Pazartesi, Ocak 2

Verdens Verste Menneske


Joachim Trier, bir kuşağın gönlünü Oslo, 31 August ile çalmıştı. Ben de onlardan biriydim. Fakat yalan yok; yönetmenden ziyade film benim kalbime daha çok girmişti. Yönetmenin peşinden koşacak bir hevese sahip olmamıştım.

Oslo, 31 August'u izleyeli seneler geçti ama o günden sonra Trier'in külliyatına hiç bakmadım. Kim olduğunu bile unuttum belki de...

Verdens Verste Menneske vizyona girip çok fazlaca övgü ve beğeni kazandığında dikkatimi çekmişti ama o zaman bile yönetmenin kim olduğunu merak etmemiştim. Filmin Trier'e ve onun senaryodaki arkadaşı Eskil Vogt'a ait olduğunu bilmiyordum.

2022'nin son hafta sonunda filmi izlemeye karar verdiğimizde, bunun bir Trier-Vogt filmi olduğunu, hatta "Oslo üçlemesi"nin son filmi olarak etiketlendiğini öğrendim. Zaten Oslo 31 August'in bir üçlemeye ait olduğunu da bilmiyordum. O kendine münhasır bir filmdi benim nezdimde.

Bu bilgileri edinince ve hatta filmde Oslo, 31 August'un Anders'i Anders Danielsen Lie'yi de görünce ister istemez, hisleri, karakterleri ortak bir 'yarı devam' film izleyeceğimizi hissettim. Düşündüm demiyorum, zira mantığım öyle olmadığını biliyordu. Fakat hislere ket vuramazdık.

Film boyunca Oslo görüntülerinden, beyaz gecelerinden, tanımadığım sokaklarından, karakterlerden, şarkılardan, hikayeden bir bağlantı kurmaya çalıştım. Beyhudeydi. Baş karakter Julie (Renate Reinsve), melankolik Anders gibi bağ kurabileceğimizi biri değildi. 31 Ağustos melankolik bir gündü, Julie'nin hayatı akıyordu. Anders direniyordu, Julie vazgeçiyordu, biri ajitasyona girmeden içimizi dağlayan hüzünlü bir filmdi, diğeri komik ögeler barındıran hafif romantik bir filmdi.

Julie, dünyanın en kötü insanı değildi ama bizden uzaktı. Hep daha iyisini isteyen, kararsız, plansız, kolay sıkılan bir karakter. Açıkçası çok beğenilen bu filmi Julie ve onun ilişkileri üzerinden izlemek bana biraz bıkkınlık getirdi.

Julie'yi küçümsemem çok kolaydı, zira o batılı dertleri olan biriydi. Tamam; aslında evrensel sorulara sahipti ve genelde bu tip cümle kuranların buranın kompleksli insanları olduğunu düşünürüm.. Sonuçta kendini bulamamak, anlam arayışı içinde olmak, daha iyisini istemek, denemek, vazgeçmek, bu çağda Doğu'da yaşayan insanlar için de mevcut. Fakat yine de buralarda 30'lara dayanmış birinin artık bu dertlerden uzak durması beklenir. Beklentiden de ziyade bu bir zorunluluktur artık. Mesela "kendini bulamamış" herhangi biri bile istikrarlı bir şekilde para kazanmak zorundadır. Julie böyle değildi. Ya da öyleydi ama bize o kadar verilmemişti. Belki Julie'nin biraz "gençlik dizisi karakteri" olarak 'soft' çizilmesi gerekiyordu. Bilemem ama o karakterin hikayesi beni saramazdı. Peki benim böyle düşünmem; filmin gücünü zayıflatır mı? Bunu da bilemem ve cevabı belki de Oslo'lulara, İskandinav'lara sormak lazım.

