Cumartesi, Şubat 21

O Eski Halimden Eser Yok


Bloga bu aralar yazamıyorum. Çok koşturmaca var diyeceğim ama sebebi tam olarak o da değil. Matah bir şey yaptığımız yok yani. Boş boş şeyler, acı veren gerçekler, bütün meselemiz o. Ara sıra bazı şeyleri ihmal ediyoruz. Bloga gelene kadar neler var ıskaladığımız. En azından bunu "madem az yazıyoruz, bir resim atalım" diyerek kotarmak mümkün. Dükkanın önüne sandalye koyalım en azından. Necati Ateş ile Hasan Kabze. O muhteşem günde biri penaltı kaçırmıştı, diğeri gol atmıştı. Aradan 9 sene geçmiş. 9 sene... Çok abi, vallahi çok. O yüzden çok acı. Keşke o günde kalsaydık. Bugünden daha mı iyi mi daha kötü mü ayrı konu ama en azından umut edecek şeyler vardı, en azından hayal kuruyorduk. Şimdi sadece hayatta kalmak için uğraşıyoruz. Elde avuçta kalan tek şey varlığımız ve hatıralarımız...

Cumartesi, Şubat 14

Cuma, Şubat 13

Tokatçı



Ergin Ataman'ın Göktürk'e attığı tokat soyunma odasında kalabilirdi. Kalsaydı hiçbirimizin haberi olmayacaktı. Fakat artık bilgimiz var. Üstelik bunu soyunma odasından çıkaran üçüncü bir şahıs değil. Tokatı yiyen kişi ve babası. Yani bizzat taraf olan bir yer çıkarıyor. Bunu soyunma odasından çıkarma hakkı vardır. Hakkını kullanmıştır. Bundan sonra yetkili kurumları ilgilendiriyor. Bu kurumlar arasında Galatasaray da bulunuyor Ne yazık ki Duygun Yarsuvat'tan bu konuda beklediğimiz açıklama gelmedi. Hatta bir eğitimci ve hukukçu olarak beklemediğimiz bir açılama yaptı. Ülkenin her yerine sirayet eden halının altına süpürme kültürü burada da kendini gösteriyor, şaşırmıyoruz. Ve tabi olay açığa çıktıktan sonra sporla ilgilenen herkes tavır alabilir.

Şaşırtıcı olan ,aslında artık bu toplum genelinde o da şaşırtıcı değil ama en azından hala anlam veremiyorum, bu olayda bile tarafların oluşması. Bir yanda Ataman'ı savunanlar var. Gerisi önemli değil. Şiddet olayında şiddete başvuranı savunmak yeteri kadar ilgi çekici. Üstelik bu tarafta yer alan kişilerin birçoğu, şiddete karşı bir duruş sergilediklerini her zaman söylüyorlar. Üzüntü verici...

Basketbol antrenörlerinin bu sertliği normal karşılanıyor Bunun benzerlerinin çok olduğu söyleniyor. Doğrudur. Fakat olayın kötü olduğunu gerçeğini de değiştirmiyor. Bunu normalleştirmek, olayın kendisinden daha kötü. Üstelik rahatsız olan biri varken başkalarının olayı değerlendirmesi olduça abes...

Peki ne olmalı? Ataman'ın sözleşmesi mi feshedilmeli? Ceza mı almalı? Ne yapılmalı? Onu bilmiyorum. Ama Galatasaray'ın Göktürk'ten yana tavır alması lazım. Misal Ataman, 19 yaşındaki genç oyuncuyu değil de Arroyo'yu tokatlasaydı ne olacaktı? Eşitlik ilkesini bu tip durumlarda kullanmamız gerekmiyor mu? Gerçi Ataman'ın da Arroyo'ya tokat atamayacağını en azından Rakocevic olayında anlamıştık. Mahmuti de bunlar çok yapardı. İçeride tokat olur muydu bilmiyoruz tabi ama izleyeni, takip edeni geren bir durumdan bahsediyoruz.

Bu kadar uzatmaya da gerek yok. Olay belli. Hocasını döven bir koç var. Bu olay onun koçluk meziyetlerine zarar vermez. Fakat yaptığının şık veya halının altına süpürülecek bir olay olmadığı da açık. İşin aslı Ataman'a tepkim, tribünün küfürlü tezahüratlarına "Böyle yapacaklarsa gelmesinler" dediği gün başladı. Gider yapan tavrını o gün de görmüştük. Küfür edenlerden biri değildim, hatta maçta bile değildim ama Galatasaray tribününe tavır koymasına sinirlenmiştim. O gün "düzgün tavır"ı överek tribünü karşısına alan adamın oyuncusuna karşı düzgün hareket edememesi de çelişkilerin büyüğü olarak karşımızda...

