Pazartesi, Mayıs 30

Nnwom Deede


Son dönemde kısa film izleme alışkanlığı elde ettiğimden bahsetmiştim.

Zincirin şimdilik son halkası Gana'dan geldi. Burada kötü bir tecrübe edindiğimiz için kısa filmlere biraz ara vereceğiz gibi.

Öyleyse neden blogda yer buluyor? Zira Gana ve sinema etiketlerinin yan yana gelmesi hoşuma gidiyor. Bir zenginliktir.

Nnwom Deede yaklaşık 10 dakikalık bir film. 10 yaşındaki bir çocuğun hayatına konuk oluyoruz ve hemen ayrılıyoruz. Az sayıda karakterimiz var ama buna rağmen kimin kim olduğunu ve kimin kiminle ne türden ilişkisi olduğunu kavramak zor. Öykü de vurmadı bizi. Geriye pek bir şey kalmadı yani..

Ama işte kısa filmin güzelliği bu. Hayattan kaybolan sadece 10 dakika. Nelere harcamıyoruz ki bu süreyi? Ya benzer duyguyu 100 dakikalık bir filmin ardından hissetseydik. O zaman yanına, bir de ince bir öfke eklenirdi. Tadında bitti işte..

İnternette filme dair fotoğraf bulmak da zor oldu. Haliyle böyle bir kareyle postu süslüyoruz. Böyle filme, böyle kare...

Cumartesi, Mayıs 28

Demirbaş

TFF 1.Lig'in tek lig haline geldiği 2002-03 sezonundan bu yana birçok takım buraya uğradı. Yukarıdan düşenler, aşağıdan gelenler, bir sene kalıp geri dönenler, dibe kadar düşüp geri çıkarken mola yeri gibi uğrayanlar, bir sezonluk saman alevleri, güçlü şehir takımları, Anadolu'nun güzide ilçeleri ve hatta belediyeler...

Fakat bir tane takım var ki; çıktığı günden beri burada. Buranın demirbaşı oldu. Herkes gitti o kaldı. Onsuz olmuyor. Bu sezon "Acaba gidiyor mu" derken, yine bir yolunu buldu ve ligde kaldı.

Aslında her şey İzmir takımları ile başladı. 2003-04 sezonunda Süper Lig'den düşen Altay ile aşağıdan gelen Karşıyaka burada buluştu. Bu ikili yıllar içinde ligin ev sahibine dönüştü. Altay üst üste beş sezonun dördünde; 2006, 2007, 2009 ve 2010'da play-off oynadı. Hiçbirini kazanamadı. Üçünü son maçta kaybetti  Ve 2011'de küme düştü. 8 sezonluk ev sahipliği o sene sona erdi.

Bayrak o sezon Karşıyaka'ya geçti. 35.5; 2009 ve 2010'da play-off'ta yer aldı ve tabi ki kaybetti. Altay' düştükten bir sene sonra son maçla kümede kalmayı başardı.  Sonrasında orta sıraların gediklisi oldu. Ne play-off gördü, ne küme düşme korkusu yaşadı. Fakat 2015-16'da seri sona erdi. Karşıyaka 13. sezonun sonunda lige veda etti. Bir daha da geri dönemedi. En az iki sezon daha geri dönemeyecek.

Bu sefer yeni demirbaş Gaziantep BB Spor'du. Yani şimdi bilinen adıyla; Gaziantep FK. Gaziantepspor'un pilot takımı olan, şehrin esas büyüğüne genç oyuncu hazırlayan kulübün çıkmak gibi bir derdi de yok gibiydi. Esas plan düşmemek üzerineydi. 

2006-07'de lige merhaba dedi. Altay düşerken altıncı, Karşıyaka düşerken 11. sezonlarını geçirdi. Bu süre içinde 1 puanla (iki kez), 3 puanla (iki kez), 4 puanla ligde kaldıkları oldu.

2010-11'de ilk ikiyi ıskaladılar, play-off finalinde Orduspor'a yenildiler. Şimdi o Orduspor nerelerde oysa?

Karşıyaka'nın düştüğü sezon play-off'a çok yaklaştı ama hayal gerçekleşmedi. Ertesi sezon bir kez daha düşme korkusu. Sonrasında isim değişikliği ve Gaziantepspor'un yerini alma projesi...

13. sezonda play-off finalinde BB Erzurumspor'a penaltılarla yenildi. 2019'da; yani 14 sezonun sonunda penaltılarla Hatayspor'u yenerek 1.Lig'den ayrıldı.

İşte bu noktada bayrak el değiştirdi ve o takımda kalmaya devam ediyor. Boluspor 15. sezonunu da sağ salim atlattı! Artık 16. sezonu bekliyor.

Bu 16 sezonda neler olmadı ki? Daha gelir gelmez play-off finali oynadı. Belki de tarihin en iyi atmosferli play-off'larından birinde, İstanbul'da Eskişehirspor'a rakip oldu. Maçın başında 10 kişi kalınınca kaçınılmaz dram gerçekleşti ve Boluspor 2-0 yenildi.

Ertesi sezon yine play-off, bu sefer Ankara'da Karşıyaka'ya penaltılar sonunda yenildi.

2011 ve 2012'de yedincilikte kaldığı için play-off'u göremedi. 2014'te son maçta Denizlispor'u İskender Alın'ın golüyle 1-0 yenmeseydi küme düşecekti; düşmedi.

2017 ve 2018'de yine play-off görüldü ama orada da finalleri kazanan Göztepe ve Gaziantep engellerine yarı finalde takıldı.

Sıklıkla sezonları 9. veya 10. sırada bitiren takım 2020'de küme düşme korkusunu bir kez daha yaşadı. Üç puanla ligde kaldı ama düşseydi de sezon sonunda ligde kalacaktı. Boşuna stres oldu yani.

Bu sezon puan durumuna bakan, Boluspor'un play-off'u kaçırdığını zanneder. Oysa uzun süre düşme hattındaydı. Gerçi oraların takımı da değildi ama sonuçlar kötüydü. Yine de oradan çıkmayı başardı ve sezonu sekizinci sırada bitirdi.

İnanılmaz bir seri... Bu 16 sezonda kimler oynamadı ki?

Adem Büyük, Emre Kılınç, Umut Meraş, o yılların olması gereken ama olamayanı Ferhat Kiraz, duran top ustası Erdem Özgenç, kaptan kaleci Atacan Öztürk, Şampiyonlar Ligi'nde Borussia Dortmund'a iki gol atacak Prijovic, Arsenal gören Andre Santos, sakatlıklar izin verseydi kulüp tarihine geçebilecek Edim Demir, orta sahanın Gattuso'su Ömer Cuğ, stoperde önce Aytek Aşıkoğlu, sonra Cemil Vatansever, eski Floryalılar Özgürcan Özcan ve Cafercan Aksu ve daha kimler kimler...

Tabi bu 16 sezonda en çok gol atan Rydell Poepon'a ayrı bir paragraf açmak lazım. İlk sezonunda 20, ikinci sezonunda 16 gol atmıştı. Dört sezonda 99 maça çıktı ve önemli bir iz bıraktı.

Zaten Boluspor lige bir iz bıraktı. Hatta bir izden daha fazlası. Kalıcı bir esere dönüştü. Dahada burada durmaya devam edecek gibi.

Bu arada eğer Boluspor'a bir şey olursa, bayrak Altınordu'ya geçecek. Sekiz sezonu tamamladı, dokuza girecek. Bu sekiz sezonun dördünce yedinci olması, birince play-off görüp Süer Lig'i son anda kaybetmesi de Seyit Mehmet Özkan'ın tarihe geçen "Neredeyse Süper Lig'e çıkıyorduk, Allah korudu" sözünü doğrulatıyor gibi.

Cuma, Mayıs 27

Symphony of the Wild

 


Çok iyi görüntüler

Kaliteli müzikler

Kusursuz tabiat

Sevimli hayvanlar

Sıkıcı ve uyutan bir içerik... Gündüz uykusu için birebir...

Perşembe, Mayıs 26

Kupa Finali İçin Birkaç İstatistik

 

Kayserispor tarihinde ikinci kez final oynayacak. İlk ve tek finalini 2008 yılında oynamış, bir başka Anadolu takımı Gençlerbirliği'ni penaltılarla yenerek kupaya uzanmıştı.

Sivasspor ise tarihinin ilk Türkiye Kupası finaline çıkacak.

2008'deki Kayserispor - Gençlerbirliği maçının 0-0 bittiğini düşünürsek; iki takımın da henüz finallerde golü yok.

Dört büyük takımın taraf olmadığı 11. final...

Aynı zamanda bir İstanbul, Ankara ve İzmir takımının olmadığı 6. final. Trabzonspor'u da devre dışı bırakırsak, bu dörtlü dışında oynanan 3. final olacak.

Atatürk Olimpiyat Stadı daha önce 3 kez finallere ev sahipliği yaptı. Bu üç finalde toplam 12 gol atıldı.

2007 yılından sonra oynanan finallerde kazananlar ya normal sürede ya penaltılarla belli oldu. Yani uzatma sonunda kazanan olmadı. 2007'deki finalde bir diğer Kayseri ekibi Erciyesspor, Beşiktaş'a 101.dakikada yediği golle mağlup oldu.

Son altı finalde atılan 14 golün sadece birini Türkiye doğumlu bir futbolcu kaydetti. O da Abdülkadir Ömür'dü.

Sivasspor kupayı kazanırsa, Rıza Çalımbay takımını üst üste üçüncü sezonda Avrupa kupasına taşımış olacak. Bunu bir Anadolu takımı ile başaran sadece iki isim var. Adnan Süvari (Göztepe) ve Ertuğrul Sağlam (Bursaspor)

Hikmet Karaman bu kupayı daha önce kazanmıştı. 2002'deki finalde (20 sene önce)  Kocaelispor, Beşiktaş'ı Cihan Haspolatlı, Lazarov, Kaan Dobra ve Serdar Topraktepe'nin golleriyle 4-0 yenmişti. Rıza Çalımbay'ın ise henüz kupası yok...