Verdens Verste Menneske de 31 August kadar güçlü ilerlemiyordu. Hem zaten Julie'nin olmamışlığını, kararsızlıklarını, hayata bakışını, arayışını sadece erkeklerle ilişkileri üzerinden anlatmak da benim içi sınırlayıcı geldi. Belki bu durum, müthiş Oslo görüntüleri çeken kameranın da eşliği sayesinde filme romantik bir hava katmış olabilir ama  keşke mesela hikaye Julie'nin iş hayatına daha çok girebilseydi. Aile ile ilişkisinin de çok kilişe kaldığını hissettim. Baba ve çocuğu arasındaki sorunlu ilişki, doğum günler unutuluyor vs... Julie'nin işi gücü, ailesi, belki arkadaşları için içine girebilseydi bu sayede biz de Julie hakkında daha net fikirler edinebilirdik.

İşte tam bu sıkıldığımız, açmaza girdiğimiz anlarda devreye Aksel girdi. Yani Julie'nin terk ettiği ve sonrasında hastalığa yakalanan; Anders Danielsen Lie'nin canlandırdığı çizgi roman yazarı. Verdens Verste Menneske'den güçlü duygular almamızı sağlayan karakter oydu.

1990'larda doğan ve 2000'lerin çocuğu olan Julie ile ondan daha büyük olan eski toprak Aksel'in hayata bakışının ne kadar farklı olduğunu bir hastane ziyareti sahnesinde gördük. Şöyle diyordu Aksel, onu terk etmiş Julie'ye...

"Bazen hiç bilmediğim şarkıları dinliyorum ama onlar bile eski. Kendi gençliğimden ama hiç duymadığım müzikler… İnternet ve cep telefonlarının olmadığı bir çağda büyüdüm… Farkındayım, çok yaşlı biri gibi konuşuyorum ama durum bu. Benim büyüdüğüm dünya yok olup gitti. Biz sabahtan akşama kadar plak dükkânlarını gezerdik… Sahaflarda ikinci el çizgi romanlara göz atardım, videocularda dolaşırdım… Kültürün objeler aracılığıyla yayıldığı bir dönemde büyüdüm… İlginç objelerdi, çünkü onların arasında yaşayabilirdik. Kaldırıp bakabilirdim, elimizde tutabilirdik. Kıyaslanabilirdi.

Elimde bir tek bunlar var, hayatımı böyle geçirdim… Tüm o şeyleri biriktirerek… Çizgi romanlar, kitaplar... Bir de biriktirmek 20’li yaşların başında hissettiğim kuvvetli duyguları vermediğinde bile devam ettim. Ve şimdi elimde bir tek bunlar kaldı. Kimsenin umurunda olmayan aptalca ve boş şeyler hakkında bir yığın bilgi ve anı..."

“Geçmişe tapmaya başladım… Çünkü artık geleceğim yok, bu hissettiğim nostalji bile değil… Sadece ölüm korkusu…"

Aksel'i 10 yıl önceki Anders'in 10 yıl sonra yaşayan hali gibi görmemiz boşuna değildi. Aslında Anders de Julie gibiydi. O nedenle zaten ikisi de iki ayrı dönemde Trier'in hikayesinin baş kahramanıydı. O da aradığını bulamamıştı. Fakat diğer yandan ne aradığını kafasında tasvir edebiliyordu. Cafe'de otururken dinlediği kızın sıraladığı listeden ne kadar da etkilenmişti mesela. Oysa aynı cümleyi Julie duysa "Ne saçmalıyor bu salak" diyerek geçerdi oradan. Ne de olsa Aksel'den sonra yanına gittiği Elvind'i de bir zaman sonra barista olduğu için küçümseyecekti.

Fark etmez. Bunların hepsi detay. Verdens Verste Menneske hoş bir film ama güçlü değil bence. Fakat güçlü bir karakteri ve güçlü bir bölümü var. Orayı filmden ayırıyoruz ve onu Oslo 31 August'un sonuna ekliyoruz. Film bize vereceğini vermiştir artık.

Geri kalan iki saat Julie'nin ve akranlarının hikayesidir.

Hiç yorum yok: