Pazartesi, Ekim 29

45


Tam da yeni havalimanı açılmışken....

La passion de Jeanne d'Arc


Sessiz sinema devrine çok hakim değilim. Az sayıda film izledim. İzlediğim filmlerin büyük bir kısmı da Chaplin ve Butler'a ait. Yani replik olmayınca öne çıkan mimik ve figürlerle 21. yüzyıl seyircisini biraz olsun tutabilen komedi filmleri. 

La Passion de Jeanne d'Arc bir komedi filmi olmadığı gibi, aynı zamanda izlemeyi zorlaştıran tüm noktaları da barındırıyor. Zaten sessiz film. Bunun yanında; durağan bir temposu var. Yakın çekimler çok fazla. Çok dar bir mekanda geçiyor. Fakat tüm bunlara rağmen (bunlar eksiklik değil) muhteşem bir film çıkıyor. Tüm bu özellikleri kullanarak muhteşem bir iş çıkarmak bir deha gerektiriyor. Danimarkalı yönetmen Carl Theodor Dreyer, 1928 yılında elindeki tüm kısıtlı imkanlarla 2000'lerde bile izlenebilecek bir film yaratıyor. Bütün o dev yapımların çok gişe yapan filmlerinden çok daha saf, çok daha vurucu. Bazı filmler öyküleriyle öne çıkar. Bazıları oyuncuların kattığı ruhla beğeni kazanır. Bu ise tam bir yönetmen filmi!

Tabi başroldeki Maria Falconetti'ye payını vermek lazım. İnanılmaz bir oyunculuk sergiliyor. Sinema tarihinin en iyisi olduğunu söyleyenler var. Kesinlikle karşı gelmem. Onun sayesinde sessiz film olduğunu anlamıyorsunuz. Tüp replikler makyaj kullanılmayan yüzünden dökülüyor. Tüm duyguları gözünden anlıyorsunuz. Sanki bir oyuncu değil, Jeanne d'Arc'ın ta kendisi! 

Bu arada müzikler de çok etkileyici ve vurucu bir hava katıyor. Sessiz filmlerde kullanılan müzikler genelde birbirine benzer. Burada ise sahnelerle uyumları mükemmel. Zaten film önce tamamen sessiz çekiliyor, müzikler de sonradan, birkaç gösterimden sonra ekleniyor(muş). Yönetmen Dreyer de müzikli halini çok beğenmiş.

Sanırım ızlediğim en iyi filmlerden biri. Beklemiyordum böyle bir şeyle karşılaşacağımı. İyi ki denk gelmişim!  

Çarşamba, Ekim 24

O Ses İtalya



Milan ile Inter'i kıyaslarsak her zaman Milan'ı seçerim. Juventus dışında bütün İtalyan takımlarına sempatim var ama iki üç takım seçmem gerekirse Milan, önde yazacağım takımlardan biri olur. Inter de Mourinho dönemi dışında hiç bir zaman çok fazla ilgi çekmedi.

Yine de bu gole ekran başında şahit olmak bile güzeldi. San Siro'da bir son dakika golü! Tribünden gelen ses muazzam. 

Bir zamanlar Milano derbisinin olduğu gün programımı ona göre ayarlardım. Artık öyle değil. Hem ben eski heyecanımı kaybettim hem de Milano derbisi değerini... Geçen sezon ligin yayıncısı bile değişmişti. Neyse ki bu sene yeniden buluştuk. Maçın ilk yarısını izleyemedim, çünkü bisiklete biniyordum. 6-7 sene önce böyle bir cümle kuramazdım. Fakat ikinci yarıya da yetiştim.

Güzel maç oldu. En sonunda Inter kazandı, golü de 'kimsenin sevmediği adam' attı. En istemediğim senaryo gerçekleşti belki de ama o ses yok mu? İtalya hâlâ İtalya işte! Yıkılsa da mihrap yerinde.  Tribünler eski günlerinden uzakta olsa da yine zaman zaman o enerjiyi veriyor. Bana göre dünyanın en güzel stadyumlarından biri olan San Siro'da bir derbi izlemek isterdim. Bir maçın atmosferini, daha da yukarıya çekebiliyor. Her mekana nasip olan bir özellik değil. Üstüne de böyle sesler çıkınca tadından yenmiyor.

Bu arada adamı sevmiyoruz ama Icardi'nin ceza sahası içindeki koşusu harika. Golde aslan payı Donnarumma'ya ait olsa da, gerçek bir santrfor var burada! Ve hâlâ 25 yaşında! Acaba hep burada mı kalacak?

Salı, Ekim 23

Sage Femme


"Avrupa'yı niye seviyoruz?" sorusuna verilecek cevaplardan biri. Çok güzel, üst düzey bir film değil. Zaten öyle bir beklentiyle de gelmedi. Öyle sunulmadı da. 2017'de Fransa'dan çıktı, bazı festivallerde adını duyurdu. Haliyle böyle bir filmin iyi niyetle yapılmış zayıf bir eser olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat Avrupa'da buna izin yok! Eğer üretiyorsanız, bir şey anlatıyorsanız kendi içinde tutarlı ve onu izleyen seyirciye saygısı olmalı. Bu film de onlardan biri.

Zaten Catherine Deneuve gibi üst düzey bir oyuncuya sahip. Avrupa'nın efsane isimlerini böyle filmlerde görmek şaşırtıcı değil. Filmin gücünü de arttırıyor.

Film bize hayatları kesişen iki tane orta yaşlı kadını anlatıyor. Biri, diğerinin babasının metresi. Bu gerçeğe rağmen bu iki kadın çok sonra  birbirini tanıyorlar. İkisin de kendine has hayatları var. Hayal kırıkları, sorumlulukları ve bir zamanı... Biz de onları izliyoruz. Gayet güzel. Temposu yerinde. Mizahı ayarında. Müzikler oldukça iyi kullanılıyor. Yani her şey yolunda...

İzlediğim için mutlu olduğum ama izlerken hüzünlendiğim filmlerden. Yönetmen koltuğu ve senaryo Martin Provost'a ait. Onun daha önce Seraphine adlı filmini izlemişti. O da bir kadın filmiydi ama hiç beğenememiştim. Oysa Seraphine genel olarak daha çok beğenilmişti. Benim favorim ise Sage Femme oldu. İlginç olan böyle kadın hikayelerini bir erkek senarist ve yönetmenden çıkması. Aca kadınlar tarafından bu filmler nasıl karşılanıyor? Ayrıca listede Violette gibi bir film daha var.

Pazar, Ekim 21

It Happened One Night


Romantik komedinin ilk örneklerinden biri. 1934 yılında çekildiğini düşünürsek oldukça iyi bir film. Neredeyse 100 yıla yaklaşacak. Ve halen birçok filmin buradan esinlendiğini, direkt esinlenme olmasa bile  türe ışık tuttuğunu söyleyebiliriz. O nedenle 2018 yılında izleyince biraz 'klişe' bulunabilir. Yine de IMDB'nin en iyi 250 film listesinde olmasında şaşırtıcı. Tamam saygıyı hak ediyor ama o kadar da değil. Zaten dönemin Oscar'larını da toplamış. En önemli beş dalın heykelciğini kazanmışlar ki, bir daha o pestili çıkarmak için 1975 senesi beklenmiş. 

Gerçi bu kısım gayet anlaşılabilir, o yılın en iyi filmi olabilir. Fakat dünya tarihinin en iyi 250 filminden biri değil.

Clark Gable'in filmi sürüklediğini söyleyebiliriz. Hatta onu meşhur eden bir filmdir. Claudette Colbert ise bence zayıf kalmış. Özellikle kaşlarıyla korkuttu. Yine de hikaye gayet eğlenceli. Özellikle sessiz sinemanın sona ermesinden sonra, ortaya komik ve zeki replikler çıkarması da önemli bir detay olabilir.  Bir tarz belirleyen filmlerden. Sıkılmadan izleneceği kesin. 

Cumartesi, Ekim 20

Pendikspor 4-3 Bandırmaspor


İsim olarak cazip durmayan bir maç. Çarşamba günü, kapalı bir hava. İnsanın stadyuma gitmesi için çok az neden var. Pendikspor zaten hiçbir zaman keyif veren bir futbolla anılmadı. Bu sezon daha başarılı bir sezon geçirecek gibi dursa da ligi ve oynadığı maçları domine edecek bir havası yok. Bandırmaspor ise bir dönem daha üst ligde oynamış olmasına rağmen bu sezonun en kötü takımlarından biri. Sağdan soldan alınarak oluşturulan toplama bir takım. İsim isim bakıldığında ligin iyi futbolcular. Fakat çoğu kafada futbolu bitirmiş, iş işten geçmiş oyuncular.

Sıkıcı bir maç bizi bekliyordu ama tahminlerde yanıldık. Tam yedi gol atıldı. Maçın ilk yarısında Pendikspor çok üstündü. Bir anda 2-0'ı yakaladılar. Bandırmaspor uzaktan bir şutla cevap verdi. Farkı bire indirmesi onlara moral gücü aşılamadı. Devre bitene kadar yine kayıplardaydılar. Maçı kazanabilmek adına bir ışık açmıyorlardı.

Ne olduysa ikinci yarıda oldu. Pendikspor'un ikinci golünü Ozan Papaker sakatlanarak oyundan çıktı. Ozan henüz 22 yaşında ama bu ligin en iyi isimlerinden biri. Çok güçlü ve iyi bir bitirici. Attığı golde iki savunma oyuncusu da onu düşürmeye çalıştı. İstese düşerdi ve rakiplerine kart, takımına penaltı kazandırabilirdi. Fakat o devam etti ve en sonunda golünü attı. Örnek bir goldü. Ayrıca rakibin hücuma çıkmasını engelleyen bir ön oyuncusu. O sakatlanınca Bandırmaspor daha çok ileri çıkmaya başladı. Bu sayede iki gol bulup, bir anda öne geçtiler. Hiç beklenmeyen bir durumdu. 

