Aslında bu işleri Refet yapıyordu. Ben olsam hiç
bulaşmazdım. Nereye gittiğimizin ne önemi var der geçerdim. Zaten bir yerlere de
gidemiyorduk. Ama bu sene Refet Başkan bir atılım yaptı. Balkanları gezdi.
1)Belgrad
Madem o bir seri başlattı, bize de hem o seriyi sürdürmek hem de çıtayı bir adım sola çekmek kaldı. Erkenden alınan biletlerle Hollanda’ya
gittik. Atanamamış sosyologlar iş başında...
Şimdi sizlere, “Abi orada herkes sokakta sarıp üflüyor” veya “Abi
adamlar çok rahat, bisikletle gidiyorlar her yere. Trafik yok” falan
demeyeceğim. Biz gezi yazısı yazmaya gerek yok. Nerede ne yenir, nerelere gidilir, ne içilir? Bunlar önemli değil. Ama tabi bu arada şehirle ilgili anlatılan efsanelerin hemen hepsi
doğruymuş. Ben bunları bizim çevrenin gördüğü şeyleri abartması olarak zannediyordum
ama hakikaten anlatıldığı kadar varmış. Ben en azından esrarı bizim bira gibi
içiyorlardır diye tahmin etmiştim. Hani bizim biracılar ağaç altında, köşe başında veya eğlence
merkezi semtlerde içer de şehrin ortasında içmez ya! Bunları da öyle sandım ama baya her yerde
üflüyorlarmış. Mesai saatleri içinde bile böyle şeyler yapıyorlar. Belki de daha iyi
oluyordur, o sayede kimseye gönül koymuyorlar.
Malum diplomatik krizler akıllarda ama insan şaşırmadan edemiyor. Bu insanlar ile husumet yaşamak oldukça zor iş. Büyük
beceri. Öyle bir dertleri yok. Tamam Batı dünyasını övmeyelim de; şu yaşam
tarzı hakkında da övgü dolu iki cümle söylemeden olmaz.
Gerçi bizim gibi sadakat duygusunu hastalığı yapmış bünyelere ters tepiyor. Özeniyoruz ama oraya
gidince bile aklımızın bir köşesinde ‘burası’ oluyor. İnsan devamlı “Şimdi ne
güzeldir bizim sahil kenarı”, “Kahvede ne makara dönüyordur” misali düşünceler
geçiyor akıldan. Gördüğü her yeri bir yere benzetiyorsun, “Bak burası da tam
Karaköy”, “Şu sokağın İstiklal’den farkı yok” diyorsun.
E peki nasıl olacak? Oraları gören herkes ‘Nasıl olur da
oraya yerleşiriz’ planları yaparken bizim gibiler daha zorunu ve daha
imkansızını istiyor. Akıldan geçen “Nasıl olur da bizim kasabayı bu hale getiririz”
oluyor. Bunun için çok fazla teori çıkar. Ama herhalde en temeli gücü dağıtmaktır. Bizim sorun çıkarıcılar, gücün tek bir yerde toplanmasını dilese de bunun iyi bir şey olmadığı çok açık. Eldeki potansiyeli insanlara, kurumlara dağıtım sorumluluk vermekten, herkesi katılımcı hale getirmekten daha güzel ne olabilir ki?
Ufacık ülkeye üç tane başkent vermişler. Haliyle tek bir şehirde yüklenme
yok. Amsterdam dediğin yer Avrupa’nın en önemli şehirlerinden biri ama belki de
Hollanda için Rotterdam veya Lahey’den farkı yok. Sadece şehirler değil,
kurumlar da bu güç dağıtımından payını alıyor. Bunu anlamak için 2 ay gözlemlemeye gerek
yok. Üç günde anlıyoruz, belediyecilik ve şehir yönetimi gibi kavramların
içinin ne kadar dolduğunu…
İnsanlar da bunun
dışında değil. Hayata dahil oluyorlar. Hayata dahil olan yönetime de
dahil oluyor. Varlığının farkında, sorumluluğunun bilincinde. İkisi bir araya
gelince Red Light’ı turistlere bırakıp, şehrin geri kalanında huzur içinde
yaşıyor. Sen günün sonunda “Adamlar sarıp takılıyor” diyorsun ama aslında
onların çok derdi değil. Sen sarıyorsun, paranı harcıyorsun, Hollandalı da
kimseyle husumete girmeden işine gücüne bakıyor. Müthiş bir şey bu!
