Son yıllarda Türk televizyonlarında denk geldiğim en güzel an olabilir. Güzelliğinden öte; umut var bu iki dakikada.
Serenay Sarıkaya, Hakan Altun''dan Bir Telefon'u söylüyor. Serenay güzel kadın. Güzelden de öte; üst düzey. Kendisini tanımıyoruz ama imajında elitlere yakın bir hava var. Bizimle aynı şarkıyı dinlemeyecek, aynı espriye gülmeyecek biri gibi. Ve bir gece bir anda karşımıza çıkıp, Telefon'u söylüyor. Normalde biz söylemeliydik ve Serenay gibi kızların "Offf bu ne ya'' demeliydi.
İnşallah bu sadece, program öncesi ezberlenmiş bir şov değildir, o da telefonun başında beklemiştir.
Başrollerinde Zach Efron ve Emily Ratajkowski olan bir filmden insanlar ne bekleyebilir ki? Hayatın anlamını buradan çıkarmayacağımız az çok belli. Ama iyi zaman geçirmek mümkün. Tüm olumsuz yorumlarına rağmen zaman ayırıp izledim ve hiç sıkılmadım. Gayet beğendim.
Yönetmen Max Joseph'in ilk uzun metrajlı filmi. Onun etkisi olsa gerek, zaman zaman MTV klipleri tadını almak zorunda kaldık. Çok başarılı bir yönetmenlik yok. Oyunculuk vasat. Kurgu ve senaryo ilgi çekici. Ergen ve gençlik filmi olsun çamurdan olsun Yine de soundtrack ayrı bir parantez hak ediyor, filmin en güçlü yanı.
Bu film sayesinde, çevremizde son dönemde türeyen ve şarkıları winamp'tan sıralayıp, "DJ'im ben, çok kaliteli mekanlarda çalıyorum" diyen adamları, artık biraz daha kenara atacağım. Bu işin esasında ne kadar ciddi olduğunu özellikle şu sahneyle daha iyi anlamış olduk. Öyle şarkı seçmekle olmuyor.
Zaten son dönemde, müzik dinleme alışkanlığım bir kanal daha kazanmıştı. Bu film sayesinde, yeni bir tarza biraz daha eğilmekten zarar görmeyeceğimi düşünüyorum.
Bu arada Emily hakkında da şikayetlerim var. Blurred Lines klibindeki hali çok güzeldi. Sonrasında Instagram postlarında giderek kendini basitleştirdiğini düşünüyorum. Oysa müthiş bir potansiyel var. Bu filmde onu bir kez daha hatırladık.
Bu arada filmde güzel diyaloglar var ve filmin esas yıldızı Wes Bentley...
- Kimse kötü biri olduğunu düşünmez, ama ben iyi biri olduğumu düşünmüyorum.
+ 27 yaşına kadar gerçek bir insan bile değilsin.
Cumartesi akşamı Süper Lig maçından sonra pizza söyleyerek izlenecek film...
Eskiden; futbolun ilk zamanlarında amaç gol atmaktı. O nedenle onun simgeleyen bir başlangıç vardı. Oyunun amacı ilk dakikadan itibaren sahadakilere hissetirilirdi:
Topu ileriye oynayacaksanız.
Artık futbol değişti. Ve kural da değişti. Kimilerine göre gereksiz bir bürokrasi, kimilerine göre gereksiz bir gelenekti. IFAB değiştirdi, onlar kazandı.
Artık oyuncular topu geriye atıyor. İleriye atma zorunluluğu olmadığı için tek bir oyuncunun santra noktasında olup maçı başlatması yetiyor. Futbolun değişimini anlatan daha iyi bir simge olamazdı:
Asia Argento'nun yönetmenliği yaptığı İtalyan filmi. Asia Argento, kendi çocukluğundan etkilenmiş. 80'li yıllarda yaşayan ufak bir kız çocuğun sancılarını anlatıyor. O ufak kız çocuğu Aria. Aria; 1975 doğumlu Asia Argento'nun diğer ismi. Yönetmen ve oyuncu bir anne babanın kızıydı. Filmdeki Aria da entellektüel bir çevreden yetişiyor ama bu 'yüksek birikim' ona sağlam bir çocukluk vermiyor.