Perşembe, Şubat 12

The Sting



1973 yapımı filmin Türkiye için ufak bir önemi var. Yapıldığı yıl ABD'de Oscarları topluyor.Last Tango in Paris'in yarıştığı sene. Hatta Serpico aday bile olamıyor. Doğru tercih The Sting mi emin değilim ama ABD'de yarattığı yankıdan yola çıkarak Türkiye'ye de geliyor. 1973 yapımı film, 1977'de Türk versiyonuyla sinema seyircisinin karşısına çıkıyor; Üçkağıtçılar

Defalarca televizyondan izlediğimiz filmlerde. Cüneyt Arkın ve Robert Widmark var. Robert Widmark zaten bu tarz filmlerin adamı, Robert Redford benzerliği de ortada. Filmin orjinali ise Türk sinema salonlarına, yapım yılından 10 sene sonra, 1983'te geliyor. Yani hem dönemin sinemaseverleri hem de bizim gibi televizyon kuşağı, The Sting'i ''Biz bu filmi görmüştük'' diyerek izliyor. Haliyle gözümüzde filmin değeri biraz düşüyor.

Yine de iyi film... Her türlü izleniyor. Robert Redford'un Widmark dışında aslında Brad Pitt'e ne kadar çok benzediğini bir kez daha görüyoruz. Üstelik sadece tipiyle değil yeteneğiyle de var olduğunu görüyoruz. Paul Newman da çok iyidir. Tam bir pazar gündüz filmidir. Pazar gündüz filmleri güzeldir ama Oscar için yeterli olabilir mi emin değilim... Üstelik o sene sadece en iyi film dışında 6 Oscar daha götürüyor.

Çarşamba, Şubat 11

Derbi Dediğin Kavgalı Olur


Bu maçı yeni görüyorum. Zaten niye zamanında görmüş olayım. Sene 2000, Uruguay'da Penarol-Nacional derbisi... Haberim olmazdı o dönem normal olarak. Gerçi haber bültenlerinde bile verilmeliydi. Olay şu; Uruguay'ın iki takımı Nacional ve Penarol karşılaşıyor, maç 1-1 bitiyor. Maç sonu iki takım oyuncuları birbirine giriyor. Gözaltına alınan futbolcu bile oluyor. Sanırım sahadaki 22 futbolcudan 18'i ceza alıyor. Muhteşem bir olay. Kavganın yapısı da çok şık. Çete kavgası gibi. İki takım oyuncuları da hat gibi dizilmiş, birbirlerine vuruyorlar. Güney Amerika işte, kavgası bile klas...

Kaptanın Yemeği



"Brezilya'da kendi aramızda futbol oynarken bazı samimi kelimeler kullanırız. Alex bana "Sakın öyle şeyler söyleme" dedi. Bir de kaptanların Türkiye'de çok önemli olduğunu, onlara saygı göstermem gerektiğini söyledi. 'Kaptan yemeğe başlamadan yemeğe başlama, kalkmadan kalkma...' Bazen unutup yemekten kalkıyorumi kaptan bana bakıyorsa tatlı alıp geriye dönüyorum."

Gaziantepspor'un  bu sezon Coritiba'dan transfer ettiği Chico, 4-4-2 dergisinde bunları demiş. Son yıllarını papazlık kurumunu incelemeye vermiş benim için şaşırtıcı değil ama keyif verici.. Bunlar bilmediğimiz şeyler değil fakat Brezilya'dan gelen bir futbolcunun buna dikkat etmesi ve hatta korkudan gidip tatlı aldığını itiraf etmesi baya komik.. Bunu sadece askerlik yapan anlar.

Chico'nun bu tavsiyeyi Alex'ten alması da olayı daha çok süslüyor. Fenerbahçe'nin bir dönemimde ağır papazlık yapmış biri.. Fakat o da gökten zembille papaz olarak inmedi. Uzun yıllar burada kalmanın tecrübesiyle o seviyeye yükseldi... Chico'nun bu tavsiyeye dikkat etmesinden daha önemli bir ayrıntı; Alex'in Türkiye'ye gidecek bir futbolcuya bunu söylemesi.. Hakemlere dikkat et, hocaların saygılı ol, başkanlarla muhabbet et, basına iyi davran vs.. değil; "Kaptan yemeğe başlamadan başlama"... Çizgilerle çevrili bir sahada topla oynanan bir oyunda, gereksiz bir ayrıntı gibi duruyor. Ama sanıldığından daha büyük bir detay. Alex zaten zeki adam, doğru tavsiyeyi vermiş.

Bu arada Gaziantepspor'un kaptanı kim tam bilmiyorum. Şenol Can falan olabilir. Bir an kendimi Gaziantepspor'a yeni gelen yabancı futbolcu olarak düşündüm. Platoon filmi kadar sürükleyici bir hikaye çıkar...

Ayaktaki Güç



30 yaşına geldim ama hala futbol oynamak benim için çok önemli. Aslında bunda sıkıntı yok, futbol güzel bir oyun.. Asıl sıkıntı benim bu oyunda kendimi kabul ettirme hevesim. Belki de egomun bende tavan yaptığı - ki burada bile o kadar yüksek değil - tek durum olabilir.

Hikayeyi biraz başa alayım. Caddebostan sahilde sahalar vardır. O sahalarda 17-18 yaşından beri top oynuyorum. Daha önce, çocukluk ve ergenlikte sokak arasında top oynayıp mahalle maçı yapardık. O dönem 16-17 yaşlarına gelmeden sona erdi. Mahalledeki çocuklar büyüdü... Şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız... Futbol oynamak isteyenler de azaldı. Mahallede iki kişi eksik olsa maç yapmak imkansız hale gelebilirdi. Ben de rotamı hemen hemen her gün daha geniş katılımın olduğu Caddebostan sahile çevirdim. Mahallelerinden çıkıp ilçenin her yerinden gelen gençlerin oynadığı saha... Anadolu kulübünden İstanbul'a transfer olmak gibi. Kendini kabul ettirmek zor, rekabet fazla. Tek bir saha, minyatür kale, 10 tane futbolcu. Mahallede oynamak kolaydı, burada ise sahada kalmak için en iyi 10 kişinin arasına girmek gerekiyor. 

Neyse ki o dönemler fırtına gibiydik. 17-18-19-20-21... O yaşlarda her türlü mücadeleyi veriyordum. Sonra hayat bizi o sahadan uzaklaştırdı. Rekabetten uzak kaldım. 2013 yılında belediye sahayı halı sahaya çevirince tekrar gaza geldim. Hemen bir ayakkabı aldım ve yeniden kendimi kanıtlamak için sahaya çıktım...Fakat bir türlü eskisi gibi olmadı. Benim oynamadığım dönemde, geri kalan herkes maçları aksatmadan topunu oynamıştı. Onlar yükselirken ben geriledim ve ortaya büyük bir fark çıktı. O farkı kapatmam zordu. Önce göbeği erittim, ardından kondüsyon gelişti. Önce eksik olunca maça çağrıldım, sonrasında da "milli takımın geniş kadrosu"na dahil oldum. Fakat sahada bana verilen rol oldukça kısıtlı kaldı. Savunmada dur, adam geçirme... 21 yaşında sahanın lideri olabilen benim için acımasız bir durum. Fakat hakları da vardı. Belki sahadaki herkes kadar çok koşuyor ve yorulmak bilmiyorum ama ne isabetli pas atabiliyordum ne de minyatür kalenin ufak kalesine topu sokabiliyorum. Bu arada savunmada oynamak da hoşuma gitti ama ayağımdaki ayakkabı sert futbolumu kaldıramadı herhalde. Rakibi yıldırıyordum ama sakatlamıyordum. Ayağımdaki ayakkabı ise beni yıldırıp kendi sakatladı. Ufak ufak yırtılmaya başladı. Dayanamadı. Ne olursa olsun iyi kötü sahadaydım ama ayakkabı beni yarı yolda bıraktı.

Tam o kriz anında Puma'nın evoPOWER'ları geldi. Sağlam bir ayakkabının bu kadar etki edeceğini tahmin etmiyordum. Ayakkabıyı giydiğim ilk maça yine savunmada başladım. Daha doğrusu savunmada kalmam söylendi. Fena da değildim. Takım da iyi oynuyordu. 15 golü atan maçı kazanacaktı. 11-8 öne geçtik. O anda oyundan çıkanlar oldu ve bir kadro değişikliği gerekti, Sahadan çıkmak zorunda olanlar vardı. Bu da dengeleri bozacaktı. Dengeli bir maça devam etmek için maç içinde rakip takıma yollandım. Moral bozucu. Yeni takıma geçince oyunu ilerde oynamaya başladım. Daha fazla topla buluştum. Daha fazla sorumluluk aldım. Kendimi bile şaşırtan bir şekilde oyuna ağırlığımı koymaya başladım. Çalım atarken top ayağımda kalıyor, pasların şiddeti tam değerini buluyordu. Doping almış gibiydim. Oysa o gün tek değişiklik ayağımdaki ayakkabılardı. Eski ayakkabılar yoktu. Yenileri ise beni baya rahatladı. Maçı 15-13 kazandık. Maç sonu yapılan övgüleri duymak için herhalde iki sene çabalamıştım. Eski günlere geri döndüğümü hissettim. Bu maçtan sonraki tek sıkıntım İstanbul'u etkisi altına alan kötü havaydı. Şu an maçlara ara verildi. Oysa Puma'ları çekip sahaya gitmek can atıyorum resmen. Artık o sahaya hükmedeceğim. Efsane geri dönmüş olabilir.

Pazar, Şubat 8

Pazarlık



Seçime doğru girerken biraz sesli düşünebiliriz. Ben komplo teorilerini seviyorum. Bizim elimizin gözümüzün radarına ulaşamayan bilgilerin var olduğuna inanıyorum ve o bilgilere yapboz oluşturarak ulaşabilme ihtimalimi seviyorum. Bu seferki konumuz HDP... 

Şimdi HDP benim için olumlu bir parti. Bir gözümüz onda, bakıyoruz. Bir akımın, bir hareketin değişimini, daha doğrusunu gelişimini simgeliyorlar. Alevli ve dar tarafı bıraktığını düşünüyoruz, öyle düşündürüyorlar. Köklerine sırt çevirmiyor ama alışkanlıklarının peşinden gitmiyor. Umarım bu üstü kapalı cümlelerim doğru anlaşılabilir.

Sonuç olarak hem kendi içinde, hem kendisinden olmayan çevrelerde bir ezber bozuyor. İnsanın normali, ezberi bozulunca veya ekmeğine taş konulunca rahatsız olur. Her şey süt liman olmaz. Köprü filmi gibi. Okut, büyüt, yetiştir, Ankara'ya yolla, ondan sonra gelsin köye köprü yapsın. E sen şimdi nasıl nehirden geçirdiğin sallardan para kazanacaksın?

Sadede geliyorum... Selahattin Demirtaş son meclis grup konuşmasında şunları söyledi: 

Herkes emin olsun HDP ucuz pazarlık yapacak parti değildir. İsteyen geçmişimize baksın. Mazlum Doğan, İbrahim Kaypakkaya pazarlık yapmış mı? Mahir Çayan, Deniz Gezmiş pazarlık yapmış mı? Pazarlık yapsalardı yaşıyor olurlardı (video). O nedenle bugüne kadar bu halklara hiçbir şey kazandıramadınız.Ya iktidara geiip tıkayıcı oldunuz, ya muhalefette solun önünü tıkadınız.

Net olarak haklı. Hiçbir itirazım yok. Fakat şu da var Abdullah Öcalan yaşıyor. İdam kararı alan bir örgüt lideri halen yaşıyor. O zaman buradan şu sonuç çıkabilir mi; Öcalan pazarlık yapıyor. Peki daha ileri gidelim, acaba bu HDP içinde, daha doğrusu Kürt siyasetinde yaşanan bir ikiliğe yapılan gönderme mi? Demirtaş akıllı adamdır, her cümlesini tartıp öyle söylediğine inanıyorum. Bunu da düşünüp kurmuştur. Devrimci ekolden gelmesine rağmen Atatürkçü düşünceden beslenmekten geri kalmayan Deniz Gezmiş'i HDP'nin sahiplenmiş olması ayrı bir konu ve güzel bir adım..(Teorik olarak Kaypakkaya ile Gezmiş arasında fark var ama beraber anılmaları, hem de meclis çatısı altında; güzel). Peki acaba bu cümleden, "Pazarlık yapanlar onlar, yaşayanlar" anlamı çıkabilir mi? Başka yerlere mesaj olabilir mi? 

Yoksa sadece tesadüf mü? Ve tesadüfse eğer; bu cümlede haklılık payı varsa; seçime giriş konusunda olması şart değil, bir pazarlık yapılma ihtimalini güçlendirmez mi? Umarım derdimi anlatabilmişimdir, iyi forumlar...: 

Cumartesi, Şubat 7

Singin'in the Rain



Çok dikkatli bir şekilde izledim ve insanların neden bu filme çok tutulduğunu, bir kült haline getirdiğini anlayamadım. Donald O'Connor izlenebilecek yegane karakterdi,o bile Gene Kelly'nin önüne geçememiş.. Amerikan kültürü o kadar yüzeysel ki, neyi abartacağını bile şaşırıyor..

Türk Futbolu


Ben bu fotoğrafı ilk defa görüyorum. Keşke daha iyi halini bulsaydım, çünkü efsane bir fotoğraf. Üzerine kitap yazılır. Veya Türk futbolu hakkında yazılmış bir kitabın arka sayfasındaki son fotoğraf olur. Ayna gibi. Bazen analiz yapan insanlar derler ya "Ben bir fotoğraf çektim" diye, işte o fotoğraf bu aslında. Sahaya inen başkan, ona bakan teknik direktör.

Şimdi denilecek ki, spor yapan başkanın nesi kötü... Zaten kötü bir durum da yok. Ama efsane işte. Şu bakışlar, vücut dilleri, olayın kendisi... Her şeyiyle muazzam...

Perşembe, Şubat 5

Witness for the Prosecution



2005'teki Beşiktaş -  Fenerbahçe maçı gibi film... Son dakika golü oluyor, hem de bir çok defa. Zaten filmin sonu açık edilmesin diye, yapım aşamasında çok detaylı önlemler alınmış. Oyuncular bile senaryonun sonu, film çekimleri esnasında öğrenebilmiş. Filmin sonunda da izleyiciye "Bu filmin yapımcıları henüz izlememiş dostlarınızın da zevk alabilmeleri için filmin sonundaki sırrı kimeye açıklamamanızı önerir" notu çıkar.

"Mahkeme filmi" diye bir olgu varsa -ki varmış-  bu film, o türün en iyilerinden.  Zaten birçok listede adı üst sıralarda anılıyor. Kurgu çok iyi, oyuncular harika. Charles Laughton muhteşem... Agatha Christie romanından uyarlanma, referans sağlam. Yönetmen koltuğunda yine Billy Wilder. Muazzam bir sinema adamı ve ben onu bu sene farkettim.

1957 yapımı film. Aynı sene 12 Angry Man de çekiliyor. Büyük ve anlamlı bir tesadüf. İkisinin arasında ufak (hatta büyük) bir bağ kurulabilir ama özellikle bu filmi izlemeyenler için herhangi bir cümle kuramıyorum. Tabi o bağı sadece iki film arasında değil, adalet ve hukuk arasında kurmak da mümkün, hatta daha faydalı olabilir.

Öte yandan 1957 yılı, yani bundan nerdeyse 60 sene öncesi, muhteşem bir sene olmuş sinema için. Yazıda adı geçen iki filmin de Oscar alamadığını, Oscar'ı da hakedenlerden biririnin, The Bridge of River Kwai'nin kazandığını görüyoruz. Kazanamayan adayların her biri, herhangi bir sene çekilseydi yüzde 90'ında Oscar kazanırdı. 

1957 diyoruz, 60 sene öncesinden. Geçen gün tam bu muhabbetleri yaparken, bu filmlerden bahsederken Cihat dedi "Adamlar sinemayı 50 sene önce bitirmiş".. Aynen öyle, şu an başka bir şey izliyoruz. Seveni, sevmeyeni anlaşılır ama başka bir şey...

Kaldırıma Çıksanız Çatıda Destekleriz



Eyüpspor cezalı olduğu maçta, Çine Madranspor'u yeniyor. Maç sonunda ortaya çıkan görüntü bu...

Bu arada Sümüklı Kız bestesi, Türk tribünlerinin medar-ı iftiharıdır...

Çarşamba, Şubat 4

To Kill a Mockingbird



Muhteşem bir film daha... Son zamanlarda; daha önceden adını dahi duymadığım ama birçok film listesine girmiş, ödül kazanmış eski filmleri izliyorum. Kıyıda köşede kalmışlar desem değil, kült olmuş desem değil.

Roman Pulitzer kazanmış, film en iyi uyarlama senaryo oscarı kazanmış. Ödülleri almış. Ama yine de o sene (1962) Oscar'da Lawrence of Arabia'nın gölgesinde kalmış. Yani onu da izledik, biliyoruz. Ama neyse...

Gregory Peck, döktürüyor filmde. Gözlüklü haliyle Robert De Niro'yu andırıyor sanki, üstelik De Niro pek gözlük takmaz. Performansı ise onu aratmıyor. Oscar'ı da alıyor. Senaryo muhteşem. Çocuk oyuncular harika ötesi. Özellikle 10 yaşındaki Mary Badham. O yaşta Oscar'a aday oluyor ve o dönem Oscar'a "En iyi yardımcı kadın oyuncu" dalında aday olan en genç insan oluyor. Bu unvanı ise 11 sene sonra Tatum O'Neal'a kaptırıyor Ömrü boyunca da bu filmden sonra sadece 1 film dahada rol alıyor. Bu arada kitabın yazarı Harper Lee de ömrü boyunca başka kitap yazmıyor, resmen zirvede bırakıyor. Bütün bu bilgiler bir kenara, film harika. Ama sanırım kitap daha güzelmiş. Keşke küçükken bize okutsalardı.

Filmin konusundan bahsetmeyeceğim. Fakat, o dönemin (1930-40 arası) ABD'sini anlatan filmlere büyük bir ilgim var. Fight Club'da da geçtiği gibi, iki savaşın arası ve 29 krizinin hemen sonrası.. O zamanın insanları büyük bir depresyona giriyor. Bir yandan ekonomik sıkıntılar, fakirlik, diğer yandan ırkçılık ve bütün bunların gölgesinde ufak ufak serpilmeye başlayan Amerikan Rüyası...

Zaten ABD bu açıdan çok ilgi çekici bir coğrafya. 300 yıllık tarihi çok kısa.. Resmen insanlığın gözü önünde kurulan, gelişen ve yaşayan bir ülke. Birçok ülkenin asırlar içinde yaşadıkları, fast-food kültürüne uygun bir şekilde hızlı hızlı yaşadı. Sömürdü, kuruldu, kendiyle savaştı, büyüdü, krize girdi, okyanus ötesine savaşa gitti, şehirler kurdu, eyaletler kurdu, gökdelenler yaptı, değişik ırklardan insanlara kapı açtı, sonra onları dışladı... Hepsi gözler önünde ve bir anda oldu. Durum böyle olunca özellikle 1930-1940 arasını anlatan filmler ve romanlar ilgi çekiyor.



Salı, Şubat 3

Cennetin Kapısı



Onurlu insanlar emir vermek de, emir almak da istemezler. Krala filan tapmazlar.
 
Arabistan Kralı, Kâbe’nin çevresini 50’ye yakın gökdelenle kuşattı. Allah’ın evini, mimari olarak, yani olası en kalıcı şekilde aşağılamıştır. En az 300 sene o gökdelenler Kabe’ye tepeden bakacak! Milyarlarca Müslüman, kıble diye gökdelenlere yöneliyor! Kral, Peygamber’in doğduğu sokağı, rezidans yapmak için tahrip etti.