İki takım daha önce kupada üç kez eşleşti. Beş maç yaptılar. Sivasspor normal sürede bu maçların hiçbirini kazanamadı ama 2014-15'te penaltılara kalan maçta turlamayı başardı.

Çarşamba, Mayıs 25

Dimmi che destino avrò

Belgesel ile kurgu arasında sıkışmış; temposu ve hikayesi de tekleyerek ilerleyen güzel olmayan ama kötü olmasını da kabullenmek istemediğimiz arada kalmış bir film.

Son dönemde göçmenlik teması üzerine çok fazla film izledim. İtalyanlar da bu konuda oldukça üretken. Fakat sinemasını beğendiğim İtalya, konu göçmenlik olunca gerekli sertliği ve heyecanı veremiyor filmlerinde. Bunu Terraferma'da da gözlemlemiştik.

Bu filmin farkı ise daha çok gelenleri değil kalanları anlatmasıydı. Entegrasyon problemini İtalya'daki Boşnak toplumu üzerinden anlatan film zaman zaman bizi duygulandırsa da, izledikten sonra zihnimizde pek bir şey bırakmıyor.

80 dakika sürmesi önemli bir artı, zira daha fazlası olumsuz yorumları arttırabilirdi. Başroldeki Salvatore Cantalupo ise filmin en başarılı ismi.



Kim Gelsin #2022


 

İki senede bir yazabildiğimiz seriyi, bu sene son günde de olsa yetiştirebildik.

1.Lig'in play-off'ları başlıyor. Üst taraftan düşenler belli, gelen ilk ikili belli. Önümüzdeki sezonun kadrosunu tamamlayacak son takım da önümüzdeki günlerde belli olacak. Peki biz bu maçları izlerken hangi takımı tutacağız? Hangisi Süper Lig'i şenlendirsin?

Aslında dört takımdan sadece birine çok olumsuz bakıyoruz. 2018'de yazdığımız gibi; belediye destekli BB Erzurumspor bize hoş gelmiyor. Şehrin toplumsal yapısı, Süper Lig için zor deplasman olması (aslında bu iyi bir özellik ama bari zeminler düzgün olsun), son dönemde asansör takım olarak devamlı tat kaçırması ve tabi savunma tandeminde Aykut Demir - MustafaYumlu ikilisine yer vermesi, bizi Doğu Anadolu ekibinden soğutuyor.

Yani önceliğimiz BB Erzurumspor gelmesin! 2018'de çıktı, 2019'da düştü, 2020'de çıktı, 2021'de düştü... Bu sıralamaya göre yine çıkması gerekiyor ama yukarıda iki şans bulup da kalıcı olamayan takımın da biraz burnu sürtülmeli sanki.

Diğer üç takım arasındaki kararımızı ise takımların sempatikliği değil, diğer etkenler belirliyor. İstanbulspor'u da Eyüpspor'u da; Bandırmaspor'a kıyasla daha çok severim. Öncelikle şehrimizin takımları. Tamam; şehrimizin tek takımı değiller ve onların taraftarları arasında sayılmayız. Fakat onları destekleyen çok tanıdığımız, çok arkadaşımız var. Hatta benim de zamanında Eyüpspor forması ile çıktığım Youtube yayınları bile mevcut. Yani evimde forması olan bir kulüp Eyüpspor.

Fakat serinin daha önceki yazılarında da belirttiğim gibi; üst üste lig atlayan takımları pek sevmiyorum. Daha doğrusu biraz sıra beklesin, önce bir play-off yenilgisi yaşasın isterim. Eyüpspor da 1.Lig'deki ilk senesinde hemen çıksın istemem.

Bir de İstanbul takımları sayısı sorunu var. Önümüzdeki sezon 7 İstanbul kulübünün Süper Lig'de boy göstereceği garanti. Eyüpspor da gelirse bu rakam 8 olacak. Ligin neredeyse yarısı... Gerek var mı aynı şehirden bu kadar takıma emin olamıyorum. Bir zamanlar hayalimiz İstanbul'un semt takımları arasındaki bir ligdi ama o lig; Süper Lig değildi. Üstelik üç büyükler ve proje kulüpleri Başakşehir ve Ümraniyespor o dilediğimiz organizasyonu bozuyor. 

Benzer sorun İstanbulspor için de geçerli. Fakat onları Eyüpspor'un bir adım önüne yazıyorum. Zira bu ligde gerekli zamanı geçirdiler. Üstelik yaklaşık 3-4 sezondur istikrarlı bir şekilde ligin en iyi top oynayan takımı oldular. Hocalar değişti ama oyun anlayışları değişmedi. İbrahim Yılmaz, Ethemi ve tabi ki Rroca'yı izlemek çok keyifli. Açıkçası hiç falsoları yok; tek sıkıntı yeni bir İstanbul takımı eklemeleri... Keşke Ümraniyespor yerine İstanbulspor direkt çıksaydı...

Gerçi yeri gelmişken Ümraniyespor'a da saygımızı sunmamız lazım. Recep Uçar yönetiminde ligi domine ettiler. 1.5 senedir gelişerek ilerliyorlardı. Uçar, Abdullah Avcı'nın eski yardımcılarındandı. Eyüpspor da sezona Zafer Turan ile girmişti. O da Avcı'nın eski yardımcısıydı. Ne yazık ki son bölümde panik havasına girdiler ve Turan ile yolları ayırdılar. Önce Hamza Hamzaoğlu, sonra da İbrahim Üzülmez geldi. Zafer Turan ile devam etmeye cesaret gösterememiş olmaları da onları İstanbulspor'un arkasında bırakan bir diğer neden...

Üç takımın hali böyle olunca doğal olarak gönlümüzün ilk sırasına Bandırmaspor yerleşiyor. Öncelikle İstanbul kulübü değiller. Son yılları da tutkulu, heyecanlı, aksiyonlu geçirdiler. Kazandıklar, kaybettiler, güldüler, ağladılar...

2010'da 3.Lig'deydiler. 2011'de 2.Lig play-off'larını finalde kaybettiler. 

2012, 2014, 2015'te yine play-off'ta yer aldılar ama final göremeden elendiler.

2016'da bir kez daha play-off; ama bu sefer Gümüşhanespor'u finalde yenerek 1.Lig'e yükseldiler. 2017'de ise hemen küme düştüler. 2018'de bir play-off hüznü daha...

2020'de Bandırmaspor grup lideriyken pandemi çıktı ve lig  sona erdirildi. Bandırmaspor da 1.Lig'e öyle yükseldi. Aslında tasvip ettiğimiz bir ödüllendirme değildi. Belki bu sezon başka bir dörtlünün içinde olsaydı, tercihimiz sırf bu nedenden dolayı başka bir takım olabilirdi. Fakat Bandırmaspor'un 2.Lig'de kaybettikleri play-off'lar, kararımızı vermeden önce vicdanımızı rahatlatıyor.

Öte yandan ezeli rakip Balıkesirspor'un küme düştüğü sezon Bandırmaspor'un 1.Lig'e çıkması da ilginç olur. Geçen sezon ciddi para harcayıp hayal kırıklığı yaratmışlardı. Bu sezon daha mütevazı kadro ile iyi futbol oynadılar. İlk ikiyi bile yakalayabilirlerdi ama üçüncülük de sezon öncesinde tahmin edilemeyen bir nokta. Bu arada play-off'larda üçüncülerin pek başarılı olamadığını da biliyoruz. Ayrıca kadro kalitesi açısından da bu dörtlünün en zayıf takımı Bandırmaspor.... Şöyle bir istatistik verelim; Bandırmaspor sezonu ilk altı sırada bitiren beş takımla oynadığı 10 maçın sadece ikisini kazanabildi.

Bandırmaspor, yarı finalde Eyüpspor ile karşılaşacak.  Rusya-Ukrayna savaşının Eyüpspor'a hediyesi olan Gerson Rodrigues eşleşmenin ve hatta tüm play-off'un gidişatını değiştirebilir. Sezon içinde oynanan iki maçta, henüz Gerson yokken kazanan Eyüpspor'du. 

Diğer eşleşmede de her iki maçı kazanan BB Erzurumspor olmuştu.

Bu arada Bandırmaspor ve Eyüpspor daha önce Süper Lig göremediler. Bu iki takımdan biri bileti kazanırsa, Süper Lig tarihindeki 74. takım olacak.

KİM GELSİN 2018

KİM GELSİN 2020

Salı, Mayıs 24

Miss Nobody

 


Aslında ilgi çekici bir konusu olan filmdi. Fakat hayal kırıklığına uğrattı. Gerçi beklentilerimiz de büyük değildi. En azından IMDB puanına göz atınca, şahane bir filmle karşılaşmayacağımıza ikna olmuştuk. Ama zaten bugüne kadar düşük puanlı güzel filmlere az denk gelmedik. O nedenle bir şans verdik.

Zira konu ilgi çekiciydi. İş yerinde silik, sessiz bir sekreter olan Sarah Jane, yavaş yavaş yükselmeye başlar. Zira kendisi, kusursuz bir seri katil olduğunun farkına varır.

Bu hikayenin komedi ile soslandığı, filmin tanıtım yazılarında yer alıyordu. Fakat o mizahı pek göremedik. Heyecanlı başlayan hikayemiz de, ikinci yarıda rutine ve tekrara bağlamaya başladığından sıkıcı hale geldi.

Haliyle tavsiye etmesi zor. Sıkıcı bir öğleden sonrada 90 dakika zaman öldürmek için denenir. Fakat daha fazlası beklenmez.

Pazar, Mayıs 22

Lerd

Türkçe'ye İnatçı Bir Adam olarak çevrilen filmin, Batı ülkelerindeki afişlerinde de benzer isimler yer alıyor. Oysa Lerd filmin orijinal aldı. Bu da Türkçe 'tortu' demek.

