Pazar, Nisan 30

Hamak


Nereden, kimden geldiğini unuttuğumuz, telefonda karşımıza çıkan bir şahane fotoğraf daha. Telefon yanlışlıkla silmeden; koyalım buraya. Baktıkça dinleniriz. 

Cumartesi, Nisan 29

In Stereo



Korkunç afişi ile, düşük ötesi IMDB puanı ile, olmayan ekşi sözlük entry'leriyle hiçbir şey vaat etmeyen bir film. Ama ben sevdim. Artık kötü film izlemek istemiyorum. O yüzden riske girmeye çekiniyorum. Zamanımız kısıtlı, yanlış karar vermeyelim istiyorum. Ama yine de zaafım var; "isimsiz" filmlere dalıyorum zaman zaman.

In Stereo sardı. Sardı da ne yaptı; dünyanın sırrını mı çözdü, yoksa adamı koltuğa mı çiviledi? Hayır. Fakat zaman geçirdi işte. Sıkmadı. Yani puanı nasıl 4.4 olur çözemiyorum. 4.4 olması için; her sahnede yukarıdan mikrofon falan gözükmeli. En az 6'yı hakediyor. Daha kötü filmler izledim ve çok daha büyük övgüler aldı. Bu işlerde bir adaletsizlik var!

Türkçe internet çöplüğüne bir katkım olsun; film hakkında biri iki cümle yazılsın. Ama daha fazlasını, ne anlattığını, oyuncularını, repliklerini vs. yazmayacağım. Zaten kimse izlemez bu filmi. Hatta kimse aramaz veya karşısına da çıkmaz. Denk gelen olursa da cumartesi günü öğleden sonra izlesin.

Cuma, Nisan 28

Darüşşafaka 81-88 Real Madrid



Blogu yıllar öncesinden takip edenler hatırlar. Eskiden burada maç yazıları eksik olmazdı. Çünkü devamlı maça gidilirdi. Futbol, basketbol, hatta voleybol... Giderdik ve aklımızda kalanları yazardık. Haftada bir tane banko olurdu, bazen ikiye, üçe bile çıkardı. Günde iki maça gittiğim dönemleri hatırlıyorum. Şimdi ise senede bir tane belki oluyor. Bu sezonun maçı da sürpriz bir şekilde Darüşşafaka - Real Madrid oldu.

O kadar uzak kalmışız ki; Daçka'nın hangi salonda oynadığını bile bilmiyordum. Bu sene iç saha maçlarını da pek izlemedim zaten. Bunu da sonradan fark ettim. Zaten toplasan 5-6 tane Daçka maçı izlemişimdir; onlarda da deplasmandaydılar. Ben Ayhan Şahenk'te oynarlar sanıyordum. O nedenle maça da gidesim pek yoktu. Gitme ihtimali ortaya çıkınca biraz çekimser kaldım. Fakat gün boyunca hiçbir yerden "Halı saha maçı yapalım" teklifi gelmeyince; bari değişiklik olsun diye gittik.

Gittiğimiz yer; Wolkswagen Arena şahane bir yermiş. Bugüne kadar İstanbul'da birçok salona gittim. Abdi İpekçi'yi çok severim ama köfte ekmek satan adam bulmak bile zordur bazı günlerde. Ülker Arena adamı bitirir, Sinan Erdem ve Ahmet Cömert iyidir güzeldir ama hayata küstürür, Ayhan Şahenk maç başlayana kadar depresyona sokar. Burası ise öyle değil. Maç öncesi yaşayan, nefes aldıran bir platform var. En azından TT Arena'dan daha güzel... İnsan maça gitmekten korkmaz bu sayede. Hatta insan bir yerden sonra, "O zaman bundan sonra daha sık gelelim" diye düşünüyor ama Darüşşafaka-Euroleague-Doğuş arasında yaşanan ayrılıklar silsilesi bizim düşüncemizi filizlenmeden bitiriyor.

Darüşşafaka'nın Doğuş olarak çıktığı son maçları izliyoruz. Siz bu satırları okuduğunuzda belki de Euroleague defteri kapanmış olacak. İnsanın Euroleague'den soğuma nedenlerinden biridir bu. Darüşşafaka'nın lige dahil olması da başlı başına bir sıkıntıydı zaten. Ligden çıkmasına lafım yok ama ligden çıkınca yine eski vasat günlerine dönecek olması da üzücü. Bu kadar çok değişimin yaşandığı bir branşta ve bu kadar kafaya göre plan yapılan bir organizasyonda biz nasıl takipçi olacağız ki?

Neyse ki; artık eskisi kadar sevmesek de, hayatımızdan çıkarmaya çalışsak da hâlâ bir Galatasaray - Fenerbahçe rekabetimiz var. Bu sayede organizasyona konsantre olabiliyoruz. Seneye Galatasaray olmasa bile Fenerbahçe'nin varlığı bir yerden bizi yakalayacak. Bu maçı da Fenerbahçe'nin rakibi kim olacak ve o maçta ne yapar gözüyle izledik.

Şimdi uzun uzun maç analizi yapmaya gerek yok. Zaten hakim değilim bu sezona. Eskiden her takımın hangi planlarla oynadığını, hangi oyunculara sahip olduğunu net bilirdik. Düştüğümüz durum çok acayip. Ama şu bir gerçek; Real Madrid  Fenerbahçe'ye zorluk çıkaramaz. Yine de tek maçlık atmosferlerde her şey yaşanabilir, eğer seri olsaydı Real'e hiç şans tanımazdım. Daçka 15 sayı geriye düştüğü maçı kazanacak duruma getirdi. Eğer fark o kadar açılmasaydı, nefesi yetecek ve maçı da kazanabilirdi. Fenerbahçe ise herhalde, maçın başında yapılan hataları yapmaz. Real Madrid'de en kritik yerlerde Llull devreye giriyor, biraz nefes aldırıyor ve sonrasında vitesi düşürerek oynamaya devam ediyorlar. 

Bütün analiz bu kadar! Doğru mu yanlış mı bilmiyorum.

Tribüne de değinmek isterdim ama taraftarı az olan bir kulüpten bahsediyoruz. Performans sanatları sahnesinde bir akşam geçirmek yerine "bu sefer salona gelelim" diyen basketbolsever kitle oturdu, maçını izledi ve evine döndü. 35'ten sonra salonda maç izlemek istiyorsak; bu kitleye dahil olmak daha sağlıklı olabilir. Yavaş yavaş o kanala girilebilir. Zaten hemen hepsi, koşan, yoga yapan ve sabahları portakal suyu içen insanlar. Bir maç gününde tribünde yorulmak istemezler.