İlginç bir film. Zaman zaman sıkıcı gelebilir. Zaten biraz da öznel bir film. Ama ilginç çıkarımlara zemin hazırlar.
Asia Argento bir zamanlar çok güzeldi. Şimdi de çok güzel olabilirdi, ne de olsa sadece 40 yaşında. Ama çok çabuk çöktü. Çok mu üretti yoksa bu çocukluk onun çökmesine temel mi attı? Gerçi zaten fiziksel çöküş çok mu önemli?
Şimdi fotoğraflarına bir daha baktım da; yine de güzel...
Seneler önce perakende sektöründe çalışıyordum. Bir tane bölge müdürü işe başlamıştı. 7 yaşında yurt dışına gitmiş, 40'lı yaşlarda 'sıla hasreti' nedeniyle buraya dönmüş, döndüğüne pişman ama çaktırmayan bir abiydi. Akıllı telefonlardan mail alıp vermek o kadar kolay değildi bizim için. Biz hâlâ 3900'a PYERSIYAHGOKBEYAZ diye mesaj atıp polifonik melodi peşinde koşuyor. Facebook'tan wapla internet kovalıyorduk. Ama mutluyduk.
Adam her gün mail atardı ekibine. Her günü bir gün ilan eder, günümüzü kutlardı. Abuk subuk ama... Bizde var olan belirli günler ve haftalar gibi değildi. Biz kutlanması gerekenleri bile tartışırken adam "Dünya Çorba Günü", "Dünya Edison Günü" gibi günleri bulur, yapıştırırdı.
Çok dayanamadı. Bakanlık mazbatasını aldıktan sonra, taksici esnafıyla tanışıp çay içen ve Cuma'ya giden Kemal Derviş misali tutmamıştı maya. Vedalaşırken çok merak ettiğim için sormuştum, içtenlikle yanıtlamıştı bu "belirli günler" meselesini.
"Yurtdışında bu kadar siyasetle, futbolla, 3.sayfa haberleriyle meşgul değildir insanlar. Bu tarz muhabbetlerle sosyalleşilir" minvalinde kelamlar etmişti. Şimdi ne yapıyordur acaba. Onun hikayesini de bir ara yazarız.(Böyle yazıp, sonrasında da yazmamak ve kimsenin de "hani yazacaktın" dememesi de ayrı bir güzelliktir)
Adamı şimdi daha anlıyorum. Yıllar geçti , teknolojiyle iç içe olduk. Değişik bir furya türedi: "Bu Pazar, son 87 yılın en uzun Pazar'ı olacak. Gece 21 saat olacak ve bu olay 2064'e kadar olmayacak"
Hemen gündem buna döner. "En uzun Pazar'ı, Cafe Cadde'de Atilla Atasoy ile taçlandırın" tadında PR çalışmaları başlar, resimler çekilir, espriler türetilir, manşetler bu konu üzerinden atılır "Geçmek bilmedi 0-0" gibi ince görülür 'sabaha kadar alt' maçlar için.
Son yıllarda gezegenler üzerinden böyle bir PR çalışmaları dönüyor. Güneş, Ay, Merkür, Venüs, yıldızlar... Ben bu tufaya "güneş tutulması olacak, bakmayın kör olursunuz" diye elimde akciğer röntgen filmiyle mal mal havaya bakarken düşmüştüm. O günden beri şüpheyle yaklaşıyorum.
Dünya'dan resimler düşüyor; tablo gibi, tabak gibi bir ay. Hani 90'larda kameramanların İnönü Numaralı'sının tepesinden Ay'a zoom yaptıkları Ay gibi. Pencereden bakıyorsun gördüğün o değil. Resimleyeyim diyorsun hesap makinesinde 7 ile falan tersten A Y yazsan daha inandırıcı. Leblebi misali...