Filmin konusundan ziyade, sonunu ve sonunda hissedeceğiniz tadı çok iyi anlatan bir isim. Diğerleri biraz daha konu odaklı isimler olmuş. Evet filmde inatçı bir adamı izliyoruz. İdeallerine yenik düşmemek için şehirden taşraya göç eden Reza'nın ailesi ile beraber yaşadığı ayakta kalma savaşını izliyoruz. 

Nihayetinde onu bambaşka birine dönüşürken görüyoruz. Aslında o inatçı adamın inadının kırılmasını izliyoruz. Hem bireye odaklanan hem de toplumun fotoğrafını çeken, izleyiciye sert davranan, ona ümit vermeyen ama alan bırakmayan bir film. 

Fakat sonunda seyirci; kafasında sorularla koltuktan kalkar. Reza'nın inadının kırılması iyi bir sonuca neden oldu mu? Bunu ne filmde anlarız, ne de filmi izledikten sonra kafada oluşan düşüncelerin sonucunda bir cevap bulabiliriz.

Ben en azından bulamadım. Fakat her zaman dediğim gibi; kafada soru işaretleri oluşturan ve en çok da 'ben olsam ne yapardım' sorusunu sorduran filmler baştacıdır. İran sineması bunu ilk kez yaptırmıyor. Yakın zamanda Ghaedeye tasadof da benzer hisler yaratmıştı. 

Filmin yönetmeni ve senaristi Mohammad Rasoulof, rejim muhalifi olduğu için ülkesi dışında yaşayan, ülkesinde tutuklanan, pasaportuna el konulan, sinema yasağına bile çarptırılan ve daha birçok badireyi yaşayan bir sanatçı. Belki de bu anlamda karakteri Reza ile arasında benzerlikler olabilir. İsmini duymuştum ama ilk defa bir filmini izledim. "Geçer not aldı" az gelir. Hemen akabinde bir filmini daha izledim. onu da yakın zamanda blog'da paylaşırız.

İran sineması diyoruz ama Türkiye için de gerekli referanslar mevcut. Doğrudan şaşmamak için direnen sıradan insanın, sıradan hayatında üstüne binen yüklere; toplumun, devletin ve ikisinin kurduğu çarkın hareketine her geçen gün daha da güçsüzleşerek ve yalnızlaşarak nasıl cevap vereceğini bulamaması, tek bir ülkenin sorunu değil bugünlerde. Haliyle Reza ile bağ kurmak çok kolay. Film bizi çok çabuk içine çekiyor.

Diğer yandan İran sosyal hayatının farklılıklarını da bir kez daha sinema aracılığıyla görebiliyoruz. Bize mesafe olarak da çok yakın olan ama şehir ve köy yaşantısında neler olduğunu bilemediğimiz bu kapalı ülkeyi en iyi sineması sayesinde anlamaya çalışıyoruz. Bu açıdan da tatmin edici bir film.

"Bu memlekette ya zalimsin ya mazlum. Başka bir seçeneğin yok" repliği ise önce filmin mottosu olarak gözüküyor. Sonra o memleketin İran'dan daha geniş bir coğrafyaya hakim olduğunu idrak ediyoruz. Reza, rızasının dışına çıkmak zorunda kalıyor. Birey, başka bireylerle ve toplumla çatıştığını zannederken bir anda kendisiyle savaştığını anlıyor. Bunu Reza'dan başkaları da yapıyor. Biz filmi izliyoruz ama sadece Reza'nın hikayesini izlemiyoruz. 

Çok güçlü bir film. Ve şu soruyu ömür bitene kadar bırakacak içimize;

Zalim mi olacaksın mazlum mu? 

Cumartesi, Mayıs 21

Finallerin Balık Takımı

Federasyon kupalarında sürprizleri severiz.

Bu sene de Portekiz Kupası'nda bir sürpriz var. Şampiyon Porto, ligden düşen Tondela ile karşılaşacak. Favori tabi ki Porto; ligdeki iki maçta rakiplerine 7-1'lik bir üstünlük kurdular. Ayrıca Tondela'nın 2015'te lige yükselmesinden  bu yana oynadıkları 15 maçta sadece bir kez kaybettiler, bir kez de berabere kaldılar. Geri kalan 13 maçta da Porto galibiyeti...

Yine de buradan bir Tondela galibiyeti çıksa fena olmaz. Aslında bu sene kötü de top oynamadılar ama beceriksizlik skoru almalarını engelledi. Sonunda da küme düştüler. Buna rağmen 30.000 nüfusa, 5000 kişilik stada sahip ufak bir şehrin takımı gelip kupayı alsa fena mı olur? Bu sayede önümüzdeki sezon Avrupa Ligi'nde de yer alırlar.  2.Lig'de oynarken Avrupa kupası maçına çıkmak... Tabi tarihlerindeki ilk finali kazanmış olmaları da cabası...

Tamam; bu romantik hikayeleri geçelim. Tarih ve form durumu Porto diyor zaten. Mavi-beyazlılar finali kazanırsa, 18. kez kupayı müzesine götürecek. Bu da Sporting'i geçeceği anlamına geliyor. Fakat 26 zaferli Benfica'ya uzak durmaya devam edecek.

Porto; Sporting ve Benfica kadar köklü bir başarı geleneğine sahip değil zaten. O nedenle bu tip istatistiklerde geride olması normal. 1930-1980 arasındaki 50 yılda sadece 7 lig 4 kupa şampiyonluğu bulunuyor. Her şey 1982'de Jorge Nuno Pinto da Costa'nın başkan olmasıyla değişti. Kendisi halen koltukta oturuyor ve Porto kupa kazanmaya devam ediyor.

Asıl konumuz bunlar değil. Porto 17 kere kupayı kazandı ama finallerde çoğunlukla karşısında Sporting ve Benfica olmadı. Tıpkı bu sene olduğu gibi. 

İlk kupasını aldığında rakip Torreense'ydi. İkincisinde Benfica oldu. Ama sonrasında sırasıyla Setubal, Braga, Rio Ave, Guimaraes, Beira Mar'ı yendi. 1994'ten sonra  iki kez, Sporting'i yenerek kupaya uzandı Fakat sonrasnda yine, Braga, Maritimo, Leiria, Setubal, Paços de Ferreira, Chaves ve Guimaraes finalleri ile koleksiyonu çoğalttı.

9 senelik hasret 2020'de Benfica'yı yenerek sona erdiğinde aynı zamanda 62 yıl aradan sonra finalde Benfica'yı mağlup etmiş oldu.

Yani 17 kupa zaferinin ikisinde Sporting, ikisinde Benfica galibiyeti var. 17'de dört. Büyük ihtimalle 18 olacak ve diğer rakam yine dörtte kalacak. Avrupa'da başka bir örneği yoktur herhalde. Kupalara ambargo koyan üç takımdan birinin, diğer ikisini karşısına almadan müzeyi zenginleştirmesi....

Tabi ki birçok sezonda yarı finallerde ve önceki turlarda Porto'nun ezeli rakiplerini elediğini gördük. Daha bu sezon; yarı finalde Sporting'i iki maçta yenerek turladı Porto. Fakat nasıl derbilerin favorisi olmazsa, finallerin de havası başka olur. İşte o hava Porto'ya pek yaramıyor herhalde.

Zira diğer yandan bakına Porto; Sporting'e 3, Benfica'ya ise tam 8 final kaybetti. Bu da işin bir diğer boyutu.

Öte yandan Porto tarihinde 9 kere duble yaptı. 10. için gün sayıyor adeta. Ne kadar evimizin bir köşesinde Porto atkısı olsa da, gönlümüz düşenin yanında. Tondela, zoru başarır inşallah...

Cuma, Mayıs 20

Dos Mujeres y una Vaca

 


Rosana, gelini Hermelinda ile beraber ıssız bir köyün yoksul bir evinde yaşarlar. İkilinin birbirlerini pek sevmediğini anlarız ama yoksulluk, zorluklar, kadın başınalık ikiliyi bir dayanışma içine sokar.

Kadın başınalardır; zira birinin kocası diğerinin oğlu olan Pastor uzaklardadır. Bir gün Pastor'dan bir mektup gelir. Fakat ikisi de okuma yazma bilmemektedir. Postacı da mektubu verip gitmiştir. Köyde mektubu okuyacak kimse yoktur. Hamile olan Hermelinda'nın yoğun baskısıyla en yakın köye gitmeye karar verirler. Yanlarına ineklerini de alırlar...

Sıcak bir yol hikayesi gibi başlayan ve öyle devam edeceğini düşündüğümüz film, sonrasında yıllara yayılan Kolombiya iç savaşının binlerce trajik öyküsünden biri olarak devam eder.

Filmdeki temponun ve gerilimin her geçen sürede yavaş yavaş artması takdir edilesiydi. Keşke Kolombiya siyaseti hakkında daha çok bilgim olsaydı. Bunu izlediğim az sayıdaki tüm Kolombiya filmleri için söylüyorum. Zira Kolombiya sineması bu olgu üzerinden kendini şekillendiriyor. Pariente ve Roa da böyleydi. 

Tabi sadece ülkenin trajik sorunlarına değinen bir film değildir. Yukarıda bahsettiğimiz iki kadın, birbirlerine ait sırları da öğrenirler. Hayatlarının en zor anlarında bir iç hesaplaşmaya girerler. Yani film hemen her tarza bürünebilen, politik, psikolojik, gerilim, hatta yol filmine dair uğrayan bir bukalemun halini alır. Bu çeşitlilik bir salçalaşma durumu da getirmez. Her şey tadında kalır.

Filmin yönetmeni ve senaristi Efrain Bahamon, senaryo eğitimi alıp birçok dizi senaryosunda kalem sallasa da ilk defa uzun metrajlı bir filmin senaryosunu yazıyor ve ilk defa bir film yönetiyor. Bence altından da kalkıyor. Eksikleri olsa da tatmin edici bir seviyeyi yakalıyor.

Keşke genel kültürümüz daha yüksek olsaydı da daha iyi sindirebilseydik ama bu haliyle (bizim halimizle) de yeter...

Perşembe, Mayıs 19

Senciyiz


İspanya'da doğdu, çocuk yaşta ailesiyle Fransa'ya göçtü. Bir Fransızla evlendi. Ülkesinde "Fransız", Fransızlar için "İspanyol"du.

Bisiklet kariyeri tarihin en iyisi Eddy Mercx ile aynı döneme geldi. Mercx kazanırken, o kaybetti.

1971'de Fransa Bisiklet Turu'nda üstündeki sarı mayoyla kaza geçirdi ve şampiyonluğu kaptırdı.

1973'te Fransa Bisiklet Turu'nda yola giren bir köpeğe çarparak düştü.

İki kere trafik kazası geçirdi.

Karaciğer kanseri teşhisi kondu.

Babasını 50 yaşında öldüren hepatite yakalandı.

Hayatının son döneminde maddi krize girdiği söylendi.

Bir 19 Mayıs günü, 50 yaşına girmeden tek kurşunla intihar etti.


"Kaybettiklerim, kazandıklarımdan her zaman daha önemli olacak"
Luis Ocana

"Yarış sırasında bir kaza olduğunda herkes bunun Luis'i bulduğunu ve düşürdüğünü bilirdi."
Bernard Thevenet

"O kaybetmeye yazgılı doğmuştu"
Jean Marie LeBlanc

Çarşamba, Mayıs 18

Max



Max ismindeki onlarca filmden biri. Ve çoğunda olduğu gibi, adını başroldeki karakterden alıyor.

Max, ufak bir çocuk. Annesi ölmüştür ve babasıyla yaşamaktadır. Baba ise; serseri bir hayat sürmektedir. Parasızdır ve küçük hırsızlıklar, dolandırıcılıklar yaparak hayatını sürdürmeye çalışır.

Bir gece babası ile tartışan Max evden kaçar, devamında sokakta kaybolur ve oturduğu bir otobüs durağında bir hayat kadını ile karşılaşır. Tabi ki kadının mesleğini anlayacak yaşta değildir Fakat tanıştığı sempatik ablayı çok sever ve ilerleyen günlerde onu babasıyla yakınlaştırmak için uğraşır.

İki film arasında gidip geldiğim bir gündü. Ya çok daha sıradan bir savaş filmini izleyecektim (o kadar vasat duruyordu ki, şu an adını bile unuttum) ya da 80 dakika süren bu hafif komedilik çıtırlık filmi izleyecektim. 

İlk baştaki market soygunu sahnesi beni kandırmaya yetti. Onun etkisiyle Max'ı seçtim ve çok da pişman olmadım. Çok iyi bir film değildi ama zaten beklentilerim düşüktü. Batı sinemasının çocuk oyuncudan maksimum verim alabilme becerisine yine hayran oldum. Baba rolündeki Joey Starr da filmin komedi gücünü yukarıya çıkarak bir performans sergilemiş. Yine de tavsiye edeceğim bir film değil ama denk gelinirse kaçacak kadar kötü de sayılmaz.

Yönetmen ve senaryo kısmında Stephanie Murat isimli bir şahsın adı var. Acaba Türk asıllı mıdır? Kendisini tanımıyoruz. Birkaç filmine baktım, genelde çocuk karakterleri anlattığı hikayeler mevcut. Bundan sonra çok denk geleceğimi sanmıyorum ama onun ismi bir şekilde hafızaya girdi.


Salı, Mayıs 17

Sezonun 11'i

 


Hazır ligin son haftası gelmişken yılın 11'ini kuralım.

Öncelikle bu tip konular için hazırlanan görselleri nereden buluyorsunuz bilmiyorum. Twitter'da çok yaygın bu işler ama ben biraz uzağım. Neyse ki Sporx'te böyle bir uygulama varmış. Oradan aldık görseli.

Kadroyu kurarken beklediğimden daha çok zorlandım. Zira birçok oyuncu için içim rahat etmedi. Eskiden bu tip takımları kurarken "en iyi" olmayı hak eden performanslar sıklıkla önümüze düşer ve kafamızı kurcalardı. Şimdi  ise, başka sezonlarda aday olamayacak performanslar kadroya girmeye hak kazandı. Girenleri suçlayacak değiliz ama geri kalanlar maalesef çıtanın düşmesine neden oldu.

Ayrıca eskiden bu tip kadrolarda genelde 4-2-3-1'i tercih ederdim. Zira ligin en yaygın sistemiydi. Artık o kadar yaygın değil ama yine en çok kullanılan sistem. Fakat merkez orta sahaların, biraz daha oyunun merkezinde olmasını tercih ettim. 4-2-3-1 tercih etseydim bu üçlü uyumlu olmayabilirdi.

Zaten üçlü savunmada giderek ligimizde değer kazanınca, orta sahalar benzer kurgularla çıkacak. Ben dörtlü savunmadan vazgeçmedim. Zira yılın en iyilerini belirlerken üç tane iyi stoper seçmeye de gerek yok. Orta sahayı üçledim ama daha önce yazdığım gibi 6-8 ayrımına girmedim. Merkez orta saha oynayabilecek oyuncular her pozisyonun hakkını vermeliler. Kısacası 4-3-3'ü tercih ettik.

O zaman kadromuzdaki oyuncuları kısaca tanıtalım:

Uğurcan Çakır: Kesinlikle en iyi kaleci performansı ona aitti. Hatta belki de ilk 11'de, kendi mevkisindeki meslektaşlarına en büyük farkı açan oydu. Üstelik Altay, Ersin gibi iyi sezon geçiren rakipleri de vardı. Fakat Trabzonspor'ın şampiyonluk serüveninin rahat geçmesinde Uğurcan'ın payı çok fazlaydı. Puan farkının açıldığı dönemde birçok maçın Trabzonspor'a dönmesini tek başına sağladı. Şampiyonluk maçında penaltı kurtardı. Daha doğrusu partiyi kurtardı!

Bruno Peres: Bruno Peres sezona iyi başladı. Sonra o performansını düşmeye başladı. Yaş faktörü de önemli tabi. Temposu giderek azaldı. Fakat ona yaklaşan bir sağ bek de çıkmadı. Osayi'yi çok beğendik ama sezonun tamamına damga vuramadı. Üstelik esas mevkisi olmadığı için bazı eksiklerini görmezden geldik; aslında defoları da vardı. Rosier geçen sezonun performansından uzaktı. Galatasaray'ın bekleri zaten büyük sıkıntıydı. Skubic'in de daha iyi sezonları olmuştu. Belki Bünyamin Balcı'yı övebilirdik. 2 gol ve 3 asist, 21 yaş için fena değil. Fakat savunmada bazı sıkıntıları vardı. Bruno Peres hem önde ama esas olarak bir bek için geride; belli bir standartın altına düşmeyerek ödülünü kaptı.

Kim Min-Jae: Vitor Pereria'nın transferi Kim sezona damga vuran isimlerden biriydi. Sezon başında Szalai ile iyi bir ikili olmuşlardı. Fakat bu yolda vurulup düşen Szalai olurken, Kim yorulmayan stoper olarak yoluna devam etti. Uzun uzun anlatmaya gerek yok. 25 yaşında olduğuna göre, belki de ligimizde çok fazla izlemeyiz.

Marcao: Marcao'yu da uzun uzun anlatmaya gerek yok. Zaten bu ikili, performanslarıyla buraya gözü kapalı girmeyi hak ettiler. Marcao'nun sezon başında Kerem ile kavgası ve sekiz maç ceza alması oyuncuyu pek etkilemedi ama Galatasaray'ın canı fena yandı. Galatasaray o sekiz maçta 10 puan kaybetti, 12 gol yedi. Marcao ceza almasaydı bu rakamların daha düşük olacağı aşikar. Bu da onun ne kadar sağlam bir stoper olduğunu kanıtıydı.

Guilherme: Guilherme, 2.5 sezondur Konyaspor'da. Artık 31 yaşına geldi. Daha önce hiç sivrilmemişti. Aslında bu sezon da sivrilmedi. Fakat ligin sol bek sorunu, onun önünü açtı. Onunla yarışabilecek tek oyuncu belki de Ferdi'ydi. Fakat o da ilk defa bu sezon bek oynadı. Rıdvan Yılmaz'a kendi hocaları bile çok fazla güvenmedi. Guilherme ise tüm maçlarda oynadı, 3 gol ve 5 asist katkısı verdi. Tarihinin en iyi sezonunu yaşayan Konyaspor'un çıkışında büyük pay sahibiydi.

Miguel Crespo: Vitor Pereira'nın kendisi ülkede kalamadı ama yılın takımın iki oyuncu sokmasını bildi. Crespo'nun değerini Fenerbahçeliler sezon başında anlasaydı; Gustavo ve Sosa ile hatta Mesut ile zaman kaybetmeseydi; Rıdvan Dilmen Crespo'yı yerden yere vurmasaydı belki de çok farklı bir sezon izleyebilirdik. Fakat kulüp içinde yaşananlar Crespo'nun oyun gücünden bir şey kaybettirmez. Zaten mücadelesi üst düzeydi. Fenerbahçe orta sahasını ayakta tuttu. Sezon başında onu anlatanlar bu özelliklerinden bahsediyordu. Buna ek olarak yeri geldiğinde hücumda da taşın altına elini koydu. Konyaspor maçında Pelkas'a yaptığı asisti öyle her orta saha yapamaz. Galatasaray'a deplasmanda attığı gol ise onu zaten unutulmazlar arasına yazdıracak.

