Siz bu satırları okuduğunuzda ben çok uzaklarda olacağım...
Bir intihar mektubu gibi başladığımın farkındayım. Tabi ki intihar etmiyorum. Benim gibi yaşamayı; daha doğrusu var olmayı çok seven biri için intihar gerçekçi bir seçenek olmadı hiçbir zaman. Fakat bugüne kadar ömrümde intihar kavramını hiç düşünmediğimi de inkar edemem.
Sevgili eşimle tanıştığımdan beri de bu tip bir düşünceler pek kafamda değil zaten. Hatta ölüm korkum bile çok daha kontrol edilebilir hale geldi.
Fakat özellikle, kendi ayaklarımın üzerinde durmaya başladığım ve duramadığım (veya duramadığımı sandığım) yıllarda bu tip düşünceler ara sıra uğrardı bana. Hatta eskiler hatırlar; o zamanlar blog da aktif olduğu için zaman zaman melankolik yazılar yazardım. Zaten o yıllar blog'ların okunduğu zamanlardı; ne yazsan gidiyordu...
İşte o yazıları okuyan birçok arkadaşımla sık sık yüz yüze gelip, bu tip konuları tartıştığımız muhabbetlere girmiştik.
Hiç unutmuyorum, şimdilerde uzaklarda olan bir başka arkadaşım ile "zengin olsak (piyango falan çıksa) ne yaparız" temalı bir muhabbet gerçekleştirmiştik. Uzlaştığımız nokta, ikimizin de o zamanki hayat tarzına ve heyecanına uygundu. Milyonlarımız olduğunda ilk yapacağımız; beş parasız bir şekilde ülke veya Avrupa turuna çıkmaktı. Herhangi bir para kazanma kaygısı olmadan, parasız ve özgürce yaşama miti, ideali. Yoksulluğun kaygılarını yaşamışken, artık onun keyfini çıkarmak. En azından bir süreliğine... Zenginliğin tadını çıkarmak için, önce sefaletin tadını çıkarmak.
İntihara bulduğum alternatif de böyle bir şeydi. Her şeyi geride bırakıp, kimsenin seni tanımadığı yerlerde yokluğu yaşamak. Son bir ihtimali denemek. Yavaş yavaş yok olurken bile önce yeni bir 'ben' yaratmak. Gidebilirse öyle devam etmek, gidemiyorsa sonrasında yok olmak...Zaten geçmişini çoktan kaybettiği için de; çok daha acısız olacak bir yok oluş...
Büyük ihtimalle birçok kişi benzer, benzer olmasa da birtakım sonuçlar çıkarmıştır bu tip düşüncelerle baş başa kaldığında. Çok farklı bir şey düşündüğümü iddia etmiyorum. Fakat bu alternatifin çok az denendiğini var sayarak şaşırıyordum. İnsan kendini öldürecekse bile, önce başka bir şekilde var olmayı denemeli, onu da beceremiyorsa yavaş yavaş yok olmalı. Bu yavaş yavaş yok olma anında da geçmişini unutmalı, onunla vedalaşmalı... Bana uygulanabilir bir strateji gibi geliyordu.
Biraz melankolik bir girişle başladığımın farkındayım. Yine tekrarlamakta fayda var ki; hayatımın son beş yılında çok daha huzurlu ve daha az kaygılı olduğumu hissediyorum. Fakat bu değil ki; Türkiye'de yaşayan herhangi biri olarak tamamen rahat bir kafaya sahibim. Her geçen yılda daha çok şeye üzülerek, yeni yeni şeylerden korkarak ve kendimizi yıpratarak hayatımıza devam ediyorduk.
Benim için en kötüsü, en azından iyi hatırladığım birçok detayın geçmişte kalması ve hatta yok olmasıydı. Yeni kötülere razıydım, kabullenebilirdim ama en azından eski iyiler benimle kalsaydı... Bu kaybı fark ettikçe daha da hüzünleniyor, hatta öfkeleniyordum.