Cennete gitmek için, dünyayı cehenneme çeviriyorlar. Halbuki bir insanın öldürülmesi, bir gencin katil olması, tüm insanlığın ortak kaybıdır. Zulmediyorlar. Hurilere kavuşacaklarını umuyorlar belki. Normal bir adamın kız vermeyeceği tipte birine, Allah huri vermez.

Cennete, kapıyı kırarak giremeyiz.

1994’te, ellerinde karanfillerle kapı kapı gezen o başörtülü kızlar ve kravatlı çocuklar… Laik teyzelerden, bar müdavimlerinden, hatta genelevlerdeki hayat kadınlarından oy almayı başaran o gençler nasıl bu hale geldiler anlayamıyorum. Osmanlı’ya döneceklerine, 1994’e dönseler ya?

 

TIKS

Semtçilikse Semtçilik


Şehirden şehire; semtini sevenler takipleşiyor..

Double Indemnity



Billy Wilder'dan müthiş film. Birçok dalda Oscar adayı olmasına rağmen kazanamamış. Ama kalıcı eser iste, başarı budur. O yılın Oscar'a damga vuran filmi de Going my Way. 

Film-noir denen türe büyük katkılar sunuyor Wilder. Suç psikolojisini müthiş işliyor, olay örgüsünü harika kuruyor. Açıkçası ekran başına otururken 1944 yapımı bir filme bu kadar konsantre olacağımı tahmin etmiyordum. Filme sonla başlıyor, Walter Neff; "I killed him. I killed him for money and for a woman. I didn't get the money and i didn't get the woman" diyor. 

Ama öykünün sonu bizim olayımız değiliz, oraya gelinen noktayı irdeliyoruz. Bu film de bunu müthiş işliyor. Son ana kadar merak duygusu tavanda.

Birçok filme, yönetmene ilham olduğu belli oluyor. Daha önce Sunset Blvd.'ı da izlemiştim ama bu kadar etkilenmedim. Daha sonra 1-2 filmini daha izledim, onlar çok daha güzel.

Filmin asıl yıldızı Barton Keyes rolüyle Edward Robinson. Zayıf halkası Barbara Stanwyck...

Pazartesi, Şubat 2

Tüketme


İnsanlar pazar günü AVM'lere gidiyor. Anlamıyorum. Bugün anlamaya çok yaklaştım ama günün sonunda yine anlamsız buldum. Bu hayat değil.

Ikea'ya gittim. Gitmek zorundaydım. Bunlar ayrı konular. Ben hayatımda ilk defa gittim, belki 30 sene daha yaşarsam 2 kere daha giderim. Bazı insanlar her ay gidiyor. Sürekli bir şeyler alıyorlar. Günlerini orada geçiriyorlar. Evlerine yeni bir şey aldıklarında mutlu oluyorlar. Bazen onlarca eşya alıp, alamadıkları için üzülüyorlar. Sürekli bir şey alıyorlar. Tüketiyorlar. Başkalarının tükettikleriyle kıyaslıyorlar. Başka insanlarının suratlarına bakmaya çekiniyorlar, ama başka insanların alışveriş arabalarından gözlerini alamıyorlar.

Tamam artık tüketim toplumunu eleştirmeye gerek yok. Sanayi devriminin üzerinden on yıllar geçti. Dünya defalarca değişti, tüketim felsefesi değişmedi. Üzerinde çok durmaya gerek yok belki de. Fakat artık Türkiye'de tüketim anlayışı da değişti sanki. Eskiden mekanlarda, tatillerde, etkinliklerde para harcayan, hatta belki de haddinden fazlasını harcayan, şovunu gösterişini o alanlarda yapan insanlar vardı. Şimdi ise insanlar ya teknoloji satın alıyor, ya da evlerine bir şeyler alıyor. Böylece hem kendilerine, hem de evlerine kapanıyor. Evden dışarı çıkmayıp, akıllı telefonlarına gömülüyorlar. İşe gidip kazandıkları parayı evde zaman geçirmek için harcıyorlar. Evden dışarı çıkmıyorlar. Aslında bakınca evden dışarı çıkınca da yapacakları bir şey yok artık. Zengin ya da fakir, hangi semtte olursa olsun, herkes şehirden uzaklaştı. Zenginler steril ve korunkalı sitelere, fakirlere şehir sınırları içinde ama şehirden uzak yeni semtlere geçti. Merkezde kimler kaldı artık? Erasmus öğrencileri, bohem sanatçılar ve emekliler herhalde.

Dışarıyla bağını kopartınca evde güzel zaman geçirmek zorunda kalıyorsun. O nedenle herkes bütçesi doğrultusunda evine yatırım yapıyor. Dünya o kadar onlar için, 120 metre kare-balkonsuz. Sanırım bu Fight Club isyanını bizim ülkemiz yeni yeni yaşayacak. Hatta belki daha seneler var. 