Amir Hadziahmedovic: Ligin en hakkı verilmeyen oyuncusu olabilir. Büyük ihtimalle bu dönemde karşınıza çıkan yılın takımlarında kendisini pek görmeyeceksiniz. Fakat bence sezonun en faydalı oyuncularındandı. Bir oyuncu takımdaki her görevi yapar mı? O da geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajda, bu özelliğini Aykut Kocaman'a borçlu olduğunu açıkladı. Adı transfer listelerine girdi bile...

Marek Hamsik: Orta sahanın üçüncüsü Siopis de olabilirdi  belki ama kendisi sık sık (özellikle sezon başında) yabancı sınırına takıldı. Hamsik ise sakatlandığı dönemde ne kadar önemli bir oyuncu olduğunu gösterdi. Açıkçası ben onun buraya emekli maaşı için gelen yabancılardan biri olduğunu düşünmüştüm. Yoksa Çin ve Göteborg sonrası Trabzonspor'da nasıl oynayacaktı? Vallahi oynadı adam! Hem de öyle eli belinde yıldızlar gibi değil, baya takımın kaptanı, lideri gibiydi. Kalite...

Antonhy Nwakaeme: Kerem; üzgünüm! Eğer Avrupa Ligi performansını da eklesek belki seni buraya yazabilirdik ama iş sadece Süper Lig olunca Nwakaeme organizasyonun ağası gibi kaldı. Bu sezon sol tarafı domine etti. 11 gol ve 10 asist, muazzam rakamlar. Kerem'in 3 asistte kalması bile bir gösterge olabilir. Kerem, Harry Potter olabilir ama esas büyücü bu adam...

Jackson Muleka: Normalde sezona devre arasında transfer olan oyuncuları sezon 11'ine katmam. Fakat Muleka'ya kayıtsız kalmak mümkün değil. Adam yarım devrede gol kralı olacaktı neredeyse. Sıklıkla en önde oynadığın farkındayım ama zaman zaman sola geçerek önüne Umut'u da aldığı oldu. Bu kadroda da önüne iyi bir santrfor alarak, onu sola çekmemiz mümkün olabilirdi. Biz de öyle yaptık.

Andreas Cornelius: Fakat iyi bir santrfor bulmak da kolay olmadı. Umut Bozok, iyi bir sezon geçirdi ama Muleka'dan sonra yedeğe düştü. Pesic ikinci yarıda düştü. El Kaabi, son iki ayda sessiz kaldı. Serdar Dursun'a sezonun ilk yarısında kendi takımı haksızlık etti. Fakat Cornelius, sezonun her döneminde sahadaydı ve belli bir seviyede oynadı. Galatasaray ve Beşiktaş'a goller attı, Fenerbahçe maçında penaltı yaptırdı. Büyük maçlarda da sahnedeydi, diğer karşılaşmalarda da kilidi açtı. Attığı 15 golün 10'unda takımı ya yenikti ya da maçlar berabereydi. Şampiyonluğu geldiği Antalyaspor maçında olduğu gibi, sezonun kilidini çözdü belki de...

Pazartesi, Mayıs 16

Conducta

 


Küba'dan filmlere aşina değiliz. Küba'dan çıkan sistem eleştirisine ise hiç şahit olmamıştık.

Conducta bu açığımızı kapatıyor. Tabi ki filmi bizim için hazırlamamış yönetmen ve senarist Ernesto Daranas. Kendi ülkesinde ödüller alması, ülkedeki muhalefete güç vermiş olsa gerek. Bu anlamda 1961 doğumlu Ernesto'dan böyle bir film çıkması başlı başına şaşırtıcı olabilir.

Tabi ki Küba'da sistemin kanadığı yerleri son dönemde sıkça görüyoruz. Başı sağlık çekiyor. Devlet içindeki çürüme de bunlardan biri. Bu filmde ise eğitime odaklanıyoruz.

Babasını tanımayan, uyuşturucu bağımlısı annesiyle yaşayan Chala, zor bir hayat yaşamaktadır. Okuldaki diğer arkadaşları da benzer problemlerle (göçmen, evsiz, babası hapiste) büyümektedir. Öğretmenler ise ikiye ayrılır. Bazıları sadece kendisine verilen görevi yerine getirir, bazıları da idealist davranır. O idealist öğretmenlerden Carmela ile Chala arasında kurulan bağ öykümüzün merkezinde yer alıyor.

Chala hayatının başındadır, Carmela ise emekliliği gelmesine rağmen mesleğine devam edmektedir. İkisi de birbirlerine omuz verirler. İşte burada sistem eleştirisi yapan filmlerin kırılma noktası devreye girer. Kuru bir fotoğraf çekerek, muhalif sıfatına uygun görevinizi yerinize mi getireceksiniz; yoksa bir yol inşasına mı gireceksiniz?

1961 doğumlu Ernesto Daranas, inşayı tercih edenlerden. Toplumdaki her bireyin, tıkanmış sisteme direnmek için yapabileceği eylemleri ve rolleri olduğunu gösteriyor. Bu noktada Carmela'yı önümüze güçlü bir rol modeli olarak sunuyor.

Sinematografisi, özellikle çocuk oyuncuların başarısı (daha önce hiç oyunculuk deneyimi olmayan) ve müzikleri oldukça başarılı. Konu belki çok yavan gelebilir. Zira benzerlerini çok izledik. Farklı olan bunun Küba'dan çıkmasıydı. Diğer taraftan ben böyle filmler izlemeyi seviyorum. Ergenler, onlara yön veren idealist isimler, bir şekilde hayat mücadelesine devam eden karakterler. Bu birlikteliğin benim nazarımda her zaman gideri vardır. Conducta da beni yanıltmadı.

"En kötü efendiler, en iyi hizmetkarlardan çıkar" sözü ise bize bu filmden kalan en büyük miras...

Cumartesi, Mayıs 14

Je Pourrais Etre Votre Grand-mère

 


Geçtiğimiz haftalarda izlediğim birkaç kısa filmden bahsetmiş ve yazının bir bölümünde en beğendiğim filmi ayırdığımı, onu daha sonra ayrıca yazacağımı belirtmiştim.

İşte o film buydu: Je Pourrais Etre Votre Grand-mere

19 dakika sürüyor. İzlerken ne kadar yaratıcı ve kışkırtıcı bir kısa film fikri diye düşünürken; izlediğimizin yaşanmış bir hikayeden uyarlandığını öğrendim. Bu sayede yaratıcılık kavramından çıkarak ilham verici bir öyküye dönüştü...

Zengin bir muhitte oturan avukat Olivier, bir gün karşı kaldırımda evsiz bir kadın görür. Rumen kadın, kahramanımızın  büyükannesine benzer. Olivier bu bağ sayesinde ona yardım etme isteğini keşfeder. Kadın için bir pankart hazırlar. O pankart sayesinde kadın şehirde ilgi çekmeye, daha çok para toplamaya başlar. Zamanla Olivier, çoğu göçmen diğer evsizler için de pankartlar hazırlar. Tabi ki pankartlarda yazanlar ajitasyon barındıran dilenme talepleri yazmaz. Öyle olsa zaten filme dönüşmezdi bu hikaye.

"İdeallerimi tükettim", "Kendime yardım etmem için bana yardım et", "Maddi krizdeyim" gibi cümleler var. Tabi ki filme adını veren cümle de bunlardan biridir; "Büyükannen olabilirdim"

Yanından geçip gittiğimiz insanların da aslında sapasağlam gerçek bir hayatı olduğunu hatırlatan Olivier, çevresinde biraz küçümsenir ve sıkça eleştirilir. O ise mücadelesine devam eder. Daha sonra da işler tamamen tersine döner.

Filmde Olivier adını alan hikayenin sahibi Joel Catherin, senaryo yazımında da yönetmen Bernard Tanguy'a yardım etmiş. Yönetmenin özgeçmişi, kısa filmlerle doldu. Bu işi iyi kotaran biri ile olayın merkezinden gelen kişi, uyumlu bir birliktelik sergiliyorlar. Sanırım Oscar'a da aday olmuşlar.

20 dakika için daha iyisi olamazdı...

FRAGMANI

TAMAMI

Cuma, Mayıs 13

Benzerlik



Bıyıklarıyla meşhur Amerikalı bir yahudi olan Mark Spitz ile Cezayir göçmeni Fransız bir müslüman olarak tanıdığımız kel Zinedine Zidane birbirlerine benzer mi?

Fotoğraflarda gördüğünüz gibi, pek benzerlik yok. Belki sadece sportif başarıları. Fakat Spitz'in, bıyıksız bir gençlik fotoğrafına denk gelince "Zidane mı bu" dedim. Zira Zidane'ın hatırladığım en eski görsellerini andırıyordu. Panini'nin Euro 96 çıkartması veya Cannes dönemi gibi mesela.

Google' dan bakılabilir fotoğrafların daha fazlasına. Gerçekten benzemiyorlar mı? Yine de Sptiz, Zidane'dan daha yakışıklı ve karizmatik bence. İkilinin en benzer fotoğraflarında bile ışıltısı fark ediliyor. Gerçi canım sevgilime sorsak o Zidane hayranıdır her zaman. İnsanlar da kellikten dolayı beni Zidane'a benzetir zaman zaman ama canım sevgilime sorsak alakamız yoktur. Övgü müdür yergi midir bilemem...

Neyse bir dip not verelim. En üstteki madalyalı Mark Sptiz fotoğrafı 1972'deki olimpiyat oyunlarından. 1972 doğumlu Zidane ise o günlerde iki aylık bir bebek...

Perşembe, Mayıs 12

Afrikalı Leo


Kendimi yavaş yavaş Semerkant'a hazırlıyorum.

Merdivenin basamaklarını çıkıyormuşum gibi hissediyorum. Önce Doğu'nun Limanları, ardından Afrikalı Leo... Giderek yükselen bir çıta, her defasında artan bir lezzet.

Hayat zıtlıklarla güzel. Hayatın değeri, zıtlıklar sayesinde anlaşılır. Roman, sinema, şiir de öyle... Zıtlıklar coşturur beni.

