Cuma, Eylül 28

Pendikspor 2-1 Altınordu



Passolig olmayınca gidebileceğimiz maçların sayısı çok azaldı. Sezonda üç maç bile zor yakalıyoruz artık. Bir de tembellik kısmı var. İnsan ona da alışıyor. Hafta sonu kalkıp şehrin bir ucunda 2.Lig maçı izlemektense evde oturup dünyanın her liginden maç izlemek çok daha kolay ve cazip geliyor. Eskiden bu şekil futbolseverlere biraz tavırlanırdım ama artık ben de onlara dönüştüm. Bana kalsa yine stadyumda olmak isterdim ama o seyyahlığın güzelliği çeşitliliğindeydi. Elimizden alınan kısım o oldu. Kartalspor maçından çıkıp Galatasaray - Beşiktaş derbisine gittiğim, hafta içi Şampiyonlar Ligi maçı izleyip hafta sonunda kendimi Kasımpaşa'da bulduğum günler geride kaldı. Zaten Kartalspor, Beylerbeyispor, Maltepespor gibi takımlar amatöre kadar düştü. Semtlerde o eski heyecan da kalmadı. Hatta stadyumlar da yok oldu. E her hafta da Pendik'e gidilmez ki...

Fakat hafta içinde Türkiye Kupası maçı olunca işler değişti. Evde izlenecek daha iyi maçlar yoktu. Üstelik takımlardan biri 1.Lig ekibiydi. Son yılların en popüler kulüplerinden biri olan Altınordu'yu canlı izlemek pek mümkün değil. Onları, İstanbul'da kupa maçı oynayınca ancak yakalayabildik. Gerçi kadrosu eski ışıltısından uzak. Bu sezon altı maçta bir galibiyet alabildiler. Cengiz, Barış gibi oyuncular gidince parlama adayı bir oyuncu da pek kalmadı. Meşhur kaleci Erce bu maçta kadroda yoktu. Barış'ın ikizi Kerim yedekti. Bir tek savunma oyuncusu Yusuf Acar vardı Altınordu ailesinden çıkıp dikkat çeken isimlerden. Zaten bu senenin kadrosu ligin 'kaşar'larından oluşmuş. Serdar Deliktaş'tan Berkay Samancı'ya kadar tüm gezginler İzmir'de buluşmuş. Sefa Yılmaz bile kadroda. Bu sezon neyi hedefliyorlar acaba, anlamak güç. Ligdeki konumları da doğru yolda olmadıklarını işaret ediyor sanki.

Pendikspor'dan ise çok beklentim yoktu. Geçen sezon vasatlardı. Bu sezon da heyecan verici transferler yapmadılar. Ligin ilk iki maçında gol atamayınca sönük bir sezonun haberini verdiler ama sonradan toparladılar. Altınordu maçında ise daha öncesinde haksızlık ettiğimi kabul ettim. Oldukça hızlı, atletik ve hücumda iyi organize olan bir takım vardı sahada. İzlemesi keyifli, ne yaptığını bilen bir takım. Savunmada bazı zaaflar görüldü ama sonuçta oynadıkları takım bir kategori yukarıdan geliyordu. Kusursuz olmaları beklenemzdi.

İlk golü atan Batuhan Kırdaroğlu'nun tribünde seveni çoktu. Oysa ilk defa hafta sonunda oyuna girmişti. Bu maça da 11'de çıktı. 2000 doğumlu bir çocuk. Verilen şansı iyi kullandı. Belki seneler sonra anlatırız. Şimdi Celta Vigo'da oynayan Okay Yokuşlu'nun Altay formasıyla ilk maçında Kartal'a geldiği günleri de hatırlarız. Batuhan'ın maç tecrübesi yok ama altyapıdan çıktığı için tribünün bir aşinalığı vardı herhalde. Golü atınca da ilgi çoğaldı. Gol dışında da oldukça iyi oynadı. Sağ tarafta beraber oynayan Mahmut Caner Alioğlu (21) ve Ahmet Yazar (23) ikilisi de radarıma takıldı.