Birkaç ay önce hayatımızda radikal bir değişiklik yapma fırsatı çıktı. Milyonların hayali olan yurtdışı tecrübesi bize de sunuldu. Çok fazla düşünmeden kabul ettik. Zaten kariyerinde hızla yükselen eşime gelen bu teklifin karşısında, ona sunacak bir alternatifim de yoktu. Zaten öyle bir seçenek olsaydı bile en doğrusu, yine Türkiye'den biraz da olsa uzaklaşmaktı. O nedenle çok hızlı bir karar verdik.
Fakat kararın kendisini almaktan daha zor bir şey vardı. Büyük ihtimalle kararı uygulamak, onu pratiğe geçireceğimiz ilk günler çok daha zor olacak. O günler kadar zor olmayan ama karar almaktan daha zor olan şey ise tam ikisinin arasında kalan dönemdi. Yaşanacak değişikliğin büyüklüğünü fark ettiğiniz o geçiş dönemi... Henüz gideceğiniz yeni ülkeye adım atmamışsınız. Ayrıca artık arkadaş sohbetlerinde "Ah bir fırsat çıksa" naraları atacak uzaklıkta da değilsiniz.
Ana vatanınızı terk edeceğinizi bilerek hem içinde bulunduğunuz anı yaşayıp hem de oralarda geçirdiğiniz geçmişinize bakıyorsunuz. "Bu iş nasıl buraya geldi?" sorusuna cevaplar arıyorsunuz. Olay sadece bir iş imkanı, şartların olgunlaşması, yasal prosedürlerden ibaret değil. Çok daha fazlası. İnsan, ne zaman evinden uzaklaşmayı göze almaya başlar? Buna neden ihtiyaç duyar? Nedeni önemli mi bilmiyorum ama şartlar başka olsaydı sonuçlar da değişebilirdi. "Başka bir dünya mümkün müydü?" diye sorguladığını o dönem. Ve çıkan cevaplar... Sürecin en zor kısımlarından biri burası.
Ayrıca, taşınmak gibi somut bir gerçeklik de mevcut. Yükleri, hatta yük olmayanları bile atmak zorunda kalıyorsunuz. Eşyalarla bile bağ kurmuş biri olarak; birçok parçayı, anıyı bir çırpıda atıyorsunuz. Birçok yerle, manzarayla, okuyla vedalaşıyorsunuz. Tüm bunların bir sebebi var tabi. Başka bir ülkeye göç etmek, bu tip eylemleri zorunlu kılıyor. Bu iş böyle yapılır. Fakat bu iş yapılmak zorunda mıydı?
Türkiye'de birçok kişinin uğruna çabaladığı, bedeller ödediği, hatta o bedellere rağmen bir kısmının başaramadığı, birçok kişinin sadece hayali olarak kalan şeyi, isteyerek içimizden gelerek ve olabildiğince yumuşak bir şekilde gerçekleştireceğiz. Bunun ne büyük şans olduğunun farkındayken, Türkiye'deki son iki ayımda bunun mutluluğunu yaşamaktan ziyade, üzerime bir yenilgi hissi düştü.
Kendi evimizde maçı kaybetmiştik. Burada, en iyi bildiğimiz yerde olmamıştı.... En azından benim için.
İnsan değişik kültürler tanıma ihtiyacı hissedebilir, zaman zaman şansını başka yerlerde deneyebilir. Hele sonunda dönebileceği bir evi varsa çok rahattır. Evden ayrılan üniversiteli genç, baba ocağının kapısının açık olduğunu bilince daha güvenli hisseder kendini. Bisikletin frenleri sağlamsa pedala daha hızlı basılır.
Bazı yolculuklar ise 'bir arkadaşa bakıp çıkacağım'dan daha fazlasıdır. Her ne kadar kendi isteğimizle bu kararı almış olsak da, aslında belki de düşlediğimiz senaryo bu değildi.
