Salı, Ekim 31

Papa Hemingway in Cuba


Eleştirmenler tarafından hiç beğenilmeyen 2015 yapımı bu filmi seveceğimi düşünüyordum. Fikir ilginçti çünkü. Ernest Hemingway, ömrünün son dönemlerinde Küba'daydı ve Küba'da devrim ateşi yanmaya başlamıştı. 

Birinci Dünya Savaşı'nda askerde olan, en iyi kitaplarından birini İspanya İç Savaşı'na yazan, ömrünün son dönemini Küba'da geçiren bu adamın yaşam öyküsü cezbediciydi. O öykünün belli bir parçasına odaklanmak bile çok değerli olabilirdi.

Fakat, eleştirmenler kadar olmasa da aradığımı çok fazla bulamadım. Belki de bir-iki kitabını okuduğum ve özel hayatına dair çok fazla bilgisine sahip olmadığım bu adamı daha iyi tanımam gerekiyordu. Yine de filmin ilk yarısı; hatta daha da fazlası, çok iyi ilerlemişti. Sonlara doğru artık sıkılmaya başladık. Bu güzelim konu, basite kaçmalar ve herhalde gişeyi düşünme kaygıları nedeniyle istenilen noktaya ulaşılmamış sanki. Daha çok yapımcı kimliği ile bilinen Bob Yari'nin yönetmen koltuğunda olması da biraz sıkıntı yaratmış olabilir. Yari, kariyerinde sadece iki film çekmiş ve ilki 1989'daymış. Yani Yari'nin 26 yıl sonra yönetmenlik deneyiminde bulunması en çok bizi yaraladı. Sonuçta ezberleri zihinden atamazsınız. Yapımcı birinin yönetmen olarak en büyük isteği salonu doldurmaktır. Bu hedef işe yaradı mı bilmiyorum ama film direğe çarpıp auta çıkmış.

Pazartesi, Ekim 30

Çılgınlık



Bu doğru davranıştır işte. İkinci yarıda 30 dakika geçmişken 4-0 öndeydik ve o iki gol atmıştı bile. Bir tanesi tam aut çizgisinden harika bir vuruştu. Tekrar söylemem gerek, bu şans eseri değil bilinçli bir vuruştu. Tüm zaferi kendisine saklayıp, gazeteler 10 üzerinden 10 alabilirdi. Ancak bunun yerine şu koşuyu yaptı. Burada güzelliğin içinde çılgınlık var.

Pazar, Ekim 29

Rails & Ties


Clint Eastwood merakım beni nerelere getirdi?! Eastwood'un zamanında ilişkileri ve Playboy'a verdiği pozlarla çok fazla gündeme gelen meşhur kızı Alison Eastwood'un kariyerinde bir tane yönetmenlik denemesi vardı. Güzelliği sayesinde bazı zayıf filmlerde oynamış bir kadının birden uzun metrajlı bir filme soyunması ilginçti ama beklenti de yoktu. Böyle işler genelde ışık vermez ama yine de aradan sürprizlerin de çıktığı görülmüştür Aynı örnek değil belki ama olsun; mesela Alison'dan sadece bir yaş büyük olan Sofia Coppola'nın da bu noktalara geleceğini kimse tahmin edemezdi.

Coppola'nın Lost in Translation'u çekmesinden birkaç sene sonra da Eastwood bu filmi çekmiş. Çekmez olaydı! Türkiye'de vasat kanalların az izlenen dizilerinden bile olmayacak bir hikaye, üstün körü bir iş. Oyuncular da vasat, hepsi 'Bitse de gitsek' havasında. Olan, isme hatta sadece soyada güvenen bizim 100 dakikasına oluyor. Haliyle bu Alison kızımızın ikinci filmi (Battlecreek) 10 sene sonra hazır olabildi. Ona ne zaman denk gelirim bilmiyorum ama henüz çevremde adını anan bile olmadı. Bu skandaldan sonra benim de aklıma gelmez.

Cumartesi, Ekim 28

Sığınak #3


SIĞINAK #2

Halkımız tarafından çok sevilen ve arası biraz uzayınca bizlerin mesaj yağmuruna uğramasına neden olan serimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kaldığımız yer bir deplasman tribünü koridoruydu. Yine bir deplasman tribünü koridorundayız (Burası kordior herhalde). Fakat bir önceki yazının videosu Beşiktaşlılar ile yaz mevsiminin ortasındaydı, bu sefer ise Fenerbahçe tribünü ile kışın en sert zamanındayız...

Bu bölümde; yayınlandığı zaman internette rekorlar kıran, sonrasında yavaş yavaş unutulan ama bizim devamlı gönlümüzde kalan 1 dakika 37 saniyedeyiz.

Öncelikle bu videoda bilmediğimiz bazı noktalar var. Aslında internette kapsamlı bir araştırma yapsam bulabilirim ama üşeniyorum. Birincisi bu video tam olarak ne zaman çekildi? Maç öncesi mi, maç sonrası mı, devre arası mı? Bana devre arası gibi geliyor ama inşallah maç sonrasıdır! İki; burası stadın neresi? Koridor mu, avlu mu, hatta stadın dışı mı? İnşallah koridordur. Bunlar önemli detaylar, yazıyı daha farklı yere sokabilirdi ama yine de eksik bilgiler ışığında ilerleyeceğiz..

Görüntünün zamanlaması önemli. Çünkü, Fenerbahçe o sezon (2013-14) Karabük deplasmanından 2-1 mağlup döndü. Haliyle bu videonun maçın öncesinde çekilmesi ile maçın sonunda olması arasında dağlar kadar fark var. İstanbul'dan kalkıp Anadolu'nun en küçük şehirlerinden birine gelip, en ufak stadyumlarından birinde maç izleyip kış vakti eve puansız dönmek çok büyük bir trajedidir. Tam o esnada hep beraber bir türkü söylemekse trajediyi yumuşatır ama yüne de güçlü bir melankoliyi tam ortaya bırakır. Üstelik burası maçın sonuysa ve deplasman tribününün koridoruysa işler daha çetrefilli hale gelir, zira maçı kazanan ev sahibi takımın taraftarları tribünü boşaltırken senin bir kaybeden olarak yapacağın sağlıklı pek bir şey yoktur. Bu türkü eşliğinde zıplamak da o ruh halinin yansımasına çok uygun olur.

Serinin ilk iki yazısından farklı olarak, bu video zamanında çok popüler olmuştu. Birçok yerde paylaşıldı, herkes dinledi, özellikle söyleyenin (biz adını biliyoruz, tribün kovalayan kesim tanıyordur ama isim yazmaya gerek yok) sesine çok fazla övgü yapıldı. Ama bizim ayrıldığımız bir nokta var. Burada söyleyen 'tek bir abi' yok. Çevresindeki herkes kafasına göre ona eşlik ediyor. Yani sesi güzel insanın ortaya çıkıp çevresindekileri eğlendirmesi veya kendini dinletmesi değil olay. Evet bir liderlik veya öncülük var ama aslolan kollektif ve doğaçlama bir eylem olmasıdır.

Yine serinin diğer yazılarından farklı olarak; bu sefer gerçekten bir sığınaktayız. Öyle hayattan, acılardan, yalnızlıklarından kaçanların metaforlarına sığınmamıza gerek yok. Aralığın sonu (22 Aralık) ve ekrandan bile hissedilen korkunç bir soğuk... İnsanlar soğuktan birbirlerine yaklaşmışlar, zıplamak ve harekete geçmek için bahane arıyorlar ki ısınabilsinler. Videoyu arka arkaya üç kere izleyenin ayak parmakları donmaya başlıyor. 

Ve video öyle başlıyor zaten. Başlar başlamaz o deplasman ateşini görüyorsunuz. Tribünde olanların; (ama gerçekten olanların) içinde hep zaman bir deplasman ateşi yanar. Çok başka bir duygudur. Fakat o ateşe sahip olmak kolay da bir şey değildir. Gitmek ayrı zordur, gidince ayakta kalmak daha da zordur. Deplasman ateşini kontrol altına almak için, deplasmana gittiğinde ateş yakmayı göze alacaksın. Yoksa gerçekten donarsın. Zaten, yola çıkmadan önce kimse kolay olduğunu söylememişti.

O ateş yanar ve çevresi yavaş yavaş dolar. Bazen gittiğiniz şehirler o kadar soğuktur ki o ufak ateş size çok yardımcı olur ama genelde, çoğu zaman aslında o ateşten çok da büyük fayda gelmez. Binerce kimseyi ısıtamaz, soğuğu kıramaz. Zaten yakması da zordur. Ya kimse yakmakla uğraşmaz, ya atesi devam ettirecek madde bulunamaz ya da yansa bile ateş  hemen söner. Ama ne olursa  olsun, en güzeli o ateşin çevresinde toplanmaktır. Kızılderililer dumanla iletişim sağlıyorsa deplasmana giden tribüncüler, özellikle yenildikten sonra, ateşle iletişim kurar. O berbat maçın acısı, sert havanın soğuğu ve gözde büyüyen eve dönüş yolunun güçlüğü ancak muhabbet edilerek dağılır.  

Sanıldığının aksine deplasmana gidince devamlı tezahürat dönmez. İnsanlar zanneder ki deplasmana gidenler 7-24 takımlarının adını söyler, takımları için besteledikleri tezahüratları söyler. Öyle bir devamlılığa ben hiç şahit olmadım. Belki maça giderken o coşkuyla daha çok tezahürat söylenir ama bunun için sesini duymasını istediğin insanlar yakınında olmalı. Yani futbolcular, rakip taraftarlar, veya o bilmediğin şehirlerin yerel halkları... Eğer onlardan birileri yoksa, kendi kendine takımına dair bir şey söylemezsin. Ne de olsa etrafta bir maç yoktur ve deplasman yolu, yola çıkışın birincil amacından kopulan yerdir. Deplasman çocukları oralarda kendi dertlerini anlatır, kendi türkülerini söyler. Gerçi sorsan kendi dertlerinin en büyük kısmını, önceki hafta oynanan derbi veya ertesi hafta yapılacak pankart oluşturur ama onları da tezahüratla dile getirmektense üstü kapalı mesajlarla ve çift anlamlara ortaya çıkarırlar. Bazen bir anda öyle bir türkü söylenir ki insanın aklına hem tuttuğu takım hem de o sığınağa gelmesine neden olaylar gelir. Bu ikisinin çarpıştığını oradaki kimse kabul etmez ama bilen bilir ve anlar. 

Eksi ile eksinin birlikteliği nasıl artı oluyorsa; bu iki sert duygunun aynı anda çarpışması da pozitif bir şey doğurur. İlginçtir, nasıl olduğu belli değildir ama bu böyledir. Nedenini ben de senelerce anlayamadım. Böyle bir çarpışmadan sonra hüngür hüngür ağlaması gereken insanların içinde garip bir huzur, dışında yumuşak bir gülümseme  olur. Bu videoda da kahkahalar ve tebessümler eksik olmaz (İşte maçın neresinden, onu bir bilsek).

Türkü devam ettikçe eşlik edenler ve zıplayanlar hiç bitmez. Bir türküye eşlik edenler anlaşılır da mesela böyle bir türküde kim zıplar ki? Temposu yavaştır, sözleri de hüzünlüdür. Fakat tribün adamı olmak böyle bir şeydir. Yanında iki tane omuz buldun mu; bir de bir şeyler mırıldanılıyorsa zıplarsın. Dikkat edin; birçok kişi neden zıpladığının farkında bile değildir. Hatta nedenini bırakın; zıpladığını bile fark etmez. Tamam soğuk önemli ama Pavlov'un deneyindeki gibidir. Bu bir şartlanmadır!

Çok fazla ayrıntı var. Türkünün kendisi, sözleri bile ayrı bir yazı konusu çıkacak kadar geniştir ama çok uzatmaya gerek yok. Bizim için şimdilik önemli olan sığınaktakilerdi. Kimsenin sokağa dahi çıkmayacağı hafta sonlarında yola düşüp, kimsenin durduk yere gitmeyeceği şehirlere giden; evden uzakta, herkesten uzakta, her şeyden uzakta kaybolmayı tercih eden ama kendisi gibi olanlarla varolmaya çalışan insanlar...

Aradan dört sene geçti ve hâlâ bazen aklıma bu türkü (video) düşüyor. Her aklıma düştüğünde de evin ortasında ateş yakasım geliyor. Isınmak için değil; belki çember kalabalıklaşır diye...


SIĞINAK #1

Not: Neredeyse blogun yönetimine tek başına el koyacak kıvama gelen, Banker Bilo gibi üzerimize oyunlar oynayan, kendine has bir hayran kitlesi yaratıp o güce güvenen Refet; bu seriye de el attı. Serinin dördüncü yazısı ondan gelecek. Yazı hazır, taslaklarda duruyor. Uygun bir zamanda gireceğiz. Herkes tetikte olsun!

Cuma, Ekim 27

Flags of our Fathers


Clint Eastwood filmlerini çözmekte zorlanıyorum. Daha doğrusu Eastwood'un kendisini anlamakta zorlanıyorum Üstelik bir de savaş-asker temalı filmler çekiyorsa iş daha da karmaşıklaşıyor. Amerikan olmanın gururunu anlatırken bir anda eşitlikten bahsediyor. Veya gereksiz bir milliyetçilikle tüm filmi idare edebiliyor. Mesela American Sniper gerçekten midemi bulandırmıştı. İşin açıkçası gerçek bir olaya dayanan ve ABD'nin 2.Dünya Savaşı'ndaki yapay (ya da abartılan diyelim) kahramanlık destanlarından biri olan Iwo Jima'yı anlatan Flags of our Fathers'dan da pek bir umudum yoktu.

Fakat, isminden bile korku salan film beklentilerimin üzerine çıktı. ABD bayraklarının gölgesinde geçen bu 135 dakika beni oldukça sardı. Hiç olmazsa filmin eleştirileri vardı. Her ne kadar bu eleştiri savaşa veya militarizme değil de, savaşın kendisinden nemalanan ve savaşa katılan çocukların acılarını düşünmeden topluma milliyetçilik pompalayan insanlara olsa da en azından hiç yoktan iyidir. Bir de ABD'nin kendi içinde sık sık yaşadığı ayrımcılığın (Kızılderililer) göze soktuğunu da eklemek lazım. Ira Hayes (Adam Beach) filmde en başarılı şekilde işlenen karakter.Tabi bunda Eastwood'dan önce senaristi, yani daha da doğrusu bu filmin ortaya çıkmasına neden olan kitabın yazarı William Broyles'a dikkat çekmek gerekiyor.

Fakat yine de işin asıl ilginç kısmı, Eastwood'un aynı yıl (2006) hem bu filmin hem de senaryosunu Japonların yazdığını ve hemen hemen aynı olayın farklı bir gözden anlatıldığı Letters form Iwo Jima'nın yönetmenlik koltuğunda oturmasıdır. Onu henüz izlemedim, fakat Flags of our Fathers'ın referansı sayesinde ilgimi çekiyor. Araayı fazla uzatmamak lazım.

Zaten Eastwood kötü bir sinemacı hiç değil. Hatta 100 yıla damga vuran Hollywood'un ta kendisi diyebileceğimiz adamlardan. Üstelik önetmenliği; karizmasının ve yakışıklılığının sağladığı avantajlarla artı puanlar alan oyunculuğundan çok daha iyi bile olabilir. Göze sokmaktan çekinmediği milliyetçi karakteri benim için çok önemli olmasa da, bu bakış filmlere yansıdığında izlediğim şeyden utanıyorum. Özne yine American Sniper...

Flags of our Fathers kusursuz bir film değil. Hatta çok iyi bile değil. Ama iyi... En büyük sıkıntısı son yarım saati. Çok fazla uzaması notu düşürmeme neden oluyor. Ama düşünce de elimizde fena bir puan olmuyor. İzlenebilir filmlerden biri..

Çarşamba, Ekim 25

Elephant Song


Elephant Song konusuyla ve ilginç işlere imza atan sinemacı Xavier Dolan faktörüyle dikkatimi çekmişti. Farklı ve enteresan bir film izleyeceğimi düşündüm. Esasında bunları da buldum ama biraz da sıkıldım. Tek mekanda geçen bir film için zor tabi. Sanırım bir roman uyarlaması. Filmin durgunluğuna rağmen kitap merakımı hâlâ koruyor. İyi bir fikir, başarısız olmuş gibi. Sanırım Dolan'ın kendi yönetmediği bir filmde başrolde oynaması filmin özeti. İlgi çekici ama eksik...

Salı, Ekim 24

En Kötü Galibiyet


Ben Kafkaslı’nın üzerinde 59 yarış kazandım. Aynı at ve aynı jokeyin bu kadar yarış kazandığı bir başka örnek yok dünyada. Fakat Cumhuriyet Koşusu’nu hiç kazanamadık. Birlikte dört kez kaybettik. 2010 yılında, Gelibolu adında favori bir safkanla bu koşuya katıldım. Kafkaslı da artık kariyerinin sonuna geliyordu ve biraz düşmüştü. Ona da kardeşim Ömer bindi. Normalde yarış öncesi, atlar start’a girmeden jokey arkadaşlarımla hep şakalaşırım. O gün ağzımı hiç açmadım, Kafkaslı sesimi duyup üzülmesin diye. Tanırdı çünkü, “Ben bu hâle düştüm, bak bana binmiyor” diye düşünsün istemedim. Zaten o gün sakatlanıp pistte kaldı. Ben de koşuyu kazandım. Yarış bitmiş, kupa merasimindeyiz, benim gözüm hâlâ pistte bekleyen Kafkaslı’da. 1000 tabelalarının orada kalmış hayvan. O da sanki benim kazandığımı hissetmişti. Öyle özel bir bağımız vardı bizim. Sanki bir parçamdı.

Selim Kaya / Socrates - Ekim

Pazartesi, Ekim 23

Silsile


Nasıl oluyor bilmiyorum ama son dönemde bazı Türk filmleri nedense çok göz ardı ediliyor. Düşük bütçeli veya gişe hedefi olmayan filmleri saymıyorum. Popüler oyuncuların oynadığı, iyi bir yapım şirketine sahip, fena kalitede de olmayan filmlerin adını duymuyoruz bile. En azından devamlı popüler kültürle iç içe olan benim bile adını duymadığım filmler oluyor.

Silsile bunlardan biri. Nehir Erdoğan, İlker Kaleli, Serkan Keskin, Tardun Flordun gibi bilinen isimler yer alıyor. Arkalarında BKM var. Fakat tesadüfen denk gelmesem böyle bir filmin varlığından haberim bile olmayacaktı. Demek ki gerçekten bu filmlerin reklam-tanıtım konusunda bazı sıkıntıları var.

Oysa Silsile iyi bir film. Çok fazla spoiler vermemek lazım. Ama dar bir alanda ve tek bir gecede geçen bir film. Böyle filmlerde tempo yakalandı mı acayip keyifli oluyor izlemesi. Oyuncular çok başarılı. Özellikle Tardu Flordun çok çok iyi. Müzikler çok başarılı. Zaten hemen en başta Lose Your Soul'un çıkması ve şarkıya çok uygun ve çok başarılı bir sahnede olması koltuğa kitlemeye yetiyor. Yönetmen Ozan Açıktan'ın ilk filmi, bunu göz önünde bulundurunca başarılı bulduğumu söylemeliyim. Zaten kendisine ilk olarak birkaç ay önce izlediğim Annemin Yarası ile denk gelmiştim. Orada da iyi bir iş çıkarmıştı, öncesinde Silsile'de de kotarmış. Ama herhalde filmin en güzel tarafı görüntü kalitesiydi. Zaten bir gecede ve karanlık mekanlarda geçiyordu. Bu teknik açıdan önemli midir bilmiyorum; fakat öyle ortamlarda çok renkli ve canlı bir film çıkmış. Açıktan'ın sinema öncesinde reklam sektöründe yer alması bunda etkili olabilir. İzleyeni nasıl çekeceğini biliyor olsa gerek.

Filmin zayıf kısmı varsa, o da kurgudaki bazı eksikler. Çok önemli mi? Bence değil. Ama mesela şu entry'de bu yüzden gömülmüş. Kardeşim senaryo bir filmde her şey değil zaten.  Birbirine benzeyen binlerce film var, derdini nasıl anlattığıyla fark yaratanı oluyor. Zaten verdiği örnek de saçma; biz yıllarca Haydarpaşa'da trenden inip vapur bekledik. Demek ki oluyormuş!

Toplumun (Hadi İstanbul'un diyelim) neredeyse tüm sınıflarını; burjuvasını, sokak çocuğunu, bohemini, rantçısını, esnafını tüm çıplaklığıyla tek bir mekanda ortaya başarılı bir şekilde koyması çok önemli. Bir de bunun için Karaköy'ün seçilmesi çok anlamlı. Bu filmden üç sene sonrasında haberimizin olması kimin ayıbı bilmiyorum... 



Pazar, Ekim 22

Just Lviv It!

Yazar: Refet

"Hem yoluna devam edersin hem uyursun. Yeter ki yanındaki yolcuya kafanı düşürme. Gerçi bu videoyu izledikten sonra bu kaygı ortadan kalkar. Ne de olsa, semte giden 4 numaralı otobüste yanımıza Ukrayna cumhurbaşkanı oturmayacak.

Ukrayna demişken, Refet yine yollara düşüyor. Hayranlarına, ondan önce ilk biz duyuralım. Son günlerde blog ofisi faks yağmuruna tutulmuştu; "Nerede bu çocuk?" diyenlere cevap yetiştiremiyorduk. İşin aslını öğrendik, "Vizesiz yer var, gidersen" demiş ve Lviv'e bilet almış. Açıkçası bu gezgin ruhu öne çıkaran bahaneler beni pek tatmin etmedi. Geçenlerde de tam kriz zamanı Katar'a gitmişti. Şimdi de Reis'in uyuyakaldığı yerlere gidiyor. Altından bir şey çıkar."

Kutay Ersöz, 10 Ekim Salı, Targetstriker



Atanamamış Amatör Sosyologlar Yazıları | Lviv

Refet Bele Himayelerinde...



Refet Bele: Efendiler ilk hedefiniz Galiçya Cephesi'dir , İleri!

Kutay'ın "Avrupa Ampute Şampiyonası Finali'ne gidecek dost aradım, bu şehri periler sarmış" diye Haluk Levent şarkıları mırıldandığı sıralarda biz Lviv yolculuğu için son kontrollerimizi yapıyorduk. Kaş'a gittiğim zaman minik otogarında bir amca şöyle demişti: 

Bizim konseptimiz bu. 5 yıldızlı oteller, açık büfeler beklemeyin. CEO'su da gelse pansiyonda kalacak, konsept bu! 

Galiba Lviv'in de konsepti buydu. İlk kez airbnb üzerinden oda alacaktım. Böylece Türkiye'ye dönünce tek böbrek ameliyatı için beklerken bloga bir sürü seri yapabilirdim.

Genç bir çiftten oda kiraladım. 5 gün için 200 lira gibi bir fiyat. Hem de içinde çorbası, iftar tabağı, tatlısı, tuzlusu da dahil. Ukrayna pasaport polisi görmek ister diye de çıktısını alıp pasaportumuzun arasında koyduk.

Ampute takımımız şampiyon oluyor ve kaptanı telefonla konuşuyordu RTE ile. RTE, Ukrayna'da idi bir dizi ziyaret için. Üçtür pişti olacaktık ve beni bu sefer kesin "ajan bu piç" diyerek paketleyeceklerdi yaka paça. (Kalkışmada Kaş'ta, Katar'da iken Doha'da) 

Bu düşüncelerle valizimle evden çıkarken, reisçi komşumuz gördü ve hemen muhabbete girdi. Ben de "Ulan Lviv-Ukrayna dersem şimdi karı-kız muhabbeti yapacak en iyisi Galiçya Bölgesi- Polonya sınırı diyerek tribünlere oynayayım" dedim ve fonda Irmağının Akışına çalmaya başladı. "Hadi iyisin Reis de ordalarda"  diye de ekledi uğurlarken. Hayır ne olacaksa yani...

Airbnb'den konfirmasyon maili gelmişti fakat chat kısmından tesis ile ilgili sorduğum sorulara cevap gelmemişti. Hafif kıllanmıştım. Neyse mekanı aradım. "Bir saniye bekleyin" diyerek telefonu Türkçe bilen bir dayıya verdiler. Kısaca, "İlk gün haricinde diğer günler tamam, o bir gün başınızın çaresine bakın" dedi. Hemen orayı iptal ettim. Olmadı pakta yatardık. Yine rastgele bir yer seçip beklemeye başladık.

Amatör Sosyologlar olarak derslerimizde hocalarımız bize "Gidilen ülke hakkında bir ön fikir oluşmasını istiyorsan, uçak yolcularını iyi incele " demişlerdi. Gri tuğralı doblosunu dış hatlara parketmiş nalbur abiler, içki almak için 1-2 günlüğüne kaçan tekelci, 35-55 yaş aralığında Lviv KTM'ye katılacaklarını düşündüğüm 20 kişilik bir sap grup ve Ukraynalı bir kaç melek ile havalandık. Bu sefer dikkatimi çeken uçakta boş yerlerin olmasıydı. Hatta uçağın dengesi sağlansın diye, önde kalabalık yapanları arkalara aldılar. Meğerse sızıp uçağı kaçıran çok oluyormuş Rus yolculardan. Versene şu votkayı bilader...

Sağ salim indik. "Bilecik Otogarı'na hoşgeldiniz" yazısının eksik kaldığı ufacık bir havalimanı. Kaos yok, koşuşturanlar yok. Aradığımız huzur... Üç yıl Atatürk ve Sabiha Gökçen'de çalışmış biri olarak 1-2 dakika durdum ve o dinginliği yaşamak istedim. 

Pasaport kontrolüne doğru ilerledim. 4 bankonun 4'ü de kadın polisti. Sap gruptan uzaklaşıp, 'Abdurrahman Çelebi parkamı' giydim üzerime. Saplar güle oynaya damgalatıp geçerken, gözleri için üç kez cinayet işlenecek polis abla o kilit soruyu yöneltti: "

"First Time in Ukraine?"

O an Nazım Hikmet'ten "Bu gün Pazar, beni ilk kez güneşe çıkardılar, ve ben ilk kez..." tavrında "İlk kez.." diye mahcup bir gülümseme takındım.

Sol tarafta minik bir odaya yönlendirdi ve 'Önce orası, daha sonra burası' der gibi işaretini çaktı. 5-6 sap ile kuyruğa girdik. Zaten girişe Türkçe yazı asmışlar, altında da wi-fi şifresi ile "Rezervasyonlarınızı internetten de gösterebilirsiniz" tarzı bir jest. Sıra beklerken hemen ilgili sayfaları hazırladık. İçeri girdik; yine tüm polisler kadındı. Rezervasyon yaptığım yeri gösterdim. "Dönüjj biylat" demeden daha hazırdı biletimiz. "Hiç dönmeyi istemiyorum, içerisi de böyleyse" bakışıyla onu da sunduk, cüzdanım çıkarıp bilgisayarın kamerasına göstermemi istedi. Teşekkür etti, damgayı vurdu. Pasaporttan da okeyi alıp Arka Sokaklar-Lviv'de konuk oyunculuğumuz bittikten sonra şehre giriş yaptık.

Taksilerin uygun fiyatı olduğunu okumuştum, o yüzden zorlanmadan, Tarzanca anlaşarak kalacağımız yere doğru yola koyulduk. Taksici İngilizce bilmiyordu. Ben Türkçe, İngilizce ve beden dili anlatıyor, o da aynı şekilde cevap veriyordu. Bir şekilde muhabbet ettik o kısa sürede. "Trafik çok, sinyal vermeden dönüyor, egzozu patlamış, burada yolcu mu indirilir" evrensel sorunlardı. İşin garibi şehir merkezinden uzaklaşıyorduk. Nasıl diyeyim; Sabiha Gökçen'den Kartal Merkez'e gidecekken taksinin Pendik-Aydos'a sapması gibiydi.



Neyse ki mekana geldik. "Ben nedime, mekanın sahibiyim" diyerek bir abla karşıladı. Burası köymüş normalde. Ufak ufak binaları alıp restore edip butik otele çevirmeye başlamışlar. Bizim Balat gibi. Dinler tarihi okuduğunu öğrendik N'nin (nedime-mekanın sahibi). Taksimizi çağırdı ve şehir merkezine doğru yola çıktık.

Merkezde bizi Adam Mickiewicz'in heykeli karşıladı.



"İmparatorlar cigaralarından babacasına çektikleri dumanı üflerken, Adam Mickiewicz'in şahir ruhu dumana asılıp, yüz yıllık müzesinden kalkarak kilisenin istavrozuna kondu. Ağır ablalar esrarı daha kallavi götürmek için zıvanalar hazırlamaktaydı" 

Ağır Roman'ın açılış repliği ile şehre giriş yaptık. Sahi kimdi bu şair. Hemen Lviv Belediyesi'nin sunmuş olduğu sınırsız Wi-Fi ile araştırmamızı yaptık. Meğerse bronz heykelinin elini kesip tampon yaptıkları şair İstanbul'da vefat etmiş, hatta müzesi bile varmış Beyoğlu'nun arka sokaklarında.

İçinden deniz geçmeyen şehirlere karşı önyargılıydık hep. En azından bir nehir, bir su birikintisi olmalıydı. Ama burası kafadan etkilemişti bizi. Bilgi deniziydi. Bir de İlhan İrem'in menevişlerinden çok fazlaca burada.

Bosna'da görüp hayran kaldığımız olay burada da var. Şehrin yerel birasının satış mağazası. En alt kat biralar, hediyelikler ve bar, üst üç katsa restaurant. Bizim bomontiada tarzında aslında. 2.5 TL'ye biramızı içiyoruz günü bitiriyoruz.

Ertesi gün Lychakiv Mezarlığı'nda başlatıyoruz günü. Buranın Karacahmet/Zincirlikuyusu. Fakat tek bir farkla, her mezarın başında bir heykel var. Fani ömründe ne ise onunla ilgili bir heykel konduruvermişler. Yukarlarda ise Galiçya Cephesi Şehitliği var. 'Galiçya Cephesi'nde ölen tüm milletlerin yiğitleri ve aslanları burada yatıyor' yazısının okuyunca hemen fatihamızı gönderiyoruz. Tarih derslerinde hep geçerdi. Ben Galiçya'yı hep İspanya'da zannederdim. Bir yerlerde birilerine asker lazım olmuş ve yine biz ölmüştük. Uçaktaki sapların bundan haberi var mıydı acaba? Sorsan mangalda kül bırakmazlar. Bunlar hep yazılacak, deşilecek!


Derken şehir merkezinde Karpaty Lviv'li oyuncuları görüyorum. Yeşil eşofmanlarıyla takım otobüsünü bekliyorlar. Kimse oralı değil. Ne imza isteyen, ne selfie çektiren, ne anasına-bacısına söven var. Zaten 2007'den beri iflah olmamışlar. Bu tarz sürpriz takımlar bence büyük ahlar alıyorlar ve iki yakaları bir araya gelmiyor. Adamların yüzünden düşen bir parça zaten. Odessa'da gemileri batmış halde dolaşıyorlardı, hiç bulaşmadım. Belki teknik direktörü ile sohbet edip, buraya koyabilirdik: Lviv'in sürpriz takımı Karpaty'nin renkli başkanıyla hayat, kadınlar, siyaset, aşk ve Karpatlar hakkında konuştuk

34' Kozhanov sağ kanattan ceza sahasına girdi pasında Kuznetsov'un dokunuşunda top ağlarla buluştu. 0 - 1 


Resmen içim kararıyordu. Mezarlığın negatifliğinden de olacak ki birden kafamdaki Rijkaard Hoca, Milan Baros'u oyuna almaya karar verdi. 

35' Galatasaray'da oyuncu değişikliği. Mehmet Batdal yerine Milan Baros oyuna girdi.


Birden hareketlendi hava...

Her Şey Çok Güzel Olacak filmi tadında bir ortam olduğu için önceki gün gittiğim yere yeniden gittim. Enerjimiz kaçtı ya, kapıdaki eleman içeri almadı. "Damsız girilmez" .

Ortakent Meteor Disco olsaydı belki nazlı Bodrum kızları bu teklifimizi rededecekti ama Baros'un da oyuna girmesiyle eski tadımız yerine geldi.

8 kişilik bir grup vardı ilerde; 5 kız, 3 erkek. Halı saha maçına kadro yapar gibi hemen çiftleri belirledim kafamda, kendim ise devrelik olarak fasulye yaptım kendimi ve aralarına daldım.

-Merhaba
-Merhaba (Gülüşmeler)
-Ya şöyle bir durum var. Ben dün geldim buraya, baya eğlendim (cep telefonundan resimleri de gösteriyorum) fakat bugün içeri almıyorlar. Ya hani içeriye kadar yardımcı olsanız. İçeride ayrılırız.
-Aaaa!! (Üzülüyor) Biz de girmeyebiliriz ama kesin değil, çünkü giriş çok pahalı. (Giriş 14 TL)
-Ya istersen ısmarlayabilirim :)
-Ouuu (Aralarında bir şeyler konuşup gülüyorlar). Biz başka yere gitmeye karar verdik ama istiyorsan bize katılabilirsin. Tabi SIKILMAZSAN.

59' GOOOOOLLLLL!!!!! Harry Kewell'ın sol kanattan ortasında Milan Baros'un top yere inmeden vuruşunda top ağlarla buluştu. 1 - 2 


Yolda birbirimizi tanıyorduk. Lviv'de öğrencilermiş. Şehir dışından gelmişler. Şehir dışı dedikleri de Kocaeli-Bolu-Bursa tadında komşu iller, bir tane de Metalist Kharkiv'li vardı. Sosa muhabbeti açsam saçmalamış olacaktım. Tek bildiğim oranın buraya göre soğuk olduğu ve sanayi şehri olduğuydu. Kadıköy Süreyya Operası tarzı bir yere gittik. Tiyatro kısmı kapalıydı, diğer kapı ise bilardo salonuna açılıyor ve merdivenlerden güzel müzik sesi geliyordu. Mekan karaoke mekanıydı. Masaya oturuldu, biralar geldi. Birden masada ilgi odağı olmuştuk. Grubun bu geceki toplanma amacının doğum günü olduğunu çözmemle, sağlı sollu ataklarla gol arıyordum.

Üç erkek kendi arasında goygoy yapıyor, kızlar ise ilgi bekliyordu. Doğum günü olan manitan var ve sen öyle duruyorsun orada. Biz ne olur ne olmaz der 23:58'den kutlamaya başlardık anasını satayım.

Biraz sonra peçeteler geldi. Herkes istek şarkısını yazdı... Ben de "Siz ne seviyorsanız ben de ondan istiyorum" gibi; uçak düşerken "Hakan Abi'nin okuduğu tüm dualara katılıyorum" diyen Hasan Şaş gibi düşmeyi bekliyordum. Köpek balıklarına yem olacaktık.

Tuvalete gitme bahanesiyle peçete ve kalem alıp tuvalet girişinde "Bugün Lena'nın doğum günü, ona 'Happy Birthday to you' çalar mısın?" yazılı notu yanında oranın 50 Lirası ile DJ'ye uzattım. Birden müzik kesildi ve o an başladı. Kız birden ağlamaya başladı, sarıldı falan.

Türkiye'de olsa linç ederler. Çocuk da "İstanbul Man çak" diyor. Orada birden kıza "Bak bu adamı hiç gözüm tutmadı. Bundan ne koca olur ne baba" gibilerinden nasihate girmeye başlayacaktım. "Fazla tevazunun sonu vasat adamdan nasihat dinlemektir" der gibi bakıyor Bursaspor deplasman forması rengi gözlü kızlardan biri ve ilk kez duyduğum bir şarkı eşliğinde dans etmeye başlıyoruz. Şarkının ne anlattığını sordum. "Bir adam varmış. Karısına ev alacakmış deniz kenarında, alamıyor ve üzülüyor" gibilerinden bir şey söyledi. Belli ki karanlık ülkesinde diyerek kafamda Cengiz Kurtoğlu'na acil şifalar dileyerek kendimi geceye bırakıyorum. 

Sonra sigara içmeye çıkılıyor. Doğum günü olan kız, kardeşini çağırıyor. "Biz seni çok sevdik" diyor. Tam bir basın toplantısı tadında geçiyor. "Neden yalnız geldin?" diye soruyorlar, anlam veremiyorlar. Öğrenilmiş çaresizliklerimiz nedeniyle bir an kendimi canlı yayından kovulan Erol Büyükburç gibi hissedip "Neyse hayat işte, kader" dedim. Güldüler, "Belki de kaderin burada yazılmıştır" gibilerinden bir şey deyip dans pistine geri döndük.

Gece müthiş ilerliyor. Sanki Lviv Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden mezun olmuşum, mezuniyet partimiz ve artık açılamayanlar birbirine açılacak gibi bir hava oluşuyor ortamda. Flörtözlük akıyor her yerden.




Saat 05:00 suları... Masada boş bardaklar ve kirlenmiş tabaklar artıyor ve artık ufak ufak alınıyor Z raporları. Masaya hesap geliyor. 1100 Grivna. Yani bizim paramızla 150 liraya tekabül ediyor. Birden aralarında fiskosa başlıyorlar. Doğum günü olan kızın morali bozuluyor. 1-2 kişinin gözleri doluyor. Telefonlar çıkıyor piyasaya, hesap makinesi uygulamasına giriliyor. Tamamı öğrenci olan bu güzel grup mahcubiyetin son demlerinde. Birden masa boşalıyor, hesap kağıdını alıp, DJ'den "Haydi Abbas vakit tamam" diyerek konuyu kilitliyorum.

Çaktırmadan dönüyorum. Masada ikinci bir duygu seli yaşanıyor. Bazıları itiraz ediyor. Mahcuplukları 'Böyle bir akşamda ne münasebet' der gibi iri yeşil gözlerine yansıyor. Yeşil bira şişemi alıp balkon konuşması tadında sesleniyorum:

"Sizler öğrencisiniz ben ise çalışan. Bir dahaki sefere okul bitince siz bana ısmarlarsınız"  

Sanki Dünya Kupası Elemeleri son maçı... Beraberlik ikimize de yetiyor ve maç sonundaki 1-1 ile orta yuvarlakta sevinç yaşanıyor. 

85' GOOOOOLLLLL!!!!! Harry Kewell'ın sol çaprazdan ceza sahasına girdi yerden ortasında Milan Baros arka direkte bomboş pozisyonda topu ağlara gönderdi. 2 - 2


Telefonlar alınıyor, vedalaşılıyor, "Varınca ara haber et" diye tembihliyoruz. Oradan çöplük haline gelen müzik dosyalarımızı açıyoruz son ses ve Rynok Meydanı'na çöküyoruz. Garip bir huzur. "Neden yalnız geldim, yalnız geldik, yalnız gidiyoruz" un klibini çekiyorum bomboş sokaklarda..

Sabahlıyoruz ve havasından-suyundan olmalı ki 4-5 saat sonra uyanıp yine düşüyoruz yollara. Çarşı iznine çıkmış asker gibi şeniz, bira şişelerinden "Bugün de ölmedim anne" yazasım var. 

Şiirde dediği gibi;

Kahvelerde oturdum çocuklarla konuştum
Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum

Ara sokaklarda gezerken garip bir sokağa denk geliyorum. Her yer oyuncak... Oyuncak ayı, toplar, topaçlar, park, oynayan çocuklar.... Meğerse burası Unutulan Oyuncaklar Müzesi'yimiş.


Zamanın birinde ufaklığın biri oyuncağını mahallede unutmuş. Bunu bulan bir teyze de avluya benzer yerde rafa koymuş gelince alsın diye. Sonra o raf büyüye büyüye unutulan, bırakılan, kullanılmayan, özlenen oyuncakların yeri olmuş.

Şiirdeki son mısra yalan oluyor; dün alınan telefonlar açılmıyor, mesajlara cevap gelmiyor, meşalemizi  yakıp mutluluklar diliyoruz ve yeni hikayelere yelken açıyoruz.

87' Arda sol kanattan korneri kullandı defansın uzaklaştırmak istediği topu Servet ağlara gönderdi ama daha öncesinde Servet kaleciye faul yaptığını belirtti. 
90' Maçın 4. hakemi 3 dakikalık kayıp zaman işareti verdi...
90'+3 Maçın son düdüğü geldi. Galatasaray Karpaty Lviv ile 2-2 berabere kaldı.


Gurme-kültür gezilerimiz sürerken karşıdan TribünDergi/Ultras görselleri gibi bir güruh yaklaşıyor. Kortej gibi kortej, ufak ufak yaklaşıyor. Ellerinde pankartlar. Yürüyor bu çocuklar diyerek ben de onlara katılıyorum. Ne dedikleri, neyi protesto ettikleri hakkında tek bir fikrim yok. Bazıları maskeli, Ukrayna bayrağı taşıyorlar fakat kırmızı bayrakları da var. Konumlandıramıyorum. Anti-faşista falan diye de bağırmıyorlar. Meydana birlikte geliyoruz. Basın açıklaması yapıp, yapıyorlar şovlarını.

Resim çeken bir gazeteci ablaya soruyorum, ne diyorlar, neyi protesto ediyorlar, siyasi görüşleri ne? Bunlar ulusalcılarmış, Ukrayna şehitlerine yeterince önem verilmediğinden bahsediyorlar. Halkın ilgisizliği de ayrı bir konuydu. Kimse belaya bulaşmak istemiyor anladığım kadarıyla.



Dün alınan telefonların birinden yaşama belirtileri geliyor: Bize katılmak istersen gel , dünkü yerdeyiz!

Şöyle bir ortam bekliyorum... İki sap, iki kız, biz de orada yancı olacağız. Belki de hesap ödetmeye çağırıyorlar. Tüm cool'luğumu takınarak ve "Kula kulluk edene yazıklar olsun" diyerek boş yere kuruluyorum.

Gittiğimde 3 kız oturuyor masada. Dün doğum günü olan ve iki arkadaşı. Saplar yok. Sormuyorum, onlar da bana "Dün ablasına yürüyordun; hayırdır?" çekmiyor.

Karaoke başlıyor, goygoyun dibine vuruluyor. Sonra sigaraya çağırıyorlar. Çocuklar Duymasın'daki "Mutfaaak" misali bunların da kaçış yeri sigara. Orada ciddi şeyler konuşuluyor.

J hukuk okuyor, yargıç olmak istiyor..."Bir kadına en çok yakışan meslek" diye saçmalıyorum. L ise polis. Evet bildiğin polis. Dün doğum günü olan. Bugün yürüyüş yapanları soruyorum. "Ne işin vardı orada?" diye ufak ufak şüphe ediyor. Güzel ortamı bok ediyorum. "Adrenalini severim , bilirsin" diyorum; gülüyor. Orada bir işaretiyle paket ederler bizi. "Bu pis Türk bacıma sulandı, arkadaşlarımı rahatsız ediyor" dese gece votkayı tersten içeriz yemin ediyorum. Konuyu değiştiriyorum. "Bugün neler yaptın başka" diyorlar, anlatıyorum yaptıklarımı. Sonra soruyorum; "Şu tepedeki yer ne?"



Oraya hiç gitmedim. Çamlıca Tepesi gibi bir yer... Anten var, ışıklandırmışlar. "İstersen gideriz, şehri izlersin. Madem son gecen" diye spontane bir plan  yapıyoruz. Hesaplar Alman usülü ödeniyor. 

"Yürüyebilecek misin? Tırmanmaya hazır mısın?" diyorlar ve başlıyoruz oranın Şahin Tepesi'ne tırmanmaya. Issız bir ormandan gidiliyor. Ne karanfil, ne kurbağa, ne köpek, ne kopuk var.

Polis L, antrenmanlı önden önden gidiyor. Kestirme olarak yoldan değil, bizi çayıra/çimene salıyor. "Al adrenalin istiyordun" diyerek goygoy yapıyorlar.

Ve final! Tüm Lviv ayaklarımızın altında. Gece gerdanlık, gündüz mezarlık diyecek oluyorum susuyorum. Çünkü bu manzarada sadece susulur. Resimler çekiliyor, muhabbet ediyor ve gitmeleri gerekiyor. Bir sonraki gelişimizde içeceğimizle geleceğimize dair sözleşip merkeze doğru dönüyoruz. Onlar evlerine, bense meydana.

90' GOOOOOLLLLL!!!!! Aydın Yılmaz. Arda ceza sahasına yönelen Aydın'a uzun pasını gönderdi. Aydın bir anda kaleci ile karşı karşıya kaldı vuruşunda top ağlarla buluştu. 0 - 1


Odunu koysalar oy vereceğim Lviv Belediyesi'nin sağladığı beleş internet ile güneş doğuş saatini öğreniyorum. Bir saatim var. Bu kadar yol gelip, o gündoğumu kaçırılmaz. Ara sokaklarda oyalanıyorum. Az sonra tektekçiler açılıyor, tek votka ve kahve gömüyorum. Sanki 12 saat uyumuş gibi enerji dolup başlıyorum Lviv Cumhuriyet Savcıları ile çıktığım yolu tek çıkmaya.

Yolun sonu müthiş, yolun sonu harika, yolun sonu güneş, yolun sonu zirve...


Uçağa 6 saatim var, ne yapsam ne etsem diye düşünüyorum. Otele gidiyorum, çıkış işlemlerimi yapıp, sihirli otobüsüme biniyorum. Oranın 4 numarasında uyuya kalıyorum. Aslında rüyaya yatmıyorum, bu kısa konukluk rüyasından uyanıyorum. Son durakta iniyorum, yemyeşil bir yer. Biraz dolaşıyorum.

Dün "Belki seni uğurlamaya gelebiliriz" diye konuşulmuştu, bir umut onu bekliyorum. İnsan karşılamayı umut etmeli, neden vedaları bekler ki diye kendimle çelişiyorum. Beklenen mesajlar geliyor. Biri okulu için Kharkiv'e dönmüş, diğeri zaten itin uğursuzun peşinde gecesi gündüzü üniformasına siniyor , diğeri de ölü gibi uyuyor. 

90'+1 Hakan Balta ceza sahası içinde Khudobyak'ı kaçırdı ceza sahasına çevirdiği topa Fedetskiy'in vuruşunda top ağlarla buluştu. 1 - 1.

90'+4 Maçın son düdüğü geldi. Galatasaray Karpaty Lviv ile 1-1 berabere kaldı.


Havalimanına doğru yola çıkıyorum. Taksici İngilizce biliyor, Antalya'ya tatil için gelmiş zamanında Oradan konuşuyoruz. "Ne olursa olsun İstanbul gibi olamayız, deniz bambaşka bir şey" diyerek kafamı karıştırıyor. 

Saçma sapan deplasman golü uygulaması olmasa uzatmaya gidecek maçlar misali İstanbul'a taşıyoruz hayallerimizi. Kim bilir hangi -izm'in işaretini bıraktığı hangi meydana atanacağız bir dahaki sefer. Küllerinden doğan Anka kuşu misali bıraktık yine tüyümüzü nice insanlara, bekleyeceğiz geri dönmesini, şeytan azapta...

Hem yoluna devam edersin hem uyursun. Yeter ki yanındaki yolcuya omzunu düşür. Gerçi bu yazıyı okuduktan sonra bu kaygı ortadan kalkar. Ne de olsa, semte giden  otobüste yanımıza Ukrayna Savcısı bile oturabilir.


Cumartesi, Ekim 21

Jeune et Jolie



Lüzumsuz gürültülü kafeler
Gezinirsin yollarda işte

Haziran gecelerinde ıhlamur yaprakları ne taze kokar
Göz kapaklarınız kapanır havanın yumuşaklığından
Rüzgar fısıldar, şehir yakındadır
Şarap ve bira kokusu size ulaşır

Haziran gecesi, yaş 17
Esrikliğe kaptırırsınız kendinizi
Şampanya başınızı döndüren özsudur
Şaşırırsınız...

Dudaklarınızda bir öpücük hissedersiniz,
Bir kalp gibi atmaktadır.

Çılgın kalp, romanlardaki Robinson gibi
Sokak lambalarının solgun ışığında
Sevimli bir genç kız görünür ansızın

Sizi safça bulur,
Küçük adımlarıyla geriye döner
Bir an pürdikkat kesilir
Dudaklarınızda bir nağme donar kalır.

Aşıksınız, şiirleriniz onu güldürür
Arkadaşlarınız çekip gider
Sizden sıkılmışlardır

Ve bir gece sevgiliniz lütfedip size yazar
O gece göz kamaştıran kafelere dönersiniz
Bir bira veya limonata ısmarlarsınız
Caddeler ıhlamur çiçekleriyle döşeliyken
17 yaşında ciddi olunmaz

Perşembe, Ekim 19

Yüzyıllık Yalnızlık


Yüzyıllık Yalnızlık’ı sevmedim desem başıma bir iş gelir mi? Gelebilir. Zaten "sevmedim" de diyemem. İyi bir kitaptı, okurken de keyif aldım. Ama edebiyat tarihinin en özel romanlarından biri arasından gösterilmesine şaşırdım.

Eskiden, bundan yıllar önce, okuduğum az sayıdaki kitapta benim için asıl önemli olan kurgu ve hikayenin kendisiydi. İyi bir kurguya sahip olan kitaplar daha çok etkilerdi. Edebi kısım benim için çok önemli değildi. Romanların ve öykülerin, ben okuduktan sonra insanlara anlatabileceğim veya yaşadıklarımla bağ kurabileceğim bir olaydan bahsetmesini isterdim. 

Çok sonra; kendi çapımda bir şeyler yazmaya başladım. Kelimelerle aram iyiydi ama kesinlikle bir olayı anlatamıyordum. Daha doğrusu iş bir yerden sonra, kendi hayatımda geçen hikayeleri biraz farklılaştırarak anlatmaya dönüyordu.

İçine kapanık ve korkak bir yazarın bir mafya öykü anlatması veya mazbut bir hayat yaşayan yazarın çapkınlıklarla dolu bir hikayeden bahsetmesi bana çok büyük yetenek gibi geliyordu. Yazar kabiliyeti sanki bu noktada ortaya çıkıyordu. Mesela ne kadar sevmemiş olsam da Hakan Günday’ın lise yıllarında Kinyas ve Kayra’yı yazmış olduğunu duyunca çok etkilemiştim. Gerçi buna da şehir efsanesi diyorlar ama olsun.

Yüzyıllık Yalnızlık'ta tam olarak bu yok işte! Muhteşem yetenekleri bariz olan adam, kelimeleri en doğru şekilde önümüze sıralıyordu. Bu işin bir matematiği varsa; kesinlikle en iyi şekilde uyguluyordu. Fakat hikaye? Ne okuduk ki biz?

Kanal D’de ikişer saatten her sezonu 35 bölüm sürecek, dört sezonluk diziydi. Küçümsemek için demiyorum. Yine keyifle okudum. Zaten o dizi de sıkmazdı. Fakat her şey çok sıradan değil miydi? Toprak yiyen kız, geleceği gören kadın, ağaca bağlı yaşayan bir adam veya çingene gibi karakterler büyük renkti. Fakat bir ailenin sırayla doğumları, ilk cinsel deneyimleri, evlilikleri, ölümleri gibi normal olayları okuyunca geriye de çok bir şey kalmıyor.

Belki de hata bendeydi. Yanlış zamanıma denk gelmiş olabilir. Bu kurgu olayına çok fazla kaptırdım. Oysa benim en sevdiğim yazarlar; kendi hikayelerini anlatan Fante veya Hornby gibilerdi. Marquez'de kendi ailesinden esinlendiğini söylüyordu. Sanırım önemli olan ne anlattıkları değil, karşı tarafa duyguları hissettirmekti. Artık İspanyolca’nın etkisinden mi bilmiyorum ama Latin yazarlar bunu iyi beceriyor. Her ne kadar biz de çevirileri okusak da; oradan bize gelen cümleler coşku ve tutku dolu oluyor.

Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekti.

Kimsenin kendilerine vaat etmediği topraklara doğru yola düştüler... Ama denizi hiç bulamadılar.

Ölümü umursadığı yoktu; ama yaşam çok şey demekti. O yüzden de idam hükmü verildiği andaki duygusu korku değil, özlem oldu.

İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.


Sonuç olarak karar vermemiştim. Bu cümleleri kurmak çok kolay iş değil. Aynı zamanda bu hikayeyi kurgulamak da çok zor değil. İnsan resmen okurken "Bunu ben de düşünebilirdim" diyor. Bu kötü bir şey mi? Peki bu düşündüğün hikayeyi böyle anlatabilir miydin?

Her şey bir yana şu hikaye, sanırım kitabın kendisinden daha iyi benim için. Kurguya, yaratıcı olaylara, hayali kahramanlara ihtiyaç yok. Tamamen yaşanmış bir olay ve hissedilmiş duygular iyi bir anlatıcıyla  birleşir ve bunlar "muhteşem" için yeterli olabilir..

İyi ki bu kitap o kadar sevilmiş; yoksa o 500 güne yazık olacakmış

Çarşamba, Ekim 18

Küstahtan Daha Fazlası



Carlton'la ilk büyük maçımız, sanırım 1993 Euroclub'daydı. O dönemler Scavolini forması giyiyordu. Teamsystem'e geçmesiyle birlikte Bologna gerçek bir basketbol kenti oldu. Derbiler çok ateşliydi ve hâliyle kutuplaştırılan ikili bizdik. 1998'de Euroleague'i kazandığımızda, çeyrek finalde Teamsystem'le oynamıştık ve o gün kavgayı Gregor Fucka çıkarmıştı. Buna rağmen herkes Carlton'un bana dirsek atmaya çalıştığını konuşuyordu. Birbirimize dokunmamıştık bile orada. Nasıl kavga olsun? Şovdan ibaretti her şey. Deşarj oluyorduk. 

1998'de, Euroleague kupası sonrası Kinder'le lig şampiyonluğunu da kazanıp duble yaptık. Dominique Wilkins'e karşı 1998 Final Serisi beşinci maçındaki dört sayılık oyunum herkesin aklında yer etmiş olabilir ama aslında o gün uzatmaya periyoduna kadar iyi bir maç çıkaramamıştım. Kariyerimin en iyi maçını ise yine o senenin play off’unda, benim için 'Çingene' pankartının açıldığı Roma deplasmanında oynadım. 47’nci sayıdan sonra elimi kulağıma götürmem olay olmuştu. Küstah olduğumu düşündüler. Aslında daha fazlası vardı.


Sasha Danilovic / Socrates-Ekim


Salı, Ekim 17

The Lobster


"Bir şey hissetmediğin halde bir şey hissediyor gibi yapmak, bir şey hissettiğin halde bir şey hissetmiyor gibi yapmaktan daha zor"

Pazartesi, Ekim 16

Banvit 55-58 Eskişehir Basket



Bu hayatta en güzel şeylerden biri yolda olmak. Bundan daha güzeli de, gidilen başka ve bilmediğin bir şehirde zaman geçirmek. Amaç tarihi yerleri görmek veya yeni yerler keşfetmek değil, tamamen zaman geçirmek ve oraya karışmak. Amaç; amaçsızca yürümek, oturmak, konuşmak ve hem zamanda hem mekanda geride kalan her şeyi unutmak…

Bu işin kreması da, bunların hepsini yaptıktan sonra bir maç izlemek olur. Zaten tribünde maç izlemenin kendine has bir rehabilitasyonu var. Küçük bir şehrin kötü-eski bir stad/salonunda oturmak, dünyadaki bütün kaygılardan unutturuyor. Bir de bunu bilmediğin bir şehirde yapınca çok daha iyi oluyor. O nedenle iyi bir ekiple gidilen deplasmanlar en güzeliydi.

Cumartesi akşamı gelen telefonla hemen plan yapıldı. Maçı anlatacak Uğur Ozan, zaten Bandırma’ya gidecekti. Biz de Aras ile ona yancı olduk.

Ozan ile yıllar önce de bir kez Bandırma’ya gitmiştik. 2012 yılının Mart ayıydı. Galatasaray o zamanlar iddialı bir basketbol takımıydı. Haftada 6 gün çalışıyordum ve tek izin günümü hafta içine alıp Bandırma’ya gitmiştik. Çok iyi hatırlıyorum, planı bir ay öncesinde yapmıştık ve ilk etapta beş kişi olacağımızı düşünmüştük. Bir ay öncesinden “Kesin geliyoruz” diyenler, gideceğimiz hafta yan çizmişler hatta bizi de plandan vazgeçirmeye çalışmışlardı. Şimdi o insanların hiçbiri hayatımızda yok. Ozan ise yine aynı yerde. Hatta aslında aynı yerde de değil. O zamanlar genç bir üniversite öğrencisiydi ve beraber salon salon geziyorduk., Şimdi ise artık basketbol liginin yayıncı kuruluşunda spiker olarak salon salon geziyor. O geçen günlerini düşününce insan garip bir şekilde gururlanıyor. Fakat bunları onun yüzüne söyleyince de kendisi sinirleniyor.

Sonuç olarak; kışa girmeye çok az kalmışken ve sayılı güneşli gün önümüzdeyken bir Pazar gününü yolda ve Bandırma’da geçirdik. Sözde Bandırma'ya gidiş bahanemiz olan maç benim çok da ilgimi çekmiyordu. Fakat Ozan, çok iyi bir maç olacağını iddia etti. Açıkçası iki takım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Banvit’e geçen sezondan biraz aşinaydım ama Eskişehir Basket tam bir kapalı kutuydu. Maçın ismi oldukça zayıf duruyordu. Fakat kaliteli maçın nereden çıkacağı belli olmaz.

Son cümleyi okuduktan sonra; sanki sürpriz bir şekilde kaliteli bir maça denk geldiğimizi düşünebilirsiniz. Maalesef olmadı! Fakat keyif almak için kalite şart değil. Hayatın her alanında böyle olduğu gibi, sporda bu daha da kesin. Kıran kırana ve başa baş bir maç izledik. Bu da kaliteden daha önemliydi.

Karşılaşma öncesi ısınmalarda beden dillerinden Eskişehir Basket’in maçı daha çok isteyeceğini düşündük. İlk yarı boyunca da yanılmadık. Devre 41-28 sona erdi. Rowland inanılmaz oynadı. Aldığı her topu olumlu kullandı. Takımını taşıdı. Skor yaptı. Banvit ise, maç öncesi o yorgun ve isteksiz vücut dilini dahaya da yansıttı ama bir şekilde uzun süre maçta tutunmayı başardı. Devrenin sonlarında iyice düştüklerinde de farkı yediler.

Oradan Banvit’in geri döneceğini düşünemezdik. Nasıl olduğunu anlayamadık ama son periyot 46-46’lık skorla başladı. Üstelik bu skor uzun süre değişmedi. İlk 6 dakika sonunda skor sadece 48-48 olabildi. İki takım da hücumda başarısızlığını tanımını yeniden yazdı. İş o noktaya gelince de, hem ev sahibi olan hem tecrübeli olan hem de geriden gelen takım motivasyonunu taşıyan Banvit’in maçı koparacağını düşündük. Bu tahmin de olmadı! Avrupa şampiyonu etiketli Gaspar Vidmar’ın iki hücumda üst üste hata yapması Banvit’in kazanmasını engelledi. Son hücumda da oyuncuların şut atmaktan kaçınması ve kötü bir hücum yapılması son nokta oldu. Açıkçası maçın uzatmaya kalmasını da istemezdik. Sonuçta biri kazandı ve maçın ilk yarısındaki Eskişehir’in, ikinci yarıdaki Banvit’ten daha iyi olduğunu düşününce maçın hakkının gerçekleştiğini söylemek mümkün.

Eskiden Galatasaray olmasaydı hiçbir şehre gidemeyeceğimizi düşünürdük. Artık Galatasaray o gücü kaybetti. Ama spor, etkisini sürdürüyor. Bu sayede Bandırma’ya ikinci kez gittim. Eğer orada Banvit diye bir takım olmasaydı, bu yaşıma kadar bir kez dahi oraya gitmez, hatta gitmeyi aklımdan bile geçirmezdim.

Ama belli ki gidilecek daha çok yol var, görülecek çok şehir. Yeter ki; arkadan itecek birileri olsun ve bir bahane çıksın! 

American Gangster


Kötü film değil ama beklentim daha yüksekti. Ridley Scott, Russel Crowe ve Denzel Washington olunca (üçü de hakkını veriyor), konu da ilgi çekince çok vurucu, iz bırakan bir şaheser bekliyordum. Fakat ortaya bir hafta sonu akşamı izlenip, ardından da dışarı çıkılacak bir film çıkmış.

Film 2007 yapımı. Yani 10 yıllık geçmişi var. Benim için yeni film kategorisinde. Son dönemin işlerinden. Ve son dönemin popüler işlerini düşününce bu kesinlikle en iyilerden biri. Sinema tarihinde daha iyi 'mafya-suç' filmleri mevcut. Onların yanına yanaşamaz. Ama sadece tür açısından değerlendirmeden bir genelleme yapınca ve zaman aralığını daraltınca, son dönemin en elle tutulur filmlerinden. Ama benim hâlâ izlemediğim filmlere sahip en iyi yıla gelmiş. No Country for Old Man, There Will Be Blood, Juno, Into the Wild... Hepsi burada.

Haliyle Oscar'da American Gangster sönük kalmış. Yoksa aslında başka bir yıla denk gelse daha çok ödül ve övgü alabilirdi. Belki de bu ödül azlığı nedeniyle filmin Underrated kaldığını söyleyebilirim ama IMDB övgülerine bakınca Overrated olur...

Yine de yaklaşık 160 dakika süren bir filmde hiç temp kaybettirmemek büyük başarı. O nedenle benim filme saygım yüksek.

Pazar, Ekim 15

Ah Kaptan



Kaptanı Simge Fıstıkoğlu olayında bile savunmuştum, fakat burada paramparça olduk. Yatağa düştük, serum yedik. Sen de herkes gibi çıktın, üzdün...

Cumartesi, Ekim 14

Çakallarla Dans 2


Çakallarla Dans 2, benim için Osmangazi Köprüsü viralidir. Bir gece otobüsle Bursa'dan İstanbul'a dönüyordum. Amacım otobüste bir film izleyerek yolu harcamaktı. Tabi yabancı filmler hemen eleniyor, çünkü özellikle otobüslerde dublajlı film izlemeye çekiniyorum. Türk filmlerinde de çok çok kötü olduğunu düşündüğüm filmleri eliyorum. İlkini izlediğim ve çok güldüğüm Çakallarla Dans'ın ikincisi gözüme çaptı. Doğru film olduğunu düşündüm. Sanırım 100 dakikalık bir süresi vardı. Benim yolum için yeterdi. Fakat otobüsün Osmangazi Köprüsü'nden geçeceğini tahmin edemedim. Otobüs köprüden geçince, normalde 2.5 saat süren yol 90 dakika sürdü. Filmin son 10 dakikasını eve geçince Youtube'dan izledim.

Tabi bir otobüs filmi için gayet başarılı. Baya eleştirilmiş zamanında. İnsanlar gülmeye direndiği için böyle oluyor herhalde. Çakallarla Dans ve Kolpaçino serilerinin ilk iki filmleri beni tatmin etti. Kolpaçino'nun bu konuda daha önde oluğunu da söylemem lazım. Basit, fazla abartıya kaçmayan ama 90 dakika içinde güldüren, rahatlatan filmler. Yine de Çakallarla Dans 2'nin kurgu açısından biraz zayıf kaldığını, biraz skeç tarzında ilerlediğini söylemem lazım. Ama yine de gülüyorum. Çok mutlu biri değilim ama gülmekten çekinmiyorum herhalde.

Tabi bir de entresan bir durum var. Çakallarla Dans'ın ilki 2010'da çekildi. Filmdeki kahramanlar, halı saha takımları sayesinde şike işine giriyorlardı. Film bu temel üzerine ilerlemişti. Ve bir sene sonra 3 Temmuz patladı.

Çakallarla Dans 2 2012'de çekildi. Kahramanlar hapisten çıkar ve semtleri Fikirtepe'ye dönerler. Burada esnafın kan ağladığını, sebebini de semte yapılan AVM olduğunu öğrenirler. AVM'yi işgal ederler. Film bu temel üzerine ilerlemişti. Bir sene sonra Gezi patladı.

İlginç bir tesadüf. Ya büyük bir tesadüf, ya da Murat Şeker ülkeyi iyi okuyor.

Fena film değil. İzlenmeyecek film değil. İhtarname ile başlayan soundtrack bile yeter. Kendi komplekslerini kapatmak için sağda solda "Bunu izleyenler gerizekalı", "Bu nasıl film abi, iki saatim boşa gitti" diyenlere, yazanlara takılmayın. Rahat olun, kafayı boşaltın, o zaman gülersiniz. 

İnsan her zaman 'akıl dolu mizah' (o da neyse) aramıyor.

Cuma, Ekim 13

Son Dakikada Mutlu



Onur Doğan'ın hikayesi aylar önce Socrates'te yer almıştı. Çanakkale'de doğup (1987) büyüyen ve Çanakkale Dardanelspor'da top koşturan Onur, önce sakatlanır, yavaş yavaş yavaş futboldan kopmaya başlar. Ardında Truva'ya gezmeye gelen Tayvanlı bir hanıma tanışır, ona aşık. Evlenirler ve Tayvan'a yerleşir. Onur, orada yeniden futbol oynamaya başlar ve futbol açısından sönük ligin dikkat çeken oyuncularından biri olur. Tayvan vatandaşlığına geçirilir, sonra da Tayvan'ın milli takımında oynar.

Daha önce Dünya Kupası elemelerinde oynayan Onur, şimdi de takımını Asya Kupası finallerine taşımaya çalışıyor.  Bu hafta içi oynanan maç unutulmazlar arasına girdi, başrolde de En-Le Chu (Türkçe: Her zaman mutlu) vardı. Yani Onur'un Tayvan dilindeki adı.

Tayvan, geçen ay Bahreyn'e 5-0 yenilmişti. Bu ay gruptaki dördüncü maçlarını oynadılar. Bahreyn maça yine iyi başladı. 17. dakikada penaltıdan attığı golle öne geçti, skoru da 90. dakikaya kadar korudu. Fakat 90'dan sonra işler değişti. Kısa sürede iki gol birden bulan Tayvan, gruptaki ikinci galibiyetini unutulmaz bir maçla elde etmiş oldu. Onur'un golünden sonra stadyumdan çıkan ses de muazzam. Coşkulu insanları seviyoruz.

Son dakikada, galibiyeti getiren gol Onur'dan geldi. Bahreyn gruptaki ilk yenilgisini aldı. Öte yandan Tayvan'ın ilk golünü atan eleman, kaptan Po-Liang, 17 numaralı formayı giyiyor, yani Onur'un memleketi Çanakkale'nin plakası... Onur takıma ilk katıldığında 17 numarayı istemiş ama adam vermemiş. Demek ki bu forma numarasına sadakat Asya'da da meşhurmuş.

Tayvan, Onur'un golüyle grupta yeniden iddialı hale geldi. Grupta sıradaki maç Türkmenistan deplasmanı; kazanırlarsa ilk iki için çok büyük avantaj elde edecekler, beraberlikte dahi son haftalarda daha iyi fikstüre sahip olan yine onlar olacak. Statü biraz karışık ama gittikleri yere gidecekler, biz de uzaktan göz ucuyla takip edeceğiz.

Perşembe, Ekim 12

The Paradise Suite



İsminde 'Paradise' geçse de, eğlencenin ve mutluluğun adresi Amsterdam'da yaşansa da dünyanın tam gerçek bir cehennem tasvirini ve kötülükleri izliyoruz. Biraz da zor izliyoruz. İzlemesi zor bir film. Sert ve karamsar. Batı'nın tüm ahlaksızlığı burada. 

Oralardaki her şeyin dünyanın standartı olarak belirleyen ve modernliğe ulaşmak için can atan gençler izleyebilir.

İyi filmdir. Çok sevilen 'kesişen hayatlar' olayından besleniyor. Sahip olduğu bütün trajediye rağmen, acıyı göze sokmuyor. Üstelik sade ve basit ilerliyor. Kısacası izlenebilecek ve ardından da değer görebilecek bir film.

Çarşamba, Ekim 11

Şehirde Avrupa Finali


Avrupa Ampute Futbol Şampiyonası bir anda gündeme geldi. Böyle şeyler beni çok rahatsız etmiyor. Hatırlamıyorum ama eskiden, ergenliğin hemen sonrasındaki günlerde kızıyor olabilirdim veya kızmış gibi gözükerek kendimi duruş sahibi biri olarak konumlandırmaya çalışıyordum. Hatırlamıyorum ama şimdilerde insanları daha net anlıyorum. Herkes, her an, her şeyle ilgilenemez. Basını biraz hariç tutmak gerekir tabi ama onlar için de artık başarı; para, rating, tiraj gibi kavramlarla ölçülüyor. Doğru bulmasam da normal karşılıyorum.

Sonuç olarak bir anda, çok kısa sürede, doğru düzgün takip bile edemeden ülkenin ampute futbol takımı en çok takip edilen oluşum oldu. Bunda zamanlamanın da payı var, ne de olsa milli maç arasıydı. Yanlış anlaşılmasın; A Milli Takımı'nın başarısız olmasının burada bir yansıma bulmasından bahsetmiyorum. Fakat ampute takımının başarısının spor ve futbol gündeminin düşük olduğu bir hafta sonuna denk gelmesi önemliydi.

Hafta sonu dedik gerçi ama final maçı Pazartesi günüydü. Maça kadar her yayın organı, sosyal medya, resmi kurumlar taraftarların stadyuma gitmesi yönünde çağrılarda bulundu. Zaten karşılaşma da İnönü Stadı'na (Vodafone değil) alınmıştı. Açıkçası ben maça ilginin sönük kalacağını, dev stadyumda büyük boşluklar olacağını ama yine de ampute futbolu standardında iyi bir kitlenin tribünde olacağını düşünüyordum. Hatta ben de bir an maça gitmek istedim. Fakat yanımda gelecek kimseyi bulamadım.

Kim bir futbol maçına yalnız gitmek ister ki? Bazen gidilir. Ben çok gidiyorum. O zaman soruyu güncelliyorum. Hayatında gittiği maçların yarısına yalnız gitmiş hangi insan bir maça daha yalnız gitmek ister? Ben istemedim. Kimseyi yanıma çekemedim ama arama çalışmalarım esnasında çok da hevesli olmadığımı kabul etmem lazım. 

Sonuçta ampute maçıydı; izlediğimiz şeye hakim değiliz. Hatta izlemesi ne kadar zevkli olacak onu bile bilmiyoruz. Kurallar zaten bizde hiç yok! Bir de hafif soğukta, boş tribünlerde tek başına oturmak çok fena olurdu. Haftanın ilk mesai gününde kendi topraklarımıza, kendi mahallemize dönmek çok daha cazip duruyordu.