Güneş ile Ay'ı kıyaslarsam Ay'a daha çok sempati besliyorum. Mağduru hep severiz ya. Garibandan yanayızdır. Şerefli ikincidir benim gözümde Ay. Yarı finalde hakkı yenmiş, Merkür'e kök söktürmüş ama Güneş doğduğu için batmak zorunda kalmış... Bir de bunların sabah olan durumlarını da severim. Hafif beyaz kalıp, ufak ufak keser bir yerlerden. Uydumuz sonuçta; sahip çıkmalıyız. Belki de elinde kalan tek övünç kaynağı bu.
Deniz-güneş-kum; yakıcı, onun girmediği eve doktor giriyor falan... Güneş'in çocukları, Güneş'in batmadığı imparatorluk, losyon lobileri, bepantenler.. Ay ise yalnızların, demlenmek isteyenlerin 'rakını da aççan', uykusu kaçanların yoldaşı. Ay: Ahmet Kaya-Yakamoz klibi gizli gizli ağlanan, Güneş ise en çok tıklanan piyasa şarkısı. Ay: Tolunay Kafkas'ın Avrupa'da iyi giden ama ligde kötü giden Karabükspor'u; Güneş, Şenol Hoca'nın 1239837 dakikadır gol yemeyen Trabzonspor'u..
"Süper Ay" "Kanlı Ay" gibi PR çalışmaları olunca seviniyorum işte. Güneş, Sezen Aksu ise Ay da Nazan Öncel'dir. Süper Ay'ı görüntülemek deyince eskilerden bir hikaye aklıma geldi. Hem onu alıntılayalım hem de günün anlam ve önemine binaen şarkımızı armağan edelim (ki bu blog Nazan Öncel'e hakkını yıllar önce vermiştir, kaşık-çatal fırlatılmasını göze alarak)
Hayat senin yağmurlarını sevsinler…
Bundan 19 sene önce bugün (4.Temmuz.1995'de) Mete Özgencil ile biz bu klibi çekiyorduk. Bir dostumu aradım,
- Dostum dedim, klip çekiyorum bugün.
+ Ben de geleyim…
- Ne güzel olur.
+ Bir şey lazım mı?
- Varsa, siyah bir şemsiye isterim.
+ Delirdin mi sen Eylül değil, Ekim değil, Temmuz'dayız.
- Olsun sen yine de getir, bulunsun.
Günlük güneşlik bir gündü, İstanbul'u seller götürdü, biz klip çektik, görüntülerde yağmura hazırlıksız yakalanmış insanları da görebilirsiniz…
O gün ben yağmur istedim, Allah gönlüme göre verdi…
Klip, ya da şarkılarımın hikâyelerini anlatmayı pek sevmem, hatta hiç sevmem ama biz buna tarihte bugün diyoruz arkadaşlar…
(Klip H8 kamerayla çekildi, İletişim Fakültesinde amatör kamerayla bir klip çekilebilir diyerek bu videonun üzerine uzun süre ders verildi) Ayıptır söylemesi en iyi klipler arasında başı çeker. Yani eşek yüküyle paralar harcamadan da bu iş pekala olabiliyor demek istiyorum. İçinde küçücük, parlak ve özgün bir fikrin olsun yeter.
Alman sineması nedense ülkemizde (çevremde) pek sevilmez. Oysa ben son dönemde yaptıkları işleri beğeniyorum. En azından özgün bir senaryoları var. 2014 yapımı Uber- Ich und Du adlı film hakkında da birkaç bilgi öğrendiğimde etkilenmiştim. İzlenebilecek bir film gibi gözükmüştü. Fakat hayal kırıklığı gibi bir durum söz konusu oldu. Komedi unsurları olacağı vaad edilmişti, oysa gülmek haram oldu. Filmin sonunda da uyumamak için kendimi zor tuttum. En büyük üzüntüm; enteresan hikayelerin böyle düşük tepolarla güme gitmesidir... Bu da onlardan biri oldu.
Futbol filmi zor iş. Çekmesi ayrı dert, inandırıcılığı ayrı problem. Hem bu nedenlerden dolayı hem de futbol sevgim sebebiyle bu tarz filmlere pozitif ayrımcılık yaparım. Fakat vizyona girdikten 10-11 sene sonra izlediğim Goal filmi için ne desem olmaz! Bu kadar kötü film az olur.