Aslında bizim
Bodrum ile benzer bir nokta da var (Yine bizden bir şeye benzetiyoruz). Bodrum'a gelen turist her gün denize girer ve
orada yaşayana “Ne güzel ya, işten çıkıp denize girebiliyorsunuz. Bizim şehirde
deniz var ama ayağını sokamazsın” der. Fakat işin aslı, oradaki adam da denize
her gün girmez. Girmeyi düşünmez. Sahip olduğu gerçekliği tüketmez, zamana yayar, yumuşak yaşar.
Yumuşak yaşam önemlidir. Güç sert bir kavram olabilir ama önemli olan yumuşak bir yaşama sahip olmaktır. O zaman belli yerlerde sert güç noktaları olmayacak. Herkesin hemen eşit gücü olacak. Kimse bir şeye çarpmayacak. Esrarın, seks şovlarının, alkolün sokaklarda cirit attığı ülkede polisi sadece hava limanına gördük. Kriminal hiçbir olaya denk gelmedik. Belki, turistlik yerlerde şehrin güzel tarafını yaşatıp, pislikleri saklıyorlardır. O da olabilir. Ama adamların pislik kavramını da bilmiyoruz. Bize göre pis olan, buralarda serbest.
Klasiktir, Hollanda’ya giden Türk oldu mu hemen eşcinsellik
şakaları yapılır. Biz de zannettik ki her sokakta öpüşen eşcinsel çiftler göreceğiz. Fakat işte bizim yasaklarla boğulan kafamızın özgürlük
anlayışı da arızalı. Her sokakta LGBT bayrağı var, eşcinsellere saygı var. Ama
sokakta eşcinsel olduğunu belli eden (ele ele veya öpüşen çiftler) yoktu.
Türkiye’de sokakta daha çok görüyorduk. Bu demek değil ki Türkiye’de de eşcinseller rahat hareket edebiliyor. Tam tersi olduğunu söylemeye bile gerek yok. Ama demek ki insanların haklarına kavuşup, özgürlük talep etme dertleri olmayınca kendilerinin var olduğunu da göstermeye ihtiyaçları kalmıyor.
Sonuç olarak esasında, bu gezileri 10 sene önce yapmam lazımdı. O zaman hiç sosyolojik bakışlarla, toplum gözlemleriyle zaman geçirmezdik. Sadece eğlencemize bakardık. Fiziksel olarak da daha rahat hareket edebileceğimiz günlerdi. Bir mekana oturup boş boş bakmaz, harekete geçerdik, hareketin içinde olurduk. Zamanın bol olduğu,
beklentinin hiç olmadığı günlerdi. Avrupa bize çok şey öğretebilirdi.
En azından Avrupai yaşama adapte olmak için
önümüzde bir sınav olacaktı. O sınava girmek için isteğimiz artacaktı. Ona göre çalışacaktık. Oraya gittiğimizde de çeşitliliğimiz artacaktı, bakış açılarımız
çoğalacaktı ve eğlenecektik. Mesela Avrupalı öğrencilerin kafasına esip, bizim Bursa’ya
İzmir’e gitmemiz gibi, Amsterdam’a gitmesi çok klas.
Yaşadığın şehiden yola çık,
iki saat sonra Amsterdam’a (veya Barcelona'ya veya Londra'ya veya başka bir yere) ulaş, bir hostelde kal, farklı ülkelerden insanlarla
tanış, iletişime gir, eğlen, iki gün sonra dön, okuluna veya işine devam et. Muazzam
bir dönemi hem doğal sebeplerden hem de kendi hıyarlığımız yüzünden kaçırmışız. Ama asıl sıkıntı bizde; kimseyi suçlamaya gerek yok. Ne de olsa çevremizde bu yaşamı deneyen, bı fırsatlatı değerlendiren ve hayatını ona göre
düzenleyen insanlar oldu. Demek ki bahane yokmuş! Bizim için ise o günlerde esas olan mahallemiz ve
tuttuğumuz takımdı. Şimdi onlarda da geriye pek bir şey kalmıyor. Sadece birbirine
benzeyen hikâyelerimiz akıllarda, onları da anlatacak kimse yok. Yeni hikayeler biriktirmek için artık sınırları aşmak lazım.
O zaman buranın komik, zararsız milliyetçiliği ile
bitirelim. Hollanda’da mekanları bir Türk çocuğunun şarkıları inletiyor. Burak
Yeter adlı Türk DJ’in geçen yaza damgasını vuran Tuesday şarkısı hemen yerde
çalınmaya devam ediyor. Helal olsun Burak, bu millet arkanda...
Haberler sona erdi… Kendi gündemimize geri dönüyoruz!
1 yorum:
şaşırtmadın 48. hollanda ile ilişkiler gerilmişken senin de görev amaçlı oraya gitmen gerekiyordu. böl bakalım milleti, böl.
Yorum Gönder