Afrikalı Leo'da bolca var bunlardan... Kurgu ile tarih, Doğu ile Batı, Müslüman ile Hristiyan, Akdeniz'in güneyi ile Akdeniz'in kuzeyi, öykünün geçtiği 1500'ler, satırların yazıldığı 1900'ler...

Şahane bir roman kısacası... Üstelik Maaolouf'un ilk romanı. "1986'ya kadar neden bekledin?" diyorum kendi kendime. Sonra 37 yaşında yazdığını fark ediyorum. Şu anki benle aynı yaşta.

Bir ilk roman için ne kadar da güçlü...

Kitabı sıklıkla açık havada okuduğum için ayrıca memnunum. Romanlar, bizleri başka dünyalara taşır. Biraz soyut bir cümledir bu ama bu sefer somutlaştı gibi. Kendimi Granada'da, Roma'da, Afrika'da hissetmemi sağladı.

Osmanlı'ya dışarıdan bakan bir gözle daha tanıştım. Akdeniz havzasına duyduğum sevgi yine kabardı. Savaşlara lanet, zalim sultanlara beddua ettim. Okudum, okudum ve sonra son sayfayı kapadım. Kafamı kaldırdığımda doğma büyüme olduğum yerdeydim. O kadar yer gezmiştim ama aynı yerdeydim. Oysa Leo öyle miydi? Afrikalı mıydı gerçekten? 

Keşke 16 yaşımdayken okusaydım diyeceğim ama artık kendimi tanıyorum. Hiç bir şey değişmezdi. Hiç okumadan göçmekten iyidir ama. Belki yıllar yıllar sonra, aynı sokaklara bir kez daha okurum. Neden olmasın?

"Ben, Hasan tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu, ben, Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben… Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyanca’sı konuştuğumu duyacaksınız; çünkü bütün diller ve dualar benim dillerim ve benim dualarım, fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrı'ya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün yine onlara döneceğim"

Çarşamba, Mayıs 11

Salı, Mayıs 10

Inale

 


Her zaman Okocha, Amokachi olacak değil ya... Nijerya sinemasından bir film izlemedik de demeyiz artık..

Inale bir müzikal aslında. 80 dakikalık süresini görünce beni bağlamayı başardı. Hemen hızlıca bir "izle ve çık" yapacaktım. Fakat çok da hoşuma gitmedi. En önemli sebebi müzikal olması. Müzikler çok başarılı değildi. Belki de konu daha düz işlense hoşuma gidebilirdi.

Gerçi konu da çok alıştığımız bir hikaye türü. Birbirini seven iki genç var. Biri reisin kızı. Reisin kızı ile evlenmek için güreş turnuvasında şampiyon olmak gerekiyor. Adamımız bunu tam başaracakken finalde karşısında dev bir rakip çıkıyor. Hem finali hem kızı kaybediyor. Film de böyle başlıyor.

Kavuşamayan aşıklar, kıskanç kadınlar, birbirine rakip olan erkekler derken kendimizi Kral Tv klipleri arasında buluyoruz.  Tabi ki Nijerya usulü...

Inale'yi canlandıran Caroline Chikezie Londra doğumlu. Diğer oyuncular da Nijerya dışında kendilerini göstermiş, önemli filmlerde rol almış isimler. Zaten oyuncularımız, filmin en geçerli unsuru.

Bu arada beni rahatsız eden, bu Nijerya hikayesinin başlangıcı oldu. Bir sinema klasiği olarak, hikayemiz aslında dedenin torununa anlattığı bir masal olarak başlıyor. Fakat bu dede ve torun Batılı bir aile... Gerek var mıydı buna emin değilim. Ya da en azından 2000'lerin Nijerya'sının başkentindeki bir dede ve torun olsa daha iyi olmaz mıydı?  Kendi hikayelerini kendileri anlatsalar ne olurdu ki?

Neyse izledik ve bitti. 14 yıllık blog tarihinde de ilk defa Nijerya etiketini de açmış bulunuyoruz böylece, herkese hayırlı olsun.

Pazartesi, Mayıs 9

İtalya Finali

Juventus ile Inter aynı şehrin takımları değil. Aralarında çok büyük, çok ateşli bir ezeli rekabet de yok. Yani en azından Inter-Milan, Lazio-Roma ve Napoli'nin içinde bulunduğu denklemlerdeki kadar taraftarlar çıldırmaz birbirleri için. Fakat "İtalya Derbisi"diye geçer literatürde. Ünlü İtalyan gazeteci Gianni Brera 60'larda koyuyor bu ismi. Bunun nedeni de, ikilinin o dönem ülkenin en başarılı takımları olarak görülmeleri. Zaten o yıllarda en çok şampiyonluk yaşayanlar listesinin ilk iki sırası da onlara ait. Tabi bir de Agnelli-Moratti aileleri arasındaki rekabet de var. Bana kalırsa ben Milan'ın karizmasını bu iki takımın önüne koyarım ama İtalyanlar kendileri için ne diyorsa o...

Sonuç olarak halen Serie A'yı en çok kazanan iki takımdan bahsediyoruz. Gerçi Inter bunu, Juventus'un devreden çıktığı ve ligin ayarlarıyla oynadığı Calciopoli sonrası döneme borçlu ama olsun.

Asıl konumuza dönelim.

En azından bu ikilinin ülkenin en iyi takımlarından ikisi olduğuna hemfikiriz. Bu sene de İtalya Kupası finalinde karşı karşıya gelecekler. 

İlginçtir; bu iki büyük ve köklü takım 1965'ten sonra ilk kez finalde karşılaşacak. Bana çok garip geldi. 1965'te Roma'da oynanan finalde iki Herrara soyadlı teknik direktör karşı karşıya gelmiş, Paraguaylı Heriberto, Arjantinli Helenio'yu alt ederek kupayı Torino şehrine getirmişti.

O karşılaşma, iki takımın karşılaştığı ikinci final. Ondan önce bir de 1959 finali var. Onu da kazanan Juventus. Üstelik 4-1 gibi farklı bir skorla...

İki takımın kupa eşleşmesinde sadece iki kere finalde buluşmaları çok garip geldi bana. Fakat başka bir açıdan bakınca da; zaten Inter çok sık final gören bir takım değildi. Tarihinde 13 kere final oynadı. Juventus'un sadece kazandığı finallerin sayısı bile daha fazla; 14... 

Üstelik Inter'in 13 finalinden altısı 2005 ve sonrasında.  O altı finalin beşinde de rakip Roma, diğerinde Palermo.. Ne Juventus, ne Milan... Zaten Inter - Roma finalleri, beş kezle kupa tarihinden en çok denk gelen final eşleşmesi oluyor. Ortalıkta takımda kalmayınca Inter o dönemin ekmeğini iyi yedi...

Juventus da aslında son dönemde kupaya ambargo koydu. 2014'te kupayı en çok kazanan takımlar Roma ve Juventus'tu. İki takım da dokuzar kupaya sahipti. Fakat devamındaki yedi sezonda Juventus beş kere final kazanınca, açık ara farkla öne geçmiş oldu. Ayrıca 2015'te kazandığı final sayesinde, 20 senelik İtalya Kupası hasretine de son vermişti.

Bu sene kupayı Juventus kazanırsa Chiellini de tarihe geçecek. Bugüne kadar İtalya Kupası'nı en çok kazanan futbolcular Gianluigi Buffon ve Roberto Mancini'ydi. İki efsanenin de koleksiyonunda altışar kupa var. Chiellini, bu soylular masasına davetiyesini aldı. Oturup oturmaması; Roma'da oynanacak maçın ardından belli olacak.

Biraz da güncele girelim. ınter finale daha zor bir yoldan geldi diyebiliriz. En kolay rakip Empoli'ydi. Ardından Roma ve Milan'ı geçti. Juventus ise devlerle karşılaşmadı. Sampdoria, Sassuolo ev Fiorentina engelleri aşıldı. Geçen sezon ise iki takım yarı finalde karşılaşmıştı ve önce finale çıkan sonrasında kupayı kazanan Juventus olmuştu.

Fakat bu sezon Inter rakibine üç maçta da yenilmedi. Ekim ayındaki lig maçı 1-1 sona erdi. Juventus bir puanı Dybala'nın son dakika penaltısı ile kurtardı.

Sonra Ocak ayında Süper Kupa için sahaya çıktılar. Bu sefer 120'de Alexis Sanchez'in attığı golle kupayı kazanan Inter oldu,

Nisan ayında Tornio'da oynanan son maçta ise Inter, Hakan Çalhanoğlu'nun penaltısı ile üç puanı kaptı.

Açıkçası benim gönlüm bir kez daha Inter'in kazanmasından yana. İtalya futbolunda yeni hikayeler yazılmalı. Sıkıldık Juventus'tan. Geçen sene Inter'in ligi kazanması önemli bir eşikti. Hayalim kupada Inter, ligde Milan şampiyonlukları. 

Fakat önce final; o da 11 Mayıs'ta Roma'da... Bu arada 11 Mayıs ve kupa finali denildiğinde aklıma direkt 2005 geliyor ama onun, bununla pek alakası yok...

Pazar, Mayıs 8

Aslı Gibidir

 

Film izlemeye karar verdiğimde seçim yaparken kesinlikle dış etkilerden etkilenmem. Yani IMDB puanı veya yapılmış kötü yorumlar gibi konular benim için çok önemli değildir. Bazen denk geldiğim bir filmi hemen izlerim. Zaten blog'u yakından takip edenler, buraya konu olan filmlerin bir kısmından dolayı yalan söylemediğimi anlayacaktır.

Ayrıca, özellikle hayatımın son yıllarında yapılan işleri sert sözlerle eleştirmemek için uğraşıyorum.  Artık olgunlaştık. Herkes bir mücadele içinde emek veriyor. O zaman acımasız olmaya gerek yok. Ekşi Sözlük'teki beğenmeme timi gibi ukalalıklar yapmak istemiyorum. İnsanlara "Siz bu filmi mi izlediniz, ne kadar kalitesizsiniz. Oysa ben neler neler izliyorum" demeyi de sevmiyorum.

Fakat Aslı Gibidir, bana ve ilkelerime zarar verecek.

Son dönemde sosyal medyada çok fazla takipçisi olan insanlara film çektirmek moda oldu. Gerçekten bu iş kazançlı mı? Enes Batur veya Cumali Ceber çok paralar kazandı mı? Kazandılarsa da gözümüz yok ama yine de bu işin başka şifrelerinin de olması gerekmiyor mu?

Aslı İnandık, diğer "çok takipçililer" gibi değil. En azından bir tiyatro eğitimi var sanırım. Gerçi ben yine de onun videolara sığan şive temelli mizahını sevmiyorum ama rakiplerinden daha yetenekli en azından. Bu filmde de beş-altı ayrı karaktere can vermiş işte. Kolay iş değil ne olursa olsun. Fakat yine de bir sinema filmi yaparken "Bu kız çok takipçili, seveni çok. Çektiği videoların benzerini çeksin, bizde onları uzun metrajlı bir film formatında sunalım. Ardından da bilet satalım takipçilere" demek yeterli mi?

Gişedeki karşılığını bilmiyorum. Belki de yeterlidir. Fakat yine de böyle bir ürün çıkarmak, emek veren insanları tatmin etti mi çok merak ediyorum. Aslı İnandık için bir şey diyemem. Kendisi bu alanda ilerlemek istiyor, fırsat bulmuş. Belki bir şöhret avı olarak değil de kendini geliştireceği bir deneyim adımı olarak görmüştür. Fakat sinema salonlarını bu tip filmlerle doldurmak, orta vadede seyircinin kendini Netflix köşelerine atmasına neden olacak. Hatta zaten şu anda öyle... Kendini sinema emekçisi olarak görenler için kabul edilir mi bu durum?

Yoksa acaba yeni sinema formatı, en azından komedide böyle mi olacak? Skeç gibi sahnelerle, yönetmen dokunuşu olmadan, sinema hissi uyandırmadan, Youtube shorts'ta 1 saat gezmiş gibi filmler mi izleyeceğiz? Tamam Aslı Gibidir tam olarak böyle değil ama ona da çok yakın... En azından bizim bildiğimiz sinemanın aslı gibi değil...

Senaryomuz çok kötü. İsimlerini bildiğimiz, işlerine aşina olduğumuz iyi oyuncular var kadroda ama onlar da iyi değiller. Sıkıcı film. Komedi filmi ama komik değil. Belki yaparken çok eğlenmişlerdir ama maalesef biz eğlenmedik bu sefer.

Umarım bu furya son bulur pek yakında...

Cumartesi, Mayıs 7

Futbolun Tadını Çıkaran Futbolcu

Hangi futbolcunun kariyeri heyecan vericidir?

Böyle bir soru sorunca cevaplar tabi ki kupalar kazananlara, unutulmaz maçlar oynayanlara kayar. Fakat ben biraz daha şehir-kulüp odaklı soruyorum.

Yani 12 sene Bayern Münih'te oynayan Frank Ribery, Barcelona'dan ilk kez 2021'de çıkan Lionel Messi'yi koymuyorum buraya. Lizbon gibi bir şehirde ergenlik yaşadıktan sonra Manchester, Madrid ve Torino gibi soğuk ve (hadi Madrid neyse de) sıkıcı şehirlerde zaman geçiren şöhretin hayatı biraz eksik kalmıştır...

Veya güzel şehirlerde yaşayan ama tutkusu düşük tribünlerin önünde oynayan futbolcu da kariyerinin hakkını tam verememiştir.

Bu açıdan benim favorilerimden biri Claudio Caniggia... Herhalde birçok kişi ondan, "yeteneğini heba etmiş adam" diye bahseder. Doğrudur da. Hızı ve tekniğiyle, 90'ların Messi'si olarak damga vurabilirdi. Fakat o eğlenmeyi (ve kokaini) futboldan daha çok seviyordu. Kulüp tercihleri de bununla bağlantılı gibi.

Kısaca değinelim ve soralım; böyle bir gezintiyi kim istemezdi?

Buenos Aires'te doğuyorsun ve River Plate'de futbola başlıyorsun. Yabancı sınırının yaygın olduğu yıllarda İtalya'ya transfer oluyorsun. Önce bir sezon Verona, sonra üç sezon Bergamo (Atalanta), en nihayetinde başkent Roma'da iki sene...İtalya'yı özümsemek bu olsa gerek.

Sonra bir sezon Lizbon macerası ve Benfica...

Ardından Buenos Aires'e dönüyorsun. Fakat River Plate değil, ezeli rakip Boca Juniors. Maradona seni dudağından öpüyor. Herkes tercih etmez bunu tabi ama yine de iyi anı...

Ardından yeniden Bergamo ile Avrupa'ya dönüş. Fakat bu sefer alt ligde, Serie B'de...

Sonrasında İskoçya. Bu heba edilmiş yetenek ve şöhret; gocunmadan bir sezon Dundee sıkıştırıyor araya... Bu nasıl bir deneyim? Yazının fotoğrafı da o günlerden. Aslında yazının çıkış noktası da burası. Caniggia gibi bir yıldızın üzerinde Dundee forması. Küçük yerel kulüplerde zaman geçirmenin tadını da alıyor. Rangers ve Celtic galibiyetleri yaşıyor, Dundee United derbilerinde goller atıyor. Sonra da ülkenin en büyük iki kulübünden biri; Rangers'a transfer oluyor.

Maalesef en sonda bir Doha tercihi var. Bu sayede Körfez'e de gidiyor, hiç gitmemesinden iyidir belki ama onun yerine Brezilya, Türkiye, Meksika gibi bir 'son nokta ülkesi' olsaydı daha iyiydi.

Yine de muazzam bir hayat gibi geliyor bana. Bunun üzerine 2012 yılında, yani 45 yaşında İngiltere'de Wembley FC isimli bir takıma transfer olmasını ve FA Cup maçında gol atmasını da eklersek... Daha ne olsun...

Bu arada Caniggia Türkiye'ye transfer olamadı ama yolu Türkiye ile çok kesişti. 1990-91 sezonunda Atalanta forması giyerken, takımı UEFA Kupası'nda Fenerbahçe ile eşleşti. Gerçi maçlarda Caniggia oynamadı ama olsun.

1992-93 sezonunda Galatasaray'ın Roma'yı 3-2 yendiği maçta sahadaydı. Adını Ali Sami Yen Stadı'nda gol atan futbolcular listesine yazdırdı.

2001-02'de ise Şampiyonlar Ligi ön eleme maçında Rangers formasıyla Fenerbahçe'nin karşısına çıktı. Okul Açık'ın tamamlandığı, Maraton'un inşaat halinde olduğu dönemde Kadıköy'e ayak bastı.

Bunun yanında üç farklı kıtada Dünya Kupası deneyimi yaşadı. Biri Avrupa'da (İtalya), diğeri Amerika'da (ABD), sonraki Asya'da (Güney Kore-Japonya)... İkisinde gol attı ki, biri ezeli rakip Brezilya'ya karşıydı. 2002'de sahaya çıkamadı ama yedek kulübesinde kırmızı kart gördü.

Caniggia'nın futbolculuğu başka bir yazının konusu. Yeteneğin karşılığını alamaması da bir yana; ama böyle bir kariyer isterdim...Gez, dolaş, yaşa, bitir. Olması gerektiği gibi...

Cuma, Mayıs 6

La Felicità è un Sistema Complesso

 


Tam ortadan giriyorum; harika bir film... Hiç beklemediğim bir anda içimi kıpır kıpır etti. Önemli olan da bu değil mi?

Filmin adını daha önce duymamıştım. İnternette de hakkında çok fazla bilgi yok. IMDB notu düşük sayılır (6.0), zaten oy kullanan 800 kişi bile yok.

Belki de, objektif bir şekilde değerlendirenler için o kadar iyi bir film değildir ama beklentimi düşük tutunca karşıma çıkan şeye tutuldum. 

Fakat hayır; şimdi bir daha düşündüm ve gerçekten de iyi bir film izlediğime eminim...

Öncelikle çok iyi bir yönetmen filmi. Sinemanın diğer sanat dallarından ayrılan özelliği öne çıkıyor, o da görselliği. Görüntü yönetmeni harika iş çıkarmış. Oyuncular çok iyi performans sergiliyor.

Öyküye gelirsek... Enrico, şirketlere danışmanlık hizmeti veren bir iş insanıdır. Kelimenin tam anlamıyla iş insanıdır, zira tamamen profesyoneldir ve işinden başka bir şey düşünmez. İşinde de başarılı ve biraz da acımasızdır. Bir gün müşterisi olan şirketlerinden birinin sahipleri (karı-koca) ölür. Şirket henüz 20 yaşında bile olmayan iki çocuğa kalır. Ve Enrico için değişim başlar...

Filmin türünün neden komedi olarak sınıflandırıldığını anlamadım. Komik sahneleri ve kendine has çok iyi bir mizahı var. Bazen absürd komediye bile uğrayıp selam yolluyor. Fakat kesinlikle komedi değil! 

Müzik kullanımı harika. Aslında bazı sahneler; müzik uyumu ile beraber yukarıya taşınıyor. Zeki Demirkubuz izlese kesinlikle sevmez bu filmi. In a Manner of Speaking çalan hastane sahnesi, Rolling Stones'un girdiği rugby sahnesi, cenazesi, kaykayı ve daha fazlası.... Müthiş...

O kadar çok muhteşem kare var ki, yazının fotoğrafı için hangi sahneyi kullanacağımı bilemedim. O nedenle iyi sahnelerin (görüntülerin) hepsinden vazgeçtim. İki başrol oyuncumuza yer verdim. Daha fazlası için filmi açıp izlemenizi öneririm.