ABD'liler bu işin içine girmemeli. Bir kere ABD halkına futbolu anlatmak için filmin içine ediyorlar. Bazı sahnelerde salağa anlatır gibi anlatıyorlar. İnsan da sıkılıyor. Üstelik hataları, yanlışları da çok fazla.
Futbol sahneleri fecaat. Baş karakter Santiago Munez'in bir tek ismi futbolcu. Tavırları, koşuşu, topa vuruşu; her şey falso! İnsan böyle bir film yaparken, oyuncuları belirlerken en azından temel şeylere dikkat eder. Haliyle filmin baş kahramanının radarımızdan çıkmasına 10 dakika yetiyor. Yerini ise Gavin Harris (Alessandro Nivola) alıyor. En azından topla daha haşır neşir gözüküyor. Nunez o kadar kötü ki, Harris'i görünce filmdeki gerçek futbolcuların yanında ''Ulan acaba bu da mı futbolcuydu, biz mi anımsayamadık'' diyoruz.
Munez'in transfer dönemi dışında (sezonun bitmesine 3 hafta kala) Premier Lig'e transfer olması, daha sonra 1 aylık süreçten sonra ligin sonuna yetişmesi, Ada'daki birçok kulübün anasını ağlatan çalışma iznini hemen alabilmesi ABD'deki futbolseverlerin dikkatinden kaçmış olabilir. Ama bizi rahatsız eden detaylar olarak karşımızda. Yoksa Meksika doğumlu bir Los Angeles çocuğunun Newcastle United'a gitmesi ve başarılı olması bizi şaşırtmaz. Futbolda böyle hikayeler mevcut. Jamie Vardy ile daha yeni tanıştık. Olur bunlar; ama biraz tutarlılık be kardeşim; çok değil!
Biz bu filmi daha önce görmüştük. Sıfırdan gelen başarı hikayesi, alemci takım arkadaşı, idealist teknik adamlar... İlyas Salman'ın efsaneleştiği Ya Ya Ya Şa Şa Şa filmi de böyleydi.
Bu filmde de hoşumuza giden sahneler; Newcastle United teknik direktörünün verdiği dersler Gavin Harris'in adamlığı ve profesyonel topçuların gözüktüğü anlardan ibaret... Gerisini at çöpe.
"The name on the front of the shirt is more important than the one on the back..."
Bâkir bir orman, bir sıradağ, ya da içinden ırmak geçen bir vâdî, hiçbir ülkenin asla olamayacağı kadar önemli ve kesinlikle ondan da fazla sevgiye lâyıktır. Irmaklı bir vâdî için ağlayabilirim; ağlamışlığım da var zaten. Ya bir ülke için?
Yıllardır bu bloga can veriyoruz. Haliyle okuyucularımızdan bir şey saklayacak değiliz. Bize yakışmaz. Erkek striptizcileri anlatan bir film izledim ve bunu yazma cesaretini kendimde buldum. Bunu söylemekte sıkıntı yok; asıl sıkıntı yanlış filmi izlemiş olmam. Ben aslında birkaç erkek striptizcinin tutunma çabasını anlatan, Channing Tatum'un oynadığı Magic Mike'ı izleyecektim. İğrenç bir filme denk geldim. Nasıl böyle oldu bilmiyorum. Magic Mike'ın da çok iyi bir film olmadığına eminim zaten de artık uzun bir süre sonra anca izlerim. Hevesim kaçtı, tadım kaçtı.
Bu arada ciddi ciddi filmi değerlendirirsek, bir skandalla karşı karşıyayız. Senaryo namına hiçbir şey yok. Bir erkek olarak, siyah ve kaslı dansçıları görmekten daha rahatsız edici olan; zengin hanımların paralarını havaya (ve dansçılara) saçmalarıydı. Bu toplum, bu insanlar nereye gidiyor, nasıl zevkler, nasıl harcamalar bunlar...