Perşembe, Aralık 30

The Man Who Shot Liberty Valance


James Stewart, 1939 yılında Washington'a gitmişti.

1962'ye geldiğimizde halen genç görünen fiziğiyle bu sefer Batı'ya yolculuk yaptı. Zaten 53 yaşında olan Stewart, üniversiteden yeni mezun olmuş 30'larındaki bir avukatı canlandırıyordu. Batı'da ise onu 54 yaşındaki John Wayne karşılıyordu.

Birbirinden farklı bu iki karakterin (Ranson ve Tom) birlikteliği, Batı'nın haydutlarının diz çökmesini sağlıyor. ABD Western'lerinin dayanak noktası olan Kızılderili ordularıyla savaş hikayeleri, bu sefer karşımıza çıkmıyor. Filmde tek bir Kızılderili yok. Zaten filmde silahlar az konuşuyor. Anayasa, kanun, hukuk, insan hakları gibi kavramlar ön plana çıkarılıyor. 

Hatta ABD toplumunu ve ulus bilincini güçlendiren Western türünün, 1962'de o kültürü eleştirecek (tabi ki haddini aşmayarak) bir film çıkarması ilginç bulunabilir. Bu türün en önemli ve en üretken (144 film) yönetmenlerinden John Ford'un da herhalde diğerlerinden ayrılan filmi olarak bir köşede durabilir.

Eh ne de olsa 20'ler, 30'lar, 40'lar geride kalmıştır. ABD'nin bir düşmana hazırlanma durumu ortadan kalkmış, savaşlar çağı sona ermiştir. Artık başka şeyler konuşma zamanıdır. Sinema da buna göre hareket eder.

Bir tane kötü, gaddar, vandal bir karakterimiz var. Karşısında da akıl ve bileğin ittifak kurduğu bir iyiler ordusu var. Bu açıdan benzer yıllarda Türk sinemasında karşımıza çıkan Güneydoğu filmlerine de benzetebiliriz. Köye 'medeniyet' getiren Cumhuriyet çocukları (avukatlar, komutanlar, öğretmenler) ve onların karşısında duran yobaz ağalar. Tabi ki başkentin yolladığı çocuğa kol kanat geren eğitimsiz ama yürekli bir yerli...

Haliyle hem alışkanlıklarımızdan hem de karakterlerin henüz ilk başta yarattığı çatışmadan dolayı filmin varacağı yeri kestirebiliyoruz. Buna rağmen sonuna kadar izlettirmeyi başarıyor. Zaten öykünün sonunda izleyicinin kafasında soru işaretleri yaratan harika bir tartışma noktası mevcut. Sırf bu sayede diğer Western'lerden biraz daha ayrılıp bir 'klasik' haline gelmeyi hak ediyor. Hatta belki de türünü 'politik-western' olarak tanımlayıp, bulunduğu yerde yalnız kalmayı da başarıyor. 

Aradan geçen 60 yılda değerini kaybetmeme nedeni de burada yatıyor. Tabi ki etkileyici oyuncuları ve başarılı yönetmeni saymadan olmaz. 


Çarşamba, Aralık 29

Kağıttaki Notlar

"Oyuncularımdan geride hücumu başlatmalarını istiyorum. İnsanlar da bana 'Bunu talep etmekten korkmuyor musun?' diye soruyorlar. Dürüst olmam gerekirse, bundan korkmamı gerektirecek bir deneyimim yok. Kapalı gişe San Siro'nun önünde kalecimden top alıp oyun kurmadım ki! Maçları izlerken kağıda, tahtaya aldığım sayısız notu sahaya yansıtmaya çalışıyorum."

Francesco Farioli bu röportajı Socrates'in Kasım sayısına verdi. Yani Ekim ayında bu cümleleri kullanmış olmalı. Bense Aralık ayında röportaja denk geldim. Cümleyi okuduğum anda kafamda bazı düşünceler çarpıştı. Bu cümleden ne anlamalıydık?Çok fazla fikre davet eden bir paragraf vardı önümüzde. Teori ve pratik karşı karşıya... Peki hangisi ağır basar?

Soruların hiçbirine net cevap bulamamışken o günün akşamında Karagümrük'ün Farioli ile yolları ayırdığı haberi geldi. Ekim ayının en parlak ismi, Kasım ayında adı Beşiktaş ve Fenerbahçe ile anılan genç teknik direktör, Aralık ayında işsiz kalmıştı.

Süleyman Hurma sonrasında yaptığı açıklamada hocası hakkında çıkan transfer haberlerinden rahatsız olduğunu dile getirip, ayrılık kararını bu gelişmelere bağlamıştı. Fakat son yedi maçında sadece bir kez kazanmış takımın istatistikleri sezon başındaki gibi olsaydı (ilk 10 haftada 2 yenilgi ve 19 puan) birliktelik devam ederdi sanki.

O zaman sahanın içine biraz göz atmakta fayda var. Esasında Karagümrük'ün oyunu hakkında ufak eleştirilerimizi Galatasaray maçının ardından yazmıştık. O yüzden bu büyük parçayı es geçeceğiz ve Farioli'den alıntı yaptığımız cümlelerden devam edeceğiz.

Farioli, 19 yaşında futbolu bırakan ve o yaştan sonra antrenörlük eğitimi almaya başlayan bir kaleci. Yani futbolculuk geçmişi çok kısa. Zaten yeni dönemin modası olan 'genç teknik direktörler'in hayat hikayesinde bu tip geçişler söz konusu. Ya yetersiz oldukları için ya sakatlandıkları için ya da paraya ihtiyaçları oldukları için futbola erken veda ediyorlar. Saha içini, son 90 yılda büyük sahnede görülen teknik direktörler kadar deneyimlemiyorlar. Tabi ki "Jokey olmak için at olmak gerekmiyor" diyen Arrigo Sacchi ve Jose Mourinho gibi çok başarılı örnekler de çıkmıştı. Bundan sonra da çıkacak, hatta Farioli de onlardan biri olabilir. Fakat kariyerlerinin başında oyunun iki yönünden birine daha fazla ağırlık veriyorlar; yani duyguya değil teoriye...

İlginçtir; bu antrenörler genel olarak oyuncularına karşı fazla talepkâr oluyorlar. Tabi ki bunu diktatörlük seviyesine taşımıyorlar; en azından son dönemdekiler... Fakat istekleri, kafalarındaki modele fazla bağlanmayı da beraberinde getiriyor.

Daha çok bir mimar gibiler. Harika işler çiziyorlar. Kağıda her ayrıntıyı aktarıyorlar. Kağıda bakan biri bile, daha eserin kendisini görmeden heyecan duymaya başlıyor. O kağıtta her detay düşünülüyor. Fakat mimar, işçilerin o yapıyı kolayca yapacaklarını ve işin zor kısmının geçildiğini düşünüyor.

Bir de sahada çalışan mühendisler var. Onlar yağmurda inşaatın duracağını, soğukta yavaşlayacağını, maaşını alamayan işçinin yavaşlayacağını, baskının panik yaptıracağını, istimlak edilecek arazinin mahkeme sürecinin uzayacağını bilirler. Belki mimarlar kadar muhteşem projeler üretemezler. Yoktan var edemezler. Fakat işin nasıl ilerleyeceğini iyi bilirler.

Farioli'nin yukarıdaki açıklaması ve pas oyunundaki ısrarını düşünce, bu ayrım kafamda daha da belirgin hale geliyor. Pas oyununa sadık olmak bir yerden sonra düşük tempolu maçları, bir sonraki noktadan sonra da pas hataları nedeniyle yenilen golleri ve kaybedilen puanları beraberinde getirdi. Farioli için bunlar belki de çok önemli değildi. Yol kazaları olarak defterine işlemiş olabilir. Fakat kaybeden veya hata yapan futbolcunun aynı oyuna aynı şevkle sahip çıkamaması da bir gerçekti ve belki de o bunu göz ardı etti. Kötü gidişi durduramamasını belki de buradan okumak gerekir.

Aslında benzer bakış açısına oyunu yorumlayan bazı isimler de sahip. FM kuşağının hem sahaya hem de saha dışına inmesiyle artık futbolculardan kusursuzu talep eden bir anlayış ortaya çıktı. Daha da ötesi, futbolcuları bu kusursuz yapıyı inşa eden işçiler olarak düşünmeye başladık. Bir zamanların sanatçıları, artık Mısır piramitlerini yapan yüzlerce köle gibi görülüyor... Teknik direktörler ise piramit düşüncesini akla getiren firavun veya uzaylılar...

Oysa bu oyunun en temel ve en öndeki aktörleri futbolcular. Onların da bazı duyguları var. Üstelik nabzın arttığı yerde o duygular çok daha baskın hale gelir. 

En basitinden futbolcular topu sever, zira oyunun temelinde top vardır. O nedenle oyuncularını topun arkasında durmaya ikna eden hocalara hayranım. Öte yandan topla kötü bir şey yapmak da çok büyük özgüven kaybıdır. Pas hatası, top kaptırmak, çalım yemek veya gol kaçırmak... En iyi yaptığın işte, çocukluktan beri yaptığın işte, paranı kazandığın işte en basit görüleni yapamamak... Üstelik bir de bunların devamlı olursa... Oyuncularda çok ciddi mental yaraların oluşması işten bile değildir.

Faroli'nin San Siro'da deneyimlemediği için rahat olduğu yer tam burası. Gerçi 19 yaşına kadar futbol oynamış olması bile önemli bir deneyim. Bu satırların yazarında öyle bir tecrübe dahi yok. Mahalle arasında, halı sahalarda veya seyircisiz turnuvalarda oynanan maçlar, İtalya 6.Ligi'nde oynanan iki sezonun yerini tutamaz. Fakat kağıda fazlasıyla odaklanmak da, yaşanan deneyimlerin hafızadan çıkmasına yol açabilir.

Uzayan yazının sonunu getirelim. Satır aralarında bahsettiğimiz şeyin dışına çıkmayacağız. Bu oyunun aktörleri futbolculardır. Ve oyun, insana dair bir oyundur. Haliyle hisleri gözardı etmek ve sahaya kağıtlar üzerinden bakmak başarının önüne konulan engellerdir.

Üstelik insan bazen engelleri, kendi yoluna kendisi koyar...

Salı, Aralık 28

Capitalism: A Love Story

 


Michael Moore bir belgeselci mi? Sanki daha çok bir komedyen.

2008 krizinden sonra yaşananları derlediği Capitalism: A Love Story, dramatik altyapısına rağmen oldukça eğlenceli işleniyor. Tabi vurucu olma özelliğini kaybetmeden.

Bundan en önemli pay tabi ki Moore'a ait. Provokatif tarzını zekasıyla birleştiren Moore'u birçok eylemde görüyoruz. Ekonomik krizi din adamların soruyor, Wall Street'in önüne zırhlı kamyon dayayıp halkın parasını istiyor, hatta en sonda mekana tekrar uğrayıp meşhur binanın önüne olay yeri bandı çekiyor.

Bunlarla sınırlı kalmıyor. Olayın özünde yatan Mortgage skandalının mağdurlarıyla, ek iş yapmak zorunda kalan pilotlarla, banka soymayı aklından geçirdiğini itiraf eden bir borçluyla (bu kişi bana Hell or High Water'ı hatırlattı), kavga ettikleri için özel ıslahevlerinde bir yıl geçirmek zorunda kalan gençlerle konuşuyor.

Aslında Moore, bu çatışmalı konusuna rağmen bir taraf tutmuyor. Daha doğrusu kapitalizmi yerin dibine sokarken, karşısında duran sosyalizmden övgülerle bahsetmiyor. Tabi ki sol öğeler çok fazla. Fakat filmin birçok yerine kullanılan Enternasyonal'in caz versiyonu bize bir şey işaret ediyor. Moore, daha çok Amerikan tarzı bir 'sol'dan bahsediyor. Onu da 'demokrasi' olarak adlandırıyor.

Krizin 2008'de patlak vermesi ve belgeselin 2009'da çekilmesi önemli bir detay. Böylesine hassas bir konu için hızlıca reaksiyon almak kolay iş değil. Üstelik aradan geçen 12 senede güncelliğini korumayı da başarıyor. Sadece son kısmının biraz fazla iyimser kaldığını söylemek gerek.

Barack Obama, belgeselin 'kurtarıcı kahraman'ı rolünde. 2008 yılında ilk kez seçilen Obama, birçok noktada umutla beklenen kişi olarak gösteriliyor, seçilmesi sevinçle karşılanıyor ve zaten sonrasında da sözler sona eriyor. Geriye dönüp baktığımızda icraat kısmında da Obama'nın çok başarılı bir ekonomi politikası geliştiremediğini söyleyebiliriz. Zaten amacımız Obama eleştirisi yapmak da değil. Fakat Moore'un çok fazla uçlara gitmediğini söylemek gerek. Zaten belgeselin bir noktasında söylediği "Böyle bir ülkede yaşamak istemiyorum. Ve bu ülkeyi terk etmeyeceğim" cümlesi çok anlamlı duruyor. Yani o zaten bir 'devrimci' değil, böyle bir kaygısı yok. Sadece dönüşüm ve değişimden yana.

Zaten Amerikan toplumuna (ve hatta tüm halklara) yapılan bir belgeselin güncel siyaset ve temel tartışma noktaları üzerinden gitmesini anlayabiliriz. Hak da veriyoruz. Bu bağlamda değerlendirince takdir de ediyoruz.

Özgür Demirtaş'ın son bir ayda hayatımıza soktuğu 'finansal okur-yazarlığı düşük olan kitleler'in anlayabileceği bir yapım olmuş. Hatta Moore'un, 'türev araçları' gibi bizim anlamadığımız kavramları gidip Wall Street'teki kravatlılara sorması ve açıklayıcı bir yanıt alamaması da belgeselin amacını ve kimler için hazırlandığını gösteren bir sekans olarak yerini alıyor.

Yani esasında iyi bir politik belgesel değil, daha ziyade çok sağlam bir ekonomi belgeseli.

Filmle ilgili ilginç bir not. Moore, belgeseli yayınladıktan sonra Amerikan halkının siyaset kurumuna bir tepki göstermesini bekliyor. Yani halkın sokağa çıkması ve protesto gösterileri yapmasını istiyor. Hatta  gerçekleşmezse bir daha film çekmeyeceğini ifade ediyor. Moore'un film çekmesi için değil tabi ama tam da Moore'un filminden çıkılan yolla 2011 yılında Wall Street işgal ediliyor. Moore da yeni belgeseller için kolları sıvıyor.

Öte yandan filmin evrensel boyutunun ne kadar güçlü olduğunu kendi gündemimize bakarak da anlayabiliriz. Anlatılanlarla kendi hikayemiz arasında paralellikler var. Emlak krizi zaten her daim bahsedilen bir benzerlik olmuştu. Öte yandan Merkez Bankası'nın içinin boşaltılması ve izlenen 'gizli' yollar bize uzak değil.

127 dakika kimileri için uzun bir süre, finans kimilerine göre sıkıcı bir konu, belgesel kimileri için rağbet gösterilmeyen bir tür... Fakat Moore 127 dakikada finans konulu eğlenceli bir belgesel çekmiş. Dolar her yükseldiğinde, enflasyonun her arttığı ayda; yani sık sık izlenir..


Cumartesi, Aralık 25

Golo #15

Yedi maçın oynandığı 13. haftayı saymazsak, son iki ayın en düşük gol sayısına bu haftada ulaşıldı. Dokuz maçta 25 gol atıldı. Üstelik bu gollerin 11'i Porto ve Benfica'dan geldi. Zaten Benfica'nın genelde altıpastan attığı goller, bu serinin konusu olmuyor. Porto da çok rahat bir Vizela deplasmanı oynarken, çok kolay goller buldu.

O nedenle gözümüzü diğer maçlara çevirdik ama şahane bir gol görmek kolay olmadı. Öne çıkan iki gol vardı ki, ikisinde de golleri güzelleştiren asistlerdi. Famalicao karşısında 2-2'ye razı olan Estoril'de Andre Franco yaptığı iki asistle yıldızlaştı. Kendisini daha önce 9.haftada buraya konuk etmiştik. Bu sefer asistleriyle parladı. Özellikle ikinci golde Chiquinho'ya yaptığı asist çok şıktı. Devamındaki golün vuruşu da fena değildi. Bu gol Portekizliler tarafından 'haftanın golü' seçilse de bana daha çok 'haftanın asisti' gibi geldi.

Boavista - Moreirense maçının tek golünde ise hem asist güzeldi hem gol vuruşu iyiydi hem de golün hazırlanışı değerliydi. Boavista üçlü oynayan bir takım. Yanis Hamache de sol kenarda oynayan isim. Daha önceleri dörtlünün  sol beki olarak gördüğümüz oyuncu, üçlüde sol tarafta oynamaya başlayınca hücum istatistikleri de coştu. Şimdiden üç gol ve üç asiste ulaştı. Bir gole daha katkı yaparsa kısa kariyerinin rekorunu kıracak.

Bu pozisyonda da "bir sol beke (veya beke) nasıl got attırılır?" sorusunun yanıtını izliyoruz. Merkezden başlayan atak sağa doğru evrilecekken, rakip savunmayı sağa çekerek bir anda sola dönüyor. O esnada Hamache'nin bindirmesini görüyoruz. Yusupha Nije ceza sahasına sokulduktan sonra klas bir pas veriyor. Hamache de bindirmeyi net bir tek vuruşla tamamlıyor.

Kesinlikle güzel bir vuruş ve örnek bir hücum. Tabi ki sol ayakla atılması da cabası... 

Boavista, daha önce 2. ve 4. haftalarda buraya Gustavo Sauer'i sokmuştu. Bu sezon üçüncü kez bloga giriyorlar. 17 golle ligin en az gol atan takımlarından biri için gayet iyi bir sonuç... 

Bu arada atılan 17 golün 10'u yazıda adı geçen üçlüden (Hamache, Nije, Sauer) geldi...

GOLO #14 GOLO #13

GOLO # 12 GOLO #11

GOLO #9 GOLO #8  

GOLO #7 GOLO #6 

GOLO #4 GOLO #2

Cuma, Aralık 24

Just Go with It

 


Biraz yalanlarla, küçük oyunlarla bezeli bir hikaye, insanın gözünü boyayan bir tatil mekanı, ünlü iki oyuncu...

Eğer bir romantik komedi yapacaksınız ve komedi tarafı daha ağır basacaksa, bu şifrelere uymanız yeterli. 2011 yapımı Juts Go with It bu klişelerin tamamına uymuş. Hatta oyuncuların bireysel özelliklerinden bile faydalanmış. Adam Sandler yine "Loser" bir erkekten baş role uzanıyor, Jennifer Aniston yine küçük küçük Friends sosları sunuyor.

Yani bu iki oyuncunun sevenlerini şaşırtmayan ve hatta memnun eden ama geri kalan izleyiciye hayal kırıklığı yaşatan bir filmden bahsediyoruz. Oysa geçen sene izlediğim bir diğer Aniston komedisi We are the Millers daha güzeldi. En azından onun yanına yaklaşabileceğini düşünmüştüm, olmadı.

Yine de oyuncularımızın çok başarılı olduğunu söylemek lazım. O sayede filmden sıkılmıyoruz. Özellikle çocuk oyuncular Bailee Madison ve Griffin Gluck takdirlerimi topladı. Sports Illustrated mankeni Brooklyn Decker de baş rolde yer alıyor. Oyunculuk yetenekleri sınrılı gibi gözükse de birçok izleyiciden güzelliği sayesinde övgü almış. O halde yukarıdaki şifrelere bir de "Güzel, genç gerekirse mankenlik geçmişi olan bir oyuncu" da ekleyebiliriz.

Gerçi bu kadar klişenin bir arada olması boşuna değil. Filmimiz zaten, bir Oscar ödülü kazanan 1969 yapımı Cactus Flower'ın tekrar çekimiymiş. Üstelik o film de Fransız bir tiyatro oyunundan uyarlanmış zaten. Eski çekim filmde Aniston'ın karakterini Ingrid Bergman oynamış. Kalite farkı, buradan bile kendini belli ediyor!

Tekrar oyunculara dönersek Decker'ın tek katkısı kendisi olmamış. Decker, tenisçi Andy Roddick'in eşi. Filmde de Roddick'i ufak bir rolde görüyoruz. Yıllardır şarkılarını dinlediğim ama tipini hiç bilmediğim Dave Matthews da filmde yer alan isimlerden. Nicole Kidman da konuk oyunculardan biri ama oldukça antipatik bir karakterle boy gösterdiği için varlığına sevinmedim.

