsız olduğum konu ise sahne geçişleriydi. Filme odaklanmayı etkileyebilirdi ama kurgu o kadar güçlü ki gözleri kırpmaya bile hal kalmıyor.

Az karakter, dar mekan... Bunlarla iyi iş çıkaranlara bayılıyorum. 

Salı, Ocak 28

Eva Peron Kupası


Bundan 68 sene önce Türkiye'de çok ilginç bir kupa verildi. Arjantin'in First Lady'si Eva Peron'un hastalandığı günlerde, Türkiye'de, Fenerbahçe Kulübü'nün öncülüğünde onun için bir mevlid okutulur. Şişli Cami'ndeki bu organizasyon Arjantin'den duyulur. Eva Peron bu jest üzerine bir kupa hazırlar ve Türkiye'ye gönderilmesini ister. Bu amaç doğrultusunda Arjantin Ligi dördüncüsü Lanus Türkiye turnesine çıkar. Bu turne esnasında Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe ile maç yapar.

Lanus ilk önce Fenerbahçe ile karşılaşır ve 2-1 kazanır. Fenerbahçe'nin tek golünü Mehmet Ali Has atar. Daha sonra Beşiktaş'a rakip olan Lanus kalesine beş gol görür. 5-2 sona eren maçta Beşiktaş'ın gollerini Recep Adanır (2) ve Şevket Yorulmaz (3) kaydeder. Galatasaray ise 5-1 yenilir. Sarı-Kırmızılı takımın tek golünü Ali Soydan atar.

Lanus, 28 Ocak günü (yani tam bugün) Fenerbahçe ile karşılaşır. Oldukça sert, gergin ve kavgalı geçen maçı Fenerbahçe 3-2 kazanır. Golleri Abdullah Matay, Burhan Sargun ve Fahir Ülgür atar. Haliyle kupa da Fenerbahçe'nin müzesine gider. Bir kesim, aylar önce yapılan jest nedeniyle kupanın Fenerbahçe'ye verildiğini iddia eder. Fakat maçın sertliği ve Lanus oyuncularının agresifliğini baz alanlar bu iddianın karşısında olur. Gerçi o yıllarda Arjantin futbolu oldukça sert olduğu için belki de Lanus oyuncuları için standart bir karşılaşmaydı.

Türkiye'de kulüplerin müzelerinde ilginç kupalar vardır. Bu da onlardan biri olarak tarihe geçer. Acı kısım ise, bu kupa ve turnuva Evita'ya şifa olmaz. Tam altı ay sonra; 28 Temmuz'da hayata gözlerini yumar.


The Hurt Locker


2010 yılı... Oscar'ı kazananlar açıklanıyor ve Kathryn Bigelow en iyi yönetmen seçiliyor. Onun adına çok sevindiğimi hatırlıyorum. Ödül almasını sağlayan filmi, The Hurt Locker'ı izlemesem de, izlediğim en iyi filmlerden biri olan Strange Days'in (1995) yönetmeninin 15 sene sonra ödül alması beni mutlu etmişti.

Zaten 2010 Oscar adayları da çok tatmin edici değil gibiydi. Avatar en popüler yapımlardan biriydi ve ben mesafeli durduğum bu filmin ödül almasını istemiyordum. "Kim alırsa alsın, yeter ki Avatar almasın" derken aradan The Hurt Locker ve Bigelow çıktı. Bigelow ayıca Oscar kazanan ilk kadın yönetmen de oldu. Yüksek bütçeli Avatar'a sırtını dayayan eski kocası James Cameron'ı geçmesi de ayrıca güzel oldu.

Fakat dokuz sene aradan sonra izlediğim The Hurt Locker beni şaşırttı. Kötü film değil. Hatta American Sniper'ın aday olduğu yerde ödül alması şaşırtmazdı. Fakat o çok eski yılların kazananlarını düşününce The Hurt Locker'ı zayıf bulmamak mümkün değil. 

Yine de ödüllendirilmesine sevindim, zira benzerlerinden ayrılan kısımları çok fazla. Basit bir savaş/ aksiyon filmi değil. Bir heyecan fırtınası göremiyoruz belki ama gerilim had safhada. Zaten böylesi daha iyi. Sadece bir grup askeri kullanarak savaşın tüm sertliğini hissedebiliyorsunuz. Bunu çekim yöntemi ve kamera kullanımı güçlendiriyor. Omuzda titreyen el kameraları, izleyiciyi ortamın içine atıyor. Bazen kurmaca bir filmin heyecanını yaşarken, bazen de bir belgesel merakı taşıyorsunuz. Bunların hepsi yönetmen başarısı. Üstelik 90'larda çok 'ateşli' aksiyon filmleri çekmiş bir yönetmenin bu sefer tarzını değiştirip, hatta belki de biraz deneylere girmesi ve bunun sonucunda Oscar heykelciği kazanması kıymetli bir başarı hikayesi gibi duruyor.

ABD'de de hikayeler bitmiyor tabi. Bir zamanın Vietnam filmleri gibi, artık Irak filmleri var. Tabi tarihsel ve toplumsal bazda baktığımızda iki savaşın farklı noktaları var. Bu sinemada çıkan ürünlere de yansıyor sanki. Vietnam filmlerinde daha fazla aksiyon ve kavga görürken, çölün ortasına giden ve kendi ülkelerinde çok fazla haber bile olmayan Irak filmleri daha bireysel hikayelere eğiliyor. Bu filmde de birçok ilginç, yitik ve kopuk karakterler karşımıza çıkıyor.

Tabi bu karakterlerin ABD askeri olması ve ne olursa olsun gerçekte ABD'nin Irak'ta bir işgalci olması bizim filmle bağ kurmamızı biraz zorluyor. Zaten karakterler de bağ kurmanın mümkün olmadığı tipler. Sadece sivil yaşamdaki toplumsallıktan kopuk olduğu için askeri düzene dahil olmuş karakterler değil; aynı zamanda askeri düzenin zorunlu kıldığı birlikteliği ve disiplini de reddeden insanlar... Bu karakterlerden bir ABD propagandası çıkar mı? Bunu iddia edenler vardı. Fakat herhalde milliyetçi ABD toplumunun en vatansever insanları, cephede savaşan askerlerinin bu halde olduğunu bilmek istemez herhalde... Zaten Oscar tarihinin en düşük gişe yapan kazananı olmuş. Herhalde propaganda hedefi olsaydı biraz daha ilgi çekerdi...

Yapılan eleştirilerin aksine filmde bir ABD propagandası olduğunu düşünmüyorum. Tabi ki eleştirel ve muhalif bir tarafı da yok. Zaten öyle bir iddiası da bulunmuyor. Artılarından biri de bu. Sadece savaşı anlatıyor ve bunu da sadece savaşan karakterler üzerinden kuruyor. Hatta filmde gördüğümüz yaralı, topal kediler veya mermi izleriyle dolu binalar, ya da savaşı kanıksamış yerli halk da fazla yer kaplamadan bizi sarsmaya yetiyor. Filmin büyük bir kısmında Irak-ABD savaşını, işgalini, sebeplerini, siyasetini, mesajlarını değil, daha çok herhangi bir cephedeki bir bölük askerin yaşadıklarını gergin bir atmosfer eşliğinde izliyorsunuz.

Sevmeme, beğenmeme rağmen ve hatta Oscar kazanmasına rağmen daha iyisi de çekilmişti aslında. Yine Körfez'de savaşan bir grup ABD askerini anlatan Jarhead, The Hurt Locker'dan daha güzel ve daha sağlamdı. İki film arasında sadece üç sene olunca, insanın aklına takılıyor? Belki de ekip, Jarhead'i izledikten sonra gaza gelip ilham aldı... İki filmde de rol alan Brian Geraghty için bir alkış alalım o zaman. Fakat bu koca yazıda da Jeremy Renner'ın adını anmamak olmazdı. Jeff Bridges olmasa belki de o sene Oscar onundu...


Cumartesi, Ocak 25

Golo #17


Haftanın kapanış maçı ve bir Brezilyalı... Portekiz Ligi'nde haftanın golü seçilmek için bu iki özelliğe sahip olmak, büyük avantaj sağlıyor.

17. haftada oynanan dokuz maçta toplam 16 gol atıldı. Aynı sayıya 10. haftada da ulaşılmıştı ve o haftadan sonra bir daha 20 gol barajının altına düşülmemişti. Bu kısır haftada iyi bir gol bulmak kolay değildi. Zaten son ana kadar da çıkmadı. Neyse ki Rio Ave - Boavista maçının 40. dakikasında Diego Lopes bizi kurtardı.

Lopes'i yakından tanıyoruz. Kendisi 2015-16 sezonunda Kayserispor forması giymişti ama o sezon Süper Lig'de gol atma başarısı gösterememişti. Ömer Bayram, Deniz Türüç, Oğulcan Çağlayan gibi bugünün gözde isimleriyle aynı takımdaydı. O zamanlar kendisi de 20li yaşlarının hemen başındaydı. Şimdi de gençlikten çok uzak değil, henüz 25 yaşında. Kariyerinde Benfica görmüş bir potansiyel için sıçrama şansı hâlâ duruyor. Fakat bunun için, Boavista'ya attığı gollerin benzerlerini listeye eklemesi gerek.

Golü çok fazla anlatmaya gerek yok. Top sürme, çalım ve iyi bir şut barındırıyor. Kısır bir haftanın sonunda bir kalite gösterimiydi. Üstelik beş dakika sonra Mehdi Taremi'ye de güzel bir asist yaptı. Belki bazılarına göre haftanın futbolcusu bile olabilir.

Portekiz'de 18. hafta mesaisi Pazar günü başlayacak. Umarız daha gollü bir hafta yaşanır. Bakalım Brezilya dışından bir ülke, buraya bir oyuncusunu sokabilecek mi?

GOLO 16



Cuma, Ocak 24

Compadres


Sinema sitelerindeki, hatta direkt IMDB'deki puanlamaları bir türlü anlamıyorum. Mesela 4.7, "Berbat bir film'' demenin kısa yolu olmalı sanki. Ya da en azından "Berbat bir film olmaktan son anda kurtulmuş" denilebilir.