İşin aslı ne Daçka'ya, ne Real Madrid'e, ne maça, ne tribüne şaşırıyorum. Sadece kendime şaşırıyorum. Hadi futbola passolig yüzünden gidemiyoruz; basketbola niye bu kadar uzak kaldık? Kesin bir sebebi vardı ama ben unuttum. Ya salonların uzaklığı, ya biletlerin pahalılığı ya başka bir şey. Bu sorunun cevabını bile unutmuşuz. Bir de Mehmet Yağmur nasıl Euroleague çeyrek finali oynar; buna da şaşırdım. Biz ortalarda yokken çok şeyler değişmiş. 

Pazar, Nisan 23

Cold Mountain


18 yaşındayken beni etkilemezdi. Savaş soslu bir aşk filmi, ünlü oyuncular vs… Bunlara tepkimiz olmalıydı o yaşlarda. İzlemedik.

Sonra, yıllar sonra, yaşadığımız topraklarda yaşananlar yüzünden belki kuruntu yaparak belki korkaklığımızdan iç savaş endişesi yaşamaya başladık. O zaman da bir şeyleri değiştirmek yerine evde oturup iç savaşlar hakkında çekilmiş filmlere göz attık. Karşımıza da bu film çıktı.

Yıllar önce yanılmışız. Zaten 18 yaşında kim yanılmıyor ki? Zaten 18 yaşında nerede yanılmadık ki? İlk hata “savaş soslu bir aşk filmi” sanmamızdaydı. Tamam savaş sahneleri olan, sık sık çatışmaların olduğu, stratejilerin öne çıktığı bir film değil. Ama savaşlar da sadece bunlardan ibaret değil. Hele bir iç savaş hiç değil. Herhalde öyledir yani, hiç yaşamadık. İnşallah test etme imkanımız da olmaz.

İnsanların hayatlarının nasıl dibe vurduğunu görüyoruz bu filmde. Yeter zaten! Onun yanına biraz aşk ve özlem eklemekte sakınca yok. Tamam belki başroldeki isimler çok güzel (Nicole Kidman) ve çok yakışıklı (Jude Law); bu da biraz yapaylık katıyor olabilir. Ama önemli değil. Daha fazla kişinin izlemesi için yapılıyorsa, bu tip popüler kültür kullanımları hiç sorun değil. Çünkü anlatılması gereken bir dert ve sorun var. Sadece baş roller değil, yan rollerde de meşhurlar çok. Renee Zellweger, Philip Seymour Hoffman, Natalie Portman, Donald Sutherland, Brendan Gleeson, hatta Jack White…

Hiçbir zaman sevmediğim Zellweger şov yapıyor. Natalie Portman’ın kısa göründüğü sahneler filmin benim için can alıcı noktaları.

Film aslında bir kitap uyarlaması ve filmle ilgili tek eleştiri burada çıkabilir. Renee Zellweger’in canlandırdığı karakter Ruby, aslında siyahiymiş. Filmde beyaz olmuş. Yazık olmuş. Ama kadın rolün hakkını vermiş. 

Bu tip filmler çok yapıldı. Artık sıkabilir, bayabilir. Riskli bir iştir yani. Ama vuruculuk olayını becerirseniz olabilir. Bir kısım yine beğenmez ama alan alacağını alır. Önemli olan da budur. Ben sevdim. Süresi uzun olmasaydı daha mı iyi olurdu, emin değilim. Yeterliydi her şey. Vaktim vardı, izledim. Pişman değilim. Son sahne Holywood cıvıklığına girmese daha iyi yerlere çıkabilirdi.

Zaten zamanında Atilla Dorsay da çok sevmiş.

Cumartesi, Nisan 22

Gençler


2000 yılında Makedonya'da düzenlenen U20 Avrupa Şampiyonası'ndan bir kare. Fotoğrafı paylaşan; Sinan ve Muratcan Güler'in sahibi olduğu Güler Legacy'nin Facebook hesabı.

Cem Pekdoğru sayesinde; fotoğraftaki isimleri de sıralayabiliyoruz:  İsmail Çevik, Fatih Solak, Erkan Veyseloğlu, Ender Arslan, Önder Külçebaş, Muratcan Güler, Mesut Ademoğlu.

Kadroda Kaya Peker ve Hakan Köseoğlu da vardı; ama onlar kareye dahil olamamışlar herhalde. Pau Gasol, Diamantidis, Felipe Reyese, Nachbar, Fotsis, Papadopoulos, Boris Diaw gibi isimler oynamıştı turnuvada.  Türkiye altıncı olmuştu. Şampiyon Slovenya'ydı.

Aradan 17 sene geçmiş...

Cuma, Nisan 21

Peace After Marriage


İsrailli bir kız ile Filistinli bir erkek ABD’de anlaşma evliliği yapıyor ve sonra birbirlerinden hoşlanmaya başlıyor. Tabi Duvara Karşı gibi bir drama değil. Komedi filmi. Zaten evlilik ve hoşlanma kısımları sonradan geliyor. Önce özellikle Filistinli ailenin hayatı, yaşam tarzı, olayı kabullenmeyişini görüp gülüyoruz. 

Basit ve komik bir film. Kötü zaman geçirmezsiniz. Açıkçası güzel diyaloglar var. Ghazi Albulwi filmin hem yönetmeni, hem senaristi hem başrol oyuncusu. Kendisi Ürdün doğumlu ama ergenliğini Brooklyn’de geirmiş. Ortaya da Ortadoğu tarzı Woody Allen filmi çıkmış.

Peki biz nereden geldik bu filme? Zamanında Ertuğrul Özkök’ün yazdığı bir yazıdan. Usta, çok beğenmiş bu filmi. Galasına gitmiş, izlenimlerini bize yazmıştı. Yazının başlığı da “Seks düşkünü bir Filistinli”ydi. Filmdeki karakter ise Filistinli seks düşkününden öte; partner bulamadığı için seks yapamayan ve ailesiyle yaşayan 30 yaşındaki özgüvensiz bir adamdı ama olsun. New York’ta Ortadoğu kökenlerinizle bir film yapıyorsanız, Hürriyet’te ancak böyle yer bulabilirdiniz. Bir de yapımcılarınız Türk olması gerekiyor. Seks + pozitif milliyetçilik bize orta karar bir film izlettirdi.

Tam da bu günlerde; Ertuğrul Özkök Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim sonrası açıklamalarını ‘örnek bir siyaset adamı tarzı’ olarak sundu ve başkanı tebrik etti. Biraz uzakta ise Filistinli mahkumlar açlık grevine başladı ve İsrailli sağçılar hapisanenin önünde mangal yaktı. Biz de ara sıra gülüyoruz işte...

Perşembe, Nisan 20

Halk Oylaması


Aslında halk oylaması ile ilgili bir şeyler yazmak istemiyordum. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi söylenecek bir şey kalmadı. Son dönemde yapılan birkaç seçimin ardından yazılar yazmıştım. Güzel muhabbetlere de vesile olmuştu. Ama o günlerden bu günlere çok fazla zaman geçmedi. Yakın tarihte çok defa sandığa gittik. Artık, onlardan daha farklı ne söyleyebilirdim bilmiyorum. 

İkinci sebebim de tam da bu noktada oluşuyor. Söyleyecek bir fikrim olsa da; bunu iki film ve iki futbol postunun arasına sıkıştırmak ve ondan sonra bir sene içinde yeni bir şey yazmamak biraz içimi rahatsız eder. Fakat aynı partiye sadece bir kez oy verdiğimiz Bahadır, Pazartesi akşamı “Nerede ulan seçim okuması” deyince gaza geldim. Pazar gününden sonra yaşanan gelişmeler ve herkesin konu hakkında bir şeyler karalaması bana “Benim neyim eksik” duygusunu getirdi.

Önce kendimi öveyim. Son üç seçimde; 7 Haziran, 1 Kasım ve halk oylaması, yaptığım tahminler çıktı. Umarım hazır OHAL de sürecekken Reis, bir KHK daha çıkarır ve tüm anket şirketlerine seçim konusunda çalışma yapmasını yasaklar! Gerçi tahminleri çıkmazsa kendilerini kapatacaklarını söyleyen şirketler vardı, belki KHK’ya da gerek kalmaz. 

Yapılan tahminler seçimin kaderini etkiledi mi emin değilim ama seçim öncesi kamuoyunu ve gündemi etkilediğini söylemek mümkün. Gündem ve konuşulan konular rakamlara endekslendi. İnsanların; çevresiyle iletişime girmeyip anket şirketlerinden yaşadıkları toplumu tanımaya çalışmaları ve hatta tanıdıklarını sanmaları oldukça üzücü. Ben; kimin kazanacağını hakkında tahminde bulunamamış ama arkadaşlarıma herhangi bir seçeneğin yüzde 52’yi geçemeyeceğini söylemiştim. Bunu dediğimde yüksek bir farkla evet çıkacağına inanan birçok arkadaşım “Sen bu toplumu tanımıyorsun” dedi. Bugün seçim sonuçları üzerinde şaibeler sürerken kesin olarak bir sonuç var. Seçim sonuçlarında oynama olsa da olmasa da kimse 52’yi geçemedi. Sandığa katılım oranının belirleyeceği olacağını düşünmüş ve barajın 84-85 arasında olacağını düşünmüştüm; 84’te kaldı ve berabere gitti bir durum oldu.

Yine de yanıldığım bir durum var. Bu seçimde hile olmayacağına emindim. Yerel ve genel seçimlerde; gücü olmayan partilerin oyunu kaşla göz arasında kendi partilerine geçirenler olabilirdi. Mesela bir sandıkta X bir partiye 8 oy çıktıysa bunun 6’sını bir kalemle ‘baba’ partiler kendilerine yazabilirdi. Burada ise sadece iki seçenek vardı. Böyle bir kaydırma mümkün olmazdı. Yapılan usulsüzlük; son çare olarak ve herkesin gözü önünde yapılmak zorundaydı. Sandıkların kapanmasına kısa bir süre kala yapılan açıklamayla ve devamında yaşananlarla olaylarla anlıyoruz ki; tam olarak öyle oldu. Artık kimse rahat değil.

Sıkıntı büyük. Ben normalde umutlu olmayı seven bir insanım. Hayata devam ediyoruz ve yaşıyoruz. Ölüm gelmedikten sonra her yerden bir çıkış noktası bulunabilir. Buna inanıyorum. Çevremde ise senelerdir karamsar insan sayısı daha fazlaydı. Bunu gerçekten karamsar oldukları için mi yoksa karamsar olmanın daha ‘cool’ olduğunu sandıkları için mi üretiyorlar emin değilim. Çünkü karamsarlığı çok realist gerekçelere dayandıramıyorlardı. Fakat bu seçimden o karamsarların hepsi umutlu. Bense; kendime göre daha karamsarım.

Seçimin kaybedenleri, daha önce görmediğim bir şekilde umutlular. Bir sürü teorileri var. “Önümüzde ekonomik kriz var, yanı başımızda savaş var; 14 senedir yıpranan iktidar buradan kolay kolay çıkmaz. Biz gücümüzü ortaya koyduk; onlar bu süreçte biraz daha yıpranacaklar. Güzel günler yakındır” anafikrindeler. Buna benzer şeyleri 1 Kasım akşamı söylemiştim ama geldiğimiz noktada; bütün yaşanan o sıkıntıları ve aklımızda bile olmayan darbe tehdidini atlatan bir siyasi mekanizma karşımıza çıktı. Yani; yine buradan çıkıp 2019’a gelebilirler. 

İkinci olarak; benim bu halk oylamasında ‘hayır’ verme sebebimin başında AKP iktidarını zayıflatmak değil; tarihin en kötü ve sıkıntı doğuracak anayasasını kabul etmemek vardı. Fakat kabul edildi. Bundan sonra 2019 seçiminde kimin kazanacağı çok da önemli değil. Bu anayasa geçti. Bir anayasanın ortalama 25 senede bir değiştiğini varsayarsak; çıkan sonuç baya olumsuz. Bu anayasa ile yaşamak zorunda kalmak, baya tedirgin edici. Fırsat kaçırıcı. Bir daha bu kadar geniş bir birlik oluşmayacağını bilmek de; bir diğer fırsat kaçışı. Kazanmak özgüven getirebilirdi. Oysa şimdi; kaybetme nedenleri daha çok konuşuluyor. Kemalistler; yüzde 49'un kendilerine ait olduğunu söyleyip Kürt illerini suçluyor. Kürtler; son bir senede yalnız bırakıldıklarını ve seçimdeki hilenin en çok kendi bölgelerinde olduğunu söylüyor. Milliyetçiler ise seçimin kaderini tayin etttiklerini ve gerekirse kendi partilerini karşı durabileceklerini söyleyerek ne kadar güçlü olduklarını göstermeye çalışıyor. Bu üç kesimin bir daha aynı paralelde bir araya gelemeyeceği kesin.  

Seçimin başa baş bitmesi de beni üzüyor. Emin değilim ama bir anayasa değişiminde kazanan grubun belirgin bir farka ulaşması; kaybeden tarafta olsam beni daha çok rahatlatabilirdi. Sonuçta kendimi bir tarafın neferi olarak görmüyorum. Önemli olan güzel bir ülkede yaşamak. Bunun nasıl olacağını bilmiyorum. Nasıl olacağını söyleyenleri dinlemek ve onlara destek veya karşı olmakla yükümlü  bir vatandaşım. Bu ülkede beraber yaşayabilme ihtimalini sonuna kadar korumak istiyorum. O nedenle sözgelimi 60-40’lık bir sonuç çıksaydı, kendime “Ulan belki de biz yanılıyorduk, böylesi daha iyi olabilir” motivasyonumu verebilirdim. Şimdi ise her zaman bahsettiğimiz ve artık keskin bir şekilde önümüze çıkan ikiye bölünme ile karşı karşıyayız. Öyle ki; sadece ufak bir farkla kazanandan bahsetmiyoruz; kimin kazandığı bile belli olmuyor.

Evet diyen arkadaşların bir kısmının bile rahatsız olduklarını söyleyebilirim. Tam bu noktada asıl konuya bir geçiş yapmak lazım. Kadıköy’de yaşayıp Nişantaşı’nda çalışan, yazları Bodrum’a giden biri olarak; evetçi veye AKP'li tanıdıklardan ne zaman bahsetsem bana “Sen nerede görüyorsun bu insanları?” diyenler oluyor. Beni en çok şaşırtan sorulardan biridir. Doğrudur; yaşadığım yerler ülke ortalamasının dışında kalan; hatta belki ‘kopuk’ olarak nitelenebilecek yerler. Fakat ülkenin her yerinde AKP’ye oy verebilen, muhafazakar olan, “evet” diyen ve çoğu genç yaşta olan AKP’li gibi “Koyduk mu” fanatizmine girmeyen insanlar var. Bir semtte muhakkak esnaf, elektrikçi, garson, çöpçü, apartman görevlisi gibi insanlar yaşıyor. Ve bu insanların büyük bir kısmı AKP’ye oy veriyor. Benim de bu mesleklerden arkadaşlarım var. Oy verdikleri parti nedeniyle muhabbeti kesmiyorum.  Onların oy verdikleri parti; benim çözmem gereken bir sorun değil. Ve zaten onların da kafalarında soru işaretleri olduklarını çok defa görüyorum. Sadece gidecekleri başka bir saf bulamamanın sonucunu yaşıyorlar. Daha ilginci, ülkenin bir kesimi diğer yarısıyla zerre kadar ilişkiye girmiyor, tanımıyor, yok sayıyor ve bunu bir 'duruş' olarak nitelendiriyor.

Bu analizi başka zaman daha geniş yaparız. Aslında başka yerlerde biraz daha geniş tutarak yapmaya çalıştığım zaman; “Yok öyle bir şey”, “Alakası yok” çıkışlarını çok alıyorum ve konu bir çözüm arayışı içine girmeden kapanıyor. O nedenle bu ayrımın kısa vadede çok fazla değişeceğine inanmıyorum. Herkes sıkıntılı ve tedirgin; fakat bunun çözmeye uğraşan pek yok.

Sanırım bir daha hayatım boyunca; bu kadar insanla aynı yere oy vermeyeceğim. İlk defa bu kadar yaklaşmıştım, o da olmadı. Bunu iki aydır tahmin ediyordum. En az 20 milyon insanla aynı seçeneğe basacaktım ve bunun sonucunda kaybedebilirdim. Bu bana üzüntü vermiyordu. Olabilecek bir şeydi. Fakat insan yaşayınca, görünce daha çok üzülüyor.

Mahalledeki milliyetçilerle bile aynı yere oy verdik. Üstelik onlar uzun süre kararsızdı. Son anda sandığa gitmeye karar verdiler. Bir tanesi, oylar ilk sayılmaya başladıktan sonra ve benim biraz daha onlardan uzak olduklarını bildiği için,“Ege’de Yunanistan’a bağlı boş bir ada varmış. Toplanıp 200 kişi gidelim. Gelir misin?” diye sordu. Tabi ki içinde şaka barındırıyordu ama milliyetçilik ve vatanseverlik duygularıyla yaşayanlar, “Ya sev ya terk et” diyenlere oy verenler bile artık kopma noktasına gelmişti.

O nedenle ortada karamsar olmaya yetecek kadar büyük bir sıkıntı var. Daha da ötesi; dünyanın gittiği yol ve daha önce bu topraklarda ve çevresinde yaşananlar, dışarıdan gelecek tehlikelerin de çok uzak olmadığını gösteriyor. Birileri buraya özgürlük getirmek isteyebilir ve bunun için öfkeli kalabalıkların hissiyatlarını kullanabilir. Nasıl düzelir? Benim bunun için tek bir çözümüm var. İletişim ve sokak.

İletişim kısmı; yukarıda bahsettiğim nedenler yüzünden çok uygulanır gibi durmuyor ama olsun. Ben her şeyin tabandan başladığına inanıyorum. Bazı duygular bulaşıcıdır. Düzgün, sağlıklı, toplumla uyumlu yaşarsanız, komşunuz da düzgün, sağlıklı ve toplumla uyumlu yaşar. Sizin öyle yaşamanız için, ailenizden de öyle görmeniz lazım. Bir apartman dolusu insan öyle yaşarsa, diğer apartman da buna uyar. En önemli siyasi mekanizmalar siyasi partiler değil; aileler ve mahalledir. Dalga oradan başlar. Artık özellikle büyük şehirlerde eksik kalan bu. O nedenle birçok şeye tepkili olan ama en ufak bir oluşumda bile örgütlenemeyen gruplar mevcut. Örgüt lafı hemen kuşkulandırmasın. Halı sahaya bile organize olamayan bir nesille karşı karşıyayız. Haklarını ve taleplerini dile getirmek için Twitter’ı, Watsapp’ı kullanan ama muhtara veya ilçe belediyesine dilekçe yazmaya üşenen bir grup. Yanındaki adamın düşüncesini bilmeyen, öğrendiği zaman ondan soğuyan, onun derdini anlamayan, yeri geldiğinde küçümseyen ve hatta artık küçümsemeyi hakkı olarak gören bir kitle. İletişim kanalları çoğaldı ama aynı anda tıkandı da. Buradan sonuç alamıyoruz.

O yüzden sokak önemli. Sokak etkilidir. Sokak dediğimiz zaman hemen herkesin aklına eylem geliyor. O sadece için bir parçası. Önemlidir de. Ama yetmez. Tek başına sadece kaos doğurur. Oranın önemi, tıkanan iletişim kanallarını açamaya yarar. Sadece çıkıp slogan atıp, polisle çatışmak olmamalı mesele. Zaten öyle olursa acı verir, sonuç alınamaz ve kitleler zayıflar, sokak güçsüzleşir. Hayatı değiştirecek, insanları düşündürecek, bir bilinç aşılayacak birçok yöntem var. Tıkanan bir şeyi açmak için bir baskı uygulamak gerekir. Yani bir farkındalık yaratmak. Toplumun, ekonominin, siyasetin, basının rahat ve ezber hareketlerini bozacak yöntemler. Bunlar da sokakta olur. Bazen apartmanda asılan pankart, bazen duvarda yazılan yazı, bazen düzenlenen bir etkinlik... Ama Türkiye’de en çok ‘Hayır’ oyu çıkan semtlerden birinde Kızılkayalar önünde kuyruk olmaya devam ediyorsa buradan da sonuç çıkmayabilir.