Pendikspor maçı daha rahat kazanabilirdi. Süper Lig görmüş Berkan Afşarlı'nın bireysek oyunu ve kaçırdığı penaltı işleri zora soktu. Yine de canı sağolsun. Kanseri yenip sahalara dönen bir futbolcuyu tribünden izlemek her zaman rastlanan bir durum değil. Tam devre biterken gol yemek de şanssızlıktı. Sefa'nın golü Altınordu'yu daha uzun maçta tuttu. Pendikspor'u da biraz daha stresli hale getirdi. Fakat yine de 2-1 kazanmasını bildiler. İyi ki de uzamadan 2-1 bitti. İstanbul'daki soğuk havaların ilk gününde tribünden maç izlemek yeterince cesur bir hareketti ama normalden daha uzun sürmesi de bundan sonraki maçlar için heves kırardı. İçimiz yeniden alevlenmişken tatların kaçmasına gerek yoktu.

Maça gelmeden önce tarafsızdım. Maç başlamadan önce "İyi futbolcu iyi birey iyi vatandaş" mottosu sayesinde Altınordu'ya döndüm. Fakat Pendikspor kazanınca sevindim. Türkiye Kupası'nda bir tur daha oynayacaklar. Belki yine İstanbul'da olurlar. Belki iyi bir rakip gelir. Hatta belki bir Süper Lig takımı ile eşleşirler. Bunları düşündükçe benim için en iyi skorun çıktığına kanaat getirdim.

Tabi tüm bunların yanında maçta ulusal basında haber olacak kadar önemli bir olay yaşandı. Maçın sonlarına doğru Altınordu'dan Kerim Alıcı sakatlanarak oyundan çıkmak zorunda kaldı. Takım üç oyuncu değişikliği hakkını kullandığı için kalan süreyi 10 kişi oynayacaktı. Bunun üzerine Pendikspor teknik heyeti kendi takımlarından bir oyuncuyu çıkararak kalan süreyi eşit (10-10) oynadılar. Bu karar tribünde şaşkınlık yarattı ama kamuoyunda büyük alkış aldı.

Tüm eleştirilere hazırım ama bence biraz gereksiz bir karardı. Kerim'in sakatlanması kötüydü. Hatta sakatlanma anından hemen sonra sahadaki oyuncuların ve hakemlerin sağlık ekibini çağırma şeklinden çok daha kötü bir durum olduğunu bile düşündük. Ambulansla giderken bile endişeler kalkmadı. Fakat futbol sahalarında olabilecek bir durumdan bahsediyoruz. Bir oyuncu pozisyon gereği sakatlandı ve oyundan çıkmak zorunda kaldı. Yapacak bir şey yok. Teknik direktörleri bu riskleri düşünerek üç oyuncu değişikliği hakkını kullanmıştı. Eğer rakibe yapılan sert ve kasti bir faul söz konusu olsaydı böyle bir hareket anlamlı olabilirdi. Oysa oyunun doğasında var olan bir durumun ardından böyle bir harekete gerek var mıydı emin değilim. Fakat karşı çıkacak sözüm de yok. Kendi kararlarıdır. Herhalde karşıdaki rakip Altınordu olunca bu kararlar daha kolay alınıyor. llginç geldi. Gittiğim bir maçta yaşanması da güzeldi. Yıllar sonra abarta abarta anlatacak bir anı işte... Zaten bu yüzden gitmiyor muyuz maçlara?

 

Rebecca


Londra doğumlu Alfred Hitchcock'un ilk Amerikan filmi. Aynı zamanda dünyaca ünlü yönetmenin Oscar kazanan tek filmi de bu. Üstelik o sene The Great Dictator gibi bir başyapıtı da geride bırakıyor. Sene 1940 olunca bu tercihi anlamlandırmak kolaylaşıyor. 2-3 sene sonrasına denk gelseydi aynı sonuç çıkmayabilirdi.

Açıkçası Rebecca benim çok hoşuma gitmedi. Kötü değil ama izlediğim diğer Hitchcock filmlerini düşününce çok geride kalıyor. Zaten diğer filmleri çok daha sonraları çekilmişti. Bu film esnasında yeni bir ülkede ve henüz 41 yaşında olduğunu belirtmek gerek. Bir de Hitchcok bu filmi kendi filmi olarak görmüyormuş. Filmin kazandığı Oscar'a rağmen hem de... Sebebi de roman uyarlaması olan filmin tamamen romana sadık kalmasıymış. Yönetmen dokunuşu pek yok zaten. Hitchcok tanıyanlar fark etmiştir bence. Filmin yapımcısı David Selznick, aynı taktikle bir sene önce Gone With The Wind ile ödülü kucaklamıştı. İkinci senesinde de İngiltere'den getirdiği yönetmenle işi kotarıyor.

