Cumartesi, Nisan 30

Passenger 57

 


Wesley Snipes filmlerine 90'larda sık sık televizyonlarda denk gelmiş, az çok aşina olmuş ama hiçbirini tamamen izlememiştim. Sanırım ilk izlediğim film, yakın dönemde göz attığım Passanger 57 oldu.

Hem aksiyon filmlerine olan uzaklığım, hem Snipes'ı pek sevmemem hem de Türk televizyonlarda sık yayınlanan filmlerin kötü olduğunu düşünmeme neden olan önyargım; Passanger 57 için beklentilerimi düşük tutmamı sağladı.

Belki de en iyisi oldu. Bir kahvaltı sonrası düşük beklentiyle izlenen bir film için oldukça verimli çıktı. Heyecan duyduk senaryodan. Bir uçak kaçıran terör grubu ve tesadüfen uçakta olan ama onlara dur deme becerisine sahip olan kahramanımız arasında geçen çatışma bizi sürükledi.

Keşke tamamen uçakta geçseydi ama öyle olmadı. Filmin ikinci yarısında yer hizmetlerine katıldık. Lunaparklara bile girdik. Yine de fena değildi, hava değişimi oldu. 84 dakikalık süresi de yerindeydi. Daha fazlası sıkardı. Tam hap bir aksiyon filmi...

Wesley Snipes fena oynamamış. Yine de filmin iyisi Tom Sizemore'du. Ayrıca en genç halleriyle görebileceğimiz Elizabeth Hurley de (27) bu filmde boy gösteriyor. Fakat daha çok Alicia Silverstone'a benziyor!

En son beklentimin düşük kaldığı ama izlerken keyif aldığım aksiyon filmi Die Hard serisiydi sanırım. Passanger 57, onun ayarında değildi ama izlemkten pişman olmadım.

Cuma, Nisan 29

Fair-Play Şovunun Geldiği Son Nokta

Gaziantep FK - Göztepe maçında yaşananlar halen konuşuluyor. Daha da konuşulacak. Uzun yıllar boyunca hatırlanacak. Herkes bir haftadır maçta ne olduğunu, neden olduğunu, olması gerekeni tartışıyor. Fakat bizim asıl konumuz niye böyle anlara maruz kaldığımız...

Yine de önce maç içinde yaşananlara kısaca değinelim. 

İlk gol

Göztepe'nin golü nizami bir goldü. Etik açıdan da bir sorun yoktu. Gaziantep saçma sapan bir şekilde gol yedi. Hatta ortalığın bu kadar karışması golün kendisinden daha enteresandı. Soner'in kaleye vurmasına şaşırmamız gerekirken, top direkten döndü ve gol oldu. Yanlış deneme pozitif netice vermişti. Fakat bunu tartışmaya vakit bulamadan, oluşan kaosa şaşırdık. İlk başta "Acaba, Soner topu Gaziantep'e mi verecekti" diye düşündüm. Pozisyonunun başını da hatırlayamadım. Fakat öyle bir durumun olmadığını da gördük.

Kaleyi açmak

VAR inceledi, kural kitabına bakıldı ve golün nizami olduğu anlaşıldı. Konunun kapanması gerekiyordu. Fakat devamında Göztepe'nin kaleyi açması daha da saçmaydı. Neden böyle bir eylem yapıldı ki? Gaziantepli oyuncular kuralı bilmedikleri için habersiz mi yakalandılar? Öyleyse bile bir jeste gerek var mıydı? 

Mahalle maçlarında bazen bazı kurallar maçtan maça değişir ya; mesela kaleciye geri pas... Maçın başında kaleci topu eline alır, rakip takım "geri pas" diye itiraz eder. Diğerleri de "Kaleci bilmiyordu bu sayılmaz" der. İlk pozisyon öyle geçiştirilir, maçın devamında kural uygulanır. Onun  gibi oldu adeta.

Gaziantepliler kuralı bilmiyordu. Kaleye vuramayacağını sandılar. Soner kaleye vurunca şaşırdılar. "Oluyor mu ya öyle, bilmiyorduk biz" deyip, kandırdılar herhalde Göztepeli oyuncuları: "Tamam bir daha ki sefere olmasın, açıyoruz kaleyi!"

Tamam; kaleyi açıyorlar ama o konuda da bir fikir birliği yok. Oyuncuları çoğu kendi arasında ve yedek kulübesiyle diyalog halinde. En geç pes eden Atakan, "Sizin yapacağınız işe..." der gibi bakıyor Figuerido'nun arkasında kaldıktan sonra... Ve skor 1-1 oluyor.

Penaltı

Tabi ki Jahovic'in golünden sonra maç 1-0 devam etseydi, kalan sürelerin senaryosu da bambaşka olurdu. Fakat yeni şartlar atında Gaziantep bir de penaltı kazandı. Hiç beklenmiyordu. Her şey olağan bir şekilde ilerlese 1-0'ı koruyan Göztepe izleyecektik ve öyle bir kontra yaşanmayacaktı. Tabi ki bastıran Gaziantep'in yaratacağı karambollerden ne çıkardı onu da bilemezdik.

Yine de tüm yaşananların ardından, o atmosferde penaltı çıkması ekstra oldu. Ve bence tüm o beş dakikanın en anlaşılır hareketini Muhammet yaptı. Anlaşılır diyorum ama ben olsam yapar mıydım bilmiyorum. Fakat yine de düşününce, o beş dakikanın en normali penaltının auta atılmasıydı.

Rakip nizami bir gol atmış. Sonra kaleyi açmışlar. Sebepsiz yere 1-1 olmuş.. Bir de üstüne penaltı kazanınca; kafalar karışıyor. Yani benim kafam karışırdı. Ben penaltıcı olsam, topun başına geçmezdim bile. Bu arada takımdaki penaltıcı Maxim sanırım; o geçmiyor topun başına. 

Penaltıyı atsam da kaçırsam da rakip küme düşüyor. O zaman atayım auta 1-1'e bağlansın. Sonuçta Göztepe'nin golünden sonra her şey olağan bir şekilde devam etse, ardından da bir penaltı kazanılsa maç 1-1 bitecekti. O saçma golden sonra, penaltıyı atmaya gerek kalmadı. Yani bir şekilde maçın hakkı 1-1'di zaten. Tabi 1-0'dan sonra senaryo daha farklı olacaktı; bunu atlamayalım...

Bunlar niye yaşandı?

O zaman esas konuya dönelim. Biz bu saçmalığı neden izledik?

Türkiye'de toplumun her alanında gösteriş esastır. Kimse verimli çalışmayı düşünmez ama herkes çalışma şovunu yapar. Mesela işini iyi yapan birinin, herkesten ayrı bir şekilde evden çalışması (özellikle pandemi öncesinde) mümkün değildi. Fakat tüm mesaisini laklakla geçiren adam, mesai saati sona erdikten sonra 1-2 saat daha ofiste kalırsa ve bunu da herkes görürse terfi alma ihtimali yükselir.

Örnekler çoğaltılabilir ama yazıyı uzatmayalım. Futbolda da benzer bir zihniyet hakim. Saha içinde kazanmak için her türlü numara yapılır, deplasmana gelene su bile verilmez, yerde sakatlık numarası yapandan autta zaman geçirene kadar her türlüsü revaçtadır ama "topu rakibe vermek" gibi eylemler oldu mu kimse bizle yarışamaz.

Lincoln'un yıllar evvel bir maçın (Galatasaray - Hacettepe) son dakikasında top sektirmesi yerin dibine sokulmuştu. Karşı cephede duranlardan biri TRT spikeri Tansu Polatkan'dı. Polatkan, ""Eğer bu rakibi aşağalamaksa, en büyük terbiyesizliği gol atan futbolcular yapıyor." demişti. Ve o cümle 12-13 sene sonra gerçek oldu adeta. Atılan bir golde etik dışı durum arandı.

Top oynama dışındaki anlara çok büyük anlamlar yüklüyoruz. Göztepe'nin kaleyi açması da ilk anda takdir gördü. Direkt spikerin tepkilerine bakın. "İnsanlık ölmedi" ve "Her şey kazanmak değil" gibi laflar havada uçuşuyordu. Gerçi o da ne yapsın; "Bu ne şimdi" dese onu da topa tutabilirlerdi. Riske girmedi.

Beşiktaş - Giresunspor maçında Mert Günok sakatlanınca insanlar Giesunspor'un neden gol attığını sorguladı. Büyük ihtimalle ayağı kayan (ve maç içinde daha önce de kayan) Mert'in sakatlandığını zaten idrak edemediler. Zaten fark etmiş olsalar bile, kendi kendine sakatlanan ve çok acil müdahaleyi gerektirmeyen bir pozisyonda durmamak neden "fair dışı" bir hareket olmalıydı ki?

Belki de Gaziantep'teki futbolcular da benzer bir sorunu yaşadılar. "Acaba bu işte bir yanlış var mı?", "Neyi kaçırdık" gibi düşüncelere kafalara girmiş ve kafaları bulandırmış olabilir. "Şimdi gol yemezsek bizi de suçlarlar mı" korkusu bünyeleri sarmış olabilir.

Benzer bir durum Muhammet için de geçerli. Çok alakasız belki ama yıllar önce Fernando Muslera, Manisa'da penaltı atınca, "Küme düşen takıma kaleci neden penaltı attı" denmişti. O maç bile bir anlık kafalara girmiş olabilir. "Şimdi atsak ne derler,  oysa 1 dakika önce bizim için neler yaptılar. Şimdi küme düşen takıma gol atarsak kara deftere yazılmayalım"  tarzında düşüncelere kapılmış olabilirler.

Türkiye futbolunda saçma sapan, yüzeysel bir fair-play anlayışı var. Tamamen şova dayalı. O yüzden insanlar ne yapacağını bilemiyor artık. Bu neden Muhammet'i bir şekilde anlıyorum. O şovun bir parçası olmaktan ziyade, o şova katkı sunmadığı için lince uğrama korkusu baskına gelmiş olabilir.

Bu tip anların tekrar yaşanmaması için tamamen futbola odaklanmamız lazım. Yani saha içine. Her atağa kalkan rakibi görünce yere yatmamak, yere yatanı görünce topu taca atmamak, taca atana topu iade etmemek bir başlangıç olabilir. Bunları yapmaktan, bunları düşünmekten top oynayan kalmadı ligde. Her şey o kadar sıradanlaştı ki, ezberin dışına çıkılıp atılan bir golde bile insanlar şaşkınlık yaşıyor. Maçların ezberleri o kadar kanıksanmış ki, zihinler hata veriyor.

Oysa Jahovic'in golü gündem olmaya yeterdi. "Kuralı bilmeden kaleye vuran oyuncunun topu direkten dönünce, takım kümede kaldı (veya umutlandı)"

Başlı başına mükemmel bir futbol hikayesiydi; şimdi sulandırılmış bir şova döndü...