Aslında siyasi partiler üzerinden de konuşmak lazım ama en ufak bir CHP eleştirisi, herkesi rahatsız ediyor. Durum böyle olunca; bekleyip herkesin kendi başına görmesi lazım. Bir ana muhalefet partisi bu kadar etkisiz olabilir mi? Soruyorum size, böyle bir şey olabilir mi? Bu doğru değil!

Yine de her şey rağmen; bütün karamsarlığa rağmen peşinden koşulması gereken bir şeyler var.

-------------------------------

"Herkesi titizlikle gözlemledim. Ve nihayet, seçim yapmamı gerektiren bir sonuca vardım. Hangisinin anlatmaya değer olduğunu seçmeliyim; korku mu, arzu mu? Ve arzuyu seçtim. Siz, her biriniz gözlerimi açtınız. Sayenizde korkunun hissizliğinde vaktimi harcamamam gerektiğini anladım. O yüzden Hitler’i canlandıramıyorum. Senin, benim; bizim arzularımızdan bahsetmek istiyorum. Saf, imkânsız, edepsizler ama bunların bir önemi yok. Çünkü bizi insan kılan onlardır."

Youth filminde; Hitler rolünü oynamaya çalışan aktör Jimmy yaşadığı çelişkiden uyanışı böyle anlatıyordu. Yaşadığımız noktada da asıl seçimimizi bu noktada, tam bu değerleri düşünerek yapmalıyız. Korku mu arzu mu? Şu an (ve aslında uzun zamandır) herkes korkudan bahsediyor ve bunu sık sık dile getirerek toplumda bir uyanışa neden olacaklarını var sayıyorlar. Fakat korku senaryolarını gören insanlardan sadece sadece hissizlik yansıyor. Sokaklar, mahalleler, otobüsler hissiz. Herkesin korkuları var. Arzuları, istekleri, hayalleri anlatmak, ortak noktada buluşmaya çalışmak gerekiyor. Büyük ihtimaller o arzular da gerçekleşmeyecek ama olsun. Başka yola gerek duymuyorum.


Çarşamba, Nisan 19

Loin des Hommes



Western de denilebilir, yol filmi de, politik de, uyarlama da... Muazzam bir film karşımızda. Albert Camus'un okumadığım bir eserinden uyarlanmış olması üzdü, çünkü önce onu okumak isterdim. Ama yine de izlediğim için çok mutluyum. Ben genelde böyle sağlam filmleri, çekildikten 10 sene sonra falan izlerdim ama iki yıl içinde yakaladık..

Viggo Mortensen ve Reda Kateb'in şov yaptığı filmin müziklerinde de Nick Cave etkisi var. Nick Cave'in daha kötü bir filmde karşımıza çıktığını görmedim. Filmlere büyük katkısı oluyor. 

Başlangıcından son sahnesine kadar muhteşem. Her sahneyi ve dialogu baştan aşağıya saatlerce yorumlamak, tartışmak lazım. 1954'te geçse de, dünya çok değişse de insan hâlâ aynı ve özünde hâlâ aynı kaygılara sahip. Aynı yol ayrımlarını, ahlaki tartışmaları yaşıyor. İnsan olmak böyle anlarda şekilleniyor. Zor, acı ama olması gereken de bu galiba...

Hocam derin analizler yapamıyorum, gücüm yetmez ama şahane film ya... Yazarken bir kez daha fark ettim. Defalarca izleyebilirim. Yönetmenlik başarısı sayesinde vuruculuk da had safhada. Camus yaşasaydı o da severdi herhalde... 

Salı, Nisan 18

Sen Aldırma



Mahalle maçlarının halı saha maçlarına, halı sahaların da yarım profesyonelliğe (böyle formalı, hakemli, kamera kayıtlı, ligli, internet siteli, sponsorlu falan) devşirildiği sahaların birinde geçiyor olay.

Bu ortamların klişesidir, kimi 'maksat ter atmak' amacıyla gelir, kimi kilosuna rağmen iyi koşar, bileklerine hakimdir, kimi adam eksikliğini gidermek için "sen sana gelen topları ileri vur yeter" diye fasulyeden oynar.

Ama illa ki her maçın, hiç tanımadığımız, birilerinin arkadaşı, halihazırda altyapıda oynayan/oynayacak olan/terk/bırakan/oynamış adamları vardır. Gelirler, görevlerini yaparlar ve giderler. 61 numaralı Trabzonspor formalı olanlara çok rastladım. Maç sonu 10 plastik bardak, 2 litrelik Fruko goygoylarında ise "Trabzon'un ne adamları var hala gidip abuk sabuk adamlara para harcıyorlar" geyiğine bağlanır.

"Benim arkadaş Kartalspor'da Volkan ve Servet'in devresiydi, ayağı kırılmasa şimdi 3 büyüklerdeydi. Onu çağırayım mı? Bu tarafta oturuyor"

Yazıya girişte bahsettiğim yarı profesyonel ortamlara geri dönelim. 10 kişi. Ortam şampiyonlar ligi. Galericiler, pırlantacılar hesabı. Bir tarafta ünlüler diğer tarafta ise ünsüz ünlüler. Beşiktaş, Galatasaray altyapısının zıpkın çocukları, eski futbolcular. Kaybeden anlı-şanlı Etiler etçilerinde et ısmarlıyor.

Maç başlıyor, ünlülerin sinirleri bozuk. Şimdi bunlar sanatçı ya, üretemedikleri zaman huysuz oluyorlar herhalde. Birden bir zıtlaşma oluyor, ünlülerden biri karşı taraftan genç bir çocuğa sert giriyor. Maç duruyor, ambulans geliyor, feryatlar figanlar... "Uche'nin ayak kırılması" durumu gibi herkes teşhisi koyuyor bile.

Ayağı kırılan kişi, Beşiktaş altyapısının en deli çocuklarından. Devreleri şu an Lyon maçını düşünüyor A takım kampında. Peki o nerede? Futbol hayatı bittiği için 1.400+Yol+yemek+SGK'ya bir hangar güvenliği...

"Futbolda böyle şeyler var" denilebilir. İlk de değil son da... Konumuz başka. Çocuk hastaneye giderken yanında kimse yok. Acillerde perişan oluyor. Doktorlar ameliyat diyor , "kurtarılabilir belki" diyen var. İğneler/ilaçlar/serumlar/tedaviler dünya para. O gün o sahada olan herkes salakta. Bir kişi hariç.

O gün o sahada olan, ayak kırılma anını içi kırıla kırıla geriden izleyen bir kişi... Tüm masrafları karşılıyor, aileye yardımcı oluyor, çocuğu işe sokuyor...

Bu kişi şu an bir yoğun bakım ünitesinde 'giderim buralardan, bir pantolon bir ceket' diye mırıldanmakta kimsenin duymadığı bir şekilde. O kardiyovasküler aletinin bip bip sesleri arasında.




Yazar: Refet

Cumartesi, Nisan 15

The Believer


Ryan Gosling'in gençlik dönemi filmlerinden. 21 yaşında o dönem. Film Yahudi olan ama yahudiliğini saklayarak nazi olan bir gencin hikayesini anlatıyor. Tıpkı karakterin kendisi gibi çelişkileri olan bir film. Çok güçlü değil ama izlenmeyecek gibi de değil. İlginç diyalogları dikkate çarpıyor. Girişi ve sonu çarpıcı. Temposu düşük. Summer Phoenix da çok etkileyici. Birçok festivalden ödül almış bir film.

Filmin yönetmeni ve senaristi  Henry Bean'in de kariyerindeki ilk filmi ki bundan sonra bir film daha çekiyor. Senarist kariyeri daha geniş tabi. Her anlamda; hem böyle bir adamın eserini hem Gosling'in gençliğini görmek açısından ilgi çekici... Yine de çok büyük beklentilere girmemek lazım.

Perşembe, Nisan 13

Siddhartha



Siddhartha geride bıraktığımız yüzyılın önemli kitaplarından biri ama geleceğe ne kadar taşınacak? 2017 yılının başında ilk kez okuduktan sonra aklımda kalan bu oldu. Cevabımdan emin değilim. Taşınır veya taşınmaz cevaplarının ikisi için de geçerli açıklamalarım var. 

Çok sevdiğim bir arkadaşımın en önemsediği kitaptı. Bana da tavsiye etti. Zaten genelde böyle oluyor galiba. Dünyada en çok okunan kitap olmayabilir ama kesinlikle dünyada en çok sayıda insanın "bir numaralı" kitabı. Bütün bunlara rağmen, yeni bir şeyler hissetmeyeceğimden emindim. Konuyla ilgili az biraz bilgisi olanların; yıllar boyunca Doğu felsefesi ile ilgili duyduğu şeylerden çok da fazlasını vermeyen bir kitap. Fakat bunu 2017'de söylüyoruz. Kitap ilk kez 1922'de yazılmış. Kitabın dünya üzerinde ilgi çekmesi ise 1960 ve 70'lere denk geliyor. George Harrison'ın sitar çaldığı, hippilerin yola düştüğü, Avrupa'da kaldırım taşlarının oyulduğu dönemlerde... Gençliğin bir şeyler aradığı zamanlarda; bir yol gösterici olmuş. Şaşırtıcı değil. Zaten kitabın kendisi bunu vad ediyor.

Yine de o dönem gençliğin aradığı bir çok şey vardı. Sadece maneviyat değil. Hayatı kolaylaştırmayı da, toplumda bir yer edinmeyi de arıyordu. Savaştan çıkmış bir kuşaktı. Yokluğu yaşamış, varlığı arıyor; öte yandan savaşlarda ölmeye devam edip ölümsüzlüğe muhtaçtı.

21. yüzyılın büyük nimetlerinden faydalanıp kendi içinde huzuru yakalamayan bir kitle ise hâlâ mevcut. Haliyle onlar sayesinde bu kitap okunmaya ve başucu eseri olmaya devam ediyor. Ama galiba bundan sonra hiçbir zaman toplumsal bir etki yaratmayacak. 

Dünyanın bir kısmı kitaptan veya kitabın gösterdiği ışıktan aldı. Diğer bir kısım ise toplumsal bir yönelimden kopuk olarak yaşamaya devam ediyor. Bireyselleşmenin kaçınılmaz bir dert olduğu çağda kitabın bu kitle üzerinde yeniden ilgi görmesi mümkün olmayacak gibi duruyor. Geri kalanlar ise halen acıların ve savaşların içindeyken kitabın kapağını açacak lükse sahip değiller. 

Acaba diğer klasikler için de durum aynı mı? Emin değilim. En azından ergenlikten çıkıp hayatla ilk kez tanışan gençler aynı anda Suç ve Ceza'yı, Sefiller'i veya  diğerlerini okumaya devam edecektir. Çünkü evrensel düzlemde her bireyin kafasındaki temel sorulara yanıt arıyor. Bazı doyumlara ulaşmadan vereceği mesajı odaklanmanın imkansız olduğu Siddartha ise raflarda bir kişisel gelişim kitabı ayarında kalırmış gibi duruyor.

Övdüm ve yerdim mi belli değil. Her şeye rağmen okunası kitap. Zaten çok kısa, hemen akıyor. Yazım dili de zorlayıcı değil. En azından bazı kavramlara bulaşmak için çok iyi bir giriş kitabı olabilir. Bu adama da (Hermann Hesse) boşuna Nobel vermiş olamazlar. Üstelik Hint felsefesini açıklamak için herkes yıllardır satırlarca kitap yazıyor. Adam bunu 150 sayfaya sığdırmış işte, bu önemli bir başarı.


Çarşamba, Nisan 12

Yaklaştı



Üç maç kaldı ligin bitmesine. 7 puan farkla liderlik koltuğunda Bodrumspor. Son olarak deplasmanda Manisa BB Spor'u 2-0 mağlup ettiler. 14 Nisan'da Derincespor'dan puan kaptığı takdirde 2.Lig'i garantileyecek takım. Az kaldı. Biliyorum; bu blogu okuyup Bodrumspor'u yakından takip edenler var. Şampiyonluk kutlamalarına kılabilir, seneye 2.Lig'de passoligsiz maçlar yerinde izlenebilir. 

İnanılmaz bir sezon oldu. Deneme sezonundan sonra, ikinci senede şampiyonluk. Hem de rahat bir şekilde. Buradan dönmez herhalde artık. Gerçekten az kaldı.

Salı, Nisan 11

The Voices



Persepolis'in yönetmeni Marjane Satrapi'nin The Vocies filmi iyi övgüler almıştı ama galiba bu övgüler halen Persepolis etkisinden dolayı. Zaten Persepolis de çizgilerle donatılmış bir eser. Klasiğe geçince işler değişiyordur muhakkak.

The Voices; şizofren eğilimleri olan ve insan öldürmeye başlayan bir gencin öyküsünü anlatıyor. Konuşan kedi ve köpek de yardımcıları. Two Guys, a Girl and a Pizza Place'dan bildiğimiz Ryan Reynolds da kardoda olunca filmin sonunda vasat bir komedi filmi izlediğimi düşündüm. Psikolojiyle ilgilenenler veya çevresinde ruhsal hastalık geçirenlerle yaşayanlar filme hayranlık duyuyor. Çok da anlamadığımız bir alan değil ama yine de filme gösterilen ilgi şaşırttı. Bir daha imkanım olsa, bu sefer izlemezdim.

Pazartesi, Nisan 10

Estetik



10 Nisan 1988; Hugo Sanchez

Six Degrees of Separation



Will Smith'in 25 sene önceki hali, şimdikinden farklı değil. Oranın Hakan Peker'i gibi.  Six Degrees of Separation onun kariyerinin ilk filmlerinden biri. Ve Will Smith'in neden bu kadar başarılı olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Adam; gerçekten yetenekli,

Film de oldukça başarılı. Bir tiyatro oyunundan uyarlanma. Belki de orijinal türüne sadık kalma isteği öne çıkmış. Ama bu da ortaya çıkan ürünü çok başarılı bir sinema filmine dönüştürmüş. Gebel sinema alışkanlığına sahip kişilerin sıkılabileceği bir film. Sıkılmak dendiğinde insanların aklına hemen sessiz, aksiyonsuz filmler geliyor. Bu onlardan değil. Burada bol bol tiradlar var, replikler akıp gidiyor. Konsantrasyonu zorlayabilir ama büyün bunlara rağmen herhangi bir sahnedeki diğer ayrıntıları kaçırmanıza izin verilmiyor.

Kaliteli bir şey izlemişim. Ama tekrar izlemekte fayda var. Kaçırdığım şeyler olabileceğini düşünüyorum. İsmi az duyulan ve başrolde rapçi olarak tanıdığımız siyahi bir oyuncunun yer aldığı bir filmden ne bekleyebilirdim ki? Ama iyi çıktı, iyi de oldu.

Pazar, Nisan 9

Ders



'Yenilgiden ders almak' çok abartılan bir konu. Ben yenilgilerden, olsa olsa bir şeyi nasıl yapmamam gerektiğini öğreniyorum. Şahsen takımların, yenilgilerinden çeşitli çıkarımlarda bulunup da bariz bir şekilde iyiye gittiklerini göremiyorum. 2002 Dünya Kupası finalindeki yenilgiden bireysel olarak ne öğrenmem gerekiyordu ki? Bir dahakine Rivaldo’nun şutunu tutmayı mı? Evet, bu gerçekten de çığır açan bir çıkarım olurdu…

Başarılı takımlar ya da insanlar olumsuzlukları, ancak bir ölçüde kafaya takar. Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz’de ifade ettiği gibi: “İnsan mahvedilebilir ama mağlup edilemez.”

Oliver Kahn - Socrates

Al da At Dercesine



Al da At Dercesine güzel bir futbol öykü kitabı. 19 tane yazarın öyküsü var. Kitabı bir çırpıda bitiyorsunuz. İçinde çok iyisi de var, zayıf kalanı da. Ama hepsi de kendini okutuyor. Güzel işler bunlar. 

Ama insan kitabı okuduktan sonra üzülüyor. Çünkü eğer futbol ve edebiyatıyla biraz ilgileniyorsanız kitapta yer alan öykülerin bir kısmını sağda solda muhakkak okumuş olmalısınız. Türkiye'de futbol üzerine senede kaç öykü yayınlanıyor ki? Kaç kitap oluşuyor ki? Zaten sayı yeterince az, bir de okuduğunuz kitabın yarısını daha önce okuduğunuzu anlayınca işin tadı kaçıyor.

İletişim, bu işe iyi emek harcıyor. Sayelerinde son 15 yılda çok fazla futbol kitabı okuduk. Daha da okuruz. Ama yetmez.   

Cumartesi, Nisan 8

Cuma, Nisan 7

Feast of Love



Bazen kendimi Morgan Freeman karakterleri gibi hissediyorum. Etrafta bir sürü insan bir şeyler yapıyor ve yaşıyor; bense sabit duruyorum ama bu durgunluğa rağmen hemen herkese de bir şekilde fikir ve tavsiye  vermeye çalışıyorum. Bir gün bir arkadaşım "Dedeme benziyorsun" dediğinde de benzer bir şey hissetmiştim.

Neyse; mesele o değil. Feast of Love biraz böyle bir film. Birçok karakter var. Karısını aldatan, lezbiyenliğini fark eden, evini terk eden.... Ve hepsinin ortasında Morgan Freeman var. Film de sanki Morgan Freeman oynasın ve şovunu yapsın diye çekilmiş. Sessiz, sakin bir film. Biraz televizyon filmleri gibi. Gerçi televizyonda yayınlanamayacak sahneleri de mevcut. Ama esas olarak zengin karakterlerine ve yaşanan birçok olaya rağmen fazla hafif tempoda ve sonunda da "Ne anladık bu filmden" sorusunun cevabı çıkmıyor. Yine de izlenmeyecek bir film değil.

Hatta sevgilisiyle romantik film izlemek zorunda kalan erkeklerin; saçma sapan romantik komediler yerine bunu tercih etmeleri verimli olur. Bu sayede günü kurtarırlar, kötü bir film yerine iyiye yakın bir film izlemiş olurlar hem de sıralarını savmış olurlar.  

Perşembe, Nisan 6

Güç

Aslında bu işleri Refet yapıyordu. Ben olsam hiç bulaşmazdım. Nereye gittiğimizin ne önemi var der geçerdim. Zaten bir yerlere de gidemiyorduk. Ama bu sene Refet Başkan bir atılım yaptı. Balkanları gezdi. 



Madem o bir seri başlattı, bize de hem o seriyi sürdürmek hem de çıtayı bir adım sola çekmek kaldı. Erkenden alınan biletlerle Hollanda’ya gittik. Atanamamış sosyologlar iş başında...

Şimdi sizlere, “Abi orada herkes sokakta sarıp üflüyor” veya “Abi adamlar çok rahat, bisikletle gidiyorlar her yere. Trafik yok” falan demeyeceğim. Biz gezi yazısı yazmaya gerek yok. Nerede ne yenir, nerelere gidilir, ne içilir? Bunlar önemli değil. Ama tabi bu arada şehirle ilgili anlatılan efsanelerin hemen hepsi doğruymuş. Ben bunları bizim çevrenin gördüğü şeyleri abartması olarak zannediyordum ama hakikaten anlatıldığı kadar varmış. Ben en azından esrarı bizim bira gibi içiyorlardır diye tahmin etmiştim. Hani bizim biracılar ağaç altında, köşe başında veya eğlence merkezi semtlerde içer de şehrin ortasında içmez ya! Bunları da öyle sandım ama baya her yerde üflüyorlarmış. Mesai saatleri içinde bile böyle şeyler yapıyorlar. Belki de daha iyi oluyordur, o sayede kimseye gönül koymuyorlar.

Malum diplomatik krizler akıllarda ama insan şaşırmadan edemiyor. Bu insanlar ile husumet yaşamak oldukça zor iş. Büyük beceri. Öyle bir dertleri yok. Tamam Batı dünyasını övmeyelim de; şu yaşam tarzı hakkında da övgü dolu iki cümle söylemeden olmaz.