Compadres çok iyi bir film değil. Hatta hayatım boyunca izlediğim tüm filmleri ikiye ayırsam bu "kötüler" sınıfına girer. Bunu kabul ediyorum. Fakat hiç izlenmeyecek bir film de değil. En azından "Kötüler" sınıfında izledikten kısa bir süre sonra hafızamdan çıkan filmler var. Compadres onlarla aynı değil. Hatta 'ucuz komedi filmleri' sınıfının iyilerinden biri.

Belki de 4.7 notu, puanlama yapmayı seven yeni dünyada bunu anlatıyordur. Bana ise acımasız geliyor. Filmi televizyondan izlemiş olmam belki notumu daha bol yapıyordur. Belki de Meksikalılar filme para ödedikleri için ve sinemaya giderek zaman harcadıkları için daha acımasız davranmışlardır. Veya belki de Meksika'da büyük beklentilerle vizyona girmiştir ve bu beklenti hayal kırıklığı yaratmıştır.

Neyse; Türkiye'de çok bilinmeyen filmin kısaca konusundan bahsedelim. Zorla emekli edilen Garza, bu duruma neden olan mafya Santos'tan intikam almak ister ve onun peşine düşer. Bu takip esnasında ABD'deki bir muhasebeciye ulaşması gerekmektedir. Ulaşır da... Fakat 'muhasebeci' beklediği tipte biri değildir. En azından orta yaşlı bir beyaz yakalı beklerken karşısında asosyal, şişman, 17 yaşındaki bir bilgisayar korsanı  bulur. Onu da yanına almak zorunda kalır ve ikili mafyanın peşine düşer.

Filmin en büyük kaybı çok hızlı ilerlemesi. Bir polisiye/takip filminde, filmi takip etmekte zorlanıyoruz. Birçok sahnenin çekimi, reklam filmi veya müzik klibi gibi. Tüm bunlar konsantrasyonu engelliyor. Öte yandan o kadar izledikten sonra sonunun da iyi bağlanamadığını düşünüyorum. Film iki ayrı ülkede geçiyor. Meksika'da biraz canımız sıkılıyor ama hikaye ABD'de daha renkli hale geliyor. Mizah ve komedi kısmında ise tatmin edici olduğunu söyleyebilirim. Ayarını tutturmuşlar. Oyuncular arasında da iyi bir kimya yakalandığı belli. Bu arada oyunculardan biri Kevin Pollack. Kendisini böyle vasat bir filmde görmek şaşırttı ama daha şaşırtıcı olan tipinin Nevzat Aydın'a benzemiş olmasıydı. 


Pazar, Ocak 19

Poster Çocuk


Fotoğraf, Almanya Futbol Federasyonu'nun kızları futbol oynama teşvik etmeye çalışan bir kampanyasından. Fotoğrafta sevimli bir kız çocuğu var. Yazan yazıya göre bize, "Ben futbol oynuyorum, peki ya sen?" diyor.

Bu kız sadece güzel gülümsemesinin ilgi çekeceği düşüncesiyle seçilmemiş. Zaten Almanya'nın hemen yerine asılan bu poster bugünlere ait de değil. 2005 yılının posteri. Kız 14 yaşında. Bugünlerde ise 31 yaşında. Ve kendisi profesyonel futbolcu.

Julia Simic, futbolda en başarılı ülkelerden biri olan Almanya'nın değerli oyuncularından biri. Kariyerinde Bayern Münih, Wolfsburg gibi önemli takımlarda oynadı. Milli takıma yükseldi. Şimdilerde West Ham United forması giyiyor.

Özellikle geçtiğimiz yaz düzenlenen Dünya Kupası sayesinde, kadın futboluna biraz daha ilgi göstermeye başladım. Bu tip tesadüflere, hikayelere çok fazla aşina oluyorum. Bu postta da bir mesaj verme niyetim yok. Ama güzel bir tesadüf. Bir dönem yaşıtlarını futbol oynamaya teşvik eden çocuk, belki şimdi ülkesindeki genç kızların odasında poster oluyor. Gerçi kendisinin ve bazı takım arkadaşlarının Playboy'a verdiği pozlar da var ama olsun. Bizim olayımız futbol...

Bu tip kampanyaların başarıya ulaşması nasıl ölçülüyor emin değilim. Ama sanırım gerçekçi olması önemli. Yani gerçekten reklamdaki, posterdeki kişilerin başarılı olması gerekiyor ki o kampanya bir topluma ışık versin. Muhakkak 14 yaşındaki bir çocuğun geleceğini şimdiden bilemeyiz. Yıllar sonra 'tatlı bir tesadüf' oluyor ancak. Fakat yine de bir reklam ajansından değil de, başarılı olması muhtemel gençler arasından seçilmesi çok önemli. Üstelik geri bildirim süresi daha uzun oluyor. O poster sadece 2005 yılında kalmıyor, 2010'larda da gündeme gelebiliyor.

Sözün özü; sadece Alman çocuklar değil, sadece erkekler veya kızlar da değil; herkes top oynasın.


Cumartesi, Ocak 18

Crooked House


Agatha Christie ve Stephen King kitaplarını hiç okumadım. Fakat özellikle King'in eserlerinden sinemaya uyarlanan filmlerin bir kısmını izledim. Yazılı metinleri okumamış olmama rağmen şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; iki yazarın da eserleri sinemaya ve tiyatroya uyarlanmaya çok elverişli.

Her uyarlamanın ne kadar başarılı olduğu, o uyarlamanın kendisiyle alakalı bir durum ama böyle bir zincir oluştuğuna göre demek ki senaristler ve yapımcılar bu projelere çok fazla hevesleniyorlar. Crooked House de bu silsilenin devam etmesini sağlayan yapımlardan biri.

Öncelikle en sondan başlayalım. Bu tip öykülerde, olaylar geliştikçe izleyenin (veya okuyanın) aklında sona dair bazı tahminler oluşur. Muhakkak bu tahminler birden fazla olur. Haliyle nasıl bir son ortaya çıkarsa çıksın, filmin sonunda olanlar kafalardan geçen fikirlerden biriyle uyuşur. Dürüst konuşmak gerekirse bu sefer benim aklımdan hiç geçmeyen bir son oldu. Artık bu yıllarda, hemen her sonu izlemiş/okumuş bir nesil olarak böylesine denk gelmek kolay değil. Üstelik orijinal metnin, yanı kitabın 1949 yılında basıldığını düşününce saygımız daha da artıyor. Kısacası kurgu bizden tam puan alıyor.

Diğer yandan bir dönem filminde bahsedebiliriz. Hikâye 1950'lerde geçiyor; yani kitabın yazıldığı yıllarda. Yani bundan 70 sene öncesinde. O dönemin dokusunu hissettirmek çok önemli. Ben genelde özellikle bir mekana sıkışmış bu tip dönem filmlerinde (saray, köşk vs) çok sıkılıyorum. Zira dönemin fotoğrafını çekmeye o kadar çaba harcanıyor ki kurgu, karakterler ve diğer detaylar atlanıyor. Bu filmde başarılı bulduğum noktalardan biri buydu. Muhakkak yakın geçmiş diyebileceğimiz bir dönemden bahsediyoruz. Bir orta çağ veya 19. yüzyıl filmi değil. Fakat yine de, çok ilgi duymadığım konular olsa da dekor, kostüm gibi ayrıntılar hem yerinde hem de yormadan kullanılmış. Bu nedenle de ekibi tebrik ediyorum.

Oyuncular da çok başarılı. Hem genç hem de tecrübeli isimler var. Glenn Close herkesin bir adım önünde. Gillian Anderson çok başarılı. Honor Kneafsay yaşına göre çok iyi. Max Irons da tırmanışı sürdürüyor. Stefanie Martini ise bana en itici (hatta tek) gelen isim oldu.

Fakat kitabın kendisinde de mi böyledir bilmiyorum ama filmde bu usta oyuncuların canlandırdığı karakterlerin tasvirleri biraz sönük kalmış. Olaylar, aksiyonlar, heyecanlar biraz daha öne çıkmış. Merakla sonu beklerken; işin derinliğini, mesajlarını, felsefesini göremiyoruz. Fakat bu filmi gözümüzü kırpmadan izlememize engel olamıyor. IMDB puanı 6.3'te kalsa da, bence 7.'ye yaklaşabilirdi.

Cuma, Ocak 17

Golo #16



Bu hafta Portekiz'de güzel gol atılmadı diyemeyiz. Fakat bir tane gol rakipsiz bir şekilde liderliği aldı. Her ne kadar kaleci hatası barındırsa da görsel açıdan mest edici bir goldü.

Aslında Setubal - Sporting maçında aslında gol de olmayabilirdi. Setubal ligin en az gol atan takımı. Bu maça kadar da Porto ve Benfica'dan sonra en az gol yiyeniydi. Setubal'ın maçlarında, bırak şık golü, herhangi bir gol görmek bile pek mümkün değil.  Bu sezon oynadıkları 16 maçın beşi 0-0, beşi 1-0 bitti. Kendi sahalarında ise sadece Guimaraes'ten gol yemişlerdi.

Her ne kadar yeni teknik direktör Julio Velazquez ile bu durum değişme emareleri gösterse de yılbaşı arasından sonra oynadıkları iki maçta sadece bir gol atınca yine beklentilerimiz düştü. Sporting'in son dönemdeki düşüşü de aşikâr. Onların da bu zorlu deplasmanda gol atmasını beklemiyorduk.

Fakat Sporting şanslı günündeydi. Setubal bir golü kendi kalesine attı, sonrasında rakibine bir tane  de penaltı hediye etti. 2-0'dan sonra Setubal, Sporting'i sahadan sildi adeta. İkinci yarıda gol için her şeyi denediler ama kaleyi bir türlü tutturamadılar. Kaleyi tutan tek şut ise yukarıda!

Ön alanda yapılan baskının ardından kapılan top, Brezilyalı orta saha Carlinhos'a geliyor. 25 yaşındaki oyuncu sağa ayağıyla sert bir şut çıkarıyor. Ve top filelerde! Gerçi arkadaki fileler havalanmıyor ama önce üst direğe, ardından yere, en sonunda da üst ağlara çarpan top görsel şölen sunuyor. Sporting'in 21 yaşındaki kalecisi Luis Arantes, üzerine gelen topu çıkarabilir miydi? Topun geldiği yer tam kalecilerin istediğindendi ama o şiddete karşı koymak da kolay değil.