Sokaklardan çekilmek demek yaşamdan uzaklaşmak demek. Kurtköy'de Uydukent'te, Beylikdüzü'nde, yeni yeni isimleri konulan semtlerde evler satın alıyorlar. 150.000 TL'ye ev alıyorlar ve Beşiktaş'a 1.5 saatte geliyorlar. O yüzden artık gitmiyorlar oraya. Peki o parayı o eve niye veriyorsun? Barcelona'da 40.000 euro'ya evler var ve ev satın alana İspanya Devleti oturma izni veriyor. İnsan bu kadar mı kaçar dünyadan, bu kadar mı daraltır kendini.

E peki asıl trajik nokta, bana ne? Ben niye bu kadar rahatsız oluyorum. Paran varsa sen al. Belki de benim sıkıntım biraz da bu. Param olmadığı için parası olanların harcamaları beni rahatsız ediyor. İnsan elindeki imkanları ne kadar kötü kullanıyor. Sadece bir kere geldiği dünyada kendini dört duvar arasında sınırlıyor. Değerini sonradan anlıyor bazı şeylerin. Geç oluyor. Anladıktan sonra da gelip başkasına akıl verme derdine düşüyor. Kendini tüketen adam, başkalarının tükettiği şeye karışıyor.

Şifre: İstek



Galatasaray - Bursaspor maçları, özellikle İstanbul'da oynananları, her daim güzel geçer. Kötü maç çok azdır. Bursa'nın adeta tek kale oynayıp Galatasaray'ın 3-1 kazandığı maç, iki takımın da sayısız pozisyona girip 0-0 bitirdiği maç, hatta farklı bitse bile geçen seneki 6-0'lık maç... Hepsinin ayrı hikayesi var. Şüphesiz, dün akşam oynanan da uzun süre hatırlanacak. O nedenle biraz üzerinde durmakta fayda var.

Hamzaoğlu'nun tercihleri çok eleştirildi. Ben tercihlere, çabuk bir şekilde hata deme taraftarı değilim. Hele 34 haftalık maratonda bunlar çok erken yorumlar. Bir şeylerin sonucunu görünce hata olduğunu söylemek mümkün olabilir, o da sadece maç skoruyla alakalı olamaz. Mesela bu maça dair yapılan en büyük hata geçen haftaydı. Burak Yılmaz'ın son 10 dakikada skor 2-0'ken oyuna girmesi bu maçın 2-2 sona ermesine neden oldu belki de. Bu ciddi bir antrenör hatasıydı ve etkisi bugüne yansıdı.

Galatasaray iyi bir kadroya sahip değil. Birbirinden alakasız, kadro mühendisliği denen olaydan sınıfta kalmış bir yapı. Hamzaoğlu geldiğinde de çok fazla değişiklik yapmadı, zaten kendisi de söyledi bunu. Ufak değişiklikler sadece. Burak'ı arkaya çekerek Umut'u öne sürmek gibi, Emre'ye daha çok şans vermek gibi, Sabri'den faydalanmak gibi. Galatasaray'ın bu oyun yapısında bazı olmazsa olmazları var. Biri Burak, diğeri de Selçuk-Melo hattı. Bu üçlü her daim sahada olmalı. Gerekirse Sneijder'in yokluğu bile telafi eder ama bu üçünün oldukça zor. Selçuk'un oynamadığı son 6 maçta sadece 1 galibiyet, Melo'nun oynamadığı son 5 maçta 2 galibiyet var. Buraksız maçlarda ise gol atılamıyor. Bu üçlü bozulunca da, Süper Lig'in olmazsa olmazları; orta alanda basma, defansın arkasına sarkma ve gerekince kaos futboluna evrilme gibi şifreler gerçekleşmiyor. İşin kötü yanı bugün hem Burak hem Selçuk yoktu. Öte yandan Semih de sakatlanınca eldeki alternatif azalıyor. Kadro yapısı o kadar bozuk ki stoper sakatlandığı için kanat oyuncusu yedek kalıyor.

Koray yedeğe çekilip Balta-Chedjou oynayabilirdi. Sol bek Telles, önünde Emre. Hamit-Melo ortada. Bu bir alternatif olabilirdi. Hocanın denediği ise bu sistemden farklı değildi, sadece isimler değişti. Hamit'in ağır-hantal yapısı yerine Emre'nin baskı ve presini kullanmak istemiş olabilir. Telles, uzun sürdir bekte ileri çıkmaya korkar haldeydi, Balta da çıkmadı. Telles'i de öne attı. Bunu denemiş olması beni rahatsız etmedi. Sağ tarafa Bruma konsa bir yabancı çıkacaktı. Chedjou oynatılırdı, belki Telles yedeğe düşerdi. Fakat bunların hepsi tercih, hiçbiri akıl almayacak hatalardan değil. 