Gerçi bizim gibi sadakat duygusunu hastalığı yapmış bünyelere ters tepiyor. Özeniyoruz ama oraya gidince bile aklımızın bir köşesinde ‘burası’ oluyor. İnsan devamlı “Şimdi ne güzeldir bizim sahil kenarı”, “Kahvede ne makara dönüyordur” misali düşünceler geçiyor akıldan. Gördüğü her yeri bir yere benzetiyorsun, “Bak burası da tam Karaköy”, “Şu sokağın İstiklal’den farkı yok” diyorsun.

E peki nasıl olacak? Oraları gören herkes ‘Nasıl olur da oraya yerleşiriz’ planları yaparken bizim gibiler daha zorunu ve daha imkansızını istiyor. Akıldan geçen “Nasıl olur da bizim kasabayı bu hale getiririz” oluyor. Bunun için çok fazla teori çıkar. Ama herhalde en temeli gücü dağıtmaktır. Bizim sorun çıkarıcılar, gücün tek bir yerde toplanmasını dilese de bunun iyi bir şey olmadığı çok açık. Eldeki potansiyeli insanlara, kurumlara dağıtım sorumluluk vermekten, herkesi katılımcı hale getirmekten daha güzel ne olabilir ki?

Ufacık ülkeye üç tane başkent vermişler. Haliyle tek bir şehirde yüklenme yok. Amsterdam dediğin yer Avrupa’nın en önemli şehirlerinden biri ama belki de Hollanda için Rotterdam veya Lahey’den farkı yok. Sadece şehirler değil, kurumlar da bu güç dağıtımından payını alıyor. Bunu anlamak için 2 ay gözlemlemeye gerek yok. Üç günde anlıyoruz, belediyecilik ve şehir yönetimi gibi kavramların içinin ne kadar dolduğunu…

İnsanlar da bunun  dışında değil. Hayata dahil oluyorlar. Hayata dahil olan yönetime de dahil oluyor. Varlığının farkında, sorumluluğunun bilincinde. İkisi bir araya gelince Red Light’ı turistlere bırakıp, şehrin geri kalanında huzur içinde yaşıyor. Sen günün sonunda “Adamlar sarıp takılıyor” diyorsun ama aslında onların çok derdi değil. Sen sarıyorsun, paranı harcıyorsun, Hollandalı da kimseyle husumete girmeden işine gücüne bakıyor. Müthiş bir şey bu! 

Aslında bizim Bodrum ile benzer bir nokta da var (Yine bizden bir şeye benzetiyoruz).  Bodrum'a gelen turist her gün denize girer ve orada yaşayana “Ne güzel ya, işten çıkıp denize girebiliyorsunuz. Bizim şehirde deniz var ama ayağını sokamazsın” der. Fakat işin aslı, oradaki adam da denize her gün girmez. Girmeyi düşünmez. Sahip olduğu gerçekliği tüketmez, zamana yayar, yumuşak yaşar.

Yumuşak yaşam önemlidir. Güç sert bir kavram olabilir ama önemli olan yumuşak bir yaşama sahip olmaktır. O zaman belli yerlerde sert güç noktaları olmayacak. Herkesin hemen eşit gücü olacak. Kimse bir şeye çarpmayacak. Esrarın, seks şovlarının, alkolün sokaklarda cirit attığı ülkede polisi sadece hava limanına gördük. Kriminal hiçbir olaya denk gelmedik. Belki, turistlik yerlerde şehrin güzel tarafını yaşatıp, pislikleri saklıyorlardır. O da olabilir. Ama adamların pislik kavramını da bilmiyoruz. Bize göre pis olan, buralarda serbest.

Klasiktir, Hollanda’ya giden Türk oldu mu hemen eşcinsellik şakaları yapılır. Biz de zannettik ki her sokakta öpüşen eşcinsel çiftler göreceğiz. Fakat işte bizim yasaklarla boğulan kafamızın özgürlük anlayışı da arızalı. Her sokakta LGBT bayrağı var, eşcinsellere saygı var. Ama sokakta eşcinsel olduğunu belli eden (ele ele veya öpüşen çiftler) yoktu. Türkiye’de sokakta daha çok görüyorduk. Bu demek değil ki Türkiye’de de eşcinseller rahat hareket edebiliyor. Tam tersi olduğunu söylemeye bile gerek yok. Ama demek ki insanların haklarına kavuşup, özgürlük talep etme dertleri olmayınca kendilerinin var olduğunu da göstermeye ihtiyaçları kalmıyor.

Sonuç olarak esasında, bu gezileri 10 sene önce yapmam lazımdı. O zaman hiç sosyolojik bakışlarla, toplum gözlemleriyle zaman geçirmezdik. Sadece eğlencemize bakardık. Fiziksel olarak da daha rahat hareket edebileceğimiz günlerdi. Bir mekana oturup boş boş bakmaz, harekete geçerdik, hareketin içinde olurduk. Zamanın bol olduğu, beklentinin hiç olmadığı günlerdi. Avrupa bize çok şey öğretebilirdi. 

En azından Avrupai yaşama adapte olmak için önümüzde bir sınav olacaktı. O sınava girmek için isteğimiz artacaktı. Ona göre çalışacaktık. Oraya gittiğimizde de çeşitliliğimiz artacaktı, bakış açılarımız çoğalacaktı ve eğlenecektik. Mesela Avrupalı öğrencilerin kafasına esip, bizim Bursa’ya İzmir’e gitmemiz gibi, Amsterdam’a gitmesi çok klas. 

Yaşadığın şehiden yola çık, iki saat sonra Amsterdam’a (veya Barcelona'ya veya Londra'ya veya başka bir yere) ulaş, bir hostelde kal, farklı ülkelerden insanlarla tanış, iletişime gir, eğlen, iki gün sonra dön, okuluna veya işine devam et. Muazzam bir dönemi hem doğal sebeplerden hem de kendi hıyarlığımız yüzünden kaçırmışız. Ama asıl sıkıntı bizde; kimseyi suçlamaya gerek yok. Ne de olsa çevremizde bu yaşamı deneyen, bı fırsatlatı değerlendiren ve hayatını ona göre düzenleyen insanlar oldu. Demek ki bahane yokmuş! Bizim için ise o günlerde esas olan mahallemiz ve tuttuğumuz takımdı. Şimdi onlarda da geriye pek bir şey kalmıyor. Sadece birbirine benzeyen hikâyelerimiz akıllarda, onları da anlatacak kimse yok. Yeni hikayeler biriktirmek için artık sınırları aşmak lazım.

O zaman buranın komik, zararsız milliyetçiliği ile bitirelim. Hollanda’da mekanları bir Türk çocuğunun şarkıları inletiyor. Burak Yeter adlı Türk DJ’in geçen yaza damgasını vuran Tuesday şarkısı hemen yerde çalınmaya devam ediyor. Helal olsun Burak, bu millet arkanda...







Haberler sona erdi… Kendi gündemimize geri dönüyoruz!