Temposu fena olmayan film bir şekilde kendini izlettiriyor. Fakat beklentilerin çok düşük olmasında fayda var. Bu kadar önemli oyuncuyla nasıl olur bu da ayrı konu...

Çarşamba, Aralık 22

Salı, Aralık 21

Bathtubs Over Broadway



Son dönemde çok ilginç belgeseller izliyorum. Artık konu çeşitliliğinden midir yoksa sektördeki belgesel konuları, klasikleşmiş konulardan sıyrıldı mı bilmiyorum ama 20 sene öncesinin tarzından eser yok. Siyasi-tarihi olaylar, kişiler veya popüler kültürdeki kült figürler için çekilen belgeseller halen revaçta ama işleniş tarzları yavaş yavaş değişiyor. Fakat diğer yandan akla gelmeyecek değişik konular da sıklıkla önümüze düşüyor.

Bathubs Over Broadway, bundan yirmi yıl önce çekilemezdi. Fakat bugünler için oldukça uygun. Konusu beni çok sarmasa da ilginç olduğunu inkar edemem. Olayı hissetmek için biraz ABD'li olmak gerekiyor ama yine de kendini izlettiriyor.

David Letterman'ın yıllar süren gece yarısı programında senarist olarak çalışan Steve Young'ın ilginç bir hobisi varmış. Hobi denemez aslında; bir takıntısı... Kendisi ABD'de bir dönem  varlığını sürdüren ama kıyıda köşede kalan 'ticari müzikaller' ile ilgili dökümanları (en başta plakları) toplayıp bir koleksiyon oluşturmuş.

Nedir bu ticari müzikal? Ben de belgeseli izlerken öğrendim. Bir firma, çalışanları veya müşteriler için kendini tanıtan ve bilgilendiren müzikaller hazırlıyor. Bunu da kapalı bir ortamda sahneliyor. Basında veya müzik dünyasında denk gelmek pek mümkün olmuyor. 1950-1980 arasındaki 30 senede çok fazla iş yapılıyor ve adeta gizli bir modaya dönüşüyor.

Aslında tam bir Amerikan işi. İşin içinde reklam var, eğlence dünyası var, gizlilik var, gizlilik sayesinde sonradan edinilen bir değer var. İlginç ilginç işler yapılmış. Bazıları çok komik, bazıları çok amatör ama bazıları da buraya kurban gidecek kadar başarılı....

Belgeselde işlerin önemli bir kısmını duyuyoruz. Hemen hepsi zaten Young sayesinde açığa çıkıyor. Kendisi tesadüfen bunlardan birine ulaşıyor ve sonradan çorap söküğü gibi gelen bir uğraş ediniyor.

Beni pek sarmasa da Amerikan Senaristler Birliği, en iyi belgesel dalında ödülü vermiş. Zaten olay sadece müzikalleri açığa çıkarmakla sınırlı değil. O dönemin şarkıcıları, bestecileri, organizatörleri Young'ın radarına girmiş. Aslında biz de bir yandan Young'ın çabasını izliyoruz.

Sıradan bir izleyici olarak konuya sadakat hissetmek zor. Fakat her türlü belgeselin içinde bulunan o küçük 'gazetecilik' kırıntısını sevenler rahatlıklar üzerine gidebilir ve sıkılmadan izleyebilir.

Pazar, Aralık 19

Öncekinin Benzeri Ama Daha Heyecanlısı

Norveç Ligi'nde 2021 sezonu sona erdi. Yakından takip edebildiğimiz lige kısa bir bakış atalım.

Bu sezon şampiyon yine Bodo-Glimt oldu. Fakat son şampiyon, unvanını korurken biraz zorlandı. Geçen sene güle oynayan şampiyon olan, her maçta rakiplerine gol yağdıran, bahisseverlerin gözbebeğine dönüşen takım, bu sefer işi son maça bıraktı. Bunun nedeni de sezon başlangıcında kaybedilen puanlardı.

Geçen sezon sadece bir kere yenilen ve dört maçta puan kaybeden Bodo, bu sefer ilk 10 haftada 10 puan kaybetti. Sezon boyunca üç kez yenildi. Fakat Temmuz ayıyla beraber çıkışa geçti. Haziran ayındaki 1-0'lık Sandefjord yenilgisi, son darbeydi. Devamındaki 18 maçta yenilmediler. Fakat geçen sezon 81 puanda kapattıkları ligde bu sefer 63 puan toplayabildiler. Hatta geçen sezon 103 gol atarak tarihe geçmişlerdi. Bu sezon gol sayıları neredeyse yarı yarıya düştü ve 59'da kaldı. Ligin en golcü takımı değillerdi ama 25 golle en az gol yiyeni oldular.

Tabi kadrodan çıkan oyuncular önemli kayıplardı. Alışmak da zorlandılar. Jens Hauge, geçen sezon bitmeden Milan'ın yolunu tutmuştu. Geçen sezonun gol kralı Kasper Junker de sezon başında Japonya'ya uçtu. Adı Fenerbahçe ile anılan Zinckernagel de İngiltere'ye transfer oldu. Haliyle sezona başlamak ve iyi bir giriş yapmak kolay olmadı. 

21 yaşındaki Erik Botheim'ın takıma ısınması şampiyonluğun anahtarlarından oldu. Kasımpaşa'da varlık gösteremeyen Gilbert Koomson, burada katkı veren isime dönüştü. Adı birçok takımla yazılan 23 yaşındaki Solbakken, devre arası transferi Amahl Pellegrino (gelir gelmez ilk maçında hat-trick yaptı) ve Ligue 1 takımlarının gözdesi Patrick Berg şampiyonlukta pay sahibi diğer isimlerdi. Teknik direktör Kjtil Knutsen de, 2011-2012'deki Ole Gunnar Solskjaer'den sonra ligde üst üste iki şampiyonluk kazanan ilk hoca oldu.

Geçen sezon 62  puan toplayarak ikinci olan Molde, bu sefer 60 puanla Bodo'nun gerisinde kaldı Son beş sezonda dördüncü kez ikincilik. Başarı mı başarısızlık mı? Uzun uzun tartışmak lazım. Aslında bu sezon şampiyonluk biraz daha yakındı. Bir ara liderlik koltuğuna oturan takım, oralarda gaza basabilirdi. Olmayınca yeri değişmedi.

Sezonun sondan bir önceki haftası nefes kesti diyebiliriz. Bodo, haftaya üç puanla önde girdi. Kendi evinde küme düşme hattındaki Brann ile karşılaşacaktı. Molde ise artık pek amacı kalmayan Lilleström'u konuk edecekti. Aslında Bodo'nun şampiyonluğu garantilemesi mümkündü ama beklenti iki takımın da kazanacağı yönündeydi. Tam tersi oldu. Fırsat Molde'nin ayağına geldi. Bodo 2-0 öne geçtiği maçta rakibi ile 2-2 berabere kaldı. Son golü son dakikada yedi. Molde ise aynı dakikalarda 3-2 öndeydi. Kazansa puan farkını bire indirecekti. Fakat bir son dakika golü de onlar yedi. Karşılaşma 3-3 bitince Bodo derin bir nefes aldı.

İki takım arasında oynanan iki maçı da deplasmanda olanların 2-0 kazanması bir başka ilginç noktaydı. Bodo zaten Molde'ye kıyasla daha iyi ve daha oturmuş bir takım. Şampiyon olması şaşırtıcı değil. Fakat Molde'nin zaman zaman aldığı garip yenilgiler de hiç beklenmiyordu. Mesela deplasmanda Stromsgodset'ten 6 gol yemek veya küme düşen Mjondalen ile 0-0 berabere kalmak gibi. Oradan çıkacak beş puan Molde'yi şampiyon yapacaktı.

Molde şampiyon olamadı ama en azından ligin en çok gol atan takımı (70) oldu ve ligin gol kralını çıkardı. O noktada da çok heyecanlı bir çekişme vardı. Molde'nin 27 yaşındaki oyuncusu Ohi Anthony Omoijuanfo ile Lilleström'den Thomas Lehne Olsen kıyasıya bir kapışmaya girdiler. İlginç bir şekilde iki oyuncu da son haftaları sessiz geçirdi. Olsen bu dönemde ufak ufak farkı kapattı. 29. haftaya haftaya aynı gol sayısıyla girdiler. 3-3 biten karşılıklı maçta birer gol kaydettiler. Son haftada ise Olsen suskun kaldı ama Omoijuanfo, Haugesund deplasmanında fileleri havalandırınca ligin yeni kralı oldu.

Ligde gol kralı olan son sekiz oyuncunun üçünün Türkiye'ye geldiğini düşürsek (Kjartansson, Söderlund ve Börven) Omoijuanfo için de bir uçak bileti bakılabilir. 

Benim favori takımım ise tıpkı geçen sezon olduğu gibi yine Viking'di. Sezona teknik direktör değiştirerek ve biraz kötü girdiler ama ikinci yarıda müthişlerdi. Son 17 maçta sadece iki kere yenildiler; ki biri zaten şampiyon Bodo'ya karşıydı. Geçen sezonun sonunda (yani bizim devre arasında) Konyaspor'a transfer olan Zymer Bytyqi'yi ilk başta biraz aradılar. Fakat sezonu 22 golle tamamlayan kaptan Veton Berisha önderliğinde müthiş iş çıkardılar. İzlemesi en keyifli takımlardan biriydi. Ofansif gücü çok yüksekti, her maç gol yağmuru vardı. İddaa diliyle 30 maçın 22'si 2.5 gol üstü bitti. Daha yüksek sayıya ulaşan bir takım yok. Göztepe'den dönen Zlatko Tripic de ligin Alex de Souza'sı gibiydi. Duran toplarda attığı goller ve yaptı asistler lige renk kattı. Yeni Zelandalı Joe Bell de çok beğendim, akıl dolu bir oyuncu olarak göz kamaştırdı.

Önümüzdeki sezon Bodo'yu Şampiyonlar Ligi elemesinde, Molde ve Viking'i de Konferans Ligi elemelerinde göreceğiz. Fakat Bodo'nun bu sezon mesaisi henüz bitmedi. Konferans Ligi'nde yola devam ediyorlar ve Şubat ayında Celtic ile karşılaşacaklar.

Biraz da küme düşme hattına bakalım. Geçen sezon play-out ile yırtan Mjondalen bu sefer tutunamadı ve lige son sıradan veda etti. Uzun süre 14. sırada tutunan Stabaek ise son üç maçında sadece bir puan alınca lige veda etti. Stabaek ligde sekiz sezonun ardından küme düştü. 16 yaşındaki Antonio Nusa ise sezona kattıkları tek pozitiflikti.

2007'de şampiyonluk kazanan ve ülkenin en müreffeh şehirlerinden Bergen'in temsilcisi Brann ise play-out oynamak zorunda kaldı. Kırmızı-beyazlılar kesinlikle sezonun en şanssız takımıydı. Oynadıkları futbolla en azından orta sıralarda kalabilirdi. Fakat öyle maçlar öyle savunma hataları yaptılar ki, 14. bitirmeye dua bile edebilecek noktaya geldiler. Sezon içinde sık sık penaltı kaçırdılar. 8 maçta öne geçmelerine rağmen kazanamadılar. Hemen her maç rakip kaleye 10'dan fazla şut çektiler ama maç başına gol ortalamaları 1.5'u bile bulamadı. Son dakikalarda çok fazla gol yediler. Ekim ayında oynanan Stabaek maçında son dakikada gol atamasalar (maç 1-1 sona erdi) ligin kaderi değişecekti. O sayede play-out oynamaya hak kazandılar.

Fakat şanssızlıklar orada da devam etti. Brann play-out finalinde alt ligin üçüncüsü Jerv ile karşılaştı. Oslo'da tek maç üzerinden oynana kader maçında Brann yine dünyaları kaçırdı. Rakip kaleye 33 şut çekti. Jerv ise sadece 1 isabetli şut bulabildi. Buna rağmen normal süre 1-1 sona erdi. Üstelik Brann 90 dakika içinde iki de penaltı kaçırdı. Tıpkı normal sezonda olduğu gibi...

Uzatmalar daha da jötü başladı Brann için. Hem gol yediler hem kırmızı kart görerek 10 kişi kaldılar. 112. dakikada skor 1-3 olunca Brann'ın dönme şansı yok gibiydi. Fakat kalan sekiz dakikada dört gol daha oldu ve maç 4-4 sona erdi. Penaltılarda Brann öne bile geçti ama bu sezon onlar için yazılmamıştı. Beni beğendiğim Fin orta saha Robert Taylor'ın kaçırdığı penaltının ardından Jerv lige yükseldi, Brann ligden düştü.



Brann sezon boyunca deplasmanda sadece bir kez kazanabildi. Bu maçı da deplasman sayılacak şekilde, tarafsız sahada oynadı ve yine kazanamadılar.. Belki iki maç üzerinden oynansaydı ligde kalabilirlerdi. Ben açıkçası ligde kalmalarını isterdim, zira iyi top oynuyorlardı. Fakat girmeyen toplar işi buraya kadar getirdi.

Bu arada birkaç oyuncudan bahsedelim. Geçen sezon çok beğendiğim Mushaga Bakenga, bu sezona da 11 maçta 11 gol atarak başladı. Fakat Odds onu elinde tutamadı. Oyuncu Japonya Ligi takımlarından Tokushima Vortis'e transfer oldu. Odds onun gidişinin ardından bir türlü istikrar sağlayamadı. Geçen sezonu yedinci bitirmişlerdi, bu sezon 13. sırada kaldılar. Sezonun ikinci yarısında sadece iki maç kazandılar. Bunlardan biri, son haftadaki Stabaek maçıydı. Bu sayede düşeni ve kalanı belirlemiş oldular.

Sarpsborg'dan Ibrahima Kone, geçen sene Adana Demirspor'da top koşturmuş ama hiç dikkat çekmemişti. Bu sezon Sarpsborg formasıyla 11 gole imza attı. Bir maçta dört gol atması bu rakamı yukarıya çekse de saha içi performansı da fena değildi.

Rosenborg artık şampiyonluk yarışlarına giremiyor. Bunun nedeni Kristoffer Zachariassen. Başarılı orta saha oyuncusu sakatlandığında maç kazanmakta zorlandılar. Yaz mevsiminde de onu Ferencvaros'a yolladılar. Haliyle sezonun ikinci yarısında vasat bir Rosenborg izledik.

Ligin asist kralı ise Lillestörm'den Gjermund Asen oldu. 30 yaşındaki oyuncu bunun için partneri Olsen'e çok şey borçlu.

Güzel bir sezon oldu. VAR'ın olmadığı nadir liglerden. Kalite düşük ama oyunu oynamak isteyenler revaçta. Sezonun son maçında olduğu gibi, her an her yerden goller çıkabilir. Keyif almak için bire bir. Artık yeni sezonu bekleyeceğiz. 

Norveç Ligi 2020 değerlendirmesi

Cumartesi, Aralık 18

Futbol ve Sinema

Geçen yaz (2020) Gümüşlük'ün meşhur kahvelerinden birinde oturuyordum. Bir yandan köfte ekmek yerken, diğer yandan da Fitbol dergisinin kapanmadan önceki son sayılarından birini okuyordum. O sırada kahvenin çalışanlarından ve köyde hemen herkesin tanıdığı isimlerden biri yanıma geldi. Önümdeki dergi üzerinden başlayarak bir futbol muhabbeti yaptık.

Muhabbet sona erince ben biraz daha oturdum. Ardından eve dönmek için ayaklandım. Az önce konuştuğum kişi yanıma geldi. Kahvede o sırada açık olan kitap standından bir kitap aldı. Kitabı bana verdi ve "Hak eden birine gitsin istedim" dedi.

İşte o kitap Tunca Arslan'ın yıllar önce yazdığı Futbol ve Sinema kitabıydı. Ben de elimdeki Fitbol dergisini vererek jest yapmak istedim ama sanırım pek yerini tutmadı. Yine de günün kazananı olarak kahveden ayrıldım.

Blogda en çok yer verdiğimiz iki olgu; futbol ve sinema...

Haliyle futbol filmleri ve içinde futbol geçen filmler bizim için ayrı bir önem kazanıyor. Bu kitapta da birçok ülkeden çıkan futbol filmleri derlenmiş. Hatta sadece filmler değil; sinemaya transfer olan futbolculara birle bir bakış atılmış. 15 farklı kategoriye 150'yi aşkın film sığmış.

Kitabın basım tarihi 2003. Haliyle bugünlerde pek bir anlam ifade etmeyebilir. Zira içindeki bilgilere artık internet üzerinden ulaşmak çok kolay. Fakat o zamanlarda böyle bir kitabın kişisel arşivde bulunması çok önemliydi. O yıllarda özellikle İletişim Yayınları sayesinde birçok futbol kitabı basılmıştı. Bir kısmını bir üniversite öğrencisi olarak kütüphanemize eklemiştik. Fakat açıkçası Futbol ve Sinema'yı pas geçmek zorunda kaldık. Zira rehber tarzındaki bir kitaba para vermek önceliğimiz değildi.

Yıllar sonra kitap önümüzde geldi. İnternetten okumaya benzemiyor böyle işleri. Ara sıra açıp bakmanın tadı da leziz oluyor. Kitapta daha önce adını duymadığım ve ilgimiz çeken özellikle Avrupa sinemasından filmler var. Umarım bir gün onları izlemek de nasip olur.

Copacabana me Engana (Brezilya), Historias de Futbol (Şili), Dari Jemapoh ke Manchester (Malezya), Iremos a Beirute (Brezilya) ve Mossaffer (İran) en çok ilgimi çekenler oldu. Buraya yazalım, belki bizden önce izleyen çıkar.

Cuma, Aralık 17

Golo #14

Skor bazında ilginç bir hafta oldu. 9 maçın dördü, 4.5 gol üstüyle bitti. Bu maçlarda toplam 22 gol atıldı. Hafta boyunca atılan 30 golün önemli bir kısmı bu dört maça sığdı. Diğer beş maçın dördü 1-0, bir tanesi 2-0 sona erdi. Yani 2.5 gol altı... Ya herro ya merro...

Tüm bu berekete rağmen haftanın golü için son maçı beklemek zorunda kaldık. Son dönemde köşemizi işgal eden Arouca ve Arsenio yine sahadaydı ama goller rakiplerden geldi. Vizela deplasmanda 4-1 kazanırken, Arouca savunma anlamında facia bir 90 dakika çıkardı. Hatta Vizela bu sezon ilk defa bir maçta ikiden fazla gol atmayı başardı. Zaten iki gol attıkları maç sayısı da sadece ikiydi.

Eski Fenerbahçeli stoper Abdoulaye Ba kendi kalesine bir gol attı, kaleci Haymamba çok kötü goller yedi. O gollerden ilki 9. dakikada geldi. Samu, ceza sahası dışından sol ayağıyla şık bir gol attı. Kaleci hatası bariz bir şekilde kendini belli ediyor ama o hatayı görerek avını çıkaran oyuncunun zekasını da yeteneğini de alkışlamak gerek. Golün sol ayakla atıldığını da eklemek boynumuzun borcu.

GOLO #13

GOLO # 12 GOLO #11

GOLO #9 GOLO #8  

GOLO #7 GOLO #6 

GOLO #4 GOLO #2

Perşembe, Aralık 16

Bullet Head

 


IMDB üzerinden başlayalım. Filme 5.4 puan verilmiş. Ben de izlemeden önce notu görünce biraz tırsmıştım. Fakat neyse ki toplumların inanışlarına göre yaşantımızı şekillendirmiyoruz.

Suçluların ve polislerin kol gezdiği bir filmde aksiyon dozunun yüksek olması beklenebilir. Benim için ilk beklenti bu değildi. O nedenle sorun yaşamadım. Fakat aksiyon da tempo da biraz düşük kalıyor. Belki de notun düşük kalma nedeni budur. Benim için ise gayet yeterli tonlara sahipti. Çok iyi bir film olduğunu iddia edemem ama 90 dakika, ilgiyi ayakta tutarak geçti.

Zaten çok güçlü üç oyuncuya sahibiz. Antonio Banderas'ın süresi biraz az. Adrien Brody, son zamanlarda (2010'dan sonra) sevmeye başladığım bir oyuncu. Yanında da John  Malkovich var. Zaten Brody-Malkovich ikilisinin diyalogları filmi sürüklüyor.

Her zaman kısıtlı imkanlarla çekilen filmleri daha çok sevdim. İmkan olarak sadece maddiyat  kısmı düşünülmesin. Hikayeyi oluşturan  unsurların da kısıtlı olması ve oradan ilgi çekici bir kurgu çıkarılması saygıdeğer bir başarı. Bu filmde de çok az oyuncu ve sadece tek bir mekan (terk edilmiş bir depo) var.  Yönetmen ve senarist Paul Solet güzel bir iş başarmış ama yeterli takdiri görmemiş. Ayrıca flashback kullanımı da ayrı bir parantez açılarak övülmeliydi.

Filmde zaman zaman duygusal anlara da şahit olduk. Kid'in (Rory Culkin) çocukluğundaki köpek hikayesi yürek burktu mesela. Zaten filmde hayvanların önemli bir yer tuttuğu aşikar. Bu noktada önemli bir köpek oyuncudan da (De Niro) bahsedebiliriz. Zaten film ekibinin hayvanlara bakış açısı farkındalık yaratmaya müsait. Filmin sonunda tanıtılan oyuncu kadrosunda, hayvanlar da yer alıyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi dar oyuncu kadrosuna rağmen (18) tam 20 hayvana (kedi, köpek, tavuk) yer verilmiş.

Tabi filmde önemli bir yer tutan kedi-köpek kıyasının yapıldığı replikler de hem düşündürdü hem güldürdü.

Biz eskiden köpekçiydik, artık kediciyiz.

Çarşamba, Aralık 15

Pişmanlık

VAR uygulaması hakkında zamanında çok yazdık. Aradan geçen yıllardan sonra yeni yeni cümleler yazmak istemezdim. Fikrimiz zaten değişmedi. Fikrimizin değişmesine yol açan herhangi bir gelişme de olmadı. Özellikle de Türkiye'de. Hatta içine düştüğümüz ortamı görünce zamanında az bile itiraz ettiğimizi düşünüyorum.

Fakat son dönemde yaşananlardan sonra bir kez daha içimizi dökelim. Bu işin suyu çıktı zira.

Böyle tartışmalara girince genelde "VAR Türkiye'de kötü, yoksa Avrupa'da bu kadar tartışma olmuyor" şeklinde karşı çıkışlarla karşılaşıyoruz. Haklılık payları var. Fakat bir-iki önemli noktayı kaçıyorlar.

Öncelikle Avrupa nereden ibaret? İngiltere, İspanya, Almanya gibi ülkelerse zaten oralarda VAR öncesinde de hakem tartışması çok merkeze konulan bir konu değildi. Fakat bu ülkeler de, kendi olağan akışından daha fazla VAR ve hakem konuşmaya başladı.

Şöyle diyelim. İngiltere'de eskiden iki birim hakem konuşuluyorsa artık dört birim konuşuluyor. Türkiye'de ise 10, 20 oldu. Yani bu VAR, gittiği her ülkede hakem tartışmalarını iki katına çıkardı. Türkiye, zaten baş ağrıtan bir ülkeyken artık içinden çıkılmaz bir çukurun içinde kaldı.

Öte yandan Avrupa sadece bu ülkelerden ibaret de değil. Rusya, Romanya, Portekiz gibi ülkelerde de çok ciddi hatalar ve standarttan uzak kararlar nedeniyle doğan çelişkiler mevcut. O ligler pek fazla izlenmediği için, çıkan kararlara da doğan tartışmalara da biraz uzağız.

Halen çok ufak da olsa bir umudumuz var, bu saçmalıktan bir gün vazgeçilir belki. Fakat gerçekçi olursak da bu belayla yaşamaya devam edeceğiz. O zaman hayatımıza yeni giren bu "sanal gerçeğin", oyunun gerçeğine çok fazla müdahale etmemesini talep edebiliriz.

Maradona'nın İngiltere'ye elle attığı golü ve onun benzerlerini ortadan kaldırmak için; yani dünya futbol tarihinde sayıca az olan 'net hatalı' pozisyonları düzeltmek için, izlediğimiz her maçı mahvetmeye gerek yok. 3 liradan satacağın mal için 7 liralık ürün kullanıp saatlerini harcamak kadar saçma bir durum... Ve en kötüsü artık oyunun keyfi kalmıyor.

O kadar kanıksadık ki bu saçmalığı, mesela bir pozisyonda "penaltı -penaltı değil" tartışması yapmak yerine, ''VAR'dan ne çıkacak, VAR çağırır mı"gibi bir sarmalın içine giriyoruz. Oyunun içinde olan bir tartışmadan ziyade, oyunun aktörü olmayan kişilerin neye karar vereceğini tartışıyoruz. Neyin ne olduğunu tartışmak yerine, neye ne denileceğini konuşuyoruz.

Tabi ki bu oyun herkes için farklı anlamlar ifade ediyor. Kitlesel bir olguya dönüşünce ve oyunu yönetenler daha fazla müşteriye ulaşmak isteyince herkesi tatmin edecek bir 'eğlence' yaratmak istediler. Bir oyun değil. Ve ortaya saçma sapan bir şey çıktı. Artık bir 'oyun'dan bahsedemiyoruz. 

Zaten oyun akmıyor. Akmayan oyunu kim, niye izlesin?

Bir de; sahadaki hakeme güvenmeyen bir toplum; sahada bile olmayan bir hakemin uzaktan verdiği karara nasıl güvenebilir? Bu sistemin çok işe yarayacağını ve hakem tartışmalarını azaltacağını düşünenler fena halde yanıldıklarına ikna olmadı mı artık?

Salı, Aralık 14

Doğu Avrupa'da Yolculuk

 


"Bir gezi kitabı nasıl yazılır" sorusuna verilebilecek en güzel cevaplardan. Üstelik bu işi başaran kişi, gezi yazılarıyla tanınan bir yazar değil. Tabi ki Gabriel Garcia Marquez'den vasat bir iş çıkacağını beklemiyorduk ama bu kadar ustaca bir dokunuş da keyiflendirdi. Sebebi belli; kendisi bir gazeteci. O gözün varlığı, bu tip şeyler için en değerli hazinedir...

Henüz 30'larına gelmemiş genç Marquez, 1950'lerde Berlin'de takılır ve SSCB'de bir konferansa gidecektir. Biraz vakti olunca, arkadaşlarıyla beraber (Hindiçin kökenli Fransız Jacquelin ve İtalyan Franco) Doğu Berlin'e geçmeyi ve oradan arabayla seyahat ederk konferansa ulaşmayı planlar. 'Yolda' gibi ama daha az aksiyonlu ve direkt hedefe doğru...

Şu an birçok dergi ve gazetede gördüğümüz seyahat yazılarından ve hatta içeriği boşaltılmış fast-food gezi programlarından sonra, bu kitap ilaç gibi geldi. Marquez, mekanları, tarihi yerleri, lokantaları gezmiyor. Tabi ki oralara da giriyor, oraları da anlatıyor. Fakat merakını celbeden noktalar oralar değil. Hatta listenin son sırası buralar. Onun merakı insanlar, sokaklar, yaşam ve kültür... Zaten o yüzden mesela Macaristan'da yoğun önlemler altında olmasına rağmen, tercümanını (devlet görevlisi) ekerek şehrin sokaklarında gezmeye çalışıyor. Kitabın ve gezinin son kısımlarına denk gelse de, aslında Marquez'in çabasını ve merakını anlamamıza yarayan önemli bir anekdot burası. Bu açıdan bakınca, satır aralarında geçen "Tıpkı kadınları olduğu gibi, ülkeleri de yataktan kalktıkları halleriyle görmek gerekir" cümlesi de Marquez'in bakışını anlamamıza yardım ediyor.

Şüphesiz ki savaş sonrası Avrupa zaten merak edilen bir coğrafyaydı. Buna bir de sosyalizm deneyimini ekleyen Doğu kısımını da ekleyince, Marquez'in çok şaşırtıcı bir tercih yaptığını söyleyemeyiz. Herkesin merak ettiği kapıdan içeri girmiş ve bize 70 yıl sonra bile okunacak bir metin bırakmış. 

Esasında sosyalist ülkelere giden Latin Amerikalı sosyalist bir yazarın, duygularını katacağını düşünüyorduk. Daha doğrusu ideolojisine esir olabilme ihtimali mevcuttu. Bir röportajında "Dünyanın sosyalist olmasını istiyorum" diyen Marquez, ideolojik esarete hiç olasılık bırakmamış. Gazeteci kimliğine yakışır bir şekilde, objektif bir bakış açısıyla tüm gözlemlerini kağıda aktarmış. Hatta belki de negatif tarafta daha çok durduğunu söyleyebiliriz. Birçok ülkede (hatta hepsinde; kiminde az kiminde çok) eleştirilerini sıralamış. En çok da Polonya'yı kılıçtan geçirmiş gibi geldi bana. Hatta birçok sosyalist, kitabı okuduktan sonra Marquez'i CIA ajanı ve 'emperyalizm uşağı' olmakla suçlamış. 

Oysa Marquez yaşanan sıkıntıları anlamış ve onu da Alman Marksist öğrenciler üzerinden anlatmıştı. Öğrenciler ona, "Devrim Almanya'da yapılmadı. Onu bir sandığın içinde SSCB'den getirdiler" diyordu.

Aslında Türkiye ile benzerlikleri olan bir problem...

Bu arada benim için en merak edilesi nokta da Marquez ile konuşan insanlar oldu. Öğrenciler, garsonlar, gece kulüplerindeki kadınlar, yaşlılar, gençler... Kitapta birçok 'isimsiz' vatandaş var. Karşılarında ise genç bir Latin. Konuşuyorlar, gülüyorlar, tartışıyorlar. Aradan seneler geçiyor ve o yazar çok ünlü oluyor. O gün konuştuklarını da bir kitaba aktarıyor. Sonra Nobel de kazanıyor. Ne anı ama...

Her neyse efendim, daha fazlası kitapta. Merak eden alır okur. Zaten 1950'lerde yazılmasına rağmen Türkçe'ye çevrilmesi ve basılması Marquez'in ölümünden sonra olmuş.

Bu arada kitabının adında geçen tamlamanın Doğu Avrupa'ya değil de Doğu Avrupa'da olmasını çok önemli buluyorum. Oryantalizme benzer bir bakış açısıyla kolların sıvanmadığını, sadece bu açıdan bakarak bile düşünebiliriz.

Neyse; son söz olarak, cevabını bildiğim bir soru bu kitap sayesinde bir kez daha güçleniyor: Çok gezen!


Pazar, Aralık 12

Papa Mafya Ağca

 


Uğur Mumcu'nun neden iyi bir gazeteci olduğunu anlatan kitaplardan. İlk baskısını 1984 yılında yapan Papa Mafya Ağca, aradan geçen 37 yılda birçok insanın evine girdi. Birçok insanın ilgisini çekti. Birçok insanın merakını giderdi. Popüler kültüre referans oldu. Kurtlar Vadisi gibi bir dizinin kültleşen ilk sezonlarının bu kitaptan esinlenmediğini iddia etmemek yanlış olur.

Fakat kitabın, daha doğrusu yazarın esas başarısı burada değil. Kitap, Mumcu'nun Mallorca'da bir otele yaptığı ziyaretle başlıyor. Yazar; Ağca'nın Papa suikasti öncesinde kaldığı oteli incelemeye, oradaki çalışanlarla konuşmaya gitmiş. Kitabın girişi ve belki de en az vurucu olan kısmı ama diğer yandan insan bu çaba karşısında etkileniyor. 2021'den bakınca, bu çabaya şapka çıkarmamamak mümkün değil.

Bugün düşünüyorum da bir gazetecinin Avrupa'da bir adaya giderek araştırma yapması pek olası gözükmüyor. Bunu artan kurla açıklamayacağız tabi. 1980'lerdeki Türkiye de refah bir ülke değildi. Gazetecilerini mutlu mesut yaşatmıyordu. Fakat böyle rol modeller ortaya çıkabilmiş. İşini ciddiye alan gazeteciler, çalışanının iş ahlakına güvenen gazeteler...

Zaten Mumcu'nun gittiği yer tek Mallorca değil. Onu bazen ülke içinde noktalarda, bazen de İtalya'da görüyoruz. Görüşmediği kimse kalmıyor. Papa suikasti ile başlıyor, İpekçi'ye uzanıyor, oradan Bulgar mafyasına, oradan İtalyan gladyosu P2'ye gidiyor. Haliyle önümüze de çok fazla belge koyuyor. Belgelerden kafamız karışıyor adeta. Tabi bir de birbirine bağlı çok fazla karakter işin içine giriyor. Kimin kim olduğunu karıştıracak noktaya geliyoruz. Fakat merakımız bir an olsun eksilmiyor.

Zaman zaman "Keşke filmi çekilse" diyoruz ama zaten ucundan bir Kurtlar Vadisi gerçeği önümüzde duruyor. Ayrıca zamanında Aytunç Altındal'ın bu kitabı Hollywood'a önerdiğini bir Ekşi Sözlük entry'si sayesinde öğreniyorum. Altındal'ın ifadeleri ne kadar doğrudur, bu ayrı tartışma konusu. Fakat Hollywood'un ilgisini çekmesine hiç şaşırmam.

Bir de tabi insanın içi üzülüyor. Gerçekler ortaya dökülmüş, yapanın yanına kâr kalmış, yazanın ömrüne kast edilmiş. Değer miydi? Kitap hemen her soruya ve karanlığa cevap buluyor ama bu soru cevapsız kalıyor.

1984'te yazılan ve onlarca baskı yapan bir kitabı tavsiye edecek değiliz. Fakat gazeteciliğe merakı olanlar için bir metod kitabı olarak düşünülebilir. Uğur Mumcu kitaplarına daha fazla zaman ayırmak lazım.

Cumartesi, Aralık 11

Liderler

Başlık ve fotoğraf biraz sarı-kırmızı kokabilir ama yazımızda Galatasaray'dan bahsetmeyeceğiz, sadece biraz hafıza tazeleyeceğiz. Galatasaray'ın Avrupa Ligi'nde yakaladığı liderliğin benzerini başaran Türk takımlarını anacağız.

Şampiyonlar Ligi karnemiz liderlik konusunda biraz verimsiz. 2017-18'deki Beşiktaş'ın namağlup liderliği, nadide bir parça olarak duvarda asılı. Fakat Avrupa Ligi öyle değil. Süper Lig takımları (altı takım) tam 10 kez gruplarını lider olarak bitirdiler.

Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor'un bunu başarması şaşırtıcı değil. Fakat listede Osmanlıspor ve Başakşehir de var.

En çok puanı toplayarak lider olan takım Fenerbahçe. Bunu da ilk liderliğinde başardı. 2009-10 sezonunda sarı-laciverli takım, altı maçta 15 puan topladı. Aynı sezonun sonunda Süper Lig şampiyonluğunu bir kez daha son maçta kaçıracak Christoph Daum, aslında fena olmayan bir Avrupa sezonu geçirmişti.

Gerçi gruptaki takımlar birçok kişi için kolay gözüküyordu. Fakat ilk maçta Twente'ye Kadıköy'de yenilince kazan kaynamaya başladı. Sonrasında ise beş galibiyet geldi. Bu sezonun yıldızı FC Sheriff ve S.Bükreş ikişer kez alt edildi. Twente'den de rövanş alındı. Tıpkı bu sezonki Galatasaray gibi, altı maçın dördünde gol yemedi Fenerbahçe. Ayrıca o dört maçın tamamını da 1-0'lık skorla kazandı.

Türkiye açısından güzel bir dönemdi, zira aynı sezonda Galatasaray da kendi grubunu lider bitirmişti. Frank Rijkaard önderliğindeki sarı-kırmızılılar, Panathinaikos, Dinamo Bükreş ve S.Graz'dan oluşan grubu 13 puan toplayarak geçti. Galatasaray, son maçta S.Graz'ı yenseydi Fenerbahçe'nin 15 puanlık rekorunu, 16'ya çıkartarak elinde bulunduracaktı. 

O dönemde blogu takip edenler, gruptaki bazı maçları yerinden izlediğimizi hatırlayacaktır. Son 32'de Galatasaray, Arda Turan'ın santrfor çıktığı maçta Simao, rahmetli Reyes, Servet'in sakatladığı Agüero ve Forlan gibi oyunculara sahip A.Madrid'e yenilerek elendi.

Fenerbahçe ise Emre Belözoğlu'nun muhteşem oynadığı maçta Lille ile 1-1 berabere kalarak aynı turda, aynı günde kupaya veda etti. Hazard, Aubameyang, Gervinho gibi oyunculara sahip Lille'e son anlarda turu getiren golü stoper Adil Rami atmış, o da daha sonra Fenerbahçe'ye gelmişti ama konumuz bu değil.

Liderlerimizden devam edelim. İki sezon sonra zirve Beşiktaş'ın oldu. Stoke, Dinamo Kiev ve Maccabi Tel Avivli grubu en çok Quaresma'nın muhteşem golü ile hatırlıyorum. Liderliği getiren maç ise Dolmabahçe'de oynandı. Beşiktaş 1-0 geriye düştüğü Stoke maçında zor anlar yaşadı. Fakat ikinci yarıda Matt Upson kırmızı kart görünce ve ardından penaltı ile skor 1-1'e gelince, Carvalhal'ın öğrencileri için yol açıldı. Devamında Braga'yı eleyen Beşiktaş, son 16'da  iki maçta altı gol yiyerek (kalede Cenk Gönen) Atletico'ya elendi.

Aykut Kocaman'ın Fenerbahçe'yi yarı finale taşıdığı efsane sezonda grubu lider bitirmesi şaşırtıcı değildi. Fakat grup da zordu. Kadıköy'de 2-2'lik Marsilya beraberliğ ile başlayan serüven Alex, Valbuena ve Aykut Kocaman'ı bir araya getirmişti. Bir sonraki maçta rakip Mönchengladbach'tı. Alex artık Fenerbahçe'de değildi, ben de Uğur Ozan Sulak ile Galatasaray ile Fenerbahçe arasında oynanan basketbol maçını izlemek için İzmir'e gitmiştim. O akşam Almanya'da 4-2 kazanan sarı-lacivertliler, grubu 13 puanla lider bitmiş ve Mayıs ayına kadar turnuvanın içinde kalmıştı.

Bir sonraki sezon Mustafa Reşit Akçay, Trabzonspor'u grup lideri yapmıştı ama bir sonraki eleme maçında takımın başında Hami Mandıralı vardı.  Bordo-mavili takım Lazio, Apollon ve Legia Varşovalı grupta 14 puan topladı. Fenerbahçe'nin 15 puanından sonraki en yüksek rakam. Üstelik hiç bir rakibine de yenilmedi. Hatta ilginçtir, yine grubun liderlik maçında temsilcimiz Roma'da Lazio ile karşılaştı ve maç 0-0 bitince liderliği eline geçirdi. 

Fakat ligdeki istikrarsız sonuçlar Akçay'ın biletinin kesilmesine neden oldu. Galatasaray, o günlerde Şampiyonlar Ligi gruplarında Juventus'a "Arriverdeci" demişti. O sürecin devamında Trabzonspor'un rakibi, yukarıdan elenen Juventus oldu. İki maç da 2-0 sona erdi ve Trabzonspor'un macerası sona erdi.

2014-15'e geliyoruz. Yine yenilgisiz bir liderimiz var. Bu sefer Beşiktaş... Slaven Bilic'i Premier Lig'e taşıyan sezona siyah-beyazlılar, başa baş oynadıkları Arsenal maçlarıyla başladı. Fakat ön eleme maçlarında Şampiyonlar Ligi bileti gelmedi. Sonra Feyenoord'u eleyerek kendini Avrupa Ligi gruplarına attı. Orada Asteras, Tottenham ve Partizan'ı eledi. Liderlik maçında Tottenham'ı konuk ettiklerinde, ben bir pizzacıda çalışıyordum. Pochettino'nun takımı, Cenk Tosun'un golüne engel olamayarak evine ikinci olarak döndü. 

Çok sevdiğim dayımın vefat ettiği Şubat ayında Liverpool'u eleyen Beşiktaş, Mart ayında Bolingoli Mbombo'nun yıldızlaştığı maçta C.Brugge'a elendi.

2016-17 sezonunda Fenerbahçe, üçüncü kez gruptan lider çıktı. Vitor Pereira ile sezona giren sarı-lacivertliler, Şampiyonlar Ligi'nde Monaco'ya elenmenin faturasını Portekizli teknik direktörü çıkardı ve yola Dirk Advocaat ile devam etti. Monaco, o sezon Şampiyonlar Ligi yarı finaline yürürken, Fenerbahçe de Zorya, Manchester United, Feyenoord'lu grubu 13 puanla noktaladı. Bir sonraki turda Krasnodar'a, bu sezon Lokomotif formasıyla Galatasaray'a rakip olan Smolov'un golüyle elendi.

O sezonun tek lideri Fenerbahçe değildi. Mustafa Reşit Akçay bir kez daha sahneye çıktı ve Avrupa Ligi gruplarında iki kez liderlik yaşayan tek Türk hoca oldu. Akçay, Osmanlıspor'u Villarreal, Zurich ve S.Bükreşli gruptan 10 puanla lider çıkardı. Badou Ndiaye, Aminu Umar, Raul Rusescu, Pierre Webo, Tiago Pintolu takım, grup sonrası ilk turda Olympiakos'a elendi.

Son olarak Başakşehir... Okan Buruk, takımdaki ilk sezonunda Avrupa Ligi'ne kötü başlamıştı. Roma'ya 4-0 yenilen ve Mönchengladbach ile 1-1 berabere kalan Başakşehir için pek umutlu bir gelecek gözükmüyordu. Fakat geri kalan dört maçta (grubun diğer takımı Wolfsberger) üç galibiyet alınca ufak çaplı bir mucizeye imza attı. Almanya'daki son maçta Marco Rose'nin takımını İrfan Can ve son dakikada Crivelli'nin golleriyle yenerek liderlik koltuğuna oturdu. Bir sonraki turda da Sporting'i elemeyi başardı.  Ardından da Kopenhag'i İstanbul'da 1-0 yendi. Fakat devamında araya pandemi girdi. Başakşehir, beş ay sonraki rövanşı 3-0 kaybedince yola devam edemedi.

12 yıl, 10 farklı takım. Unutulmaz maçlar, unutulmaz goller, acı-tatlı hatıralar. Liderlik bahane. Ortak bir nokta bulup geçmişe bakmak ve zaman geçirmek güzel oldu sadece...

Cuma, Aralık 10

Jarhead: Law of Return

Son dönemde Damascus Cover'dan sonra izlediğim ikinci ABD-İsrail-Suriye coğrafyalı film. 

Çok iyi bir film değil ama Prison Break'in Sucre'si Amaury Nolasco'yu görünce bir göz atayım dedim. Sucre hiç değişmemiş ama filmde boyu kadar kızı var. Yani yaşlanmış. Bu canımızı sıktı. Canımızı sıkan bir diğer unsur da ABD-İsrail propagandasının zirve yapması. Fakat artık bu tip yapımlarda buna alışkınız. 

Zaten tek kötü nokta burası değil. Diyaloglar çok yapmacık, oyuncularımız maalesef çok yetersiz. Er Ryan'ı Kurtarmak çakması bir senaryoya sahip. Fakat (biraz spoiler vermiş olacağım) bir kişiyi kurtarmak için beş-altı kişi can veriyor. Yazık.

Peki hiç mi iyi bir şeyi yok? Var. Sonunu güzel bağlamışlar. Dokunaklı bir bitişe sahibiz. Mutlu son yok. Yeterli değik tabi..

IMDB puanı zaten çok düşük. Size bir fikir verir. Fakat olur da bu film  önünüze gelir. İzlemek istersiniz. Daha doğrusu film hakkında bilgi almaya çalışırsanız. Öyle bir durumda film hakkında çok fazla yorum bulmanız mümkün değil. Eğer Google sizi buraya yönlendirirse, doğru yerdesiniz demektir. Yorum net; 100 dakikanızı buna harcamayın.

Ah be Sucre... Değer miydi şu projede olmaya? Gerçi seni de Prison Break dışında pek görmedik. Mecbur kaldın belki de...

Perşembe, Aralık 9

Golo #13

Bu hafta Portekiz Ligi'ne Covid damgasını vurdu. Gerçi perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Geçen haftaki Belenenses - Benfica maçından sonra, bu hafta iki maç ertelendi. Böylece biz de yedi maç izleyebildik.

Yine de yedi maçta 21 gol atıldı. Bu rakama ulaşamayan dokuz maçlı haftalar vardı. Maç başına üç gol, iyi bir ortalama. Her maçta en az iki gol atıldı. Hoş goller vardı. Ama güzel golü seçmek kolay oldu.

Daha önce de 11. haftada köşemizde yer bulan Arsenio, bir güzel gole daha imza attı. Arouca'nın Santa Clara deplasmanında oynadığı maçta, topu ceza sahası çizgisi üzerinden 90'a taktı. Zaten bir 'haftanın golü' konsepti düşündüğünüzde akla gelen gol çeşidi de budur. Uzaktan, köşeye, falsolu, plase...

Fakat bu gole rağmen Arouca sahadan puansız ayrıldı. Arsenio'nun golleri takımına pek yaramıyor. 32 yaşındaki oyuncu bu sezon ikinci golünü attı. Daha önce de Gil Vicente ağlarını sarsarak şık bir gole imza atmıştı. O maç 1-1 sona ermişti, bu maçta da 2-1 yenildiler. Üstelik goller de birbirine benziyor. Sağ kanattan gelişen atak, sol tarafa dönüyor. Arkada topla buluşan Arsenio topu ağlara yolluyor. Pla işledi ama takım kaybetti.

Yine de Arouca iyi yolda. Lige yeni yükselen bir takım olmalarına rağmen orta sıralara tutundular. Arsenio da daha önce pek kimsenin başaramadığını başardı ve Portekiz Ligi'nden bu bloga ikinci kez konuk oldu. Devamı da gelebilir gibi..

Geç gelen edit: Bu gol Aralık ayının en güzel golü seçildi.

GOLO # 12 GOLO #11

GOLO #9 GOLO #8  

GOLO #7 GOLO #6 

GOLO #4 GOLO #2


Çarşamba, Aralık 8

Gölgeler ve Suretler

 


Derviş Zaim, 1964 yılında Famagusta'da doğdu. Gölgeler ve Suretler ise 1963 yılının hararetli zamanlarında geçiyor. Yani Zaim herkesten daha çok aşina dönemi en iyi bildiği yolla anlatıyor.

İlginçtir ülke siyasetini çok derin bir noktadan işgal eden Kıbrıs sorunu, nedense sinemada ve hatta edebiyatta kendine çok fazla yer bulamamıştır. Gölgeler ve Suretler, bu açıdan önemli bir boşluğu doldurmaya çalışıyor.

Fakat tarihsel bir döneme ışık tutmanın yanına evrensel bir soruna da parmak basıyor. Çoğu zaman gündemimizde olamayan ama her zaman aklımızda olan bir problem. Şiddetin içinde kalırsak, nasıl hareket ederiz? Şiddete karşı bile olsak, kendimizi korumak için harekete geçmeli miyiz yoksa değerlerimize sadık mı kalmalıyız? Peki şiddet ortamı önümüze geldiğinde bu soruları akıl  süzgecinden geçirerek sormaya devam eder miyiz, yoksa 'düşman' paranoyası bizi fevri eylemlere iter mi? Bu soruların merkeze alınması, politik bir filmin ötesine geçiriyor Gölgeler ve Suretler'i.

Fakat işin sosyolojik ve politik gerçeğinden de uzaklaşmıyor. 1992 Kıbrıs doğumlu Hazar Ergüçlü (kendisinin 18 yaşındayken çektiği ve kariyerindeki ilk filmi) ve 1955 Lefkoşa doğumlu Osman Alkaş filmin başrol oyuncuları. Yani film her haliyle bir Kıbrıs filmi. Oyuncuların konuya ve projeye inandığı belli. Hatta Ankara doğumlu Buğra Gülsoy bile üniversiteyi Kıbrıs'ta okumuş. Yani oyuncular özenle seçilmiş. Fakat Kıbrıs şivesinin çok baskın olması, bizim gibi dinleyicileri biraz zor durumda bırakıyor. Zaman zaman altyazı isteğimiz bile oluşuyor.

Her oyuncunun Ada ile bir bağının olması, Ada'yı sadece, kafada dolaşan meseleye ait filmin hasbelkader mekanı olmaktan çıkarıyor. Gençliği temsil eden Hazar Ergüçlü (Ruhsar) ve yaşlı bir bakış sunan Osman Alkaş (Veli), karakterlerini çok saf bir biçimde sunuyorlar. Zaten film de öyle ilerliyor. Bir savaş dönemini anlatsa da dingin bir temposu var. İnsanı dinlendirdiğini söyleyemeyiz. Hatta zaman zaman gerginlik artıyor. Fakat olaylardan ziyade insanın içine giriyoruz. Kim haklı, kim haksız meselesine cevap aramıyoruz. Bu da popülist bir film olmaktan çıkarıyor. Duygu sömürülerine zaten girilmiyor.

Derviş Zaim filmleri böyledir zaten. Yönetmenin kim olduğunu bilmeden izleyince bile onun adını anmanız muhtemel. Tabutta Rövaşata'dan başlayan külliyat, biraz kısa kaldı ama her zaman üzerine daha güçlü tuğlalar koyarak ilerledi. Gerçi yine de birincisinin gönlümüzdeki yeri ayrı ama olsun.

Platon'un mağara metaforu filmin temeline oturuyor. Dönemin Kıbrıs'ını bir mağara olarak tasvir etmek, onun üzerine bir film inşa etmek ve bunu 2010'larda yapmak cesur bir iş.  50 yıldır çözülemeyen meseleye tam ortadan bakmak kolay değil.

Bu açıdan çoban Dimitri'nin repliği önemli bir yer teşkil ediyor. Türk ve Rumlar Ada'da bir centilmenlik anlaşması yapmak isterken Dimitri şöyle diyor: Bu işler geçer, yeter ki sonrasında birbirimizin yüzüne bakalım."

Dimitri'nin dediği olmuyor. Adanın tam ortasına sınır çekiliyor ve kimse kimsenin suratına bakmıyor artık. Bir yandan da tecrite uğrayan bir halk var. Onlar da mağaradan dışarı çıkmakta zorlanıyor.

