Perşembe, Nisan 6

Güç

Aslında bu işleri Refet yapıyordu. Ben olsam hiç bulaşmazdım. Nereye gittiğimizin ne önemi var der geçerdim. Zaten bir yerlere de gidemiyorduk. Ama bu sene Refet Başkan bir atılım yaptı. Balkanları gezdi. 



Madem o bir seri başlattı, bize de hem o seriyi sürdürmek hem de çıtayı bir adım sola çekmek kaldı. Erkenden alınan biletlerle Hollanda’ya gittik. Atanamamış sosyologlar iş başında...

Şimdi sizlere, “Abi orada herkes sokakta sarıp üflüyor” veya “Abi adamlar çok rahat, bisikletle gidiyorlar her yere. Trafik yok” falan demeyeceğim. Biz gezi yazısı yazmaya gerek yok. Nerede ne yenir, nerelere gidilir, ne içilir? Bunlar önemli değil. Ama tabi bu arada şehirle ilgili anlatılan efsanelerin hemen hepsi doğruymuş. Ben bunları bizim çevrenin gördüğü şeyleri abartması olarak zannediyordum ama hakikaten anlatıldığı kadar varmış. Ben en azından esrarı bizim bira gibi içiyorlardır diye tahmin etmiştim. Hani bizim biracılar ağaç altında, köşe başında veya eğlence merkezi semtlerde içer de şehrin ortasında içmez ya! Bunları da öyle sandım ama baya her yerde üflüyorlarmış. Mesai saatleri içinde bile böyle şeyler yapıyorlar. Belki de daha iyi oluyordur, o sayede kimseye gönül koymuyorlar.

Malum diplomatik krizler akıllarda ama insan şaşırmadan edemiyor. Bu insanlar ile husumet yaşamak oldukça zor iş. Büyük beceri. Öyle bir dertleri yok. Tamam Batı dünyasını övmeyelim de; şu yaşam tarzı hakkında da övgü dolu iki cümle söylemeden olmaz.

Gerçi bizim gibi sadakat duygusunu hastalığı yapmış bünyelere ters tepiyor. Özeniyoruz ama oraya gidince bile aklımızın bir köşesinde ‘burası’ oluyor. İnsan devamlı “Şimdi ne güzeldir bizim sahil kenarı”, “Kahvede ne makara dönüyordur” misali düşünceler geçiyor akıldan. Gördüğü her yeri bir yere benzetiyorsun, “Bak burası da tam Karaköy”, “Şu sokağın İstiklal’den farkı yok” diyorsun.

E peki nasıl olacak? Oraları gören herkes ‘Nasıl olur da oraya yerleşiriz’ planları yaparken bizim gibiler daha zorunu ve daha imkansızını istiyor. Akıldan geçen “Nasıl olur da bizim kasabayı bu hale getiririz” oluyor. Bunun için çok fazla teori çıkar. Ama herhalde en temeli gücü dağıtmaktır. Bizim sorun çıkarıcılar, gücün tek bir yerde toplanmasını dilese de bunun iyi bir şey olmadığı çok açık. Eldeki potansiyeli insanlara, kurumlara dağıtım sorumluluk vermekten, herkesi katılımcı hale getirmekten daha güzel ne olabilir ki?

Ufacık ülkeye üç tane başkent vermişler. Haliyle tek bir şehirde yüklenme yok. Amsterdam dediğin yer Avrupa’nın en önemli şehirlerinden biri ama belki de Hollanda için Rotterdam veya Lahey’den farkı yok. Sadece şehirler değil, kurumlar da bu güç dağıtımından payını alıyor. Bunu anlamak için 2 ay gözlemlemeye gerek yok. Üç günde anlıyoruz, belediyecilik ve şehir yönetimi gibi kavramların içinin ne kadar dolduğunu…

İnsanlar da bunun  dışında değil. Hayata dahil oluyorlar. Hayata dahil olan yönetime de dahil oluyor. Varlığının farkında, sorumluluğunun bilincinde. İkisi bir araya gelince Red Light’ı turistlere bırakıp, şehrin geri kalanında huzur içinde yaşıyor. Sen günün sonunda “Adamlar sarıp takılıyor” diyorsun ama aslında onların çok derdi değil. Sen sarıyorsun, paranı harcıyorsun, Hollandalı da kimseyle husumete girmeden işine gücüne bakıyor. Müthiş bir şey bu! 