Oysa, ben bunları düşünürken şehir çıldırmış! Teşvikiye'den Beşiktaş'a inene kadar herhangi olağan dışı bir durum yoktu. Ardından tam Akaretler Yokuşu'nun başında Serkan Akkoyun'a denk geldim. Kendisi de maça girmeyi düşünmüş ve stadın önüne kadar gitmiş. Neden girmediğini sorduğumda, "İçeride çok kalabalık bir taraftar sesi vardı, dışarıda da en 6-7 bin kişi vardı. Sıra bana gelmezdi. Vazgeçtim" dedi. Serkan'ın tribünü bilen biri olduğunu biliyordum ama bu açıklama bana o an çok anlamsız geldi. Herhalde adamın tadı kaçtı, uğraşmak istemedi diye düşündüm.

Vapura doğru yürümeye devam ettim. Tam o esnada bir grup kalabalığın önce sesini, sonra kendisini duydum. Maça gittiklerini anlayabiliyordum. Hemen aklıma gelen senaryoya göre AKP, finali siyasal bir şova çevirmek istemişti ve gençlerini maça göndermişti. Fakat hemen vazgeçtim bu çıkarımdan çünkü kalabalık, stadyuma yürürken bir yandan da İzmir Marşı'nı söylüyordu. Kadıköy'den kalkan vapur Beşiktaş'a geldiğinde kafam iyice karıştı. İnen yolcular resmen bitmiyordu! Çoğunluğunu ergenlikten yeni çıkan gençlerin oluşturduğu kalabalık ötesi bir grubun yarısı koşarak yarısı yürüyerek, Dolmabahçe'ye doğru ilerledi. Neler olduğunu anlayamıyordum. Aslında anlıyordum da konduramıyordum.

Bir şekilde Kadıköy'e geçtim. Orada iki saat zaman geçirdikten sonra eve dönmek için harekete geçtim. Sokaklarda irili ufaklı genç grupları görmeye devam ediyordum. Bir grubun konuşmalarına kulak misafiri oldum. Stadyumda devamlı Beşiktaş tezahüratlarını söylendiğinden, hatta "Şampiyon olman gerek" söylenmediğinden dem vuruyorlardı. İnanılmaz bir şey! Tesadüfen sokak arasına gördüğüm çocuklar da maçtaydı!

Otobüse bindim, ikinci duraktan. Yarı dolu bir otobüse denk geldim. Bir grup kendi arasında konuşuyordu, ağırlık maçta yaşadıklarıydı. Eve vardığımda parçalar yerine oturdu. Zaten belliydi de resmiyet önüme çıktı. 42 bin taraftar maçtaydı!

Tamam ama niye? Evet spor kültürünün oluşması adına böyle sahneler önemlidir ama birbirimizi kandırmayalım. Öyle bir kültürden bahsetmemiz mümkün değil. Türkiye'de en üst düzey futbolcular dışında bir sporcu grubunun Avrupa şampiyonu olması çok fazla ilgi çekmez. Pazartesi saat 19.00'da bu kadar insanın Dolmabahçe'de olmasının nedeni ne olabilir?

Halen daha cevap çıkaramadım.Acaba passolig yüzünden maçlara gidemeyen insanlar stadyuma mı akmıştı? Bilmiyorum. Ama ne olduysa, İstanbul'da oynanan bir final Türkiye'yi bir günlüğüne olsa da değiştirdi. Hatta salı gününün Fanatik Gazetesi'nin (eminim diğer gazetelerde de) manşetinde sadece o maçın haberi vardı. A Milli Takım ise ufak bir kutu ile geçiştirilmişti. Hatta iç sayfalarda Mircea Lucescu'nun açıklamaları bile yoktu. Sadece sıradan bir yıldız tablosu. Avrupa şampiyonlarına ise üç sayfa ayrılmıştı.

Bu atmosfer beni sevindirse de yine bazı durumlardan hoşnutsuz olmayı kendine dert eden kitle ortaya çıktı. İngiliz sporcularının ıslıklanmasından dem vuruyorlardı. Bunun bir ampute şampiyonasında yaşanmasının ne kadar 'rezil' olduğunu söylüyorlar. Bence biraz abartıyorlar, hatta belki de sadece duyar kasıyorlar. Oysa, derin analizler çıkarmak yerine sadece sporcu egosuna sahip olmaları yeterliydi. Tabi ki milli marş ıslıklamak veya fiziksel saldırı (sahaya birşey atmak) gibi olayları burada ayırmak lazım. Fakat maç içinde rakibe bir deplasman atmosferi yaşatmak çok önemlidir. Bundan kimse rahatsızlık duymaz. Yani duyar tabi ama sporun içinde olduğunu bilerek. Bu da ıslıkla, yuhalama ile olur. Ütopik dünyada belki de hiçbir sporcu -engelli veya değil ıslıklanmamalıdır. Herkesin ütopyası farklıdır. Fakat burada, yani kendi gezegenimizde, başka gerçekler mevcuttur. Ve bu duyarın bir adım ötesi, "Ampute takımına neden gol atıyorsunuz, ayıp değil mi?" sorusuna kadar uzanır.

Engelli bir sporcu olmak nasıldır bilmiyorum. İnşallah da bilmek zorunda kalmam. Ama hayatlarında yaşadıkları zorlukların yanında çok az sayılabilecek rahatsızlıkları spor sahalarında yaşayan bu kitleden bahsettiğimizin farkındayım. Spor yapıyorlar, sporcular, ve hem ülkemizde hem de dünyada çok fazla izlenmiyorlar. Haliyle; bir engelli sporcu olsaydım ve kariyerim boyunca boş tribünler önünde futbol oynasaydım, bir gün dolu bir tribün önünde ıslıklanarak da olsa sahaya çıkmayı çok isterdim. Kim istemez ki? İngiltere'ye gittiğimde de "İstanbul cehennem gibiydi. Ben böyle atmosfer görmedim. Orada olmak çok başka bir deneyimdi" diyerek şov yapar ve "Benim gibi engelli bir insan zaten hayatında yeteri kadar zorluk yaşamıyormuş gibi bir de Dolmabahçe'de neden ıslıklandı" diye üzülmezdim. Buna duyar gösterenlerin, diğer seviyelerdeki futbol maçlarında da, mesela derbilerde, rakiplerin ıslıklanmasına da tepki gösteriyorsa sorun yok. Tutarlı bir davranıştır ve karşı çıkmam. Ama temelde insan her yerde insandır, spor her yerde spordur.

Hatta bu sporcuların yüreklerinin de fazla abartıldığını düşünüyorum. Daha doğrusu o yürek, bütün zorluklara rağmen sosyal hayata tutunabilmelerinde ve spor yapmaktan vazgeçmemelerinde öne çıkıyor. Fakat milli sporcu olduktan ve sahaya çıktıktan sonra yaptıkları tamamen yürekle alakalı bir şey değil. Eminim ki, sahada rakiplerinden daha iyi, daha akıllı ve daha yetenekli oldukları için şampiyon oldular. Gönül isterdi ki ampute futbol takımında oyuncu sayımız kısıtlı olsaydı. Fakat ülkenin durumu zengin bir oyuncu havuzuna neden oluyor. Her ne kadar Güneydoğu'da gazi olanlar daha çok öne çıkarılsa da; iş kazası, trafik kazası, hatta doğuştan engelli olan oyuncuların sayısı daha fazla. Yani bu adamların şampiyonluğu önemli ve sevindirici de ama bir yandan hikayelerine baktıkça ülke olarak gurur duyacağımız bir şey değil. Bu da işin diğer kısmı.

Yine de şu bir gerçek ki İstanbul, bir günlüğüne, hemen hemen tüm şehrin bir şekilde hissettiği bir etkinliğe imza attı. Toplumsal hareket de en önemli, en güzel ve en özel anlardır. Buna benzer çok fazla akşam yaşamak isterim. Kendim stadyumda olmasam da sokakta hissedebilmek bile yeter.

Bir Erkek Hakkında




Nick Hornby bugüne kadar beni hiç pişman etmedi. Kendisine de hakettiğinden çok az değer verdiğimin farkındayım. Sadece iki kitap ve bir film. Ama bunun bir sebebi var. Zaten çok kolay okunan biri ve bunu bir de okutarak tüketmek istemiyorum. Futbol Ateşi, hayatımdaki en özel kitaplardan biri olarak kalmaya devam edecek. Bir Erkek Hakkında'yı da her zaman gülümseyerek hatırlayacağım. Her paragrafını, her dialogunu ayrı ayrı alıntılar haline getirebilirim.

Neyse ki filmi de var. Yani bir kez daha okumak gibi olabilir. Sanırım kitapların sinemaya dönüşmesi bu gaz sayesinde oluyor. İçimizden "Ne kadar kötü bir film olabilir ki" diyoruz. Sonrası genelde hayal kırıklığı oluyor. Fakat bu sefer biraz daha eminim. Futbol Ateşi'nin sinemada kötü olduğunu duymuştum. Ama henüz okumadığım High Fidelity, sinemada fena değildi.Buna da güveniyorum. Vizyona gireli 16 sene olsa da, bir ara oturup keyifle izleyeceğimi düşünüyorum.

Kitap hakkında çok şey yazmak istiyorum ama ayıramıyorum da. Belki ara ara, zaman zaman canım sıkıldığında veya gündelik hayatın içinde en basit bir şeye anlamsız bir şekilde güldüğümde bu kitaptan bir yer açar, buraya da bir alıntı çakarım. Gerçi kitap Can'ın kütüphanesinde ama olsun! 

Yine de bir yer seçmem gerekiyorsa; Manchester United'ın önemli oyuncusu Kirk O'Bane tabi ki bir futbolsever olarak bizi çok güldürdü.

Bir gün, bir internet sitesinde "Kadın-erkek ilişkileri üzerine yazılmış en iyi kitaplar" listesine denk gelmiştim. Bu kitap da vardı. Tamamen saçmaymış. Herhalde editör kitabı okumamış. Nasıl tanımlanır onu da bilmiyorum.

Sanırım buna erkek kitabı dersem kimseyi kızdırmam?!