Kendi çocukluğumun geçtiği sokaklarda, kendi dilimi konuştuğum yerde, sevdiklerimle beraber yaşamak... Çok büyük talepler değildi bunlar. Fakat bunu sürdürebilmeyi başaramamıştım.
Şimdi birçok kişi "Ulan bu çukurdan kurtuluyorsun, daha ne şikayet ediyorsun" diyebilir. Haklıdır da. Fakat benimki tam olarak şöyle bir his: Bir maçı 5-0 kaybediyorsunuz. Dakika 80. Bir oyuncu oyundan çıkıyor, birileri sahada kalıyor. İşte o çıkan oyuncu benim.
Sahada kalanlar o acıyı yaşamaya devam ediyor. Sahanın içinde acı çekiyorlar. Değiştiremeyeceği skoru değiştirebileceğini sanarak devam ediyor maça. Fakat nabız, tansiyon o kadar yüksek ki, halen bir uğraşın içinde devam edebiliyor. Kendini halen 'yenik' saymıyor. Hatta öfkesini yöneltebileceği adresler bile var. Sinirden rakip futbolcuya tekme atabilir, takımdaki kalecisine kızabilir, onu ıslıklayan tribünlere hareket çekebilir.
Oyundan çıkanın rahatlığı, bu eziyetten kurtulmuş olması. Artık kalan sürede yok. Kulübeye ulaştıktan sonra taraftar onu ıslıklamayacak. Onun da artık koşmasına, değişmez skoru değiştirme çabasına gerek kalmadı. Fakat nabız yavaş yavaş düşerken, "yenik futbolcu" olduğunu ilk o anlayacak. Hesaplaşmaya ilk önce o başlayacak. Sahadakiler için bu durum henüz mevcut değilken, kulübeye gelen kendini yenik hissetmeye çoktan başlamış olacak. Hatta olmaz ya; oradan maç dönerse "sorun bendeymiş" diyecek, o galibiyette payı da olmayacak.
Hangisi daha iyi? Bilemem. Fakat sonuçta günün sonunda, stadyum dışındaki otobüse binildiğinde tüm takım yenik sayılacak. Hatta oyundan çıkanın ufak bir şansı var. Stadı terk edip, taksiyle eve dönebilir ve tesislerdeki taraftar saldırısından kaçınabilir! Sahada kalanlar ise maç sonunda da beraber hareket etmeye devam edecek.
Bana geri dönersek, yenilgi hissi zamanla öfkeye de dönüştü. Zira yenilginin tek sebebi ben değildim. Ülkede olan birçok şeye kızgındım. Sanmayın ki sadece iktidar merkezli bir kızgınlıktı bu. Tabi ki ülke yönetme sorumluluğuna sahip oldukları için onlar da payını almıştı benden. Fakat sonrasında düşündüm ki; aslında "benim gibi olanlar" beni daha çok yormuştu. Kaybetmemde onların da büyük payı vardı. Örnek verelim. Hatta siyasetle başlayalım:
Bu kararı aldığımız zamanlarda 14 Mayıs seçimleri henüz gerçekleşmemişti mesela. Politik bir dönemdi. Herkes siyaset konuşuyordu. Aylar sonra anladım ki, konuştuğumuz ve tartıştığımız insanlar, bize daha yakın duran isimlerdi. Yani mesela bir AKP'liyi ikna etmeye çalışmıyorduk. Ülkenin yarısı ile tartışacak noktaya bir türlü gelemiyorduk. İnceciler ile, ulusalcılarla, TİP'lilerle tartışıyorduk devamlı. Bir çizgi vardı. biz de onun bir tarafındaydık. Hepimiz aynı yerdeydik. Fakat enerjimizi o tarafın içinde harcıyorduk. Yorulmuştum. Hatta bunu daha sonra, yazın, daha net anladım
Veya 6 Şubat'tan bahsedelim. Maraş depremi, İstanbul'da yaşayan herkeste bir korkuya neden oldu. Bende zaten 1999'dan bu yana bir deprem korkusu vardı. Onun üzerine ekstra bir yüklenme olduğunu söyleyemem ama tabi ki daha canlı tuttu. Birçok korkan insanı ise paniğe sürükledi adeta.