Neyse; sevabıyla günahıyla iyi bir film. Sıkılmadan, hatta gözler açılara merak içinde izlenir. Bu dönemde böyle filmler, özellikle ABD'de çok az. Hem psikolojik detaları var, hem akıl tutulması var, hem ilgi çekici bir konu var. İyidir. Alfred Hitchcock ismini gördükten sonra beklenti yüksek tutulmasın yeter.


Perşembe, Eylül 27

42


İşe Yarar Bir Şey


Aylar önce izlediğim filmi bloga taşımak için doğru, güzel ve yeterli cümleler bulamam...

Emek veren herkes çok başarılı iş çıkarmış. Sayalım. Barış Bıçakçı senaryoyu yazmış, güzeldi. Pelin Esmer'in yönetmenliğine laf yok ama onu taçlandıran da görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki (Ahlat Ağacı, Sarmaşık, Bir Zamanlar Anadolu'da) olmuş. Başak Köklükaya beğendiğim bir oyuncu değildi ama filmin hakkını vermiş. 30 yıldır ekranlarda izlediğim kadını (Bizimkiler'den beri) bundan sonra hep buradaki haliyle hatırlayacağım galiba. Yiğit Özşener sadece kafasıyla bile altından kalkmış. Herhalde en zayıf halka Öykü Karayel. Tesadüfen araya girmiş gibi, hiç bir şey katamadan da çıkıp gitmiş.

Filmi oluşturan herkese bir seyirci olarak teşekkür ediyoruz. Bu işin kolay kısmı. Peki filmi nasıl anlatacağız? Hatta bir başka soru; bize filmin sonunda kötü duyguları hediye edenlere, içimizi karamsar hislerle boğanlara neden teşekkür ediyoruz? Sinemanın çelişkisi herhalde. Son yıllarda sinemadan çıktıktan sonra kendimi bu kadar kötü hissettiğim başka bir film hatırlamıyorum. Bu kadar vurulduğum, dayak yediğim, yıkıldığım... 

Sadece sonu yüzünden değil. Son dönemeçte yaşananlar, izlenenler işin kremasıydı. Oraya gelene kadar çok şey var. Oraya gelene kadar çok şey anlatıldı. Oraya gelene kadar çok uzun yoldan geçildi. Zaten film bir yolculukla başlıyor ve devam ediyor. Mekan ve zaman kullanımının bu kadar nokta atış olduğu Türk filmi çok azdır.

Mavi Tren ile kapıldık her duyguya, sonra da akıp gitti. Filmin bir yarısında Mavi Tren akar gider, mekanlar değişir, şehirler değişir, istasyonlarda durulur, başka başka karakterler gelir. Sonra diğer yarısında İzmir'de aynı manzaralı bir evin salonunda hareketsiz kalınır. Hangisi peki? 25 yıl geçer, seneler akar, insanlar değişir, kaygılar gelişir; sonra aynı insanlar aynı masada toplanır ve aynı sığlıkları hiç değişmeden karşına çıkar. Her şey ne için öyleyse? 

Birçok yerde 'Şiir gibi film' ifadesi kullanılmış. Köklükaya'nın karakteri Leyla'nın şair bir avukat olmasının ve diyaloglarda ara sıra bazı şiir ve şairlerin geçmesi buna neden olmuş herhalde. Benim şiirle aram yoktur. Bir filmin şiire benzemesini de kafamda kuramıyorum. Benim cehaletim olsun. Benim benzetmem ise "Bıçak gibi film" olurdu. Senaristin soyadıyla hiç alakası yok! Film öyle... Kesiyor, acıtıyor, parçalıyor.