Aslında bizim Bodrum ile benzer bir nokta da var (Yine bizden bir şeye benzetiyoruz).  Bodrum'a gelen turist her gün denize girer ve orada yaşayana “Ne güzel ya, işten çıkıp denize girebiliyorsunuz. Bizim şehirde deniz var ama ayağını sokamazsın” der. Fakat işin aslı, oradaki adam da denize her gün girmez. Girmeyi düşünmez. Sahip olduğu gerçekliği tüketmez, zamana yayar, yumuşak yaşar.

Yumuşak yaşam önemlidir. Güç sert bir kavram olabilir ama önemli olan yumuşak bir yaşama sahip olmaktır. O zaman belli yerlerde sert güç noktaları olmayacak. Herkesin hemen eşit gücü olacak. Kimse bir şeye çarpmayacak. Esrarın, seks şovlarının, alkolün sokaklarda cirit attığı ülkede polisi sadece hava limanına gördük. Kriminal hiçbir olaya denk gelmedik. Belki, turistlik yerlerde şehrin güzel tarafını yaşatıp, pislikleri saklıyorlardır. O da olabilir. Ama adamların pislik kavramını da bilmiyoruz. Bize göre pis olan, buralarda serbest.

Klasiktir, Hollanda’ya giden Türk oldu mu hemen eşcinsellik şakaları yapılır. Biz de zannettik ki her sokakta öpüşen eşcinsel çiftler göreceğiz. Fakat işte bizim yasaklarla boğulan kafamızın özgürlük anlayışı da arızalı. Her sokakta LGBT bayrağı var, eşcinsellere saygı var. Ama sokakta eşcinsel olduğunu belli eden (ele ele veya öpüşen çiftler) yoktu. Türkiye’de sokakta daha çok görüyorduk. Bu demek değil ki Türkiye’de de eşcinseller rahat hareket edebiliyor. Tam tersi olduğunu söylemeye bile gerek yok. Ama demek ki insanların haklarına kavuşup, özgürlük talep etme dertleri olmayınca kendilerinin var olduğunu da göstermeye ihtiyaçları kalmıyor.

Sonuç olarak esasında, bu gezileri 10 sene önce yapmam lazımdı. O zaman hiç sosyolojik bakışlarla, toplum gözlemleriyle zaman geçirmezdik. Sadece eğlencemize bakardık. Fiziksel olarak da daha rahat hareket edebileceğimiz günlerdi. Bir mekana oturup boş boş bakmaz, harekete geçerdik, hareketin içinde olurduk. Zamanın bol olduğu, beklentinin hiç olmadığı günlerdi. Avrupa bize çok şey öğretebilirdi. 

En azından Avrupai yaşama adapte olmak için önümüzde bir sınav olacaktı. O sınava girmek için isteğimiz artacaktı. Ona göre çalışacaktık. Oraya gittiğimizde de çeşitliliğimiz artacaktı, bakış açılarımız çoğalacaktı ve eğlenecektik. Mesela Avrupalı öğrencilerin kafasına esip, bizim Bursa’ya İzmir’e gitmemiz gibi, Amsterdam’a gitmesi çok klas. 

Yaşadığın şehiden yola çık, iki saat sonra Amsterdam’a (veya Barcelona'ya veya Londra'ya veya başka bir yere) ulaş, bir hostelde kal, farklı ülkelerden insanlarla tanış, iletişime gir, eğlen, iki gün sonra dön, okuluna veya işine devam et. Muazzam bir dönemi hem doğal sebeplerden hem de kendi hıyarlığımız yüzünden kaçırmışız. Ama asıl sıkıntı bizde; kimseyi suçlamaya gerek yok. Ne de olsa çevremizde bu yaşamı deneyen, bı fırsatlatı değerlendiren ve hayatını ona göre düzenleyen insanlar oldu. Demek ki bahane yokmuş! Bizim için ise o günlerde esas olan mahallemiz ve tuttuğumuz takımdı. Şimdi onlarda da geriye pek bir şey kalmıyor. Sadece birbirine benzeyen hikâyelerimiz akıllarda, onları da anlatacak kimse yok. Yeni hikayeler biriktirmek için artık sınırları aşmak lazım.

O zaman buranın komik, zararsız milliyetçiliği ile bitirelim. Hollanda’da mekanları bir Türk çocuğunun şarkıları inletiyor. Burak Yeter adlı Türk DJ’in geçen yaza damgasını vuran Tuesday şarkısı hemen yerde çalınmaya devam ediyor. Helal olsun Burak, bu millet arkanda...







Haberler sona erdi… Kendi gündemimize geri dönüyoruz! 

1 yorum:

Adsız dedi ki...

şaşırtmadın 48. hollanda ile ilişkiler gerilmişken senin de görev amaçlı oraya gitmen gerekiyordu. böl bakalım milleti, böl.