Hoş ve kaliteli bir film. Türk sinemasının son dönemdeki her iyi örneği gibi, bu da kıyıda köşede kalmaktan kurtulamıyor. Biz dahi 11 sene sonrasında izleyebildik.

Bu arada film müzikleri de pek bir hoş. Özellikle sık sık çalan bir melodi vardı, Kalbimdeki Deniz'e çok benziyordu. Ya da ''Aramıza çizildi bu mavi duvar'' sözünden dolayı serbest çağırışım yaptı.

Salı, Aralık 7

İnna Fetahna Leke Fethan Mübina

Yalan yok; Mustafa Cengiz adeta piyangodan Galatasaray başkanı oldu. Öyle bir dönemde kulübün başına geçti ki, resmen oluşan fırsatı kullandı.

Böyle bir giriş yapınca hakkında kötü ifadeler kullanılacakmış gibi duruyor. Alakası yok. Fakat gerçekler böyleydi. Başkan olmasa kendisini tanımayacaktık bile. Aday olduğunda bile kendisini bilmiyorduk. Daha önce bir yöneticilik geçmişi yoktu. Liseli de değildi. Kulübe dair en gizli bilgilerin sahibi liseli dostlarımıza sorduğumuzda, hakkında detaylı cevap bulamıyorduk.

Fakat Cengiz girdiği seçimi kazandı. Hatta iki adaylı seçimi bile yüzde 49'luk oranla kazandı. Yani rakibi Dursun Özbek, o kadar 'istenmeyen adam' olmuştu ki, Cengiz'in çoğunluğu almasına bile gerek kalmadı. Zaten Özbek'in karşısında kim olsa o kazanacaktı. Taşın altına elini sokan Cengiz oldu, o kazandı.

O seçim sayesinde tanıdık kendisini. İyi ki de tanımışız. Çok farklı bir başkan profili çıktı karşımıza. Önce hemen, "Yeni başkan Mustafa Cengiz kimdir?" başlıklı haberlerin altını okuduk.

Gaziantep doğumlu. Mülkiye'den mezun. 80 öncesi devletin birçok kademesinde çalışmış. 80 sonrasında devletten ayrılıp kendi işini kurmuş. İngilizce ve Fransızca biliyor. Galatasaraylılar için normal durum ama yanında bir de Arapça eklemiş. Yıllarca Orta Doğu'da bulunmuş. Batı'ya aşina, doğunun içinde...

Sentezlerin adamı olduğu belli. Konuşmaları da ona uygun ilerledi. Zaten diğerlerinden ayrılan profilini en net konuşmalarında gördük. Hitabeti çok güçlü değildi. Bazen freni patlayarak gidiyordu. Kantarın topuzunu kaçırıp sertleşiyordu. Ses tonu hiç etkileyici değildi. Zaman zaman da cinsiyetçiliğin sınırlarında dolaşıyordu. Fakat içeriğin özünü dinleyince, hatta daha çok okuyunca, karşı tarafa bir ufuk açıyordu.

Yeri geliyor Albert Camus ile başladığı cümleyi Descartes ile bitiriyor, yeri geliyor Ömer Hayyam'dan alıntı yapıyor, yeri geliyor Spinoza'yı önümüze düşürüyordu.

Rusya yerine hâlâ Sovyetler diyordu ve nedense bu benim çok hoşuma gidiyordu.

Eskiye, unutulana sırtını dönmemiş onu yanında getirmişti. Fakat yenilere de duvar örmemişti. pubG oynamayı sevdiğin ama beceremediğini söylüyordu mesela. Ben öyle oyunları oynamayı sevmem ama onun oynadığını öğrenince takdir etmiştim. 'Eskilerden"di ama kendi zamanının değerlerine ve alışkanlıklara sıkışmış bir "eski kafa" değildi. 

İyi başkan mıydı? Değildi. Ama kötü de değildi. En azından kendi bildiği doğrular üzerinden gitti. Bunu yaparken kendi menfaatini gözettiğini de düşünmüyorum. İnşallah yanılmıyorumdur. Zaten başkanlığını değerlendirecek noktada değiliz. Kongreler, ibralar bunun için yapıldı. Geriye bir ömür kaldı. Onu da değerlendirmek haddimize değil ama karşımıza çıkan profilin bize bıraktığı izleri es geçmemek lazım.

Bir de tabi işin duygusal tarafı var. Her insanı etkileyecek şekilde, hızlı ve sert bir biçimde, önümüzde eridi gitti. Hastalandı, ameliyatlara girdi. Kilolar verdi. Sesi kısıldı. Sonra karşımıza çıkıp basın toplantıları düzenledi. Kongreler, teknik direktörler, MHK, lig yarışı falan dedi. Onu o halde görüp de ne dediğini merak etmek ve dediklerini tartışmak çok acayip bir durumdu.

Bir yanım bu hastalık illetini görünce "Keşke Galatasaray başkanı olmasaydı ve koltukta kalmak için inat etmeseydi" diyor, bir yanım da "İyi ki Galatasaray başkanı oldu da onun gibi farklı birini tanıdık" diyor.

Sonuç olarak; ben ondan razıyım.

Allah rahmet eylesin ve "İnna fetahna leke fethan mübina"

Pazartesi, Aralık 6

Pupille

 


Çocuk sahibi olma veya olmama ve evlat edinme üzerine yapılmış ilginç bir film.

Duygusal açıdan güçlü ama tempo açısından zayıf kalmış. Ayrıca iyi oyunculara sahip olmasına rağmen kurgusal açıdan da doyurucu değil. Daha çok bir belgesel gibi ilerliyor. En azından zaman zaman o hissi veriyor. Haliyle filme girmekte zorlanıyoruz. Bir de esas karakterlerimizin hikayeleri çok fazla birbirine karışıyor. Bu iyi mi kötü mü emin değilim. Fakat bir yerden sonra 'dizi' hissi de geliyor izlerken. Hatta tam olarak 'Doktorlar' dizisi...

Fakat yine de kafada bazı sorular oluşturmasından dolayı saygımı kazandı. İnternette hakkında çok fazla bilgi bulunmuyor. Kıyıda köşede kalmış. Oysa IMDB puanı da 7.2 civarında. Az buz değil. Aslında daha iyi olabilirdi ama yine de eğildiği konu ve izleyeni düşürdüğü karmaşa önemli.

Pazar, Aralık 5

Golo #12

Bu hafta Portekiz'de 30 gol atıldı ama bu gollerin yedisi tarihe geçecek Belenenses - Benfica maçında geldi. Zaten maçta atılan gollerin neredeyse tamamı altıpas içinde, yarı boş kale gibi pozisyonlarda kaydedildi. O maçı es geçiyoruz.

Geriye kalan maçlarda güzel goller vardı. Moreirense - Gil Vicente karşılaşmasında hem Lino'nun hem de Vitoria'nın serbest vuruş golü görülmeye değerdi mesela.

Fakat benim favorim Porto - Guimaraes maçından geldi. Porto, kendi sahasında oynadığı maçta yenik duruma düştü. Hemen bir reaksiyon göstermesi gerekiyordu. O yüzden de topu Luis Diaz'a yolladılar.

Bu sezonun yıldız ismi, sol tarafta topla buluştu. Önündeki rakibinden sıyrıldı, ceza sahasına girer girmez  sağ ayağıyla müthiş bir şut çıkardı. Kaleci Bruno Varela'nın yapabileceği bir şey yoktu. Top imkansız bir noktaya gitti. Zaten topun süzülüşü de golün güzelliğine ekstra katkı yapmış. Direğe çarpan toplar, gol olmayınca bile bizi mest eder. Bu sefer hem direğe çarpıyor, hem içeri giriyor.

Kolombiyalı sol açık Luis Diaz, bu sezon fırtına gibi esiyor. Ligde 12 maçta 10 gol kaydetti. Şu an gol krallığı listesinin zirvesinde. Şampiyonlar Ligi'nde de iki golü var. İlginç olan, o bu kadar formdayken ve yanında Muriel-Zapata ikilisi, arkasında James Rodriguez varken Kolombiya'nın Güney Amerika elemelerinde oynadığı son beş maçı gol atamadan noktalaması... 

Neyse orası bizim konumuz değil. Biz Portekiz'e bakıyoruz. Ve bu sene orada Luis Diaz damgası var.. Porto'da geçirdiği önceki iki sezonu 11'er golle tamamlamıştı. Bu sezon henüz Kasım ayında 12'yi buldu. Bakalım kaça çıkacak?

GOLO #11

GOLO #9 GOLO #8  

GOLO #7 GOLO #6 

GOLO #4 GOLO #2

Cumartesi, Aralık 4

I quattro dell'Ave Maria

 


Spagetti Western'in Sergio Leone'den ibaret olmadığını bana gösteren film.

Oldukça eğlenceli mizaha, çok güzel betimlenmiş ve birbirini tamamlayan karakterlere sahip. Fakat kurgu biraz zayıf. Sanırım bir üçlemenin ikinci filmi. Ayrıca üçleme dışında Bud Spencer ve Terence Hill'in beraber oynadığı başka filmler de var...

Bu bilgilerin hepsini filmi izledikten sonra yaptığım araştırma sayesinde öğrendim ve heveslendim. Çok güzel bir film olmasa da diğerlerini görmem için heyecanlandırdı. Bu açıdan katkısı var. Bir de gerçekten mizahı çok kaliteli. Ara sıra açılıp bakılacak tarzda...

Cuma, Aralık 3

3 Aralık 1910



"Tehlikeli melek. Altın yürekli ve çıkarsız haydut. “Yenilmez Armada”nın azıcık boydan kısa kaptanı. Lise yıllarında birçok kez seyretme olanağı bulmuştum Baba Hakkı’yı. Fenerli olduğum için çok ürkerdim ondan. Gittiğim Hakkı’lı maçların hepsini kaybettik.
Taş gibi bir adam kalmış belleğimde. Kendisi de anlatır anılarında, futbolun yanı sıra barfiks, güreş, boks da yapmış. Ama asıl heybeti hızından, inanılmazı gerçekleştirebilmesinden geliyordu.
Granit amatör. Elini beline koydu mu karşısındakilerin işi bitik."

Cemal Süreya