Neden sinemaya gidiyoruz, neden film izliyoruz? İnsanı, insanın duygularını, içini, kendisini anlatıyor diye herhalde. Öyle filmler güzel oluyor gerçekten ama en çok da onlar parçalıyor. Kendimizi kötü hissediyoruz ama onları seviyoruz. Oysa sinema, diğer birçok hobi gibi kendimizi iyi hissetmek veya hayata tutunmak için bir yol değil mi? Değil galiba.... İşin bir de birikim kısmı var. Güçlenme belki de. Yaşamadan tecrübelenme ve öğrenme. İki saat içinde. O birikimi bedavaya veya eğlenerek almak işin en kolayı. Bir de ne kadar sağlam olabilir ki? Bazen böylesi gerekiyor herhalde, kafadan bir daha çıkmasın, uçmasın diye...

Anlatması zor film. Film bittikten sonra, sinemadan çıkınca hissettiklerimi de kolay kolay unutmam bundan sonra. Zaten o hisler çoğu zaman peşimden gelip, kendini hatırlatır. Bir yenisine daha gerek yoktu ama bu filme de gerek vardı. En azından Mavi Tren'e, veya herhangi bir trene binme isteği uyandırdı.

Güzel film. Sağlam film. Kaliteli iş... Gene olsa gene izlerim. Ama bu yazıyı yazarken bile uykumu kaçırmayı başardı. Canı sağolsun... 

Pazartesi, Eylül 17

Cool Hand Luke


Öncelikle izlemesi keyifli, çok keyifli filmlerden biri. Bunun çok basit nedenleri var. Birincisi hapishane filmleri zaten ilgi çeker. İkincisi yönetmen çok başarılı. Sinemanın artık görsel bir sanat olmaktan çıkıp efekt çekişmesine dönüştüğü bu yıllarda, bizim gibi eski kafalılar için bulunmaz bir nimet. Oyuncular da çok iyi. Paul Newman zaten iyi bir oyuncu. Aynı zamanda göze de hitap ediyor. Erkekler karizmatik buluyor, kadınlar yüzüne tav oluyor. İki taraf da haklı; zaten iki düşünce de birbirinin laciverti! Adamın gülüşü ise muazzam. Filmde  de sık sık kullanıyor, hatta repliklerde de geçiyor. Yani öyle sert bakışlı karizmatik erkeklerden değil. Onu izlemek keyif; yanında da kariyerlerinin henüz başında olan genç yetenekler var. Dennis Hopper, Anthony Zerbe ve Harry Dean Stanton gibi... George Kennedy de en iyi yardımcı oyuncu ödülünü alıyor. Yani iyi bir sinema filmi için her şey mevcut. IMDB'de elde ettiği yer ve 8.1 puan gayet yerinde.

Bundan sonrası filmin analizine girer. Ne anlatmak istiyor, ne anlatıyor? Newman'ın karakteri Luke bizim çıkış noktamız. Hapse düşen bu adam; toplumdan dışlanmış bir genç. Savaş gazisi ama kendine yer bulamamış. Otoriteye karşı tavırlı ama bunu yıkık dökerek göstermiyor. Tıpkı gülüşü gibi; alaycı ve mizahşör bir tarzı var. Otoriteyi devirmekten ziyade onu rezil etmeye, itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Zaten devirmek gibi bir şey istemez, çünkü yerine koyacağı bir çözüm yok. O çözümün parçası değil. Bir yandan bencil diyebiliriz. Fırsatını bulursa kendisi için iyi olanı yapıyor ama bir şeyleri değiştirmiyor.

Film de baş karakterine uygun bir yapıda. Bir isyankar model anlatıyor gibi, insanları heyecanlandırıyor ama bir çözüm olmak gibi derdi yok. Hatta kutsadığı, bireysellik oluyor. Zaten hapse düşme nedeni bile serserilik! Cezası ağır tabi; o ayrı bir konu. Fakat bir düzen değiştirme güdüsüne sahip değil. Filmin bir yerine kadar Luke ile aynı tavırda olmayan diğer mahkumlara kötü gözle bakıyoruz. Bir yerden sonra ise Luke'u sevmeye ve Luke'un yolunu desteklemeye başlıyorlar. Onların yapamadıklarını Luke'un başarmasını istiyorlar. Fakat hiçbir şekilde Luke ile beraber çabalamıyorlar. Ona yardım ediyorlar belki ama 'yoldaş' olmuyorlar. Luke'un da onları örgütlemek bir niyeti olmuyor. Ve biz izlerken bu tuzağa düşüyoruz. "Helal olsun adama ne güzel sevdirdi kendini" derken bireysel bir başkaldırışa alkış tutuyoruz. Sonunda da darbeyi yiyoruz. Bireysel başkaldırının soru ölümdür!

Holywood'un tüm ilham veren düzen karşıtı, asi filmlerinde olduğu gibi, isyankar veya toplum dışı karakter ölüyor. Onlar, otoriteye başkaldırmanın bedelini ödüyorlar. One Flew Over the Cuckoo's Nest, Dead Poets Society, Into the Wild (yakında bu blogda) hatta Blood Diamond bile... Aklınıza hangisi gelirse. Zaten bu filmler de her zaman bireysel hareket eden bir kahraman vardır. Çevrelerinden yardım alırlar ama bir örgütlenme telaşına girmezler. Bunu daha çok Avrupa sinemasında görürüz; onlar da politik film adı altındadır ve birçoğu zamanında yasaklanmıştır. ABD'de ise konu birey üzerinden döner. Yakışıklı ve karizmatik aktörlerin can verdiği karakterlerin sonu ise hüsranlar biter. Filmin türü de 'macera' veya 'dram' olur.

Yine de haksızlık etmemek lazım. Bu tarz filmlerin verdiği ilham da önemli. Büyük bir kısmı korkutan ve üzen bir son olsa da, bazıları bazılarımızı harekete geçirmiştir. Luke sadece başkaldıran bir karakter değil. Duyguları olan, annesini seven, tüm isyanını insani nedenlerden dolayı büyüten, ateist olmasına rağmen Tanrı ile konuşan, hiçbir zaman pes etmeyen, yenilgilerinden sonra sinirlenmeden ayağa kalkan bir karakter. Örnektir, ilham vericidir. 

Üstelik sinema sadece 100 yıllık bir sanat. Yani etkileri yeni yeni anlaşılan bir olgudan bahsediyoruz. Ve belki 100 sene sonra olmayacak bir sanattan bahsediyoruz. O nedenle yukarıda bahsettiğimiz filmleri ve benzerlerini ikiye ayırabiliriz. O da yapım yılları ile alakalı. Toplumu etkileyen güçlü, zamansız filmler veya sadece gişede kalanlar.

Cool Hand Luke bu anlamda önemli; zira çekim yılı 1967. Yani 1968'den bir sene öncesi. ABD'de o dönemde yaşanan havayı etkilemiş midir? Bunu söylemek fazla iddialı bir çıkarım olur. Fakat toplumdaki kaynamayı iyi gözlemiştir. Artık savaş sonrası dönemin "İyi aile iyi toplum" filmleri sona ererken ortaya çıkması önemlidir. Bu anlamda saygıyı hak ediyor. Zaten sinematik açıdan da saygı görmesi gereken bir film olduğundan bahsetmiştik. Tüm bunları düşününce; harika bir film!.

Pazar, Eylül 16

Yeni Bir Fanzin



Bu blogun başlangıcı aslında bir fanzindir. Bilen bilir. Seneler önce denedik, uğraştık, tadı damağımızda kaldı. Tam vazgeçecekken birden karşımıza internet çıktı, biz de işi bloga döktük. Pişman değiliz, güzel oldu. 

Bloglar sayesinde birçok insan birbiriyle tanıştı. O insanlardan bazıları hayatımızda yer etmeye devam ediyor. Fırat; yaş olarak bizden büyük olsa da her kesimle aynı yakınlığı sağlayabilen, herkesle iletişim kurabilen, herkesin dilinden anlayan bir insan. Aynı ilçe sınırlarında yaşasak da çok fazla denk gelemiyoruz. Onunla ve birçok insanla bir araya geldiğimiz yerdi Yoğurtçu Parkı. Orası sayesinde dostluğumuz sürdü. İyi ki de sürdü...  Birçok kişi bizi zaman içinde yanıltmış olsa da emeğin ve iletişim kurmanın değerini bilen Fırat hâlâ eskisi gibi...