Zaman zaman yurt dışı kararı aldığımızı söylediğimiz dostlarımız, "Deprem de etkilemiştir" dedi mesela. Düşündüm. Alakası yoktu. Yani bağlantısı vardı ama depremin bire bir kendisi, karar gerekçelerinden biri değildi.
İstanbul'dan soğumaya başlamıştım. Neden? Sebebi deprem miydi? Hayır, deprem korkusu nedeniyle şehrin son 15 senede yaşadığı dönüşüm beni boğmaya başlamıştı artık. Depremden korkan herkes aynı taraftaydı, ben de oradaydım. Fakat çizginin o tarafında duranlar, bir yandan 'şehirleşme, çevre' gibi kavramları kullanırken, bir yandan yaşadıkları mahallerini evlerini inşaat şirketlerine peşkeş çekiyordu. Yaşadığım şehir değişmişti. Daha çirkin evlerde, daha pahalı kiralar ödeyerek depremden korunduğumuzu sanıyorduk. Artık o şehir, o mahalle benim değildi. Bunun kavgasını da veriyorduk ama her defasında deprem kartı önümüze sunularak susturuluyorduk. Yani; depremi düşünmeden inşaat yapanlarla, deprem korkusu olmadan şehirde yaşayanlarla tartışamıyorduk. Bizim gibi olan (depremden korkan) insanlar karşımızdaydı.
Çalıştığım sektör... Yıllardır aynı kavga vardır basında. Eskilerin vasıfsızlığı ve onlara karşı bir duruş geliştiren idealist gençler. Ben kendimi 'idealist' olarak nitelendirmek istemezdim ama sonuçta ikinci taraftaydım. Hatta eskiye ve eskilere de, içinde bulunduğum gruba nazaran daha çok saygım vardı.
Biz çok kalabalıktık. Bir anda sayımız artmış ve sesimiz yükselmişti. Hepimiz bir şekilde işin ucundan tuttuk. Bir şeyler yaptık. Fakat sonrasında geldiğimiz noktada en büyük başarımız; eleştirdiğimiz eskilerden daha vasıfsız bir ortam ve sektör yaratmak oldu. Ondan sonra 'eskiler' ile tartışmaktan çok, 'bizim' gibi olduğunu iddia edenlere nefesimizi tükettik, onun da bir karşılığı olmadı. İşin açıkçası, koca bir sektörü de son kullanma tarihine yaklaştırdık. Herkes son parsayı toplama derdindeyken, bize de çok bir ganimet kalmadı zaten.
Yine iş dünyasından bahsedelim. 15 yıldır birçok iş yerinde çalıştım. Çeşit çeşit patronum, çeşit çeşit iş ortamım oldu. Bu patron sınıfının bir kısmı iktidara yakındı ve ne yapsa yanına kâr kalıyordu. Bir kısmı emekten yanaydı ve ortamlarda emek sömürüsünden şikayet ediyordu. Fakat 15 yıl sonra e-devlet'e baktığımda halen yetersiz prim günüm ve asgariden ödenmiş maaşlarım vardı. Bir kesimin bunu yapmasını anlayabiliyordum. Onların ezberi buydu. Bana aksini de vadetmemişlerdi. Fakat emekten yana olduğunu her platformda dile getirenler güzel zaman harcamıştı. Onların da beni yorduğunu fark ettim artık. Bir gün şartların düzeleceğine inanarak, onlara güvenmekten, onlarla saf tutmaktan, diğerlerine isyan edecek noktaya dahi gelememiştik. Zira, yakın gördüklerimiz tarafından normalleştirilmişti tüm usulsüzlükler...