Carlinhos golcü bir oyuncu değil. 1.5 yıl aradan sonra ilk defa gol attı. Beklediğine değdi denilebilecek bir goldü ama takımı maçı 3-1 kaybetti. Yani bu gol pek bir işe yaramadı.

Bu arada bu seriyi bu sezon altıncı defa bloga taşıdık. Ve halen bir  Portekizli oyuncuya yer veremedik. Carlinhos ise beşinci Brezilyalı oldu. Portekiz Ligi'nin kısa bir tanımı...



Perşembe, Ocak 16

Hell or High Water


Yakın dönemin Oscar adaylıklarına çok fazla ilgi göstermiyorum. Sadece 'Yabancı dilde en iyi film' dalını merakla bekliyorum. Bu ilgisizliğimin nedeni ödülü küçümsemem değil. Sadece bu kadar çok konuşulan bir konuya dair o kadar bilgim olmamasından. Aday filmlerin çoğunu o sene içinde izlemiyorum. Haliyle kimin kazandığı da o anda beni ilgilendirmiyor. Bir eski kafalı olarak Marvel ürünleri ödüllendirilmesin bana yeter...

2017'de de benim için aynı durum geçerliydi. Birkaç filme aşinaydım. Moonlight'ı izlemiştim. La La  Land'ı izlemeden sevmemiştim. Manchester by Sea'yi izlemeden (hâlâ izlemeden) sevmiştim. Geri kalan adaylara bakmadım bile. Hell or High Water onlardan biriymiş. Üstelik filmi izlerken bu bilgiye de aşina değilim.

Gerçekten Oscar kazanabilir miydi? Açıkçası o kadar güçlü bir film değil. Sinema tarihine bir yenilik de katmıyor. Fakat çok iyi film. Beklenti yaratmamış olmasının bir etkisi var mıdır emin değilim. Fakat bir gerçek var ki; izlerken çok keyif aldım. Her ne kadar zayıf bir Oscar yılında en iyi film seçilememesi normal olsa da adaylığı sevindirdi. Üç sene sonra...

Ne görüyoruz filmde? Kovboylar, banka soygunları, Kızılderililer, Meksikalılar, kanun adamları, takipler, kovalamacalar... Böyle sıralayınca sanki bir Western beklentisi oluşuyordur. Fakat film 21. yüzyılda geçiyor. Bir 21. yüzyıl Western'i diyebiliriz. Fakat bu sefer o eski figürleri başka şekillerde görüyoruz. O geçmişin kanyonlardan süvarilere ok fırlatan Kızılderilileri artık birer devlet memuru... 150 yıl öncesinin yalnız ve bıçkın kovboylarını ise bankalara Mortgage ödüyor. At izi it izine karışmış gibi duruyor ama zaten artık atlar da yok. Dört çeker arabalar filmde kasabadan kasabaya cirit atıyor.

Bu ilgi çekici senaryoyu yazan Taylor Sheridan son yıllarda beğeni toplayan işlere imza atıyor. Filmleri radarıma girmişti, ilk defa izleme şansına eriştim. Hikaye boyunca, oluşturduğu karakterlere 'iyi-kötü' ayrımı yapmaması beni çok sevindirdi. Filmde 'suçlu'lar var ama onlara tamamen 'kötü adam' diyemiyoruz. İnsanları zor  durumda bırakan, suça iten, hatta şiddete yakınlaştıran bir sistem tasviri yapılıyor ama o korkunç sistem de kolaycı bir bakış açısına kaçılarak her noktada karşımıza çıkmıyor. İnce ince aralara sokuluyor, eleştiriler ayarında geliyor.

İskoç yönetmen David Mackenzie filmin altından kalkmış. 150 yıldır sinemada işlenen bir konuyu yeniden ele almış ve kamerasıyla farklı bir bakış açısı getirmiş. Bir yandan senaryoyu işletirken diğer yandan yeni dönem 'Vahşi Batı'yı göze parmak sokmadan, hatta repliklerle dikte ettirmeden tasvir ediyor. Yani filmin sosyolojik çıkarımlarını, senaryonun sırtına yüklemeden kendi bakış açısıyla yediriyor. Aksi halde bir aksiyon filmi için düşük tempolu sayılabilecek 100 dakika, 'sıkıcı' sınıfına girebilirdi.

Ayrıca oyuncuları da çok iyi hazırlamış olsa gerek, çünkü onlar da iyi işler çıkarmışlar. Jeff Bridges Oscar adaylığını hak edecek bir performans sergiliyor ama onun artık bir ihtiyar olduğunu görmek ve 71 yaşında olduğunu hatırlamak biraz moral bozdu. Partneri Gil Birmimgham oldukça ilgi çekici. Ben Foster ve Chris Pine ikilisi de filme büyük katkı veriyor. Özellikle Chris Pine gibi birinden bu kadar başarılı bir performans beklemezdim. Kariyerinin tamamına hakim değilim ama kariyerinin en iyisi gibi duruyor...

Fakat ne olursa olsun bu tip filmlerin en güçlü unsuru müzikler oluyor. Daha doğrusu böylesine derinlikli bir Western yapacaksanız, Nick Cave ve Warren Ellis'ten faydalanacaksınız. İkili The Proposition'da ve The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford'da da beraberlerdi. İkisinde de müziklere hayra olmuştum. Kesinlikle filme çok fazla katkı sağlıyorlar. Bu filmi izlerken onların olduğunu bilmiyordum ama izlerken (ve dinlerken) kendi kendime bir 'Acaba?' sorusu sordum ve yanılmadığımı öğrenince çok mutlu oldum.

Fakat en çok da filmi izleme şansına sahip olduğum için mutlu oldum. Yoksa arada kaybolup gidecekti. Belki 10 sene sonra izleyecektim. Güzel oldu. Açıp ara ara tekrar izlenecek kalitede bir film... Bize bunlar lazım...

Sen Hoşgeldin


Bundan tam 11 sene önceydi. David Beckham, MLS kariyerine kısa bir ara verip Avrupa'ya dönmüştü. O zamanlar 20'li yaşlarının başında olan ben de bloga bir yazı yazmıştım. Beckham'a oldukça tepkiliydim. Avrupa'ya döndüğü için değil, Avrupa'dan ayrıldığı için. Zirve futbolu bırakmış, kendini California'nın sıcak iklimine bırakmıştı. Futbolsever olarak beni üzmüş, sonra ilk fırsatta canı isteyince dönmesine bozulmuştum.

O zamanki duygu ve düşüncelerim şimdikilerle aynı değil. Artık olgunlaştığımı sanıyorum. Fakat yine de temelde yazdıklarımın arkasındayım. Tamam, o kadar tepki vermemeliydim. Artık her insanın, her bireyin kararlarına saygılıyım ve hatta o kararların arkasında duruyorum. Fakat yine de 'iyi'lerin kendi ortamımızdan çıkıp gitmesini istemiyorum.

Zlatan Ibrahimovic, Manchester United'dan LA Galaxy'e gittiğinde (Beckham'ın kariyerinin başlangıç ve bitiş noktası olması tesadüf mü?) o kadar bozulmadım. Zaten Zlatan o günlerde o kadar da zirvede değildi. Yaşadığı ağır sakatlık onun United'daki son sezonunda sadece 7 maça çıkmasına neden olmuştu. Yani Avrupa sahalarından yavaş yavaş siliniyor gibiydi. Dünyanın diğer ucuna gidip oraya bir hava katması güzel olabilirdi. Ki öyle de oldu. Her ne kadar şampiyonluk yaşayamasa da hem şehrin diğer takımıyla girdiği rekabet hem Carlos Vela ile didişmesi hem de demeçleri onun futbol dünyasında halen canlı kalmasına neden oluyordu.

Açıkçası 38 yaşındaki Zlatan'ın Los Angeles kariyerinin ardından Avrupa'ya hem de Serie A gibi zorlu bir lige dönmesini beklemiyordum. Ama bu sefer Beckham'a attığım tripleri atacak değilim. Hoşgeldin Zlatan Ibrahimovic. Seviyoruz seni. Ronaldo ve Messi gibi iki insanüstü futbolcu olmasaydı geçtiğimiz 10 yıla damga vuran futbolcu o olacaktı. Hem estetik, hem güç, hem zeka...

Zaten Milan'ın da ona ihtiyacı vardı. Zlatan'ı bir her yerde izleriz de Milan'ı böyle görmek çok üzüntü verici. Umarım katkı verir. Şöyle güzelinden 1.5 sene top oynasa keşke. Üstelik Serie A izlemek için para ödüyorken, çok iyi olurdu. Zaten fena da başlamadı. Gelir gelmez ilk maçına çıktı, ikinci maçında da golünü attı. Öyle yalandan bir transfer gibi durmuyor yani...

Bu arada Beckham döndükten, daha doğrusu dönüşünün ardından sahaya çıktıktan sonra bloga attık ilk post da buydu. Bu da mu tesadüf?

Çarşamba, Ocak 15

Shaun of the Dead


Shaun of the Dead, Türkiye'de hatırı sayılı bir kitleye sahip. Ben de bu grubun üyelerinden bazılarının önerilerine kulak verdim ve izledim. Vizyona girişinin ardından yaklaşık 15 sene geçmiş. Genelde 'geç kaldığım' filmlerin bir kısmı için üzülürüm. "Keşke, bu kadar inat etmeyip daha önce izleseymişim" derim. Açıkçası Shaun of the Dead için aynı düşüncelere sahip değilim.

Oysa kötü bir film değil. Her ne kadar IMDB'de 8.0'e yaklaşan puanını abartılı bulsam da gerçekten kendini izlettiren bir film. İngiliz mizahı dünyada çok tartışılıyor. Sevmeyeni çok fazla ama bir etiket olduğu da aşikar. Adalıların mizahı iyi mi kötü mü ayrı konu ama sinemaya çok uygun ve onu kamera önüne çok iyi yediriyorlar. Burada da bir örneğini görüyorsunuz. Aynı zamanda İngiliz yapımlarının tempo konusunda çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Hızı çok iyi ayarlıyorlar. En durağan yapımlarda bile izleyicinin dikkatini toplamayı başarıyorlar. Komedi gibi türlerde de gereksiz detaylara girmeden işlerini görüyorlar. Shaun of the Dead, 90 dakikadan biraz fazla süresiyle, şip şak bitiyor ve sıkmıyor. Gerçi film biraz uzasa sıkıntı olurmuş, zira sonlara doğru düşmeye başlıyoruz.