Şimdi de Fenerbahçeli arkadaşlarımız Fırat'ın önderliğinde bir Fenerbahçe fanzini çıkartıyorlar. Bu blogun onursal yazarı ama artık yazmayanı Peralta da o ekipte. Tıpkı buraya verdiği katkı gibi, oraya da katkı vermiyor ama olsun! Ekibin geri kalanı çok iddialı. 1000 adet bastılar. Ben "Manyak mısınız oğlum, biz zamanında 200 tane bile satamadık" desem de dinlemediler. Üstelik bizim zamanımızda hem insanlar okumaya daha hevesliydi hem de şimdiki gibi okuyan insanlar internet üzerinden ihtiyaçlarını gidermeye bu kadar alışmamıştı. Yine de onların fanzini, onların kararı.

Evimde bir sürü fanzin var. Tribün Dergi'nin ilk sayısı hariç bütün sayıları mevcut; hepsi baş köşede. Onun dışında SAGS, GK, Ver Lefter'e, Parçalı.... Birçok tribünden, birçok takımdan fanzinler... "Söz uçar yazı kalır" önemli bir laftır. Fakat atık yazılar sanal aleme döküldüğü için zaman içinde onlar da uçuyor veya uçuruluyor. O nedenle fanzinler önemlidir. "Gelecek kuşaklara" kalıbı benim için geçerliliğini kaybetmiş olsa da, gelecek günlere referans olacak bir birikim oluşturmak için hepsi çok kıymetli...

Tribünlerin kan kaybettiği, birçoğumuzun oralardan elini ayağını çektiği ama içimizde bir yerlerde hâlâ ateşinin yandığı bir zamanda her fanzinin, her eserin bir değeri var. Arkadaş fanzini olmasının çok önemi yok. O sayede burada paylaşıyorum; o kısmı doğru ama her fanzin gibi içeriğine kefil olmamın tanışıklıkla alakası yok.

Sanırım Fenerbahçe - Beşiktaş maçından önce parkta dağıtımını yapacaklarmış. İlgilenenlere duyurulur. Onun dışında da Twitter'dan takip edilebilir.

Cumartesi, Eylül 15

Tôkyô monogatari


Japonların, dünya sinemasına sunduğu en ünlü,en beğenilen filmlerinden biri. Oldukça şaşırtıcı, zira çok daha klas filmleri mevcut. Burada ise oldukça kör göze parmak sokan bir hikaye var. Bizim Yeşilçam klasiklerine çok benziyor. Hatta daha çok, komedi unsuru az tutulmuş bir 'Olacak O Kadar' skeci gibi. Türkiye'de izleyenler kesin çok sever. Hatta belki de 1953 yapımı bu filmin Türkiye'de uyarlaması bile yapılmıştır 

Zaten Türkiye'de Japonlara duyulan hayranlık beni çok şaşırtır. Kendilerine has bir kültürleri var. Dünyanın bir ucunda olmanın getirdiği bir içe kapanıklık da mevcut. Genel olarak Türkiye ile çok benzeşirler. Batı'ya duyulan özenme bile aynıdır. Oysa Türkiye'de birçok kötü olaydan sonra Japonlar örnek gösterilir. 'Harakiri yapan bakanlar' klasiğinden ibaret değil sadece. Zaten sorumluluk bilinçleriyle bize fark atarlar. Fakat onun dışında benzeşen noktalar çok fazla. Bu filmde de aynı hikayeler mevcut. Hem hikayenin kendisi, hem anlatış tarzı...

Otobüste yaşlılara yer vermeyen gençlere kızanların, kaynanaları tarafından görmezden gelen gelinlerin, evlatları tarafından bayramdan bayrama arananların,  çocuklarını yetersiz bulan babaların çok seveceği ve zaman zaman da duygusallaşacağı bir film...