Perşembe, Nisan 28

Doğu'nun Limanları

2021 Amin Maalouf ile tanışma senem olmuştu. Her şey Doğu'nun Limanları ile başladı. Konusu ile favorim olacak bir kitap değildi belki de. Herkesin çok beğendiği sonu, benim canımı sıkmıştı. Fakat 'kısa 20.yüzyıl'ın tamamını ve Doğu'nun tüm acılarını kapsayabilecek bir roman çıkartabilmek saygı duyulacak bir başarıydı benim nazarımda.

Adana, Paris, Beyrut hattında gidip gelirken; Adana Olayları, 1.Dünya Savaşı, 2.Dünya Savaşı, Arap-İsrail Savaşı, Lübnan İç Savaşı gibi kanın su gibi aktığı acıları okurken; yaşamın tüm gerçekliği zihnimize kazınıyordu. Diğer yandan İsyan ile Clara'nın yarım kalan aşkı kalpte bazı sızılar yaratıyordu. Hepsi dokunaklıydı ama esas olan böyle bir kurgu yaratabilmekti.

Şunu demek istiyorum; kitabı okurken şunu anladım ki, Maalouf tam benim sevebileceğim bir yazardı. Roman çok etkileyici değildi ama yazar bana ışığı vermişti. Karakterleri sıradan insanlardı belki ama acısıyla, sevdasıyla, dramıyla, hüznüyle yaşayan dünyanın bir parçasıydı. Tüm bu kan gölünün ortasında bir yandan ilham vericiydi. Belki okuduklarımız hüzün doluydu ama önemli değildi benim için.

Belki de hayatımda ilk defa bir romanda, karakterlerin ve kurgunun sonunu merak etmeden yazarın kalemini okudum. Neler anlatacaktı bize? Son sayfayı kapatana kadar bir kez dahi yanıltmadı. O merakı hep diri tuttu.

Bana tavsiye edilen asıl kitap, Afrikalı Leo'ydu. Ben bilerek Doğu'dan başladım. Doğru karar verdiğime emin oldum. Gönül rahatlığıyla bir sonraki maceraya (ve seviyeye) yani Afrika'ya geçebilirdim. Geçtim de... Ona da bu blogda sıra gelecek. Ama asıl hedefim, halen ulaşamadığım Semerkant....

Hikayeleri herkes yaşar. Farkı yaratan ise hikayeleri anlatanlardır. Fakat bir de esas olarak daha önceden defalarca anlatılmış büyük hikayelere, yeni parçalar katabilen kurgucu-anlatıcılar vardır. Ben en çok onlara hayranım sanırım... İnsan hayatının ne kadar biricik olduğunu ve buna rağmen o hayatın (insanın) son hızla yaşayan dünyanın bir parçası olabileceğini en iyi onlar hissettirir. Daha ilham verici bir tarz olamaz sanki...

"Ölümü son çıkış olarak düşüneceksin. Bil ki kimse seni bundan alıkoyamaz ve tam da bu nedenle, elinin altında olduğu için onu yedekte tut, sonuna kadar. Diyelim ki geceleyin bir kâbus gördüm. Bunun bir kâbus olduğunu, başını oynattığın anda kurtulabileceğini bilirsen her şey daha kolay, daha çekilir hale gelir, hatta bir bakarsın ilk başta en korktuğun şeylerden zevk alır olmuşsun. Hayat seni istediği kadar ürkütsün, canını yaksın, en yakınların çirkin maskeler taksınlar… Hayat bu, de kendi kendine, ikinci kez çağırılmayacağım bir oyun, bir zevkler ve acılar oyunu, bir inançlar ve aldatmacalar oyunu, bir maskeler oyunu, bir aktör ve bir gözlemci olarak sonuna kadar oyna. Gözlemcilik daha iyidir, ne zaman istersen bırakabilirsin. Beni sorarsan, “imdat çıkışı” sayesinde ayaktayım. Çünkü emrimde, ve onu kullanmayacağımı biliyorum. Ama ahiretin anahtarı bende olmasa kendimi kapanda hissederdim, derhal kaçmak isterdim!”

Çarşamba, Nisan 27

Salı, Nisan 26

Chacun Sa Vie

 


Çok enteresan bir kadroya sahip. Fransızların meşhur şarkıcısı Johnny Hallyday, 'İskoçyalı' Christopher Lambert, yine birçok filmden aşina olduğumuz Jean Dujardin...

Fakat keşke bunlarla sınırlı kalsaydı! Hoş bir tatlı sıcak komedi filmi çıkar diye düşündük ama üzerimize karakter yağdır. Kadro, saydıklarımdan daha kalabalık. Hikayeler çok fazla. Takibi zor. Çıtır bir film beklerken, kendimizi "Kim kimdi"  diye düşünürken bulduk. 

Kötü film değil ama beklediğimiz 'sıcaklığı ' bulamadık. Bir caz festivaline ev sahipliği yapan Fransız kasabasında geçmesi nedeniyle çok fazla müzik de dinliyoruz. Zaten başrolde de bir müzisyen var tabi.. Haliyle beklediğimiz film formundan çıktı. Son dönemde buraya iyi filmler taşıdığımı düşünüyorum, o parlak dönemin en zayıfıydı...

Pazartesi, Nisan 25

Portekiz'deki İsmail Kartal

Nisan-Mayıs ayları futbolda gelecek sezonu planlama zamanıdır. Aynı zamanda kafaların karıştığı dönemdir.

Fenerbahçe'deki durumu biliyorsunuz. Vitor Pereira sonrası dönemde oyunculara emanet edilen takım başarısız sonuçlar alınca, sezon sonuna kadar gemiyi limana yanaştıracak bir teknik direktör düşünüldü. Sonrasında kariyerli bir yabancı teknik direktör ile bomba patlatılacaktı. Büyük ihtimalle de Joachim Löw olacaktı bu hoca.

Löw'e kadar geçecek sürede, Alman hocanın 1997'deki yardımcısı İsmail Kartal'a anahtar teslim etme planı hiç mantıksız değildi. Fakat bugün gelinen noktada "İsmail Kartal kalsa mı acaba?", "Aslında Löw veya başkası için o kadar harcama yapmaya da gerek yok" gibi düşünceler ortaya çıktı. Bu konu hakkında da yazasım var ama ben yazmayı bitirene kadar karar açıklanır diye üşeniyorum zahmet etmeye.

Neyse ki benzer bir konu Portekiz'de de yaşanıyor.

Benfica, sezona eski teknik direktörü Jorge Jesus ile girmişti. Nedense Jesus ile geçen 2021 günleri camiayı memnun etmedi. Şampiyonlar Ligi'ne Barcelona'nın olduğu gruptan çıkmak ve ligde 15 haftada 12 galibiyet almak yeterli olmadı. Jesus'un adı Brezilya kulüpleri ile anılınca, o da "Giderim bak" resti ile eleştirilere yanıt verince taraftarlar onun biletini kesti ve derhal Brezilya'ya gitmesini istedi. Hatta bu uğurda bir internet sitesi bile açtılar. Ayrıca Jesus takımın papaz yıldızları Pizzi ve Rafa Silva ile sorunlar yaşadı, bu gelişme de sonunu hızlandırdı. Başkan Manuel Rui Costa da çaresiz kaldı.

Oysa karne iyiydi. Gerçi Porto ve Sporting'e kaybedilen maçlar (biri ligde, biri kupada) güven zedelemişti. Sonuç olarak Jesus, 2022'yi göremedi. Yerine de 2.Lig'de mücadele eden Benfica B takımını çalıştıran ve o takımı o sert ligde liderliğe taşıyan Nelson Verissimo geldi.

Gelen gideni aratır derler ya; Verissimo da öyle başladı aslında. İlk maçında Porto'ya 3-1 mağlup oldu. Bir ay sonra Lig Kupası finali, şehrin diğer çocukları Sporting'e kaybedildi. Kendi sahasında Moreirense gibi zayıf ve Gil Vicente gibi mütevazı rakipleri yenemedi. Boavista deplasmanında da 2-0'ı koruyamayıp bir puana razı olmak, bardağı taşırmaya yeterdi.

Tabi ki emanetçi bir teknik direktör için bardağın taşmasına gerek yoktu. Sezondan ümit kesilmişti zaten. Benfica hali hazırda yeni sezon için arayışlara başlamıştı bile. Fakat o Boavista maçının ardından işler tamamen değişti. İsmail Kartal'ın Slavia Prag maçları gibiydi adeta...

Verissimo önce Ajax'ı eledi ve Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıktı. Orada da Liverpool'a kök söktürmesi taraftarları mest etti. Ardından ligde müthiş bir seri yakaladı. Son 11 lig maçında sadece Braga deplasmanında 3-2 mağlup oldu. Bu serinin içinde deplasmanda derbi zaferi de var. Geçen hafta Sporting'i 2-0 yendiler ve şehirde caka satmaya hak kazandılar. Ayrıca bitti denilen ilk iki şansına da zor da olsa tutundular. Gerçi hafta sonunda Famalicao ile golsüz berabere kaldılar ama maç boyu hakim oynayan ve sayısız fırsatı kaçıran Benfica'ydı.

Tam da bu dönemlerde PSV Teknik Direktörü Roger Schmidt'in adı anılmaya başlanmıştı. Anlaşmanın sağlanması beklenirken, şimdi camiada yeni sorular ortaya çıktı: "Verissimo kalsa mı acaba?"

Tıpkı İsmail Kartal'da olduğu gibi bu sorunun da ortak bir cevabı yok. Sanırım Ali Koç gibi, Rui Costa da "hoca bir yenilse de rahatlasam" gözüyle izliyor maçları. Bir başka tesadüf, Kartal'ın önünde bir Beşiktaş derbisi var ve kazanırsa işler daha da karışacak. Verissimo da namağlup Porto'yu konuk edecek 33.haftada... Kazanırsa? Bekleyip göreceğiz.

Bu arada; Fenerbahçe'de Löw söylentileri biraz dindi ama bu sefer Jorge Jesus'un adı çıkmaya başladı. Benfica-Jesus-Fenerbahçe-Kartal-Verissimo... Beşgenin ortak köşegeni Jesus. Tabi bir de 2013 yarı finali var ama o konuya Jesus Kadıköy'e ayak basarsa gireriz...

Bu arada Verissimo, koltuğunu kaybederse üzülmesin. 2019-20 sezonunda Benfica yine emanetçi hocaya anahtar teslim etmişti. Bruno Lage, hatırlanmak istenmeyen sezonun teknik direktörüydü. Sezon ortasında 7 puan önde olan Benfica, Covid ile beraber şampiyonluğu Porto'ya kaptırmıştı. Devamında Lage ile yollar ayrıldı, hatta son dört maça çıkamadı. Yerine de emanetçinin emanetçisi olarak Verissimo bakmıştı...

Ama o Lage, şimdi Premier Lig'de... Tamam belki Ada'nın Portekiz temsilcisi Wolverhampton'da ama olsun...  Sonuçta Premier Lig... Yarım sene Benfica'da görev yapmak, yolunu bulmasına yetti. Darısı Verissimo'nun başına...

Pazar, Nisan 24

Toplumun McDonaldlaştırılması

 


Max Webber'den esinlenip California'dan (McDonalds'ın kurulduğu yer) yola çıkan, 20-21. yüzyılın toplumunun oluşma evrelerini çok iyi anlatan, okunması da kolay bir sosyolojik çalışma...

Kitabın adı yanıltıcı olmasın, McDonalds'ın yemek kültürüne veya toplumu yemek kültüründe yarattığı  değişime ışık tutmuyor. Oraya da değiniyor ama esas meselesi toplumsal yaşamın tüm katmanları. Sağlık, eğitim, hatta eğlence, televizyon....Her alanda nasıl bir McDonalds müşterisi gibi davrandığımızı yüzümüze vuruyor.

Kitap biraz eski tabi, ilk basımı 1990'larda yapılmış. Güncellenmesi gerekir mi emin değil ama genişletilebilir. Zira dünya son 30 senede çok değişse de toplum bir dönüşüm yaşamamış olabilir. Tam tersi; Mcdonalds'laşan toplum çok daha fazla ülkeye yayıldı.

Kısacası hoş kitap.

Kitabı okurken bir yandan da kendi alanımız olan futbolla bağ kurmaya çalıştım. Futbol maçının süresini kısaltmak isteyenler, kötü (!) maçların üstünü çizip sadece iyi maçlara odaklanan projeler (Avrupa Süper Ligi  gibi) ve çok daha fazlası bu kitaba konu olabilir.

Yani hoş kitap olmasının yanı sıra, ufuk da açıcı...

Cumartesi, Nisan 23

Bahar Gelmiş Tribünlere


Geçen haftadan bir tribün performansı...

Eskiden; yıllar evvel bunları çok paylaşırdık, son dönemde ilgimiz azaldı. Sebebi Türkiye'de tribünlerden kopmamız ve Türkiye'deki tribünlerin coşkusunu kaybetmesi.

Almanya, konu tribün olduğunda adı sıkça anılan bir ülke olmasa da aslında kıtanın en iyilerinden. Bu  video da geçen hafta oynanan Kaiserslautern - Saarbrücken maçından. Bir 3.Lig karşılaşması. Aynı zamanda iki komşu şehir arasındaki bir mücadele...

Çok üst düzey bir koreografi veya görsellik yok belki. Fakat bir 3.Lig maçındaki tribünlerin bu kadar dolu, coşkulu ve organize olması kıskandırdı.

Pandemi nedeniyle Alman tribünleri de diğer her yerde olduğu gibi büyük bir yara almıştı. Ya da biz yara aldığını düşündük. Oysa belki de sadece ara vermiş olabilirler. Bu sene yavaş yavaş geri dönüyorlar meydanlara...

10 gün önce E.Frankfurt tribününün Barcelona'ya yaptığı çıkartma yıllar geçse de unutulmayacak. Hatta belki de başkan Laporta'nın başını bile yiyecek.

Diğer yandan ülke içindeki deplasman organizasyonları da hızını artırdı. Ayrıca aylarca yanmayan meşaleler, atılmayan konfetiler sandıklardan çıktı. Kaiserslautern maçında görüyoruz atkıları, balonları ve daha fazlasını... Darısı buralara...

Maça gelirsek; tribün desteğiyle kazanan ev sahibi.. 3-1 sona erdi maç. Kaiserslautern ligde ikinci sırada. Böyle devam ederlerse onları seneye Bundesliga 2'de görebiliriz. Bu camianın 1990'larda 2 kere Bundesliga şampiyonu olduğunu da unutmayalım.

Cuma, Nisan 22

Chamboultout

 

Hoş bir konusu olan ama içeriği zayıf kalan bir Fransız komedisi...

Beatrice ve Frederic yıllardır evli olan bir çifttir. Fakat mutluluk bir anda sona erer. Frederic, bir kaza sonucu görme yetilerini kaybeder. Biz seyirci olarak bu aşamalara hakim değiliz. Biz hikayeye yıllar sonra giriyoruz.

Beatrice, eşinin kazasının ardından yaşadıklarını bir kitaba döker. Kitap çok satar. Beatrice bu başarısını arkadaşlarıyla kutlamak ister. Fakat bir sıkıntı vardır. Beatrice gerçek hayattaki karakterlerin isimlerini kitapta değiştirmiştir. Bir yazlık evde bir araya gelen kalabalık arkadaş grubu, kimin kim olduğunu keşfetmeye çalışır.

Vasat bir film. Fakat buradan Türkiye'deki yapımcılara sesleniyorum. Bu filmi Türkiye'ye uyarlamanız halinde sıkıntı yaşamazsınız. Tam Çağlar Çorumlu, Şebnem Bozoklu, Fatih Artman, Yasemin Kay Allen gibi isimlerden oluşacak kadroyla gişe yapabilecek bir film. İsimleri de öylesine sallamadım, orijinal versiyonundaki oyunculara uygun kişileri seçtim.

Cast'ı belirledim, gerisi artık Türk yapımcılarımıza kalmış...


Perşembe, Nisan 21

Islık Kalkanı

Önce ilkesel olarak duruşumuzu baştan hatırlatalım. Futbolcuları ıslıklamanın doğru bir tepki olduğunu düşünmüyorum. Özellikle de sezon devam ederken, hedefler uzakta da olsa bir köşede duruyorken alınacak gündelik sonuçlar ıslıkların nedeni olmamalı.

Fakat hayat böyle yürümüyor. Tribünler her zaman,  kötü olduğunu düşündüğü futbolcuya tepkisini en kolay şekilde ıslıklayarak verir. Üstelik fiziksel bir şiddet barındırmadığına göre, bu tepki ifade özgürlüğü kapsamında bile değerlendirilebilir.

Bu sezon ıslıklanmasına en çok şaşırılan futbolcu Lionel Messi'ydi. 

Yaz döneminde Barcelona'dan sürpriz bir şekilde PSG'ye transfer olan Arjantinli oyuncu, kariyerinde ilk defa konfor alanından çıkmıştı. Bu değişime nasıl adapte olacağı merak konusuydu. Sanırım pek de kolay olmadı...

Genelde Messi'nin standart sezonları için "Başka bir oyuncu bu rakamlara ulaşsa ağzımız açık kalır, ama Messi yapınca vasatmış gibi değerlendiriyoruz" denirdi. Haklılık payı olan bir yorum. Diğer yandan Fransa Ligi'nde oynadığı 20 maçta 3 gol atan bir yeni transfer (maliyetine girmeden sükseli herhangi bir transfer), Messi'den çok daha sert bir tepkiyle karşılaşırdı.

Messi özellikle Şubat -Mart aylarında PSG tribünlerinden büyük tepki gördü. Balkan ve Doğu Avrupalı sporculardan blogu okuyan varsa "büyük tepki" sıfatına şaşırabilir. Fakat yine de Messi için alışılmış bir durum değildi. Onun için yeni bir tecrübeydi. Aslında tüm dünya olan bitene şaşırmıştı. Başta Ronaldinho olmak üzere birçok futbol efsanesi, yapılanların ne kadar yanlış, hatta şımarıklık olduğunu belirtmişti. Mesela Ronaldinho, "Dünyanın en iyisini ıslıklayacaksan kimi alkışlayacaksın?" diye sormuştu.

Messi'yi ıslıklamak mı? O dünya tarihinin en iyisi, onu nasıl ıslıklarsınız?

Peki PSG taraftarları için bu önemli bir etiket mi? Son 10 yılda kulübün imajı ve tribünün demografik yapısı değişmiş olabilir. Parc des Princes tribünlerinde, ağırlıklı olarak dünyanın her yerinden kente gelen turistler ve Paris sosyetesinden insanlar oturabilir. Fakat yine de PSG'ye sadakatle bağlı olan bir kesim de vardır.

Bu grup için, Messi'nin dünyanın en iyi futbolcusu olması bir etken mi? Değil tabi ki. İlginç olan,dünya futbolunda yer edinmiş birçok insanın bu duyguyu anlamamış olmasıydı.

Bir PSG taraftarının Messi ile ilişkisi 2021 yazında başlar. Oyuncunun 17 yıllık Barcelona kariyeri, orada kazandığı kupalar ve attığı goller ona  hiçbir anlam ifade etmez. Beyaz bir sayfa açılmıştır. Gelen her oyuncu (Messi), geldiği kulüpte (PSG'de) başarılı olursa sevilir, başarılı olamazsa sevilmez.

Başarı kıstasını değerlendirmek tribünün görevi midir? Bu da apayrı bir tartışma konusu. Fakat yine de Messi'nin rakamları pek iyi değil. Şubat ayına kadar ligde sadece 1 gol atan, 2021 yılında sadece 4 asist yapabilen, Mart ayında Şampiyonlar Ligi'ndeki Real Madrid yenilgisini önleyemeyen, sezon içindeki lig maçlarının üçte birini kaçıran bir oyuncunun tepki görmesi normal değil mi?

Fenerbahçeli taraftarların Islam Slimani ile kurduğu bağın, PSG taraftarlarının Lionel Messi ile kurduğu bağla hiçbir farkı yoktur. Messi ve Slimanı arasındaki kariyer farkı hiçbir önem teşkil etmez. Golü atarsan baş tacısın, değilsen baş parmak aşağı iner.

Ronaldinho'nun sorusunu tam da burada cevaplayalım. Dünyanın en iyisini ıslıklıyorsan kimi alkışlarsın? Tabi ki takıma daha çok katkı vereni. PSG için Verratti veya bir başkasıdır belki. Fenerbahçe'de Roberto Carlos ıslıklanmadı ama vasat futbolunu oynarken taraftarlar en çok o sezon alt ligden gelen Gökhan Gönül'ü sevdi.

Böyle durumlarda geçmişteki başarılar sadece tek bir durumda kurtarıcı görevi görür. O da kulüp tarihinde bir yer edinmesi halinde devreye girer... Yani Messi, PSG ile birkaç güzel sezon geçirip, üzerine böyle bir sezon yaşasaydı muhakkak ona ve onun sezonuna bakış daha farklı olurdu. Fakat dünya futbolunu domine edip PSG'de vasatın altında kalırsa, onu tribün eleştirisinden kimse kurtaramaz.

Messi, yine küllerinden doğup ağırlığını koyabilir. Bu ihtimal her zaman var. Zaten bu yazıyı biraz geç yazmamın sebebi de buydu. Messi'nin ıslıklandığı günlerde yazmaktansa, ortalığın biraz daha durulduğu dönemi tercih ettim. Zira hedefim Messi eleştirisi değildi. Messi'nin dokunulmaz olduğunu düşünen zihniyete karşı bir yorum bizimkisi...

Bir yandan da; iyi ki Messi konfor alanını terk etme kararını verirken istikametini İtalya'ya çevirmemiş. Pek de ateşli olmayan PSG tribünlerinden gelen gürültülü ıslık sesleri bu kadar gündem oluyorsa, İtalya'da benzer performansla çok enteresan tartışmalara şahit olabilirdik.

Çarşamba, Nisan 20

Theeb



Deniz Gamze Ergüven'in Mustang ile Oscar'a aday olduğu sene (2015) kısa listede dikkatimi çeken filmlerden biriydi Theeb. Ürdün yapımı olarak görülüyordu, ilginç bir konusu da vardı. İzlemek geçtiğimiz seney nasip oldu.

Ürdün asıllı olan yönetmen ve senarist Naji Abu Nowar, doğma büyüme İngitere'den... Belki de bu harman sayesinde 1.Dünya Savaşı'nın en önemli konularından biri olan Bağdat - Hicaz demiryolunun bölgeye getirdiği negatif ve pozitif tüm gelişmelere hakimdir.

Aslında filmden siyasi ve politik bir tema beklemek hayal kırıklığı yaratabilir. Fakat satır aralarında beslendiğini görebiliyoruz. Esas konumuz ise çölün ortasında bir maceraya atılmak zorunda kalan Theeb adlı çocuğun başından geçenler.

Çölün ortasında çocuk da olsa sessiz bir baş karakter, kötü adamları temsil eden eşkiyalar, etkisini kaybeden bir devlet otoritesi, ekonomik sıkıntı nedeniyle paranın değer kazandığı ve adam harcamaya yettiği bir atmosfer, silahlar, sıcak hava, at yerine develer ve günbatımına doğru giderken biten bir son... Tüm bu unsurlar bize bir Arabik Western sunuyor.

Belki de ilk denemesi olabilir bu türün. En azından benim izlediğim ilk örneği. Bence beklentiyi karşılıyor. Gerçi Oscar'a aday olabilecek kadar iyi film mi emin değilim ama Mustang'in olduğu yerde Theeb hayli hayli olurdu.  Filmin ikinci yarısında tempo düşse de kalitesi belli bir ortalamanın üstünde kalıyor. Üstelik bunu yaparken sadece tek bir profesyonel oyuncu kullanıyor. Bu da yönetmenin önemli bir başarısı olarak göze çarpıyor. Fakat yönetmen ve göz kelimelerini yan yana kullanınca sinematografik açıdan üst düzey bir filmden bahsetmek gerekir. Bunda da Arap çölünün payı yüksek.

Lawrance of Arabia'yı hatırlatması boşuna değil zira hem aynı dönemi anlatıyor hem de aynı bölgede çekiliyor. Fakat Batı'nın sömürgeci tavrından uzak kalıyor. Bunu birçok detaydan fark ediyoruz. Bölgeye bakış, tasvir edilen karakterler hep Arap kültürünün gözünden. Haliyle biz de yeni bir bakış açısı kazanıyoruz.

Sonuç olarak; kavurucu  çölde bile intikam soğuk yeniyor.

Salı, Nisan 19

Zirveden Ölüme

Saatlerinden dolayı NFL'i izlemek mümkün olmuyor, hiç aşina değilim ama bazı hikayelerini biliyorum.

Aaron Hernandez de o hikayelerden biri. Ülkenin en yetenekli sporcularından biri olarak başladığı lig kariyerini bir suç bağımlısına dönüştürerek noktaladı. Hayatını da girdiği hapishanede intihar ederek bitirdi. Tam beş sene önce bugün...

İnanılmaz bir çöküş. Çöküş demek bile haksızlık olur. İbret alınması için her sporcu adayına okutulması gerekir. Her sporcunun, özellikle de yıldız potansiyeli taşıyan ve genç yaşta büyük paralar kazanan sporcuların, kariyerinin başından itibaren destek alması gerektiğinin kanıtı...

Pazartesi, Nisan 18

Gölge Hayat

Müzik dinleme alışkanlığım yıllar içinde nasıl değişti hayret ediyorum.

Lise ve üniversite yıllarında ve biraz daha sonrasında radyo benim için vazgeçilmez bir araçtı. Tabi ki kasetler, CD'ler, walkman'ler, mp3 player'ler, araba teypleri de vardı ama radyo bambaşkaydı...

Radyonun lokomotifi de Radyo Eksen'di. O yıllarda teknoloji çok başka bir seviyeydi, biz de ona ayak uydurmak zorundaydık. Adını bilmediğimiz güzel bir şarkı çıktığında çıldırırdık. Neydi o şarkının adı?  Bir daha ne zaman dinleyeceğiz? Nereden bulacağız?

25 yıllık arkadaşım Zafer (o zamanlar daha ilişkimizin başıymış; 7-8 sene falan) ile bir sistem geliştirmiştik. Eksen'de adını bilmediğimiz veya güzel bir şarkı çıktığı zaman cep telefonlarından birbirimizi çaldıracaktık. Çaldırılan hemen Eksen'i açıp, şarkının adını not edecekti. Tabi biliyorsa... Bilmiyorsa da araştıracaktık bir şekilde, o şarkı hedefimiz olacaktı. 

O dönemin modası flörtlerin "Şu an seni düşünüyordum" mealinde birbirlerini çaldırmasıydı. Biz ise bunu gayet ulvi bir amaca dökmüştük. Pratik olan buydu. Hem kontör gitmeyecekti, hem de telefonu açıp "Alo ne oldu" gibi bir bürokrasiyle zaman kaybetmeyecektik. Şarkı her an bitebilirdi, vaktimiz kısıtlıydı. Çaldırıp uyandıracaktık karşı tarafı.

"Herhalde" diyordum kendi kendime, "ölene kadar devamlı Radyo Eksen dinlerim.

Öyle ya, müzik zevkim oturmuştu. Ufak tefek oynamalar olabilirdi ama Eksen'i açmaktan veya oradaki şarkıları dinlemekten sıkılmazdım.

Müzik zevkim değişmedi ama yavaş yavaş dünya değişti. Benim radyo dinlediğim yıllar bile 2000'lerin orasıydı ve radyo birçok insana artık demode geliyordu. O demode görünen mecrayı bile içselleştirdiğime göre bundan sonra bir değişime uğramam imkansızdı. Böyle düşünüyordum ama değişime direnmek imkansızdır.

Önce ben iş hayatına girdim, sonra da hayatıma Youtube girdi. Bir ofis ortamında çalışırken radyo açıp müzik dinlemek çok pratik değildi. Fakat fırsat buldukça kendi radyomu kurabilirdim. Youtube benim için yeni bir radyoydu.

İnsanlar fizy, sonradan Spotify ve daha birçok mecradan müzik dinlerken ben Youtube'da düzenimi kurmuştum. O sağ tarafta önerilen videolardan ne şarkılar keşfettim... Benim için vizontele gibiydi, radyonun resimlisi. Tüm sevdiğim şarkıları dinliyor, yenilerini keşfediyor ve bir yandan da kliplerini izliyordum. Alttaki yorumlar ve tartışmalar da çok enteresandı. ABD'de çıkmış İngilizce bir şarkının altında Türk-Yunan tartışmasına denk gelebiliyordum ve bu bana gayet komik gözüküyordu.

O günlerde Radyo Eksen çıktı artık hayatımdan. Eksikliğini de hissetmedim. Esas olan hedefti, aracı olan kurum çok önemli değildi. "Herhalde" diyordum kendi kendime, "ölene kadar devamlı Youtube'dan müzik dinlerim"

Bu dediğim süreç  çok uzun sürdü. 2017'lerde, 2018'lerde canım sevgilimi Youtube'dan açtığım şarkılarla tavlıyordum. Canı müzik dinlemek çektiğinde, benim müzik zevkime çok güvendiği için telefonumu bana uzatır ve "Hadi bir iki şarkı aç" derdi. 

Öyle zamanlarda radyonun ve Youtube'un sağ tarafının getirdiği doğaçlamalık kayboluyordu ama olsun. İpleri elime alıyordum. Neyse ki teknolojinin algoritması bizi kurtarıyordu. Youtube'u açtığım anda zaten sevdiğim şarkılar en önde çıkıyordu. Gayet kolay bir DJ'lik serüveni oluyordu.. 

Tam o yıllarda hayatım değişmeye başladı. Radikal değişimler değildi ama gündelik hayat pratiğimde ufak oynamalar yaşandı. Önce freelance çalışmaya başladım. Artık bir ofise gitmez olmuştum. Üstüne de pandemi geldi. Dönem dönem çalışmaz bile oldum. Müzik dinleyecek daha çok zaman gibi dursa da öyle olmadı. Eğer laptop'u açmıyorsam Youtube'da girmiyordum. Laptop'u açıp çalışmaya başladığım anlarda da televizyonda spor kanallarını açıyordum. Aslında artık geçmiş zaman kullanmamam da gerekmiyor, zira şu anda da öyle...

Müziği sadece günün belirli saatlerine dinliyorum. Koşuya çıktığımda veya bisiklete bindiğimde emektar mp3 player'ımı (Onu da 12 sene önce Zafer'den 75 liraya satın almıştım) yanıma alıyorum. Mp3 player'daki hafıza belli, şarkılar belli. Listeyi güncellemekle uğraşacak biri de olmadığım için yaklaşık 4 yıldır neredeyse aynı şarkıları dinliyorum.

Zaman zaman sınırların dışına çıkıyordum. Eğer evden çıkıp uzun bir yol gideceksem (en az 45 dakika) ve telefonun sarjı yeterliyse, telefondan radyoyu açıyordum. Fakat orada da eski dostum Eksen'e sabitlenmiyordum. Her radyoya uğruyordum. Fakat pandemi ile beraber sokağa çıkışlar da azaldığı için bu durum da devam etmedi. Son 2 senede sadece üç kere Kadıköy'den Avrupa Yakası'na geçmiş biriydim. 45 dakikalık yolculuklar hayatımdan çıkalı çok oldu.

Uzun uzun yazdım ama sanmayın ki bu yazıyı kafamda uzun süre kurguladım. Bu değişimler devamlı kafamı kurcalamıyordu. Farkında bile değildim. Her şey bir anda oldu.

Sık müzik dinleyenlerin hobisine dair en sevdiği özelliğidir; bir şarkı duyar ve bir anda kendi hayatında 'flaschbackler patlatır. "Anısı var kardeşim" der ve hislenir. Hislendikçe çorap söküğü gibi arka arkaya ampuller patlar kafasında.

İşte standart bir günün standart bir anında benim de başıma gelen buydu. Bir anda karşıma Moonlight Shadow çıktı.

Sene 2002'ler, 2003ler, 2004'ler.. Üniversitedeki ilk yıllarımız... O günlerde düştü hayatımıza 1989 çıkışlı bu şarkı. İlk zamanlarda şarkının adını da bilmiyorduk, söyleyenini de. Hatta şarkının sahibini kadın sanıyorduk haliyle. Zafer ile o birbirimizi çaldırdığımız dönemde girmişti hayatımıza bu şarkı.

Önce şarkının ismini bulduk. Sonra söyleyeni (Maggie Reilly) veya sahibini (Mike Oldfield). Sonra yeni yeni aşina olduğumuz internet sayesinde şarkıyı bilgisayarlarımıza indirdik, hâlâ evin bir köşesinde  duran ve hiçbir işe yaramayan dolu dolu içerikli CD'lere yükledik. Moonlight Shadow tek değildi. Forever JLollobrigida, James şarkıları, You Are ve çok daha fazlası... Az bilinen, az bulunan güzel şarkılar.

O zamanlar İngilizcemiz de çok yetersizdi. Şarkıları dinlerken ne dediklerini anlamıyorduk. Ben Moonlight Shadow'un pozitif, mutluluk dolu bir şarkı olduğunu sanıyordum mesela. Oysa trajik ve kanlı bir içeriği varmış. Olsun; biz zaten kafamızda sözler yazmıştık kendi çapımızda. Yani birden çok dize üretmemiştik ama moonlight ve shadow kelimeleri ile melodinin verdiği hislerden yola çıkarak "Şöyle bir şey anlatıyor olsa gerek" diyerek sınıflandırmıştık. Hatta klibine denk gelmem bile çok sonra olmuştu. Tam radyodan Youtube'a geçiş zamanları işte.. Klibi ilk kez 2009 yılında izlediğimi basit bir Twitter araştırmasıyla hatırladım. Üzülmüştüm, zira kafamdaki klip başkaydı.

O yıllarda "Herhalde" diyordum, "Ölene kadar devamlı Moonlight Shadow dinlerim"

Standart bir günün standart bir anında karşıma Moonlight Shadow çıkınca şok oldum. İki ihtimal vardı; ya ben ölmüştüm haberim yoktu, ya da ben tüm zevklerimi geride bırakmıştım ve ondan da haberim yoktu.

Youtuba'a girdim hemen. Moonlight Shadow'u uzun bir aradan sonra hakkını vererek dinlemem gerekiyordu. Arama butonuna  yazmadan önce Youtube'un algoritması sayesinde bana sunduklarına baktım. Ruşen Çakır'dan Benekli Ayhan'a, Kukla Kabare'den Rusya Ligi maç özetlerine, Yargı fragmanından Sırrı Süreyya Önder'in meclis konuşmalarına kadar envai çeşit içerik vardı. Fakat doğru dürüst bir müzik videosu yoktu ortalarda.

Tamam mecralar değişebilirdi. Bunu ömrüm boyunca defalarca yaşamıştım. Fakat en azından yol arkadaşlarım baki kalmalıydı. Öyle sanıyordum.

Üstelik bir anlık aydınlanmayla o pratiği değiştirebilecek gibi durmuyorum. Ne yapacağım şimdi; mesai harcar gibi her gün belli saatlerde müzik mi dinleyeceğim? Oysa eskiden hiç böyle bir çabam olmamıştı. Hayatın içinde var olan, zorlamaya gerek kalmayan bir etkinlikti o. Güzelliği de oradaydı.

Aklıma direkt babam ve arkadaşları geldi. Ben küçükken onların sohbetlerini dinlerdim. Evlerde ve sokaklarda gördüğüm o ağır oturaklı profiller, birbirleriyle sohbet ettiklerinde geçmişe dair izler veriyor ve şaşırıyordum. 80'lerde tuttuğu takımın her maçına gidenler, gençliğinde rock dinleyenler, bir zamanlar çapkın olanlar, o dönemin imkanlarıyla gençliğinde Türkiye'yi gezenler. Bizim evin salonundan hepsi daha farlı gözüküyordu oysa. Ve şimdi ben de o salonun diğer tarafındaydım artık.

3 dakika 42 saniye sürdü Moonlight Shadow'u dinlemem. Bitince "Acaba" dedim, "Ölene kadar daha neleri kaybedeceğim?"

Pazar, Nisan 17

Mia Aioniotita Kai Mia Mera

 


En büyük bahanelerden biridir. "Yazılacak her şey yazıldı, çekilecek tüm filmler çekildi, anlatılacak tüm hikayeler anlatıldı, tüm şiirler yazıldı tüm notalar bestelendi"

Bütün insanlık tarihi tek bir insan bedeninde vücut bulsaydı, üretememe sancısı yaşayan bir ihtiyar olurdu. Neyse ki bu dünya halen üretebilen ve en eski, en bilindik hikayeleri bir daha ve daha başka bir şekilde anlatabilenlerin yüzü suyu hürmetine dönüyor.

Theo Angelopoulos onlardan biri. Ona Cannes'da oy birliğiyle büyük ödülü kazandıran Mia Aioniotita Kai Mia Mera da onun başyapıtı.

Bugüne kadar çok film izledim. Çoğu film duygusal sahneler barındırıyordu. İzleyicinin damarına basmayı hedefliyorlar ve başarıyorlar. Fakat yine de beni hüzne boğan film sayısı yok denecek azdır. Üzüldüğüm olaylar, karakterler olur, bazen gözler dolar ama film sona erdiğinde kavgalı bir maçın ardından kol kola soyunma odasına giden rakip futbolcular gibi yola devam ederim.

Mia Aioniotita Kai Mia Mera çok büyük bir istisna. Dünya sinema tarihi için de, benim kişisel sinema hatıram için de bir istisna... Hüzünlendiriyor. Bunu yaparken bir duygusal pornoya dönüşmüyor. Yukarıda bahsettiklerim gibi ajitasyona başvurmuyor. Hatta olabildiğince sertleşiyor. Fakat bir o kadar da yumuşak ilerliyor. Bu karışımı sağlamak muazzam bir iş değil mi?

Angelopoulos çok bilindik bir konuyu işliyor. Direkt insanı! Belki de en bilemediğimizi. Ya da unuttuğumuzu... İnsan kendi kendinin kurdudur bir yandan. Ayrıca evrende bir nokta olmasına rağmen sonsuzluğu yakalamış gibi yaşar. Yani insan zordur. Ve her zaman pişman olur.

Senaryonun bir konusu var tabi. Kansere yakalanan orta yaşlı bir yazar ölmeye hazırlanır. Sevdikleriyle, geçmişiyle, kendisiyle vedalaşır. Bir günü vardır ve o günü sokakta tesadüfen gördüğü bir göçmen çocuğa ayırır.

Ama film bundan ibaret değil. Angelopoulos, yazar Alexandros'un sonsuz sandığı bir ömrünü ve son gününü öyle bir anlatıyor ki; sadece bir gün ve bir ömür sığmıyor içine. İnsanlığın tarih boyunca peşini bırakmayan tüm duyguları en gerçek haliyle aktarıyor. Bir yandan da ülkesi Yunanistan'ın tarihine selamlar yolluyor.Bunu yaparken efektler, uzun diyaloglar, bir albüme sığacak müzikler kullanmıyor. Sadece bir kamera, usta bir oyuncu (Bruno Ganz), ona eşlik eden az sayıda isim ve sadece tek bir şarkı yetiyor. İşte gerçek sinema bu değil midir?

Bruno Ganz, muhteşemdi. "Sen Almansın nasıl böyle Yunanca konuşabildin" dedim, meğer dublajı yapılmış. Bu açıdan filmin tek eksisi mi? Ama biz anlamadık ki! Bu arada o rol ilk önce Marcello Mastroianni'ye gitmiş. Bence Ganz tam uymuş.

Kendimi paramparça hissettiğim o kadar çok sahne oldu ki...

Alexandros'un köpeğiyle vedalaşması, göçmen çocuğun ölen arkadaşının ardından "Selim" diye başlayan cümleleri, Alexandros'un trafik ışığı defalarca yeşile dönerken geçmeyip kırmızıda geçmesi, Alexandros ile çocuğun sınırda gördükleri manzara, ve daha neler neler...

Sahne demişken, Angelopoulos neredeyse her sahneyi tek planda çeker. Normalde bu çok sıkıcı bir hale gelebilirdi. Fakat öyle görüntüler var ki, hiç bir sahnede gözleri kırpmak bile mümkün olmaz. Sinema filminden bahsediyoruz ama konusu ve kurgusu  ile şiir, tekniğiyle fotoğraf haline bürünüyor.

Bu film çok güçlü ama yine de eksik. Zira izledikten sonra bile insan yine aynı yaşantısına geri dönüyor. . Hüzünleniyor ama ders çıkarmıyor.  En azından benden öyle oldu. Hayatım boyunca unutmayacağım ama hayatımı değiştiremeyecek. Çünkü insan inattır ve kendi kendinin kurdudur.

Selanik'te geçen bu filmi izleyince aklıma Meis'te geçen replik geldi. 

"Hayat yeterli değil. Tek bir hayat yetmiyor bana. Yeteri kadar gün yok. Yapacak çok şey var. Bir sürü fikir. Her gün batımı beni hüzünlendirir. Çünkü bir gün daha geçmiştir"

Cumartesi, Nisan 16

261 Numaralı Koşucu

 


Kathrine Switzer, tam 55 sene önce bugün, 16 Nisan'da, Boston Maratonu'nda iste çıktı ve spor dünyasında çığır açan figürlerden biri oldu.

Koşu, 4 saat 20 dakika sürdü ama etkisi yıllardır devam ediyor.

Cuma, Nisan 15

Sexo Facil, Peliculas Tristes

 


Romantik komedilerin birbirlerine benzediğinden şikayet ederiz. Belki de senaristler de bu durumdan dolayı acı çekiyordur...

Ernesto, bir senaristtir. İşleri ve aşk hayatı iyi gitmez. O sıralarda bir senaryo yazmak üzere yapımcı arkadaşıyla anlaşır. Romantik komedi yazacaktır. Yazmaya başlar ve yazarken yarattığı karakterinin yaşadıkları ile kendi yaşadıkları arasında bir paralellik olduğunu farkeder.

Zaten her yazar biraz kendinden beslenir. Biz bu beslenme anında doğan tıkanmaya veya buhrana tamamen girmiyoruz. Daha doğrusu o depresyonu yaşamıyoruz. İşin eğlenceli kısmı ile haşır neşir oluyoruz. Bir yandan Ernesto'nun yaşadıklarına odaklanırken bir yandan da Ernesto'nun kaleminden çıkan Victor'un hikayesini izliyoruz.

Peki böyle bir hikaye iyi mi oldu? Eh beklediğimiz kadar değil. En azından kısa özette hissettiğimiz heyecanı film boyunca yakalamak zorlaşıyor. Biraz sıkılıyoruz. Bir filmde iki ayrı öykü beklerken, aynı öyküden iki ayrı film izliyormuşuz gibi hissediyoruz. Farklı bir romantik komedi çıkacağını hayal ederken, bir alana bir bedava kampanyası sayesinde toplam iki tane bildiğimiz romantik komediyi elimizde buluyoruz.

Yine de renkleri, kamera kullanımı, hoş karakterleri ile cıvıl cıvıl bir hava yakalayabiliyor filmimiz. Zorlarsak; izlenebilir bir "çıtır film" kategorisine girebilir. Ya da romantik komedi izlemek isteyen bir arkadaşınızla ortak bir film bulma sıkıntısı yaşarken yardıma koşabilir.

Perşembe, Nisan 14

2022 Kışına Hazırlık

Dünya Kupası kura çekimin üzerinden iki hafta geçti. Gündemdeki yerini kaybetti. Ayrıca turnuvaya da daha aylar var. Fakat yine de önden bir grup aşaması içeriği iyi gider. Zaten futbolda saha dışına dair en sevdiğim olaylardan biri kura çekimi. Takımların kimlerle oynayacağının tamamen tesadüfi bir şekilde belirlenmesi bana biraz komik ve heyecanlı geliyor. En azından bütün sezonu kapsayan lig statüsünün yanında bir değişiklik.

Öyleyse başlayalım. Katar'daki Dünya Kupası hem mevsim nedeniyle hem de hazırlık sürecinde yaşananlar sebebiyle bize öncekiler kadar heyecan vermeyecek. Yine de skorları ve maçları takip edeceğiz. Zaten önceki paragrafta kura çekimini ne kadar övsek de bu turnuvadaki kura da bizi çok heyecanlandırmadı. Zira ilk iki kategori ile diğer iki kategori arasında derin bir fark vardı. Bu da bir turnuva geleneği olan ölüm grubunun ölmesine neden oldu! Ayrıca kurada çıkan takımların sırayla gruplara dağıtılması da heyecanı düşürdü. Takımı çek, sonra ona bir de grup bul! Bu sistem iki kat heyecan demekti ama yapılmadı. Yine de olan oldu ve 32 takım sekiz gruba dağıtıldı.

A Grubu:

Birinci kategoriden Katar'ın geleceği kura öncesinden kesinleştiği için tüm takımların gözü buradaydı. Belki de bu yüzden en zayıf grup oldu. Ayrıca bir turnuva geleneği de sona erdi. 2.Dünya Savaşı'ndan bu yana açılış maçını ya son şampiyon ya da ev sahibi ekip oynardı; bu turnuvada açılış Senegal - Hollanda karşılaşması olacak. Katarlılar kendilerini prime-time'a atmış. Senegal ise en son 2002'de açılış maçına çıkmış ve son şampiyon Fransa'yı 1-0 yenmişti.

Ekvador'a ise ev sahibi ile aynı grupta olmak 2006'da yaramış, Almanya'ya yenilse de grubu ikinci sırada bitirerek tarihinde ilk kez (ve tek) üst tura yükselmişti.

Grubun favorisi:  Katar, Senegal, Ekvador üçlüsünün toplam Dünya Kupası maçı sayısı 18, Hollanda ise Dünya Kupası'nda 27 galibiyet elde etmiş! Bu bile yeter.

Grubun maçı: Katar'a ön yargımız var. Hollanda da rakiplerine üstünlük kurar gibi duruyor. O nedenle son gün oynanacak Senegal-Ekvador maçının ikinciyi belirleyecek final karşılaşması olmasını umut ediyoruz.

B Grubu

Bu grubun dördüncü ekibi halen belli değil. O nedenle bir tahmin de ona yapalım. Ukrayna, takımı zor toparlar. İskoçya-Galler eşleşmesinden de gaza gelmiş Gareth Bale faktörü öne çıkar. 

Mantık Galler, duygular İskoçya diyor. Zira Euro 2020'deki İskoçya-İngiltere maçı çok iyiydi. Tekrarlanmasını isteriz. Grubun en önemli özelliği, turnuvaya 'derbi' havası katması olacak. Bahsettiğimiz eşleşme olursa tadından yenmez. Fakat zaten ABD-İran ve ABD - İngiltere maçları da cepte. Katar'da çok canlar yanar. Futbolu icat eden İngiltere'nin, futbola 'soccer' diyen ABD'yi oynadığı iki Dünya Kupası maçında da (1950 ve 2010) yenemediğini hatırlatalım.

Grubun favorisi: İngiltere grubu zorlanarak geçer. Fakat liderliği de bırakmaz. Yine de İran, ABD ve Galler-İskoçya galibi gibi takımların sert savunmalarını düşününce, yanına da Gareth Southgate'in savunmayı düşünen yapısını ekleyince işler zorlaşacak. Yine de kalite kazanır.

Grubun maçı: 1998'in rövanşı ABD - İran... Gönlümüz İran'dan yana... 1998'de İran'ın kalesini koruyan Ahmed Reza Abdelzadeh'in oğlu Amir de kaleci (şu anda İspanya 2.ligi ekiplerinden Ponferradina'da oynuyor) ve büyük ihtimalle bu maçta eldivenler onda olacak. 1998'deki maç, İran'ın Dünya Kupası'ndaki ilk galibiyetiydi. Onun üzerinde sadece 2018'de son dakika golüyle gelen Fas zaferini ekleyebildiler.

C Grubu

Katıldığı son altı Dünya Kupası'nda da grubu geçen ama her defasında sonraki turda takılan Meksika, yine bu senaryoya uygun bir kura çekti gibi. Arjantin'in arkasında ikinci olup, sonraki turda Fransa'ya yenilmek! Çok Meksika işi... 

Polonya, dünyanın en iyi santrforlarından birine sahip olmasına rağmen turnuvalarda yokları oynuyor. Euro 2016 bir nebze yardımcı olmuştu ama onun da grup aşamasında izleyenlerin gözlerini kanatmışlardı. Suudi Arabistan'dan zaten bahsetmiyorum.

Grubun favorisi: Sadece grubun değil, turnuvanın da favorilerinden Arjantin. Fakat büyük takımlara kafa tutmadan önce, grupta kapanan takımları nasıl aşacağını göstermesi lazım. Yine de eleme grubu performansının iyi bir referans olduğunu kabul etmek lazım. Acaba Messi için o sene bu sene mi?

Grubun maçı: Kişisel Dünya Kupası tarihimde üçüncü kez bir Meksika - Arjantin maçı izleyeceğim. Onların tarihindeki de dördüncü Dünya Kupası maçı olacak. Meksika'nın başında bir Arjantinli ve eski Arjantin teknik direktörü Gerard Martino var. Messi eski hocasına karşı... Diğer iki takımın zevksiz yapılarını düşününce, benim için öne çıkan karşılaşma bu olacak. Fakat birçok kişinin Lewandovski-Messi kapışmasını ilk sıraya yazacağını tahmin ediyorum.

D Grubu

2018'de Fransa, Danimarka, Peru ve Avustralya aynı gruptaydı. Şimdi de aynı grubu oluşturdular diyebiliriz. Peru - Avustralya maçının galibi (BAE sürpriz yapmazsa) bu gruba düşecek. Fransa ve Danimarka da zaten burada. İlginç bir tesadüf oldu. 

Grubun favorisi: Grubun favorisi, büyük ihtimalle kupayı da alacak zaten. Fazla konuşmaya gerek yok. Fakat 1998 (Fransa), 2006 (İtalya), 2010 (İspanya) ve 2014 (Almanya) şampiyonlarının ertesi turnuvalarda gruptan çıkamadığını da unutmamak gerek.

Grubun maçı: Fransa - Danimarka demek isterdim ama 2018'de 0-0 biten karşılaşmayı unutacak değiliz. Öte yandan, bu maç iki takımın Dünya Kupası tarihindeki dördüncü maçı olacak. Son dönemde sık karşılaşıyorlar; 1998, 2002, 2018 ve bu sene... Ayrıca önce Haziran ayında Uluslar Ligi aşamasında kozlarını paylaşacaklar. Yani sıkıldık bu ikiliden!


Fransa ile eski sömürgesi Tunus arasındaki maçın atmosferi yüksek olabilirdi ama o da son maç gününde oynanacak. Fransa garantilerse pek bir anlamı kalmaz. Bu arada Katarlılar, Tunus'a ve diğer Arap takımlarına destek verir mi onu da kestiremiyorum. Fransa - Peru diyelim burada. Horozlar, turnuvaya bu maçla başlayacak. Avustralya'dan daha zorlu olan Peru bir çelme takarsa işler değişebilir. Son üç Dünya Kupası'nda son şampiyonlar ilk maçlarını kaybetti. Geleneğin devam edip etmeyeceğini buradan anlarız.

E Grubu

Kosta Rika ve Yeni Zelanda; kura çekimi öncesinde Dünya Kupası'na gitmek için çok heveslilerdi muhtemelen. Fakat artık o heves kalmamış olabilir. Zira iki kafa takımın beraber olduğu başka bir grup yok. Yani buraya düşeceğine, bavulları toplamakla uğraşma... Öte yandan bence Kosta Rika gelecek. Aslında onların 2014 performansını düşününce temkinli olmakta da fayda var. Uruguay, İtalya ve İngiltere'nin önünde lider bitirmişlerdi.  Japonya da merakla onları bekliyor, belki bir galibiyet alır diye ama bu işler hiç belli olmaz...

Grubun favorisi: İki takımdan biri ama hangisi? Kasım 2020'de oynanan ve 6-0 sona eren maçın hatrına İspanya diyorum.

Grubun maçı. Bu da tartışmasız zaten İspanya - Almanya maçı. Hatta belki de tüm grup maçlarının en çok öne çıkanı. Karşılaşmanın bir Pazar günü (27 Kasım) akşam seansına gelmesi de ayrı hoşluk kattı. Grup aşamasındaki en köklü rekabet de burada. İki takım daha önce dört kez karşılaştı. 2010'da İspanya kupaya giderken yarı finalde Almanya'yı Puyol'un golüyle 1-0 yenmişti. Almanya da 1982'de İspanya'yı Bernabeu'da mağlup etmişti. Luis Enrique ise, 1994'te futbolcuyken Almanya'ya rakip olmuştu, şimdi hocayken karşılarına çıkacak.

F Grubu

A Grubu ile beraber, grupta Dünya Kupası kazanmış takım bulundurmayan bir diğer grup. Ama en azından son finalist burada. Ayrıca bir önceki dünya 1 numarası da kendini kanıtlamak isteyecek. Belçika'nın altın jenerasyonu artık vedasını etmeye başladı. Hatta şu an elde kalanlar da çok formsuz. Yine de son bir deneme yapacaklar. 

Hırvatistan'ın Dünya Kupası karnesi ise çok ilginç. Bir yarı final, bir final ve üç kez grupta elenme. Arası yok. Kanada'yı 1986'dan sona ilk kez buralarda göreceğiz. Gol atan oyuncu, Dünya Kupası'nda gol atan ilk isim olarak ülke tarihine geçecek. Milli takımın en golcüsü olan Larin bir adım önde gibi olsa da benim favorim Porto'da oynayan Stephen Eustaquio... Elemelerde gol atamadığı için buraya saklamış olabilir. 

Grubun favorisi: Hırvatistan çok yaşlandı, sonraki senelere artık. Belçika liderliği alır ama eskisi gibi ışıltılı da değil. Çok ilerleyemez gibi duruyor.

Grubun maçı: Her şeye rağmen Hırvatistan - Belçika... Real Madridliler sever bu maçı; Courtois ve Modric karşılaşması...

G Grubu

D Grubu'nda olduğu gibi yine bir 2018 grubu karşımızda. Brezilya, İsviçre ve Sırbistan; 2018'de de aynı gruptaydılar. Yanlarına Kosta Rika'yı almışlardı, şimdi Kamerun geldi. Sırbistan, o zaman üçlünün zayıf halkasıydı. Şimdi eleme grubunda Portekiz'i alt etmenin öz güveni ile gelecekler. Fakat tüm kıtalardaki en iyi eleme performansı Brezilya'nındı. Kamerun da boş takım değil. Sanırım ilk turun en sert grubu burası. Ölüm grubu değil ama çetin ceviz grubu...

Grubun favorisi: Brezilya yaklaşık 10 yıldır kimlik çatışması içinde. Şu anda da öyle. Latin usülü mü Avrupa özentiliği mi? Fakat en azından gol yemiyor. Grubu çok rahat geçer. Sonrasında şampiyon da olabilir, ikinci turda da elenebilir.

Grubun maçı: Bir Brezilya maçı değil. Arnavut göçmenlerin çok sayıda olduğu İsviçre ile Sırbistan arasındaki mücadele, grup aşamasının en derbi tarzı mücadelesinden biri olacak. Üstelik grubun son günü oynanacak. Yani bir final maçına dönüşebilir. 2018'deki maçı Shaqiri'nin son dakika golüyle İsviçre 2-1 kazanmıştı.


H Grubu

Fernando Santos'un turnuvalarda savunmaya çekilen Portekiz'i, elemelerde oynadığı 18 maçta 22 gol atan ve güç bela ilk beşe kapağı atan Uruguay, son eleme grubunda oynadığı 10 maçta 13 gol atan Güney Kore, 8 maçta 8 gol atan Gana. Tam bir 2.5 gol altı grubu... 

Grupta ilgi çekici tek şey, Güney Kore'nin teknik direktörünün Portekiz'in eski hocası Paulo Bento olması. Bento 2014'te takımını gruptan çıkaramamıştı. Sonra Santos geldi, iki sene sonra takımı Avrupa şampiyonu yaptı. 2014'teki grupta Bento'nun rakiplerinden biri de Gana'ydı; hatta kazandığı tek maçı onlara karşı oynamıştı.

Grubun favorisi: Uruguay, halen ihtiyarlara (Muslera, Suarez, Cavani, Godin) umut bağlamasa belki favori olabilirdi ama bizi eleyen Portekiz çok iyi bir kadroyla geliyor Ronaldo'yu kenarda bırakıyorum; Bernardo, Bruno, Otavio, Moutinho, Joao Felix, Rafael Leao... Say say bitmiyor. Bakalım Santos bu takımı nasıl oynatacak?

Grubun maçı: Güney Kore - Gana maçı nefesleri keser! Fakat o gün (28 Kasım) gece oynanacak diğer maça adımızı yazdırdık. Hem 2018'in rövanşı, hem de Portekiz Ligi'nin gol kralı Darwin Nunez'in Uruguay ile rakip olacağı gece...

Çarşamba, Nisan 13

Mi Gran Noche

İtalyan sinemasında adı geçen yapımcıların zaman içinde kulüp başkanlıkları yapmalarına devamlı rastlarız. İsmen tanıdığımız şahsiyetleri, daha sonra film künyelerinde çok gördük.

İspanya ise bu ortaklığı bize pek sunmadı. Fakat Atletico Madrid'in başkanı Enrique Cerezo'nun bir yapımcı olduğunu biliyordum. Daha önce hiçbir filmini izlememiştim. Mi Gran Noche, onun şirketinden çıkan bir film.

İzleme nedenim tabi ki Cerezo değildi. Öğrenmeye çalıştığım İspanyolca önemli bir etken oldu. Bir de ; filmin ilginç bir konusu vardı.

Bir televizyon kanalı, birkaç gün sonraki yılbaşı için bir eğlence programı çeker. Bu kayıt esnasında halktan insanları seyirci masalarına oturur. Ayrıca ünlü şarkıcılar, sunucular da kayıt için hazırdır. Fakat kaydın bozulmaması için kimsenin dışarı çıkmasına izin verilmez. Olaylar da gelişir.

Paragrafı bir daha okuyunca korku/gerilim filmi tanıtımı gibi yazdığımı hissettim. Oysa bir komedi filmi. Sonradan öğrendim ki yönetmen Alex de la Iglesia, daha çok gerilim filmleri ile tanınıyormuş. Mi Gran Noche'de mizah çok basit gelişiyor. Ortam da buna müsait. Sonuç olarak güldürmeyi başarıyor. Sahneler ise çok hızlı ilerliyor, geçişler çok hareketli. Bir video klip havası alıyoruz. Diyaloglar da çok hızlı. Takibi zor bir filmdi. Televizyona çekilmesi bundan önemli bir etken olabilirdi. Biz de tempo yüksek olsa beğenmiyoruz, düşük kalsa sıkılıyoruz...

Fakat yine de izlediğim için pişman değilim. Konusu farklı olan filmleri seviyorum. Bir yandan da acaba bir metafor var mı düşünmeden edemedim.

Zira öykünün içindeki gruplar, bir toplumu temsil edebilirdi. Stüdyonun içindeki halka devamlı emir ve görev veren idareciler, salak patronlar ve yöneticiler, kaymak tabakadan ünlüler, para kazanacakları için her denileni yapan halk... Bu arada kanal kısa bir süre önce içten çıkarmalar yaptığı için stüdyonun dışında da ateşli bir grev vardır. Onları da ayrı bir topluluk olarak sınıflandırmak mümkün. Tüm bu gruplar gece boyunca devamlı birbiriyle çatıştı.

Yani aslında böyle bir konudan Sarmaşık tadında bir film de çıkabilirmiş. Biz komedi versiyonunu izledik.

Filmin ismi İspanyolların çok sevdiği bir şarkıdan geliyormuş. Raphael'in söylediği şarkı yıllarca dillere pelesenk olmuş. Açıkçası ben de çok beğendim. Bahsi geçen Raphael, bu filmde de başrole sahip ve Alphonso isminde ünlü bir şarkıcıyı oynuyor. Büyük ihtimalle kendisi ve geçmişi ile ilgili espriler ve göndermeler de mevcuttur ama biz İspanyol olmadığımız için anlamadık.

Mesela filmin iyi oyuncularından Mario Casas'ın canlandırdığı Adanne karakterinin söylediği Bombero isimli şarkı da, Latinlerin ünlü şarkıcısı Chayanne'in Torero şarkısının uyarlaması. Kesin orada da bir şakalar, espriler vardı ama biz anlamadık.

Yine de Mi Gran Nocha güzel. Şarkı, filmden biraz daha güzel...

Salı, Nisan 12

Golo #29

 


Aynı hikayeyi bir daha yaşadık, bir daha yazacağız.

2022 başından beri yenilmeyen Gil Vicente, üst üst iki yenilgisini benzer senaryoların sonunda yaşadı. Geçen hafta Arouca deplasmanında olan bitenleri yazmıştık. Bu hafta kendi sahasında Moreirense'yi konuk ettiğinde de aynısı oldu.

Küme düşme hattındaki Moreirense 47.dakikada 10 kişi kaldı. Arouca da 45'te kırmızı görmüştü. Her iki kart çıktığında maçlarda skorlar 0-0'dı. Arouca 55 ve 59'da Andre'nin dublesiyle skoru 2-0'a taşıdı. Moreirense de 61-75'te iki gol buldu. Dubleyi yapan Gaziantep FK'dan bildiğimiz ve devre arasında Portekiz'e transfer olan Jefferson'du. Her iki oyuncunun da ikinci golleri çok güzeldi.

Gil Vicente her iki maçın son dakikasında attığı gollerle skoru 2-1'e taşıdı ama goller puana yeterli olmadı. Adeta deja-vu olduk. Bu tesadüf sayesinde ve ligimizden geçen bir isim olduğu için tercihimizi Jefferson'dan yana kullanıyoruz. 4.5 sezonun hatrı olsun artık...

Fakat, Sporting'in 20 yaşındaki sol stoperi Gonçalo Ignacio'nun golünü öne çıkarana da karşı çıkmayız. Aslında zaten normal şartlarda bu golü seçmemiz gerekirdi, zira sol ayakla atılan gollere ayrıcalık tanıdığımızı hiç saklamadık. Yine de Jefferson'un şutunda topun süzülüşü de seyirlikti.

Öte yandan haftanın asistini de es geçmek olmaz. Braga'ya Vizela deplasmanında üç puan getiren golün pasını topukla veren Ricardo Horta, 15 gol attığı sezona bir de krema kattı.

Bu arada Gil Vicente haftaya Famalicao deplasmanında... Simon Banza kolları sıvadı bile...


GOLO #28 GOLO #27

GOLO #25  GOLO #24

GOLO #22 GOLO #15

GOLO #14 GOLO #13

GOLO # 12 GOLO #11

GOLO #9 GOLO #8  

GOLO #7 GOLO #6 

GOLO #4 GOLO #2

Pazartesi, Nisan 11

Ghaedeye tasadof

 


Sinemanın gururu İran; yine bize şahane bir film sunmuş.

Teknik açıdan yetersiz hissedilebilir. Aksiyon dozu kimileri için yeterli olmayabilir. Fakat bizim için zaten sinema bunlardan daha fazlası. Genelde de aradıklarımızı İran'da bulabiliyoruz.

Birçok ünlü yönetmen çıkan ülkede, Behnam Behzadi ismini duymamıştım. Zaten kariyerinde altı film var. 2013 yapımı Ghaedeye tasadof, onun ikinci uzun metrajlı filmi. Tamamen de ona ait diyebiliriz, zira senaryo da onun kaleminden çıkıyor.

Sevdiğim birçok unsur, bu filmde beraber yer alıyor. Tamamen tek mekan olmasa da ağrılıkla tek bir evde geçiyor. Tek bir güne bakıyoruz. Karakterlerimiz çok iyi çiziliyor ve onların yaşadığı çelişkiler, kararsızlıklar ve değişimler (tek bir gün içinde olsa da) çok iyi işleniyor. Ayrıca benim için çok değerli olan "Ben olsam ne yapardım?" sorusunu birçok defa ve birçok farklı karakter üzerinden sorduruyor.

Konuyu kısaca anlatalım. Bir grup genç tiyatro oyuncusu, piyeslerini sahnelemek için yurt dışına çıkmak ister. Fakat İran'da kızlı-erkekli bir grubun yurt dışına çıkması kolay değildir. Devlet izin verse, aileler izin vermez. Yine de bir şekilde gruptaki herkes engelleri aşar (yalan, sahtecilik vs) biletlerini alır. Sadece tek bir öğrenci, babasından izin alamaz. Şehrazad, aslında İran standartlarında daha özgür yetişmiş bir genç kızdır. Hatta o yüzden babasına yalan söylemek zorunda değildir ve gerçeği söyler. Hatta izin de istemez, sadece "gidiyorum" der. Fakat babası, onun psikolojik sorunlarını bahane ederek yurt dışına çıkmasına izin vermez.