Bu da filmin en zayıf noktası. İyi başladı, güzel gitti, umutlandırdı ama sonunu getiremedi. Tam İngiltere'nin Dünya Kupası performansları gibi oldu. Aslında filmin komedi kısmını öne çıkarıyoruz ama birçok film sitesinde filmin türü komedi/korku ibaresi geçiyor. Bu da acaba filmin istediğini veremediğini mi düşündürüyor. Yani korku filmleriyle, zombi filmleriyle dalga geçen bir komedi filmiyse yerinde olmuş. Fakat korku öğesinin hiç olmadığını vurgulamak lazım. Zaten ikisi bir arada nasıl eritilir o da ayrı bir konu.

Öte yandan İngiliz toplumuna ait bir bakış açısı sunması açısından da artı not almayı hak ettiğini düşünüyorum; ki İngilizler bu sosyolojik bakışı en basit filmlerden kaçırmazlar. Bir de İngiliz grupların şarkılarını duymak hoşumuza gitti.

Sonuç olarak; boş öğleden sonralarında oturup izlenecek en ideal filmlerden biri...


Salı, Ocak 14

Sürpriz Transfer


Milan Skoda'nın bir şekilde Süper Lig'e yolunun düşmesi benim için sürpriz oldu. 

Bunun birden fazla nedeni var. Tamam, Süper Lig zaten son dönemde yurt dışından yaşı geçmiş oyuncuları transfer ediyor. Artık maddi durumlar kötüleşince üst düzey liglerden gelen eski yıldızlar yerini biraz daha düşük seviyelerden oyunculara bıraktı. Bu da normal.

Fakat Milan Skoda ismi 'büyükler' ile anılsa bile şaşırtırdı. Ya da daha doğrusu Skoda oralara gidebilirdi. Mesela Fenerbahçe'nin ve Beşiktaş'ın yedek santrforda sıkıntıları varken orada iş yapabilirdi. Galatasaray'ın eğer Andone kalır ve iyileşirse sayı olarak fazla eksiği yok ama ilk yarı performanslarına bakınca bir eksiği vardı. Orada bile iş yapabilirdi. Tabi ki 'transfer yapılsın' demiyorum. Zaten yabancı sayıları 14'ü aşmışken mümkün de değil ama şampiyonluk adaylarında rahatlıklar rol alabilecek bir isim Çaykur Rizespor'a transfer olunca şaşırdım.

Esasında Skoda'nın adı ilk olarak Gençlerbirliği ile anıldı. Son dönemde çıkışa geçen ve hücumda oyuncularına özgürlük katan bir teknik direktöre sahip takımda Skoda renk katabilirdi. Formda bir Stancu ile ne işler yapacaklarını merak ediyordum. Fakat bir anda ters köşe olduk ve Skoda'yı Rize'de gördük.

Aslında isimden bağımsız Rizespor'un bir santrfora ihtiyacı vardı zaten. Muriç gittikten sonra çok sıkıntı çektiler. Sezonun ilk devresinde önce El Kabir'i kaybettiler. Nill de Pauw ve Marco Scepovic ikilisi de ligde hiç gol atamadılar. Sonrasında forvetsiz oynadıkları maçlar oldu. Ön taraftaki üçlüyü  geriye alarak bir varyasyon denediler. Bu değişim skor anlamında her zaman işe yaramasa da özellikle Oğulcan'ın bu dönemde iyi katkı verdiğini söyleyebiliriz. Yine de iyi bir merkez santrfora ihtiyaçları vardı.

Asıl konumuza dönelim. Milan Skoda ismini Avrupa futbolunu takip edenler duymuştur zaten. Ülkesinin iyi forvetlerinden biriydi. Fakat artık yaşlandı. Yine de 2017 yılında gol krallığı yaşadı. Ve dokuz sezondur iyi bir takımda oynadı; Slavia Prag'da...

Gol kralı olduğu sezonun ardından iki sezonda yedek oyuncu durumuna düşmüştü. Zaten o iki sezon Slavia Prag'ın Avrupa'da herkesi kendisine hayran bıraktığı sezondu. Genç ve potansiyelleri oyunculara daha çok forma verildi. Haliyle Skoda da yedeğe düştü. Belki de o nedenle 33 yaşına gelen ve kariyeri boyunca ülkesinden dışarı çıkmayan Skoda yeni bir macera denemek istedi. Avrupa'nın tepe ligleri onu zaten almazdı. Orta seviye ligler arasında da Süper Lig bir cazibe merkezi sayılabilir. Hem iyi paralar veriliyor (eskisi kadar olmasa da) hem de rekabet seviyesi yüksek. Çekler, oyuncunun gönlünde MLS'in yattığını belirtiyordu ama herhalde istediği teklifler oradan gelmeyince Skoda'nın direksiyonu Anadolu'ya kırıldı. 

Tabi Skoda'nın adı birçok Süper Lig takımıyla anıldığına göre menajerlerin de bu transferde payı çok fazladır. Bu çok da eleştirilecek bir durum değil. Menajerler doğru oyuncuyu doğru kulüplere öneriyorlarsa sorun yoktur. Skoda, Rizespor için doğru isim olabilir. Fakat İsmail Kartal'ın oyun planı uyar mı ondan emin değiliz.

Skoda, uzun boylu bir forvet. Çok hareketli değil. Artık 33 yaşında ve ondan hız da beklenmez. Fakat son vuruşları, servisleri, oyun aklı üst düzeyde. Mesela bu sezon yedek kulübesine hapsoldu ama Aralık aynda forma ona gelince kalitesinden bir şey kaybetmediğini gösterdi. Aralık ayında oynadığı üç lig maçında dört gol attı. Asist ve servisleri de ön plandaydı. Fakat Slavia Prag'ın ligi domine ettiğini, maçların büyük bir kısmını neredeyse rakip ceza sahasında oynadığını, hatta topu rakiplerine vermediğini söylemek lazım. Skor 0-0'ken "Bir puanı nasıl korurum" diye düşünmeye başlayan İsmail Kartal için Skoda'nın meziyetleri işe yarar mı emin değilim. Diğer taraftan Oğulcan, Umar gibi hızlı deparlı ama son vuruşta sıkıntı yaşayan isimlerin yanında Skoda bir alternatif hücum planı olabilir.

Açıkçası Skoda'yı Süper Lig'de izleyeceğim için kendi adıma sevinçliyim. Süper Lig'e gelmesini beklemediğim bir oyuncuydu. Kariyerinin son zamanlarında, iyi bir profesyoneli burada izleyeceğiz. Fakat diğer yandan takımıyla uyum yaşama ve bir nevi 'rezil' olma tehlikesi de kapıda. Doğru takım kadar, doğru teknik direktör de önemli... Meraktayız...



 

Pazar, Ocak 12

Gerrad Hoca'nın Sevinci


Güncel bir video değil ama blogda yerini alsın. 

2019'un son günlerinde Celtic ile Rangers karşılaştı. Tarihin en eski derbilerinden. Gönlümüz Celtic'e biraz daha yakındır. Tamam; bu günlerde Türkiye'de Celtic sevmek pek hoş karşılanan bir durum değil ama olsun. Rengimizi belli edelim. 

Son derbide istediğimiz ve hatta beklediğimiz sonuç çıkmadı. Rangers, dokuz sene aradan sonra deplasmanda Celtic'i yendi. Bunu başaran kadronun başında da Steven Gerrard var. Gerrard'ın galibiyet sevinci görülmeye değerdi. Genelde böyle 'karizma' futbolcular teknik direktör olduklarında daha ağır başlı görüntü çizerler. Gerrard pek öyle değil. Maçın son düdüğü geldikten sonra kopuyor adeta. Büyük bir boşalma. O maçın atmosferine uygun olan da bu zaten. Ezeli rakibini dokuz sene aradan sonra deplasmanda yeniyorsun. Üstelik o dokuz sene içinde ne badireler var... Gerrard gibi 'yeni' bir teknik direktör için de oldukça değerli bir galibiyet. Belki de kısa kariyerinin en önemli anıydı...

Aslında Celtic favoriydi. Ligde lider, bu sezon Avrupa Ligi'nde de iyi işler çıkarıyorlar. Kendi sahalarında Rangers'ı yeneceklerini düşünüyordum. Bu maçtan yaklaşık 3 hafta önce oynadıkları Lig Kupası finalinde de kazanan Celtic olmuştu. Gerçi o maça hakem kararları ve Rangers'ın kaçırdığı penaltı damga vurmuştu. Hatta Rangers'ın o gün daha iyi oynadığını bile söyleyebilirdik. Fakat Celtic'in sahasında oynanacak lig maçında ev sahibi galibiyete daha yakındı.

Fakat Rangers gerçekten iyi oynadı. Gerçi bu sefer de Celtic penaltı kaçırdı. Daha doğrusu Beşiktaş'tan tanıdığımız Allan McGregor kurtardı. Steven Davis'in de çizgiden çıkardığı bir top var. Sonuç olarak kazanan Rangers oldu. İki Hırvat (yani büyük ihtimalle Katolik) Katic ve Barisic maçı Rangers'a getirdiler.

Steven Gerrard taş gibi bir takım kurdu. Şu an maç eksiğiyle ikinci sıradalar. Son şampiyonluğunu 2011'de yaşayan Rangers, son 10 yılda çok zor zamanlar geçirdi. 2011'den beri ciddi bir kupa kazanamadı. Mali nedenler nedeniyle küme düşürüldü. Bütün ligleri tek tek yeniden tırmanmak zorunda kaldı. Yeniden en yukarıya döndü. Ve şimdi şampiyonluk ateşini yakmış durumda. Aslan payı Gerrard'ın. Liverpool taraftarlarının Celtic ile arası iyidir ve Rangers'ı da pek sevmez ama....

Bu arada videoya güncel değil dedik ama bu maçtan bu yana iki takım da sahaya çıkmadı. İskoçya Ligi'de tatilde. Ligler 10 gün sonra başlayacak. Yani tam olarak bu noktadan. Sonu merakla bekliyoruz.

Cumartesi, Ocak 11

The Forgiven


Sonda söylenmesi gerekeni en başa yazalım; The Forgiven beklentimi karşılayamadı. Bu bir gerçek. İlgi çekici bir konu ve iyi bir oyuncu kadrosuyla daha iyisini beklerdim. IMDB puanı olan 5.9'a da çok fazla karşı çıkacak değilim. Fakat Türk sinema sitelerinde veya Ekşi Sözlük gibi oluşumlarda film hakkında çok az yorum, yazı buldum. Acaba ABD değil de İngiltere yapımı olması bunda etkili olmuş mudur?

Çok fazla eksik noktadan bahsedebilirim. Biraz fazla didaktik olmuş mesela. İyiler ve kötüler gözümüze çok fazla sokuluyor. Bunu yaparken dini motiflerden de çok fazla faydalanıyorlar. Bu da hoşumuza giden bir durum değil, zira kolaycılık gibi duruyor. Karakterler, olaylar geliştikçe değişmeye başlıyorlar ama onlarım değişimi olayların gelişiminden daha hızlı gerçekleşiyor.  Replikler çok klasik. Zaten birçok hapishane filmi ile benzerlik kurabiliriz. Biraz American History X, biraz In Name of the Father ve daha bir çoğu... Haliyle film sona erince aklımızda çok fazla bir detay kalmıyor. Güney Afrika'da geçtiğini, oraların ırkçılık dosyası ile alakalı olduğunu hatırlayıp detayları unutuyoruz.

Fakat hiç iyi noktası yok da diyemeyiz. Başta Eric Bana olmak üzere, çok iyi oyuncular var. Görsel yönetmenlik kısmında da gözümüzü doyurdular. Yine de yeter mi?  Beni için yeterli olmadı... Fakat bu kadar kıyıda köşede kalması da ilginç...

Cuma, Ocak 10

Golo #15


Portekiz Ligi'nde bu hafta oynanan dokuz maçın altısı 2.5 gol altı ile sonuçlandı. Fakat sayı olarak az golün atıldığı bir hafta diyemeyiz. Belenenses - Braga maçında atılan sekiz gol, ortalamayı yukarıya çekti. Fakat yine de güzel gol bulmak kolay değildi. Daha doğrusu bir tane çok güzel gol vardı. Onun yanına yaklaşan bir gol bile çıkmadı. Braga'nın attığı yedi golün bile çoğu karşı karşıya ve hatta boş kaleye atıldı.

O yüzden gözümüzü, haftanın son maçı olan Famalicao - Setubal karşılaşmasına çeviriyoruz. Bütün hafta beklenen güzel gol, o maçın 84. dakikasında geldi. Bir önceki haftada da haftanın golünü yine haftanın son maçından seçmiştik. İlginç bir tesadüf oldu. Önümüzdeki haftanın son maçı olan Braga - Tondela karşılaşması şimdiden olağan şüpheli durumuna düştü bile...

Bu sezonun sürpriz takımı Famalicao, birkaç haftadır düşüşteydi. 2019'u kötü kapamışlardı.  Şampiyonluk iddiaları zaten yok ama ilk üç için şartları zorlayabilirler. Fakat bunun için en kısa sürede toparlanmaları gerekiyordu. Setubal maçı bu anlamda ilaç oldu. Üç puanı üç golle aldılar. Son gol ise Sırp oyuncu Uros Racic'ten geldi.

Racic, sağ çizgide topu alıp, ceza sahası çizgisine paralel bir şekilde merkeze ilerliyor. İlerleme şekli bile ilgi çekici. Son dönemde İrfan Can Kahveci'nin daha sık ve daha şık yaptığı şekilde topun üzerine dokunarak rakiplerinin arasından geçiyor ama bir yandan da o kadar yavaş ilerliyor ki önü de kapanıyor. Tam "pas ve şut açısı kayboldu" derken  sol ayağıyla şutunu çıkarıyor. Hem topu çok doğru bir noktaya yolluyor hem de top o noktaya çok güzel bir şekilde ilerliyor. Harika gol...

Kızılyıldız çıkışlı Uros Racic, 1.90'ı aşan boyuyla çabuk fark edilse de hantal yapısıyla güven vermiyor. Fakat saha içinde verimli işlere imza atıyor. En azından son dönemde böyle. Orta sahanın merkezinde oynuyor, savunması zorlayıcı, zaman zaman uzaktan şutlar da deniyor. Geçen sezonu İspanya'da geçirmişti ama pek parlayamamıştı. Bu sezon Portekiz'e geldi. Famalicao'da kiralık. Sezona kenarda başladı ama son dönemde ilk 11'e girdi. Moreirense maçında da bir gol atmıştı; ki o da çok klastı. Sanki ilerleyen dönemde bu çocuğun ismini daha çok duyacağız. O günlerde adresi Valencia mı olur Wolverhampton mı, merakla bekliyoruz...



Çarşamba, Ocak 8

Kutlama


"Ronaldo'ya gol sevinçlerinde Merih Demiral eşlik etti."

Pazartesi günü oynanan Juventus - Cagliari maçının Türkiye basınına yansıması bu şekilde oldu.  Biraz saçma bir bakış açısıydı ama saçmalık için sadece basını öne çıkarmak olmaz, Twitter'da da birçok kişi bu noktaya eğildi. Zaten bu saçmalık; basının değilin toplumun bir sorunuydu.

Evet, bir sorun. Salı günü Cem Dizdar bu konuya eğildi ama eksik kaldığı noktalar var. Bu sadece kendi çocuğumuza düşman olmanın dışında bir kompleksi de barındırıyor.

Özellikle 1990'lı yılların sonunda bu işi zirve yapmıştı. O dönem zaten ülkece Avrupa Birliği'ne girmek için çabalıyorduk. Avrupa gözümüzde tütüyordu. Avrupa gibi olmak istiyorduk ama hemen olmak istiyorduk. Öyle ki, önümüze uzatılan AB kriterlerine burun kıvırıyorduk. Hem onların arasına girmek istiyorduk hem de onların standartına yaklaşmak istemiyorduk. Yani hem ayran dökülmesin gibi... 

O arada kalma durumunu atlatmanın kısa bir yolu olmalıydı. Eğitimde, sağlıkta, kent yaşamında, toplumsal düzende, hukukta reform yapmadan Avrupa'nın yanına girmeliydik. İşte tam da o zamanlar, başta Galatasaray olmak üzere birçok spor takımımız Avrupa sahalarında başarılar elde etti. UEFA Kupası, Süper Kupası, Dünya Kupası üçüncülüğü, Efes Pilsen, Eczacıbaşı, 12 Dev Adam ve hatta yurtdışına transfer olan sporcularımız derken bir anda kendimizi "Açın kapıları işte, biz Avrupalı olduk artık" derken bulduk.

O dönemde de böyle haberler çok çıkardı. "Inter idmanında Emre ile Ronaldo (bu sefer Brezilyalı) yan yana koştu", "San Sebastian'da teyzeler Nihat'a 'oğlumuz' diyor", "Shaq, Hido'ya Türkçe 'Naber baba' dedi" ve daha niceleri... Gerçekten bunlar haber oluyor ve hatta gururlanıyorduk bile.

Bunların ne kadar doğal durumlar olduğunu ıskalıyor muyduk, gerçekten şaşırıp duygulanıyor muyduk yoksa aslında bilerek mi bu tarz haberleri daha çok görüyorduk emin değilim. Zaten ben de  o yıllarda henüz lise öğrencisiydim. Şimdi, 30lu yaşlarıma gelip düşününce Emre ile Ronaldo'nun, yani aynı takımın 30 kişilik kadrosunda yer alan iki oyuncunun yan yana koşması bende pek heyecan uyandırmıyor. Yani genç Emre için heyecan verici olabilir ama o da herhalde Inter'deki ilk haftasının ardından bunu atlatmıştır.

Fakat aradan 20 sene geçmesine rağmen, siyasi konjonktür değişmesine rağmen benzer haberler devam ediyor. İlginçtir benim yaşımdaki insanlar, aradan geçen 20 seneye rağmen şaşırmaya da devam ediyor. 

Ronaldo gollerden sonra Merih'e sarılmış. Yani? Zaten adamın sahada 10 tane takım arkadaşı var. Kalecinin 100 metre uzaklıkta olduğunu düşünüp onu pas geçersek (gerçi Ronaldo 8-9 saniyede yanına gidebilir); geriye dokuz tane seçenek kalıyor. Yani golden hemen sonra Merih'e sarılması yüzde 10'dan daha yüksek bir ihtimal. Üstelik futbolcuların her bir golde sadece bir takım arkadaşına sarılma hakkı yok. Yani hepsiyle ayrı ayrı bir kutlama/tebrik ilişkisine girebilir. Peki sıkıntı, daha doğrusu şaşırtıcı olan durum ne?

20 senede Türkiye toplumu gibi siyaseti de değişti. Artık AB heveslisi değiliz. Hatta AB düşmanıyız. Hatta stratejik ortaklık kurabileceğimiz bir ülke dahi kalmadı. "Bütün dünya kendini lağvetsin, biz ayakta kalalım" diye bekliyoruz. Haliyle Avrupa'ya bakışımız da değişti. Belki de Avrupa ile ilişkilerimizi yine spor ve sporcular üzerinden kuruyoruz. Zira onlarla temas eden başka bir ürünümüz ve ünümüz yok. Yeni alt metin ise biraz daha farklı:

"Onların en değerli oyuncusu, bizim oyuncumuzla arkadaş. Onunla sarılıyor, onunla kutluyor. İşte biz onlar için bu kadar önemliyiz"

Bu sefer dışarıya değil, içeriye anlatıyoruz... Fazla komplo teorisi gibi mi duruyor? Olabilir ama zaten bir komplo teorisi olduğunu söyleyemem. Yani bilinçli, planlı, organize bir durum değil. Toplumun bilinç altı böyle işliyor. Hepimiz böyle düşüyoruz. Haber yazan muhabir de editör de bu toplumdan olduğuna göre onun da böyle düşünmesi normal. Veya bu tarz haberler yazıldığında daha çok etkileşim alıyorsa, üzerinde çok fazla düşünmeden aynı şekilde üretilmeye devam eder. Yani esasen, Avrupalı'nın yanındaki olmayı, onun güvendiği olmayı, daha doğrusu bir sağ koldan ziyade, "biz olmadan yapamazdı zaten" duygusunu seviyoruz. Bu dönem böyle, 20 yıl sonra başka bir şekilde açıklarız...

Bu durumun incelenmesi gereken, şaşırtıcı bir noktası daha var. Toplumu ikiye ayırırsak bir tarafta Batı'ya yakın olanlar, Batı'yı sevenler, Batı ile temas içinde olanlar var. Bu kesime "Batı hayranı ", hatta "yalakası" diyenler de var. Zaten onlar da ikinci grubu oluşturur. Onlar Batı'ya, Batı'nın değerlerine tamamen karşıdır. O kadar karşıdır ki, Batı'nın karşısında kendi değerleriyle ayakta kalmak yerine Batı'dan gelen her şeyi yadırgar. Batı'dan çıkan her kavramı, ürünü yıkmaya ve yok etmeye çalışır. Onu bir tehdit olarak görür. Batı'yı tamamen düşman olarak görür. Şimdi böyle iki grup varken sizce hangisi Merih'in Ronaldo ile gol sevinci yaşamasını daha çok konuşur, ya da daha çok 'gururlanır'? Sanki ilki gibi değil mi? Fakat değil. Esasında ikinci grup bu tip haberlerle daha ilgilidir. Daha çok konuşur o haberleri, gururlanır. Batı ile biraz daha haşır neşir olan "Ne var bunda? İki takım arkadaşı beraber kutlamış" diye bakarken, diğeri Ronaldo ile Merih üzerinden bir kahraman ve hatta kahramanlık destanı çıkarmaya çalışır. İlginç değil mi? Muhakkak bununla ilgili bir tezler, çalışmalar vardır. Benim bu noktadaki düşüncem gerçekten temas kurabildikleri nadir anlar olması. İdmanda beraber koşmak, maç öncesi ona Türkçe konuşturmak, gol esnasında kutlama yapmak gibi. Tabi Merih ve diğerleri için değil. Onlar yıllarca çok çalışarak, idman yaparak, kendilerini geliştirerek, rakiplerini yenerek bir noktaya geldiler. Bizim gördüğümüz 'sarılma' onlar için en doğal an. Ve zaten Merih, maçtan sonra o anı çok net hatırlamıyordur bile. O oynadığı maça yani geldiği noktaya daha konsantredir. 

O noktaya çıkmak için çabalama zahmetine, derin bir uğraşa girmeyenler için o seviyeye en yakın olunan an sadece o 'sarılma'dır. Batı'yı düşman gören, Batı'dan uzak durmaya çalışan, Batı değerlerini savuşturmaya çalışan insanın, bir yandan da Türkiye'ye gelen turist ile hemen yakınlaşması, Bodrum'da onunla flörtleşmeye çalışması, Sultanahmet'te hemen muhabbet kurup 'kanka' olması gibi... Onunla aynı eğitim ve refah düzeyinde olamayacak ama onunla aynı masaya oturabilecek ve bu sayede "Ben de onlar gibiyim" diyerek kendi ürettiği değerler silsilesine daha çok sarılabilecek. Onların değerlerine, ürettiklerine ihtiyacım yok, ben de onlarla aynı yerdeyim! Ronaldo üretmek için çabalamaya gerek yok, zaten bende de Merih var!

Bitmedi? Değinmek istediğimiz bir noktamız daha var. Siyasi alt metinlerin dışına çıkıyoruz. Bu sefer daha bireysel yaklaşacağız. 

Merih Juventus'a yeni gelen biri. Ronaldo ise dünyanın en iyisi. Yılların Ronaldosu... Gözümüzün önünde zirveye çıktı. Şöhret, kupalar, şampiyonluklar, paralar, karizma... Hayatımıza bir sene önce giren, kimsenin tanımadığı dünkü çocuk Merih ise onun yanında. Merih, Ronaldo ile gol kutlayınca, insanlar Merih'in sınıf atladığını sanmış olabilir. "Benim patronla aram çok iyidir, her öğlen yemeği beraber yeriz" demeyi, o yemeği bir statü belirtisi olarak gören bir toplumdan bahsediyoruz. Patron daha sonra arabasıyla basıp gidiyor ama sen Zincirlikuyu'da metrobüs bekliyorsun. Ama yine de o yemek insana bir özgüven veriyor. Kendini, Zincirlikuyu'da metrobüs bekleyen diğer insanlardan daha farklı bir yere koyuyor.

Gerçi şöyle bir durum var; Ronaldo Juventus'un patronu değil. Patron orada Agnelli. Fakat biz Ronaldo'yu başka bir çıtaya koyduğumuz için ona ulaşmanın çok değerli olduğunu düşünüyoruz. Oysa Merih, Ronaldo ile gol kutlaması yapınca değil; Juventus'a imza attığında, ya da en azından Juventus'un ilk 11 oyuncusu olduğunda sınıf atladı zaten. Başka bir seviyeye yükseldi, başka bir noktaya geçti. Yani mesela aynı ayarda bir takım olarak Manchester City'e transfer olabilirdi ve Agüero ile gol kutlayabilirdi. Peki yine haber olur muydu? Sanki olmazdı. Ya da haberi yapılsa bile bu kadar etkili olmazdı. Çünkü Agüero, bazı kavramları temsil etme konusunda Ronaldo kadar güçlü bir figür değil.

Aslında her şey çok basit. Ne o haberlere gerek olmalıydı, ne de bu yazıya. Merih, Türkiye'den Portekiz'e gitti ve belki de orada Portekizce öğrendi. Belki de o Portekizce sayesinde takım arkadaşı Ronaldo ile diğer arkadaşlarına kıyasla daha rahat iletişim kurdu. Ve Ronaldo gol attığında yanına gidip bir şeyler dedi. Her şey bu kadar basit olmalıydı... Normal şartlarda.... Normal şartları olan bir toplumda....

The Princess Bride


The Princess Bride'ı sırf IMDB 250 listesinde gördüğüm için izledim. Buna rağmen, yani güvenilir bir listede yer almasına rağmen hiçbir beklentim yoktu. Ara sıra bu tip listelerde bir kesimin çok fazla abandığı (belli bir toplumun, çocukların, gençlerin vs...) filmler yer alır. Ben de hem ismiyle hem konusuyla onlardan biri olduğunu düşündüm. Hatta afişine hızlıca bakınca animasyon olduğunu sandım. Fakat yanıldım. Hem animasyon değildi hem de güzel filmdi.

Gerçi yine de dünyanın en iyi 250 filiminden biri olduğunu söyleyemem. Fakat izlerken çok keyifli zaman geçirmek mümkün. Bir 'beyaz atlı prens' tarzı masalı çok klas oyunculuklar, ayarında mizahla, heyecan dozu yüksek bir kurguyla izliyoruz. Hatta bu tarz filmlerde görmeye alışık olmadığımız kalitede kavga (daha doğrusu kılıç düellosu) sahneleri var.

Tabi yine bir kitap uyarlaması ile baş başa olduğumuzu belirtelim. William Goldman'ın kitabını okuyan var mıdır bilmiyorum ama Rob Reiner'in yönetmenliğinde hazırlanan film oldukça doyurucuydu. Rob Reiner çok fazla film çekmiş bir yönetmen değil. Fakat 80'lerin sonu ve 90'ların başında çektiği filmlerin sayısı çok fazlaydı ve üstelik çoğunda çok başarılıydı. The Princess Bride da o zirve dönemin ürünü.

Öte yandan yönetmene yardım eden isimlerin katkısı da es geçilmemeli. Robin Wright henüz 21 yaşında ilk ciddi  rolüne çıkıyor ve belki de bu film sayesinde kariyeri ilerliyor. Bu arada aynı rol için seçmelerde Meg Ryan, Uma Thurman, Courtney Cox gibi isimleri geride bırakıyor. İsabet olmuş! Gerçi partneri 25 yaşındaki Cary Elwes o kadar iyi bir kariyere sahip olamıyor ama belki de en iyi performanslarından birini sergiliyor. Mandy Patinkin'in canlandırdığı Inıgo Montoya karakteri, kesinlikle sinema tarihinde kendine has bir yer ediniyor. Tanınmayacak derecede makyaja uğrayan Billy Crystal ve bu tip yapımların vazgeçilmezi Wallace Shawn gibi isimler de burada. Bir de olmayanlar var. Mesela Kareem Abdul Jabbar'a da teklif gitmiş ama yoğun NBA fikstürü nedeniyle birleşme gerçekleşmemiş. Hatta Arnold Schwarzenegger de düşünülmüş ama onun ücreti bütçeyi aşacağı için vazgeçilmiş. Christopher Reeve, Whoopi Goldberg, hatta yönetmenlik koltuğu için Truffaut...

Bu arada filmde müziklerin de çok büyük etkisi var ve onların altında da Mark Knopfler'in imzası var...

Fakat ilginçtir, bütün bu güçlü kadroya (hatta yedeklere) ve ortaya çıkan iyi işe rağmen gişede istediğini pek elde edememiş. Devamında video kasetler sayesinde ABD'de, televizyon sayesinde de Avrupa'da popüler olmuş. İyi işler bir şekilde karşılığını buluyor diyelim ama her zaman böyle olmadığını biliyoruz!

1987'deki filmi sanki yeni vizyona girmiş gibi anlattım. Herhalde birçok kişi izlemiştir bile zaten. Fakat bir anda beklenmedik bir şekilde iyi bir filmle karşılaşınca heyecanlandım. Zaten bu 'zamansız' filmler olmasa sinemayı bu kadar sevmezdik!




Salı, Ocak 7

Marka Saat


Bazen ayrıntılara çok fazla takılıyorum. Henüz genç sayılabilecek bir yaşta böyle olmak beni de korkutuyor. Kız arkadaşım bazen beni emekli albaylara benzetiyor. Ara sıra Twitter'da bir şey yazdığımda, benden daha genç olduğunu tahmin ettiğim çocuklar "Derdimiz bu mu?" diyor. Aslında onların dertlerini hiç bilmiyorum, merak da etmiyorum ama kabul etmeliyim ki benim dertlerim de biraz farklı oluyor.

Bu kadar kendimden bahsettikten sonra esas meseleye geçelim. TFF, ikinci yarının ilk üç haftasının programını açıkladı. Çok yüksek sesle çıkmasa da bazı şikayetler var. "Biz niye hafta içi (Cuma-Pazartesi) oynuyoruz" diyenler veya kupa maçlarından sonra az dinleneceklerini iddia edenler oldu. Tabi biz çok daha hararetli fikstür tartışmalarına aşina olduğumuz için bu seferki tepkiler sinek vızıltısı gibi geliyor. Belki taraftarlar da, futbolcular gibi kısa bir tatile girmiştir.

Fakat bu sefer, benim şaşırdığım bir durum oldu. Cuma maçları yeniden 20.00'ye alındı. Biliyorsunuz bundan birkaç sene öncesine kadar Cuma maçları zaten 20.00'de oynanıyordu. Sonra bir anda, daha doğrusu yayıncı kuruluş Katarlı şirkete geçince, Cuma maçlarının saati 20.30 oldu. Daha doğrusu 20.00 unutuldu.

Bu değişim için bazı iddialar ortaya atıldı. Cuma maçlarının Avrupa'ya pazarlanabilmesi için oynama yapıldığını söyleyenler olmuştu mesela. Fakat geçen sezon esas açıklama Fatih Terim'den gelmişti. Terim, geçen sezonun ilk haftalarında oynadıkları Kasımpaşa maçının ardından durumu kamuoyuna aktarmıştı. Zira Galatasaray o maçı saat 21.00'de oynamıştı ve Sarı-Kırmızılı taraftarlar TFF'ye baya tepki göstermişti. Terim ise "Cuma günkü maçlar için planlamayı biz, federasyon ve yayıncı kuruluş olarak beraber yapıyoruz. Yanlış anlaşılma olmasın, cuma günü oynamayı biz istiyoruz. Maçın 21.00'e alınmasının sebebi, cuma günü oynanan maçlarda yaşanan yoğunluk. 19.30 ve 20.00 gibi saatlerde oynanması mümkün değil" demişti.

21.00 ufak bir istisnaydı. Zaten bu sezonun ilk yarısında tüm Cuma maçları 20.30'da başladı. Hatta yaz ortasında oynanan ilk hafta maçları bile bu saate sadık kaldı. Geçen sezonun son haftasının özel durumunu dikkate almazsak o sezonun ikinci yarısındaki tüm Cuma maçları da 20.30'da başlamıştı. 

Fakat geçen sezonun ilk yarısı karman çormandı. Sezonun ilk yarısında 16 kez Cuma günü maç oynandı. Bunlardan beşinde maçlar 20.00'de, beşinde 20.30'da başladı. İki tane 21.00 maçımız vardı; biri Galatasaray - Fenerbahçe derbisiydi. Sezonun ilk haftalarında 22.00 ve 21.45'te başlayan maçlar da gördük. Hatta 19.15 bile vardı.

Şimdi yine 20.00'ye döndük. Tabi Cuma günü oynayan takımların özel istekleri olabilir. TFF onları dinleyerek, şehirdeki iklimi, güvenlik koşullarını, trafik şartlarını, hatta deplasman takımının dönüş uçağını düşünerek saat belirleyebilir, bazı maçlarda istisnalar olabilir. Fakat bir esas saat belirlenmeli. İnsanların ezberden söyleyeceği, istisna olunca şaşıracağı maç saatleri olmalı. İnsanlar, haftanın o günlerinde, o saatlerinde, ülkenin bir yerlerinde bir  Süper Lig maçı olduğunu bilmeli. Mesela biz bile Cumartesi günleri saat 17.00'de (kışın 18.00'de) İngiltere'de maç olduğunu biliyoruz. Pazar 16.30 dedin mi akla İtalya gelir. Cumartesi 16.30 Bundesliga'dır. Tabi orada çoğu maç aynı saatte başlıyor. Fakat Prime-Time saatleri de aklımızda. İngiltere'de 19.30, İtalya'da 21.45, Fransa'da 22.00...

Aslında futbol ailesinin devamlı vurgu yaptığı 'marka değeri' bu tip detaylarda saklıdır.

Malum bir ara tüm gece maçları 19.00'daydı. Şimdi o da değişti. Cumartesi günleri 20.00 maçları oluyor. Hatta o 19.00 maçları henüz değişmemişken biri gelip "Akşam maç kaçta?" diye sorduğunda alaya vururduk. Deli gibi taraftar olduğunu iddia eden, Süper Lig'in her maçına önem verdiğini söyleyen biri ortamda böyle bir hata yapamazdı. Eğer maç saatini soruyorsa, inandırıcılığını veya gruptaki hakimiyetini kaybederdi. Bir fikir üretse, "Oğlum sen daha maç saatini bilmiyorsun, konuşma" diyen bile çıkabilirdi.

Şimdi ise kimse maçların başlama saatini bilmiyor. Hele Cuma maçları, adeta zıvanadan çıkmış durumda. Yine başladık 20.00'ye...

Bu arada ben gelenekçi bir adam olduğum için, Cuma günlerinin yine eskisi gibi 20.00'ye dönmesinden mutluyum. Umarım böyle devam eder. Fakat gidişat pek iyi değil. Sanki devamlı birbirimize saat soracakmışız gibi hissediyorum.

Aslında tam da bu konunun devamında, Hamit Altıntop'un gece 02.00'de biten futbol programlarını eleştirmesini değerlendirecektim ama yazı çok uzadı. Emekli albay gibi girdik, çıkamadık. O konuyu da başka bir uzun yazıda ele alırız. Zaten artık uzun yazılar okunmuyor, en azından  bir çok uzun yazıyı iki uzun yazıya çeviririz. Ne de olsa dert bitmez bizde...



Pazartesi, Ocak 6

Hoşça Kal Güzin


Güzel başlıyor, güzel devam ediyor. Güzel de bitiyor. Mutlu sonlu yani. Fakat son noktada vasatın biraz daha iyisinden fazlası olmuyor.

Oysa çok iyi bir kadro var. Ayten Gökçer'i hiçbir zaman beğenemedim ve o yüzden yine benzer bir performans göstermesi beni şaşırtmadı. Gerçi beğeneni çoktur. Fakat esas İsmail Hacıoğlu çok iyiydi. Zaten 2008 yapımı bir film. O yıllar Hacıoğlu'nun zirve dönemiydi. Şimdiki gibi bıyık bırakıp 'aslan delikanlı' rollerine girmediği ama her rolün altından kalktığı yıllardı. Yan rollerde de Oktay Kaynarca, o zamanlar daha yeni yeni acemi cadılıktan çıkan Merve Boluğur ve Ali Sürmeli gibi isimler yer alıyor. Filme büyük katkıları var.

Hoşça kal Güzin'in bir televizyon filmi olduğunu hatırlatmak lazım. Türkiye'de yapılan televizyon filmleri genelde belli bir standartı yakalıyor, kendilerini izlettirmeyi başarıyorlar. Çok yoğun bir şekilde her hafta bir film süresi kadar dizi bölümü çeken sektör, ekrana film çekince hiç zorlanmıyor. Hatta aradan geçen 12 seneye bakınca, sinemadaki seviyeyi görünce de televizyon filmlerinin çan eğrisinde ortalamanın üzerinde kaldığını söyleyebiliriz.

Madem bu kadar övgüyle bahsettik, neden ilk paragrafta kötü girdik? O konuya da değinelim. Filmde bir anlatıcı var. İsmail Hacıoğlu'nun karakteri Serkan, devamlı bize bir şeyler anlatıyor. Anlattıkça anlatıyor. Sanki bir film değil de kitap gibi, ya da mahalledeki kahve muhabbeti gibi dinliyoruz. Adeta filmi hızlıca çekmenin bir yolu gibi kullanılmış. Ayrıca duygular çok fazla göze sokulmuş. Abartıdan kaçınılmamış. Karakterleri anlamaya çalışmamıza zaman verilmemiş. Her şey hızlıca önümüze sunuluyor. Bir de bu televizyon filmlerinin ortak bir özelliği vardır, "İnanınca, isteyince her şey olur" düsturunu anafikre empoze ederler. Bu filmde de bu gelenek ıskalanmıyor. Yine de vasat bir dizi bölümünden çok daha iyi bir olduğunu bir kez daha söylemek gerek. Yönetmen Cem Görgeç, bu filmden sonra bir daha yönetmenlik koltuğuna oturmamış. Fakat senarist olarak birçok dizide payı var. Aslında bu bilgiler bile, nasıl bir filmle karşılaşacağımızın işareti gibi. Kötü bir film değil ama etkileyici olduğunu da söylemek zor.

Bu arada Ayten Gökçer'in canlandırdığı eski sinema oyuncusu Güzin İpek; akla hemen Güzin Özipek'i getiriyor. İlginçtir; filmdeki Güzin ile Güzin Özipek'in ölüm tarihleri de aynı; 12 Ağustos. Belki başka benzerlikler de vardır. Belki bir saygı duruşudur, belki bir esinlenmedir. Bu da filmden aklıma takılan en önemli husu oldu.

Pazar, Ocak 5

Haftada İki Bahanesi



"Bir derbiden 3 gün sonra Şampiyonlar Ligi'nde büyük bir takımla karşılaşmak kolay değil. Handikaplarımız var ama hiçbirine sığınmadan, bu turnuvaya başlamadan üç günde bir maç oynayacağımızı biliyorduk. Alışmalıyız."

Fatih Terim, PSG ile oynanan ilk maçın öncesindeki basın toplantısında böyle diyordu. Bahane etmiyordu belki ama bir rahatsızlığı olduğu belliydi. Hak verilecek tarafı da vardı. Artık sadece Galatasaray değil, hiçbir takımımız haftada iki maçı oynayacak seviyede değil. Öyle bir futbol iklimimiz yok. Zaten Amerika'yı yeniden keşfetmeye de gerek yok; ortaya çıkan sonuçlardan durumun ne olduğu belli...

Hatta hiçbir takımımız 34 haftayı oynayacak seviyede değil. Neyse ki lig organizasyonu, bir eleme sistemi olmadığı için sezon ortasında lige veda eden takımlar görmüyoruz. Ama mesela geçen sezona bakarsak; hemen her takımın farklı dönemlerde sert düşüşler ve hızlı çıkışlar yaşadığını gördük. Yenilmeme serilerinin ardından kazanmayı unutanlar, maç kazanamadıkları dönemin ardından zirveye yürüyenler...

Neyse konu bu değil. Konu Galatasaray. Türk futbolundaki genel problemi Fatih Terim'e yıkmak haksızlık olur. Fakat Galatasaray'daki problemin sorumlusu tabi ki Terim olacaktır. Hoca çeşitli açıklamalar yapıyor, çeşitli kararlar alıyor. Kimi birbiriyle çelişiyor, kimi taraftarı tatmin ediyor, kimi umut veriyor, bazısı yetersiz kalıyor. Fakat bu hafta içi maç oynama konusu sanki biraz fazla öne çıkarılıyor.

Fatih Hoca, son oynanan ve 5-0 kazanılan Antalyaspor maçından sonra aynı konuya bir daha değindi  ve şunları söyledi:

"Avrupa'da oynamak, sadece Türkiye'de oynamaktan zor. Biz neredeyse antrenman yapamadan maçlara çıktık. Şimdi de biz de haftada bir oynayacağız. Şartlar eşit olduğunda bakalım bir de Galatasaray'a."

O gece Galatasaray farklı bir skor elde edince, üstelik önceki hafta içi maç da oynamayınca konu tekrar gündeme gelmiş oldu. Ve belki de sırf bu sayede, Fatih Terim sezonun geri kalanı için toparlanma vaadi sunmuş oldu. Ne de olsa Galatasaray'ın sezonun ikinci yarısında Avrupa Kupası maçı olmayacak.

Fakat yine de bu Çarşamba-Pazar fikstürü, ilk yarı sonunda oluşan puan durumunun gerekçesi olarak durmuyor sanki. Tamam Galatasaray Şampiyonlar Ligi gibi zor bir organizasyonda, dişli takımlara rakip oldu ama yine de hafta içi maç yapan tek takim da değildi.

Puan durumunda Galatasaray'ın altı puan önünde olan Başakşehir 27, beş puan önündeki Trabzonspor 29 maç yapmış. Galatasaray ise Süper Kupa finali ile beraber sezon başından bu yana 26 maça çıkmış... Galatasaray'dan bir maç az yapan Beşiktaş da bu sayede üç puan öne geçmiş! Yani zirveye bakınca bu konuda Galatasaray'a göre avantajlı olan sadece iki takım var; Sivasspor ve Fenerbahçe... 

Yani bu gerekçe çok da geçerli gibi durmuyor. Üstelik Başakşehir dışında Avrupa'da mücadele edecek takımımız da kalmadı. Yani Fatih Terim kadar diğer takımların teknik direktörleri de derin bir nefes almıştır. Yani şartlar neredeyse eşitti, şimdi yine neredeyse eşit!

İşin esası fikstür veya sakatlıklar değil. Galatasaray çeşitli nedenlerden dolayı sıkıcı oynuyor. Kötü değil sıkıcı. Belki kötü de oynuyordur ama o kadar sıkıcı oynuyor ki takımın kötülüğünden ve eksiklerinden bahsedemiyoruz bile. Galatasaray'ın rakipleri bile 90 dakikanın ufak bir bölümünde iş yapıp sonuca gidebiliyorlar. Haliyle onlar da maçların büyük bölümünde sıkıcı oynuyorlar. Ama en azından onlar tek bir maçı sıkıcı oynuyorlar. Galatasaray ise her maç sıkıyor. Avrupa Kupası maçı olunca; hem Çarşamba  hem Pazar sıkıcı oynuyor.

Terim.en azından bunda haklı. Galatasaray için iki olasılık var. Ya artık fikstür rahatladığı için iyi oynamaya başlayacak ya da artık sadece haftada bir maç sıkıcı oynayacak...


Cumartesi, Ocak 4

Hachikô Monogatari


Hachi-ko hemen hemen herkesin bildiği bir köpek. Filmi (daha doğrusu filmleri) izlemeyenler bile konuya aşinadır. Konuyu bilmeyenleri de şuraya alalım. Yaşanmış bir hikaye olduğu için filme ilgili bir bilgi vermiş sayılmayız herhalde. Ne de olsa dünya tarihinin en ünlü köpeklerinden birinden bahsediyoruz.

Önce işin sinema kısmına girelim. Olay Japonya'da geçtiği için, Hachi'nin hayatını beyaz perdeye ilk aktaranlar Japonlar oluyor. Sene 1987. Bu filmin IMDB puanı 8.1...

Aradan 22 sene geçtikten sonra olaya Hollywood'da kayıtsız kalmıyor. Avrupa'da, Latin Amerika'da ve Uzakdoğu'da tutmuş  hemen hemen tüm filmleri kopyaladıkları gibi Hachi-ko'yu da uyarlıyorlar. Richard Gere uzun kariyerinin son döneminde bir köpeğe yardımcı oyunculuk yapıyor. İlginç olan; bu filmin de IMDB puanı 8.1.

Bir tercih yapmak gerekiyordu. Ben de "Her şeyin ilki, orijinali güzeldir" diyerek Japon versiyonunu izledim. Hata mı yaptım emin değilim, sonuçta ABD versiyonunu izlemedim. Fakat tercih yaparken gereksiz bir kaygıya kapıldığımı düşünüyorum. Zira sonuçta bu kurgusal bir film sayılmaz. Hachi'nin öyküsü artık dünyaya malolmuş, adeta evrensel bir efsaneye dönüşmüş durumda. O nedenle ABD'lilerin bu sefer öyküyle çok fazla oynayabildiklerini sanmıyorum. Hatta belki de onların teknolojisi ve imkanlarıyla yapılmış filmi izlemek daha güzel olabilirdi.

Bu demek değil ki Japon versiyonu başarısızdı. Ortada, Kanal 7 sinema ekibi bile çekse insanı duygulandıracak bir öykü var. Sanırım o nedenle izlediğimiz sinema açısından değerlendirmek çok gereksiz kaçar.

İnsan, zaman ilerledikçe, çağlar geride kaldıkça sadakat duygusuna daha da muhtaç kalıyor. 20. yüzyıl bu boşluğun en derinden hissedildiği dönem olabilir. O nedenle bu olay, tüm dünyayı yaklaşık 100 yıldır duygulandırmaya devam ediyor.

Hachi'nin öyküsünü kime anlatsak veya kimle filmi tartışsak hemen "Ya bizim mahallede de X öldüğünde ķöpeği şöyle yaptı" tarzı bir ekleme geliyor. Mesela benim de aklıma hemen Emiliano Sala'nın köpeğinin fotoğrafı geliyor ki; o günlerde de içimiz cız etmişti.

O nedenle aklıma şöyle bir soru geliyor. Biz bu fotoğraflara bakarken, bu öyküleri dinlerken tam olarak neler hissediyoruz. Acaba köpeklere mi üzülüyoruz yoksa ölenlere mi? Kalmak mı zor ölmek mi? Sanki ikincisi gibi geliyor bana. Zira ölen, öldüğü için bir vedalaşma halinde. Dünyadan, sevdiklerinden, köpeğinden ve her şeyden. Her ölen insan; köpeği olsun  veya olmasın, çok sevilsin veya az sevilsin, ölerek bu dünyadan ayrılmanın dramını tadıyor. Bu hikayede de profesör bir gün derste ansızın kalp krizinden gidiyor. Beş dakika önce var, beş dakika sonra yok. Her ölüm gibi o da erken. Ve ama onun bu veda ritüeline bir ilavesi daha oluyor. Görüyoruz ki o bu dünyada gerçek sevgiyi tatmış şanslı insanlardan ama aynı zamanda o sevgiyi sonuna kadar yaşayamayan bir bahtsız...

İşin bir de bilimsel kısmı var. Gerçekten köpekler ve hayvanlar bu hisleri taşıyorlar mı? Yoksa Pavlov'un bize öğrettiği gibi sadece alışkanlıklarının peşinden mi gidiyorlar? Bunun cevabi bende yok. Sanırım dünyadaki insanların büyük bir kısmı da bu cevabı öğrenme niyetinde değil. Gördüğümüz sahneler, bizim en çok ihtiyacımız olan duygunun umudunu taşıyor. Bu dünyada saf sevginin mümkün olduğuna inanmak, bu dünyada kalıp o saf sevgiyi aramak için iyi bir neden.

Yani Hachi hüzünlü ve gözleri nemlendiren bir efsane olsa da aslında bir yandan da insana umut veriyor. Fakat diğer yandan ''insan sevdiklerinin acısını yaşamamalı'' dediriyor.

Sadakat ve sevgi daha çok köpeklerle özdeşleşir. Kediler ise biraz daha bireysel takılırlar. En azından genel kanı öyledir. Ben de buna inanırım. Fakat Hachi'yi izledikten birkaç ay sonra bir kediyle tanıştım. "Bir kedi sahiplendim" veya "bir kedi besliyorum" demek içimden gelmiyor. Zira onunla kurduğum ilişki beklediğimden çok farklı oldu. 

İnsan aslında bu tarz ilişkilerde çok ilginç anlar yaşamayı, unutulmaz anılara sahip olmayı beklemiyor. Hachi'nin sahibini metroya götürüp, akşamları onu beklemesi gibi küçük şeyler yetiyor. Dumbo da geceleri yatağa çıkıp ayağımın dibinde uyuyunca, veya bir şey almak için yere uzandığımda başıma bir şey geldiğini sanıp yanıma koşunca, ya da kolumun altına girince mırıldayınca benzer duyguları hissediyorum. Sanırım o da beni seviyor. Ne güzel bir his...

O zaman Hachi öyküsünün en ilginç ve hayret uyandırıcı kısmıyla bitirelim.

Sene 1924. Ve insanlar Tokyo'da işlerine metroyla gidiyor....