Tabi iki toplum arasında benzerlik kurarken, Japonların yakın dönemde iki tane atom bombası yediğini, dünyaya hükmetme hayali kurarken en büyük acıyı yaşadıklarını eklemek lazım. Bazı çelişkileri yaşamak için geçerli bir bahaneleri var! Zaten film de savaşın hemen sonrasında geçiyor. Hiroshima'dan Tokyo'ya, hayat mücadelesi veren çocuklarının yanına giden ama o güne kadar şehirlerinden dışarı çıkmamış yaşlı bir çiftten bahsediyor. Kağıt üzerinde ilginç bir hikaye gibi dursa da anlatım moktasında sınıfta kalmış. Filmleri değerlendirirken yapım yıllarını da düşünmek gerekiyor ama burada o konu bile artı getirmez. O yıllarda yapılan çok iyi filmler var; Japonya'da bile...

IMDB'de yüksek noktalarda olmasının nedeni ise herhalde kamera kullanımı. İlginç bir teknik var filmde. İzlerken insanı yoruyor. Hatta yormuyor bile; öyle bakakaldırıyor. Fark yarattığını kabul etmekle beraber çok da işe yaradığını düşünmüyorum. Oyuncuların da usta işi çıkardıklarını söyleyemem.

Normalde Japon yapımlarından (çizgi filmler ve animeler dahil) renkler muazzam kullanılır ve beni de çok etkiler. Bu film siyah - beyaz olunca, benim yakalayacağım bir şey de kalmıyor.

Esasında film 55 dakikada bitse çok iyi olurmuş. Tam da yaşlı çiftin deniz kenarında "Köyümüz şimdi ne güzeldir, hadi dönelim" dedikleri anda bitse ayakta alkışlardım. Fakat mesaj verme kaygısı her şeye yenik düşmüş. Uzadıkça uzamış, yazık olmuş...

Salı, Eylül 4

Çok Yüksek



Moda'dan Kalamış'a bakış...

Çocukluğumdan beri kaç kez bakmışımdır buradan oraya. Çok şirin ve sevimli gelirdi. Hâlâ daha bakınca huzur dolu oluyorum, içim rahatlıyor. Kendimi şanslı addediyorum. Fakat bakış açımı değiştirmem gerekiyor. Bu açıdan bakarsam içim acıyor. Huzur için biraz daha güneye, Adalar'a doğru dönmem lazım.

Çünkü bu manzara bir facia. Yüksek katlı binalar, inşaat araçları. Artık arka taraflar, uzaklar görülmüyor bile. Burası, bizim olmaktan çıktı. Her insan, geçmişi ve bugünü arasında sıkışır ve kavga etmeye başlar. O kavganın merkezi de doğup büyüdüğü yer olur. Biz de onu yaşıyoruz. Dünyadaki her insanın başına gelenden farklı değil. Fakat bundan daha çirkini de çok azdır.

Artık türkü de değişti... Yüksek yüksek evlerin arasında tepe sıkıştırmışlar... Bari en azından, vadedildiği gibi olası İstanbul depreminde ayakta kalsınlar da içimizi çürüttüklerine değsin.

Pazartesi, Eylül 3

Stand by Me



Ünlü oyuncuların ilk halleri, harika bir soundtrack, iyi bir yazarın (King) uyarlaması, iyi bir yönetmen...

Harika zaman geçirmek için harika bir film. Bol bol ergen var. Severim ergenleri ve ergenliği. Çocukluğumda bu tarz "Ergen dostluğu" filmlerini televizyonda çok fazla görürdüm. Bana onları hatırlattı. Onlardan daha da iyi. Herhalde 12 yaş civarı her çocuğa izletilmesi gerek. Seneler sonra, sinema çok değişse, toplum bambaşka bir şeye dönüşse bile...

Cumartesi, Eylül 1

Idi i smotri


Başyapıt...

Film demek haksızlık gibi. Kamera ile kayıt altına alınmış gerçekler. Belgesel bile değil. Çok acayip bir şey!

İzlemeden önce bu kadar etkileneceğimi beklemiyordum. Savaş karşıtı çok film izledim ama bu çok başkaydı. 

O kadar realist bir anlatımı var ki izleyenin psikolojisini bozabilir. Hatta belki yönetmenin de psikolojisini bozmuş olabilir. Yönetmen Elem (filme uygun bir isim) Klimov, 52 yaşında bu filmi çekiyor ve ondan sonra sinemayı bırakıyor. Filmin genç kadın oyuncusu Olga Mironova'nın da tek sinema filmi...

Yani; izlerken her şeye hazır olun.