Olaylar da bundan sonra gelişir. Baba, grubu tehdit eder. Şehrazad, gruba zarar gelmesi için kaçar ve kayıplara karışır. Baba, grubun kızı sakladığını düşünür. Grup, uçağa Şehrazad olmadan binip binmemek arasında ikiliğe düşer. Sıkı arkadaşlık bir gecede çatırdar.

Harika... 

Türkiye'de film ile ilgili pek yorum ve analiz bulamadım. Oysa bizim toplumumuz için çok müsait bir film. Batı'dan okuduğum bir iki yorumda ise hikayeyi sadece "genç-yaşlı; kuşak çatışması" olarak değerlendirmişler. Oysa biliyoruz ki o (ve bu) toplumun kılcal damarlarına işlemiş çok daha köklü meseleler de var.

Çok iyi bir film olmayabilir ama önümüzde çok iyi işlenen güçlü bir senaryo var. Hatta çok iyi bir tiyatro oyunu da olabilirdi. Bir şekilde denk gelip izlemenizi tavsiye ederim.

Pazar, Nisan 10

Tarihten Bir Yaprak

 

AS gazetesinin 22 Temmuz 2009 günündeki manşeti....

Karim Benzema, birkaç hafta önce 35 milyon euro'luk bonservis bedeliyle Lyon'dan Real Madrid'e transfer olmuş.

Real de, bir gün önce Britanya takımı Shamrock Rovers ile hazırlık maçı oynuyor. Karşılaşma 1-0 sona eriyor ve tek gol, beyaz forma ile ilk maçına çıkan 22 yaşındaki Benzema'dan geliyor.

AS gazetesinin muhabiri JL Guerrero karşılaşmanın ardından kolları sıvıyor ve Benzema hakkındaki yorumları derliyor. 

Fitili Marcelo ateşliyor, manşeti de o veriyor: "Benzema yeni Ronaldo olabilir"

O günlerde Benzema, Brezilyalı Ronaldo ile sık sık kıyaslanıyordu zaten. Her çıkış yapan genç yıldız, bir efsaneye benzetilir. Fransız oyuncunun karşısında ise birkaç yıldır, Lyon günlerinden itibaren Brezilyalı efsane yer alıyordu. Fakat o günlerde takımda yer alan Ronaldo; Portekizli olandı.

Benzema'nın iki Ronaldo arasındaki geçişini yazmıştık. Tekrar aynı konuya girmeyelim.

Fakat bir Temmuz günü kendini Real Madrid camiasına tanıtan genç oyuncunun, bugün kulüp tarihine geçmesi güzel bir öykü, bunu da ıskalamayalım. Herkese nasip olmuyor.

Haberin içinden devam edelim...

Real Madrid altyapısından yetişen ama önceki iki sezonu Almeria'da kiralık olarak geçiren ve kampa iki sezonda attığı 32 La Liga golüyle gelen Alvaro Negrodo, Shamrock maçında Benzema ile yan yana oynayan hücum oyuncularından biriydi. "O bir fizik harikası. Attığı gol dünya yıldızından" diyor. Ve bir ay sonra Sevilla'ya bonservisiyle gönderiliyor. Benzema'nn ilk kurbanı...

İdmanlarda onu savunmaya çalışan Metzelder, "O türünün tek örneği" ifadesini kullanıyor.

Üzüntü verici olan belki de Higuain'in demeci... Bir önceki sezon 22 gol atan Arjantinli, akranı Benzema nedeniyle önce yedek kulübesine sonra da sürgüne gideceğinden habersiz; "Benzema muhteşem, bu sezon bize çok yardımcı olacak" diyor. O sezon Benzema 9 gol atıyor, Higuain ise Cristiano'dan dört gol daha az atarak 29'da kalıyor. Fakat sonrası aynı ilerlemiyor...

2009 yazı, bir temmuz günü.

O yaz Madrid'e birçok uçak indi. Cristiano Ronaldo, Kaka ve Xabi Alonso o uçakların bazı yolcularıydı. Hepsi Madrid'den ayrıldı. Lyon'dan gelen Karim halen şehirde... Tüm övgüleri haklı çıkararak ve kulüp tarihine geçerek...

Cumartesi, Nisan 9

Biz Böyleyiz

 


Biz böyleyiz... Peki biz kimiz? Yani siz kimsiniz?

"Çok çılgınız, çok olaylıyız, çok komiğiz... Neler yaşıyoruz be abi? Offf ne hayat..."

Çevrenizde denk gelmişsinizdir böyle karakterlere. Onları aynı torbaya atıp sınıflandırmak mümkün. Fakat buna müsaade etmezler. Onlar kendilerinin herkesten farklı olduğunu hisseder ve herkese de öyle hissettirmeye çalışır. Aslında sayıca çok fazla olmalarına rağmen, bunun farkında değillerdir.

Marjinal olan ve hatta marjinal olmaya çalışan insanlardan da bahsetmiyorum. Tam tersi, bulunduğu şehre, ortama, iş yerine, ait olduğu sınıfa uygun hareket edip bunun kendilerine özgü olduğunu zannedenler...

Çok mu sert girdim? Biz Böyleyiz'i izleyince insan biraz sinirleniyor. Fakat bu durum, ne oradaki karakterlerin ne de o karakterlere can veren oyuncuların suçu. Gerçi o oyunculardan biri (Berrak Tüzünataç), aynı zamanda filmin senaryo ekibinde. Belki onu ayırmak mümkün.

Aslında elimizde sıcak bir öykü var. Çocukluk ve gençlik döneminde beraber yaz tatilleri geçiren arkadaşları hayat bir yana savurmuştur. Yıllar sonra biraz mecburiyet dolayısıyla yeniden o tatil beldesinde bir araya gelirler. Benim de çok yakında bildiğim, hissettiğim bir hikaye. Buradan çok sıcak bir film çıkabilirdi. Yeter ki devamı gelebilseydi...

Devamı gelmiyor. Tam da burada tıkanıyoruz. Her filmde öykü önemli değildir. "Bunun sonunda ne olacak" dürtüsü, benim tek motivasyonum değil. Her öykü ilerlemek zorunda değil ama bu kadar kalabalık bir grubun hayatına dikiz yapıyorsak, en azından o karakterlerin özgün ve ilgi çekici olması lazım. Derinleştirilmeli. Geçmişleri, ilişkileri daha iyi yansıtılmalı.

Tıpkı yukarıda bahsettiğim prototip gibi, buradaki karakterler de "biz böyleyiz" diyor ama onu detaylandırmayı başaramıyor. Karakterler, birçok etiketin yapıştırılmasıyla oluşması. Birine şundan verelim, diğerine bundan katalım. Üstelik 'bu-şu' dediğimiz etiketler de daha çok sosyal medyadaki atmosferden beslenerek yaratılmış. Instagram'ı çılgın anlarını fotoğraflamak için, Twitter'ı sosyal konulara duyarlı olduğunu göstermek için kullanan kişilere bakılmış. Yani filmdeki karakterler, gerçek hayattaki karakterlerin sosyal medyaya yansıyan halinden ibaret. Yanı sıcak bir öykü, sahte karakterlerle doldurulmuş.

Geçtiğimiz günlerde Melikşah Altuntaş, yeni çekilecek Recep İvedik filminin haberini paylaşıp "sol kolum uyuştu" yazdığında çok eleştirildi. Sonrasında kendini biraz daha iyi ifade edebildi ama ok yayda çıkmıştı. 

Recep İvedik gerçekten hoş bir karakter değil. Peki gerçek mi? Mizah dozu sebebiyle abartılmasına rağmen sonuna kadar gerçek. Hatta çevresindekiler de... Gökbakar'ın karakter tahlilindeki başarısını "Dikkat Şahan Çıkabilir"den beri biliyoruz. Yaptığı işlerin kalitesi, bundan ayrı değerlendirilebilir. Gerçi İvedik serisinin hiçbir filmini tamamen izlemedim ama sahne sahne izleyince bile bir şey yakalamak mümkün. Zaten filmlerin öyle bir bütünlüğü de yok. O nedenle de tamamen izleyince de çok büyük övgüler düzeceğimi de sanmıyorum.

Fakat Biz Böyleyiz gibi bir çalışmayı piyasaya sunduktan sonra, İvedik için kol uyuşturmak da çok hakkaniyetli değil. Zira İvedik ne kadar gerçek ve gerçek olduğu için rahatsız edici olsa da iyi çizilmiş bir karakter. Biz Böyleyiz ise tamamen yapay karakterler üzerinden ilerliyor. Üstelik o yapay karakterlerin bir eleştirisi de yok. Tam tersi bu yapaylığın normal olduğunu zannediyor. Normalleştirme çabası bile yok. Ekibin normali bu... Onlar böyle ama biz de onlara çok yabancı kalıyoruz.

Recep İvedik serisi üçüncü sınıf oyunculara çekildi neredeyse. Biz Böyleyiz ise çok iyi oyunculara sahip. Çok da iyi oynuyorlar. Hümeyra ve Boran Kuzum benim listemde zirveyi paylaştılar. Bu arada liseden arkadaşım Cihan Ayger'i görmek de enteresan oldu. Hiç beklemiyordum kendisini. Yönetmen Caner Özyurtlu'dan da memnunum. Hatta filmin genelini çakma bir Ferzan Özpetek filmi olarak nitelendirmem mümkün. Özpetek ile benzerlik kurmamı sağlayan yönetmenin renklerle mücadelesi ve çok sayıda karakterin oturup beraber zaman geçirmesi. Çakma kısmı ise olmamış karakterlerden dolayı. Delirmiş çılgın Emre (Berrak Tüzünataç), depresif duyarcı Efsun (Özge Özpirinççi), içi geçmiş ve gelenekçi bir kadına dönüşmüş Dolunay (Şebnem Bozoklu), kararsız korkak erkek Gökçe (Engin Öztürk).... Sıkıldık sizden. Haliyle filmden de...

Bir de bu kadar 85-86, hatta 90'lara uzanan jenerasyondan oyuncunun arasına ve o yaş grubunu analatan filme 1979 doğumlu Şebnem Bozoklu'yu koymak da nasıl bir akıl tutulmasıdır. Daha da ilginci, film boyunca ortalarda olan, süre olarak baya öne çıkan Burak Altay'a sadece 2-3 replik yazmak neydiı? Sanki emaneten araya konmuş bir karakter gibi... Eşinin yanında pasif kalan erkek karakter çizmek için bu kadar kolaya kaçmamak lazımdı sanki.

Bu arada bir film sitesindeki yorumu çok beğendim: Samimi ve gerçek arkadaşlıkların hikâyesiyle yakaladığı sıcaklığı atmosferinin ferahlığıyla destekleyen film, yapısal anlamda daha fazla derinliğe ihtiyaç duyuyor. diyor. Benim yukarıda uzun uzun anlattığımı kısaca ve kalp kırmadan anlatmış. Özendim. Keşke ben de sinema filmlerini böyle yorumlayabilsem. Tribünden gelip futbol yazan biri olarak, fazla bodoslama giriyoruz. Neyse, biz de böyleyiz...