Fatih Terim'i Fatih Terim yapan özelliklerden biri çıkardığı 11'den kısa sürede sonuç alamadığında taşları yerinden oynatabilme yetisidir. Hamzaoğlu bugün onu denedi ama bu da tutmadı. Taşlar devamlı yerinden oynadı, birçok futbolcunun pozisyonun değişti. Açıkçası ben de rahatsız oldum maç izlerken. Ama yapacağı hamlelerin sınırlı olduğunu fark etmek kolay oluyor. En tartışılanı belki de Sabri yerine Tarık'ı sokmayıp Koray'dan sağ bek yaratmaya çalışmasaydı. Bu noktada eleştiri alması olağan. Fakat yukarıda söylediğimize geliyoruz, lig uzun maraton ve bu oyun sadece satranç tahtasındaki taşlarla oynanmıyor. Etten kemikten ve ruhtan yaratılmış futbolcular var işin içinde. Sabri sakatlandıktan sonra oyuna girmediğini gören ve Koray'ın sağ beke geçişini izleyen Tarık, belki de sezonun geri kalanında daha faydalı olacak. Bugün oyuna girese günü kurtarabilir, hatta belki yine kurtaramayabilirdi. Fakat bu hamleyle geleceğe dair bir kıvılcım çakmasını beklemek, geldiğinden beri transfer yapmayan bir hocanın da en büyük hakkıdır.

Galatasaray, çok iyi oynamıyordu. Hamzaoğlu geldikten sonra da çok iyi oynamıyor. Ama çok istiyor. Bu ligin böyle garip dinamikleri var işte. Çok iyi kadro şampiyon olmakta zorlanabilir ama çok isteyenin kazanma şansı daha çok yükselir. Bugün maçın son 10 dakikasını ayakta izleyen yedek kulübesi ufak bir umut oldu. Belki de sahte heyecanlar ve hezeyanlardır, olsun. Sonuna kadar beklemeye değer. Biri çıkıp "Bu adamlar bu triplere gireceğine, ihtiyaç halinde sahaya sürüldüklerinde top oynasalar, takımın 5 puan fazlası olurdu" dese, kimse de karşı cevap veremez. Fakat şubat ayına girdikten sonra bunları sesli düşünmenin pek bir yararı yok. Transfer dönemi sona eriyor, Galatasaray liderin 3 puan arkasında. Bu lig mayısa kadar devam edecek ve bu futbolcularla oynanacak. Elimizdekiler bunlar, olmayanları düşünmez sadece beyni yorar. Messi çıkıp "Galatasaray için ölüyorum" dese bile, hazirana kadar formayı giyemez. O nedenle eldeki imkanlardan en iyisini çıkarmak gerekiyor. Ben Hamzaoğlu'nun bunu becerebileceğini düşünüyorum. Geldiğinden beri lig maçlarında yenilmeyen bir teknik adamın daha çok kredisi olmalıydı. Ne yazık ki İtalyanlar kadar benimsenmedi hala.

Biraz da Bursaspor'dan bahsetmek lazım. Şenol Güneş gibi takım. Şenol Güneş bir futbol takımı olsa dün akşamki Bursaspor olurdu. Bitiremiyor, olduramıyor, sonunu getiremiyor. En sonunda da basit bir hata yaparak kazanamıyor. Bu sezonun en beğendiğim iki adamı Aziz Behiç ve Josue yoktu. Olsalardı nasıl olurdu merak ediyorum. Geçen sene Ankaragücü ile 2.Lig'de oynayan Emre Taşdemir fena değildi. Sol bekte o, sağ bekte eski Bugsaşsporlu Şener... Şener'in golden önce Telles'i paspas etmesi pek konuşulmadı. Fenaydı... Belluschi'nin ilk goldeki pası enfes, Ozan Tufan'ın sahadaki duruşu muazzam... Volkan Şen ise neden büyük futbolcu olamadağını bir kez daha hepimize gösterdi. 

Her anlamda güzel maçtı. Sonuç bir Galatasaraylı olarak beni tatmin etmese de izlediğim oyundan keyif aldım. Çok kilişe bir cümle olacak, sanki yayıncı kuruluş spikeri gibi, ama yazmadan duramayacağım. Keşke iki takım en azından ayda bir defa İstanbul'da karşılaşsa... Derbilerden daha iyi oluyor.

Pazar, Şubat 1

Mononoke Hime



Yeni dünyanın çizgi filmi Wall-e'yi izledikten sonra yazmıştım; doğanın, hayvanların, canlıların konu olduğu çizgi filmler robotlara gezegenlere 5 basar. Yanılmıyoruz. Japonlar, teknoloji üreterek dünyada kendine yer açıyor belki ama anime ve çizgi konusunda kafaları hala ABD kadar mekanik değil. İyi ki de değil. Belki de okyanusun üzerinde, depremlerle ve tsunami ile sınanan uzun ince bir ada ülkesi olmasından kaynaklanan bir gelenektir bu.

Sonuç olarak ortada güzel bi yapım var. Gerçi bunun da yapıldığı yıl 1997. Milenyum öncesi. Yine de ben sevdim ve Japon düşünce sistemine saygı duydum. Yeterli... Çocuk olsam kurtların yetiştirdiği kız San'a aşık olurdum. İyi ki büyümüşüm.