Daha fazla uzatmayalım örnekleri. Bir yorgunluk, bir yenilgi, kabaran bir öfke... Bunlar şimdi şimdi su yüzüne daha çok çıksa da, geride kalacak artık. Kalmalı...
Mekan değişikliğinde ferahlık vardır. Kararımızı verdik. Fakat alışma süreci zor olacak. Geçmişine bağlı, yaşadığı ülkeyi en azından yakın bir zamana kadar çok seven, kültürünü seven biri olarak kopmak zor olacak. Bu zorluğu yenmem lazım. Zorlukların en azından bir kısmını, elimden geldiği kadarını kaldırmam lazım. Kendime yeni zorluklar çıkaramam.
Zaman zaman uzaklarda bir Türk filmi, bir Doğu ezgisi denk gelince gözler yaşarır; bundan kaçış yok. Veya akla Türk yemeklerinin tadı düşer. Bunları engellemek kolay değil. Fakat bu melankoliye bir sınır çekersek, onun da tadı güzel olur.
Öte yandan yeni bir hayat kurmanın en önemli detayı eskileri atmaktan geçiyor. Bir yandan yenilere sahip çıkacağız. Gittiğimiz yerin dilini öğreneceğiz, kültürüne uyum sağlayacağız. Oranın şarkılarını dinleyeceğiz, yemeklerini yiyeceğiz. İçimize işlemiş bazı duygulardan ve zevklerden kaçamayacağımız kesin. Hatta bir süre daha Türkiye'ye çalışmaya devam edeceğimiz için, perdeyi tamamen kapatmayacağız. Sınırı geçtikten sonra 'Ne hailiniz varsa görün' demeyeceğiz. Zaten ne de olsa sevdiklerimiz halen burada, onlar maçı çevirmeye devam ediyorlar. O maça göz ucuyla bakıp skor öğrenmeye devam edeceğiz.
Fakat bazı yüklerden de kurtulabiliriz. Çeşitli planlarım var. Mesela Süper Lig izlememek. Sadece Galatasaray maçları ile sınırlı kalmayı planlıyorum. Türkiye'deki haberleri, Türkiye'deki Twitter hesaplarını azaltmak da bunlardan biri. Bunlar dışında birkaç plan daha var.
Yani aslında yazının en başında bahsetmeye çalıştığım gibi; geçmişle yaşamamak için, geçmişi öldürmek gerektiğine ikna oldum. Kendini öldürme düşüncesine ikna olmayan biri için bence en makul ve doğru karardı. Böyle bir radikal değişiklik esnasında da bunu uygulamak çok daha kolay olabilir.
Ayrıca öbür tarafa uyum sağlamak da biraz çaba isteyen bir durum. Zaman harcamak gerekecek. Bu nedenle bazı alışkanlıkları noktalamak lazım ki, uyum için gereken zaman bana kalsın.
Sözün özü blog da biraz kenarda dursun artık. Tamamen kapatacağımı iddia edemem. Belki iki ay sonra, sıla özlemi hissinden dolayı yeniden yazma ihtiyacına düşerim. Fakat şimdilik yeni bir kültürle yoğunlaşırken gelip burada yazı yazmama gerek yok Türkiye'de geçirdiğim yıllarda yoğunluktan bazen bir süre yazı yazamadığımda aklıma düşen "Blog'u da boşladık' baskısını, tekrar yaşamak istemiyorum.
O nedenle hem bir ara vermeye hem de o verilen arayı duyurmaya karar verdim.
Zaten bu tarz duygularımızı çok defa yazdık buraya. Yine o duyguları dökecek adres burası olmalıydı.
Kilidi koyalım. Anahtar hâlâ cebimizde ama... Kendimize gelince belki açarız yine dükkanı. Belki bir ay sonra, belki bir sene sonra...