Aslında filmin teknik özellikleri o kadar etkileyici ki, kurgudaki zayıflıkları da görmezden geliyoruz. 2 saat sürüyor ve sanki biraz erken bitiyor. Artık filmden çok etkilendiğimiz için mi yoksa kurgudaki eksiklerden dolayı mı bilmiyorum; biraz daha devam edebilirdi sanki. Çok ani bittiğini hissettim, bazı noktalar soru işareti olarak kaldı ve bitince de üzüldüm. Böyle hissettiğim çok az film vardır.

Gianni Zanasi hem yönetmiş hem yazmış. Yönetmenin ve senaristin aynı olduğu filmler her zaman avantajlıdır. o avantajı iyi değerlendiriyor. Senaristin kafasından geçenler, kameranın önüne çıkıyor. Ne anlatmak istediğini, neyi vurgulamak istediğin çok iyi anlıyoruz. Bunun için repliklere ihtiyacınız da kalmıyor. Bu bir sinema filmi ve adam görüntülerle bunu sağlıyor. 

Ayrıca başrollerdeki Valerio Mastandrea ve İsrail doğumlu Hadas Yaron çok iyiler. Yan rollerdeki herkes önemli katkılar sunuyor.

Eleştirmek için eksik bir nokta arıyorum ama bulamıyorum. Fırsat olsa da bir daha izlesem. Ne yazık ki Youtube'da bile hakkında çok az içerik var. Geceleri yatmadan bazı sahnelerine göz atılırdı oysa...

Çarşamba, Mayıs 4

Sultan

 


Hint filmleri çok uzun sürüyor ama akıyor. En azından en ünlüleri, önümüze düşenleri, belli bir çıtayı aşanları oldukça akıcı oluyor. Hiçbir zaman üç saatlik film izlemiş gibi kalkmıyoruz koltuktan. Fakat o üç saati ayırmak da kolay olmuyor.

Bir yaz günü Sultan'a zaman ayırmak kolay oldu. Sezonun ilk yarısında, bir Pazar günü; gündüz Süper Lig maçları yokken akşam seansına kadar zaman öldürmek için ideal bir filmdi.

Beklediğimi de aldım. Aslında uzun zamandır Dangal'ı izlemek istiyordum ama kadınların toplumsal baskıyı kırıp güreşmesini konu alan Hint filmi kotamı Sultan'ı tercih ederek doldurdum. Bu arada iki filmin de 2016 yapımı olması çok ilginç bir tesadüf.

Filmi izlerken çok uzun gibi gelmiyor ama film içinde üç ayrı film varmış gibi hissediyoruz. İlk önce, güreşle alakası olmayan Sultan'ın güreşçi Kübra'yı etkilemek için güreşe başlaması, ardından zirveye çıkan Sultan'ın egosuna yenik düşüp ailesini kaybetmesi, en son olarak da dibe vuran Sultan'ın yeniden ailesini kazanması... Üç ayrı film çıkabilirdi ama biz onun yerine üç saatlik tek film izledik.

Konudan konuya atlasa da yine de hoş filmdi, kendini izlettirdi. Fazlaca hissedilen Hollywood esintileri de bizim uyumumuzu kolaylaştırdı. Artık Hint filmlerindeki müzikler bile Bollywood klasikleri gibi değil, daha çok MTV klipleri gibi sanki...Renkler ise, Hint filmlerinin alameti farikası. Yine her tona doyduk.

Başroldeki Salman Khan'ın Amir Khan ile bir akrabalığı yokmuş. Sanırım Hindistan'da Khan soyadı bizim 'Demir' gibi bir şey. Bu arada Salman Bey, Hindistan'da ülkesinin en yakışıklı insanı seçiliyormuş sık sık. Yani hafif bir Javier Bardem havası var ama yine de öyle bir ekstralık göremedik. Ülkeden ülkeye renkler ve zevkler değişebilir. Oyunculuk konusunda ise fena performans sergilemedi.

Khan'ın yıldızı olduğu filmde birçok dövüş sporcusu da var. Ayrıca güreş yapan bir kadın figürü de merkezde. Fakat benim has adamım Sultan'a güvenen ve onu yeniden ayağa kaldıran organizatör Aakash oldu.

Salı, Mayıs 3

İstanbul'un Gol Problemi

Türkiye'nin en kalabalık ve imkanları en bol şehri İstanbul. Özellikle göç dalgasının başladığı yıllarla beraber ülkenin neredeyse yarısı Marmara'ya akın etti. Şu anda; ülke nüfusunun dörtte biri İstanbul'da yaşıyor. Yani ülke bir terazi gibi olsa, kuzeybatı kesimi ağırlıktan dolayı çökerdi. Belki yakında o da olur.

Biz konumuz futbola geçelim. Göçün başladığı yıllarda Süper Lig'de başladı. Süper Lig'i kazanan takımlar da birkaç istisna sezon dışında hep İstanbullular oldu. Hal böyleyken İstanbul'un bir futbolcu fabrikası olması gerekmez miydi? Ya da öyle oldu mu?

Bunu çok detaylı araştırmak lazım. Zira bir sürü faktör var. Bir çırpıda buna karar vermek, bir tahlilde bulunmak sağlıklı değil. Fakat ufak bir blog için kısa bir çalışma yapabiliriz.

En azından İstanbul'un golcü yetiştirmekte zorlandığını görüyoruz. Süper Lig tarihinin en golcü 20 oyuncusuna baktığımız zaman sadece bir tanesinin İstanbul doğumlu ve İstanbul altyapısından yetiştiğini görüyoruz. O da 191 gol atan Feyyaz Uçar.

İlginç değil mi? Ülkenin dörtte biri burada ama ülkenin en golcü 20 oyuncusu arasına sadece bir kişi sokabilmiş. Listede Balkan ülkelerinden gelen iki oyuncu, Almanya'dan yetişen iki gurbetçi ve uzak diyarlardan gelip geri dönen Alex de Souza var. Ülke dışından beş oyuncu, İstanbul'dan bir tane...

İstanbul'un havzasında yer alan mütevazı kent Sakarya bile iki oyuncu sokabildi. Zaten biri listenin zirvesinde (Hakan Şükür) yer alıyor. Trabzon gibi köklü bir futbol şehrinden iki futbolcu (Hami Mandıralı ve Fatih Tekke) çıkması çok şaşırtıcı değil ama Karadeniz'in liman kenti Samsun dahi iki oyuncu sokabilmiş. Hatta Ankara doğumlu Serkan Aykut'u Türk futboluna sunmasıyla bu sayıyı üçe çıkarmak da mümkün. Aslında Samsun'a ayrı parantez açmak da lazım. Samsunlular Tanju Çolak ve Mehmet Özdilek bir yana; Serkan Aykut, Ertuğrul Sağlam ve Cenk İşler'i piyasa sunduğunu düşünürsek, rakam beşe çıkıyor.

Metin Oktay, Mustafa Denizli ve Necati Ateş'i yetiştiren İzmir, İstanbul'dan daha önde. Nüfus olarak farkları ise çok büyük.

Normal mi peki bu?

Süper Lig son 11 sezonda sadece tek bir yerli gol kralı (Burak Yılmaz) çıkarabildi. Onun hemen  öncesinde İzmirli, Rizeli, Trabzonlu, Bursalı gol kralları çıkıyor ama İstanbullu bir gol kralı için 2001-02 sezonuna kadar dönmemiz gerekiyor. O sezonda da Arif Erdem, İlhan Mansız ile krallığı paylaşıyor ve onu elde etmek için de son lig maçında takım arkadaşları gol atabilsin diye çırpınıyordu.

Tek başına krallığı elde eden son İstanbullu ise yine Feyyaz Uçar. Bundan 32 sene önce...

Bu sezonda da İstanbullu gol kralının çıkmayacağı kesin gibi. Hatta zaten gol krallığı listesinde Türkiye doğumlu bir oyuncu bulmak için fazlaca ilerlemek gerekiyor. Yabancı ve gurbetçi oyuncular dışında en çok gol atan yerli oyuncu Kerem Aktürkoğlu sekiz kez fileleri havalandırdı. O da İzmit doğumlu. İstanbul doğumlu en golcü oyuncu ise 7 gollü Yunus Akgün...

Aslında maç sayılarına baktığımızda da benzer bir problem çıkıyor. Gerçi gole göre biraz daha pozitif tablo var. Süper Lig tarihinde en çok maça çıkan 20 oyuncudan iki tanesi İstanbullu, dört tanesi futbol altyapısına İstanbul'da başlıyor. İlginçtir bu isimler tamamı savunmacı kimlikleriyle hatırlanıyor. Fenerbahçe'nin unutulmaz kaptanı Müjdat Yetkiner ve Beşiktaş'ın stoperi Gökhan Keskin doğma büyüme İstanbullu. Galatasaray'ın efsane kaptanları ise sonradan İstanbullu... Cüneyt Tanman babasının mesleği nedeniyle Isparta'da doğmuş, çocukluğu boyunca da Anadolu'yu gezmiş ama futbola İstanbul'da başlamış. Bülent Korkmaz'ın Malatya'da başlayan yolculuğu ise Florya'da şekilleniyor.

20'de dört fena rakam değil ama Sakarya, Trabzon gibi iki ufak şehir bile iki oyuncu sokabildi listeye. Aslında golden ziyade maç sayısı biraz daha net gösterge verebilir. Zira istikrarı ortaya koyuyor. Fakat gol atmak da yetenek işi...

Sonuç olarak İstanbul, potansiyelinin çok altında kalan bir futbol şehri. Bunu detaylandırmak gerek ama özet bir bakış bile bize ışık tutuyor.

Gerçekten sadece Türkiye'nin değil Avrupa'nın en önemli şehirlerinden biri olan, ülkenin en büyük üç kulübünü bünyesinde barındıran nadir şehirlerden birinin bu kadar üretim özürlü olması iş mi? Bence büyük başarı. Zoru başarmış.