Gollerden sonra sinirler gerildi. Pendikspor oyun hakimiyetini kaybetti. Orta sahanın mücadeleci ve set ismi Fatih sarı kart da gördü. Ev sahibi ekip için işe yarayan bir olaydı. Zira Fatih oyundan alındı ve yerine Mehmet Alaeddinoğlu girdi. Mehmet orta sahayı çok iyi yönlendirdi. Bence maçın kader adamı oydu. Kaptan Ömer Can Sokullu'nun hırsı da takımı ileri taşıdı. Ozan'ın yerine oyuna giren Oktay Balcı'nın kötü oyunu ve kaçırdığı gollere rağmen Pendikspor iki öldürücü topla golü buldu. Bir tanesi duran toptu ve 1.75'lik Ömer Can kafayla topu ağlara yolladı. Diğerinde de savunmanın arkasına atılan bir topta tekniği ligin üzerinde olan Berkan, harika bir ilk dokunuşla kontrolünü yaptı, sonra da topu filelere yolladı.

Pendikspor, zorlanmaması gereken bir maçı zor kazandı. Bandırmaspor'un uyumsuz yapısı bile deplasmandan puan almasına yetiyordu. Hafta içi maçları bu ligde çok ilginç sonuçlara neden olabiliyor. Takımlar yoruluyor, basit hatalar çok fazla öne çıkıyor. Pendikspor bunun sıkıntısını yaşamış olabilir. Hafta sonunda da Şanlıurfaspor gibi zor bi deplasmana gidecekler. İlk beş yarışı için adı geçiyor ama işler zor. En azından sezon sonuna kadar bir heyecan yaşanacaktır.

Bandırmaspor için ise iyi şeyler söylemek mümkün değil. Alt taraftaki takımlar arasında en iyi kadro onlarda diyebiliriz. Fakat sahadaki oyun faciayla eş değer. Yine de 2-0'da bile pes etmemeleri önemliydi.

Hafta içi maçlarında genelde liseli çocuklar tribünde oluyor. Tabi abiler de var. Pendikspor maça "Şampiyon" tezahüratlarıyla başladı. Gollerden sonra coşku arttı. Skor 3-2 olunca "Sabrımız taşıyor adam gibi oynayın" dendi. Islıklamalar arttı. 90 dakika sonunda kazanan takımdı. Tribün takımı çağırdı, takım gitmedi! Olması gerektiği gibi...

İki takımın da yolu açık olsun. Bu sezon Pendik'e sık sık geliriz. Her geldiğimizde de böyle gollü maçlar izleyeceksek ne güzel! Pendikspor'un gençleri özellikle ilgi çekici. Ozan'ı zaten saymıyoruz. Ama sağ bek Mehmet Zahit Çınar,  18 yaşındaki Batuhan ve ilk defa bu sezon 2.Lig'de oynayan 23 yaşındaki Ahmet ilgi çekici topçular. Onları izlemek için bile maça gelinir.



Cuma, Ekim 19

Relatos Salvajes


Arjantin sineması yine şaşırtmadı. Filmi daha önce çok duymuştum. Arkadaş sohbetlerinde kendi aralarında bu filmden bahsedip gülen insanlar çok fazlaydı. Bu da beklentiyi yükseltmişti. Hal böyle olunca hayal kırıklığına uğramak çok olasıydı. Fakat olmadı. Beklediğim gibi bir film çıktı.

Birbirinden bağımsız altı film, altı öykü yer alınca genel bir değerlendirme yapmak da zorlaşıyor. Ama ilk göze çarpan, dünyanın bir ucundaki Arjantin ile Türkiye'nin benzerlikleri. Zaten altı öykünün ana fikri, şiddet ve öfke içermesi. Tıpkı Türkiye gibi. Kendisini solladığı için ölümüne kavga eden adamlar burada da var. Veya çekici rezaleti gibi sorunların yarattığı bürokrasi çılgınlığı. Tüm sevmediği insanları bir uçakta toplayacak deha var mıdır emin değilim ama aynı öfkeyi içinde yaşatan milyonlar da burada. Kaza yapan oğlunu kurtarmak için gücünü kullanan adamları zaten tanıyoruz.

Bir Arjantin filmi ama bunlar biraz da bizim hikayelerimiz. Hele o düğün sahnesi yok mu? Hadi diyelim tüm öyküler evrensel bir analize bağlanabilir. Rüşvet, öfke, bürokrasi birçok toplumda var. Fakat o düğündeki yapaylık, sahtelik, kasıntılık. Bunu ancak burada görebiliriz.

Filmin en önemli farkı mizahı. Esprileri göze sokmadan yapıyor, abartmadan güldürüyor. Hem de çok güldürüyor. Bu çok ince bir iştir. Herkes yapamaz. Toplumdaki çürümeyi ve şiddet isteğini bu kadar rahat ve komik bir biçimde işlemek... Harika...

En sevdiğim hikaye hangisi emin olamıyorum. Ricardo Darin'in yer aldığı bölüm, Darin sayesinde gönüle kazındı. Uçak olayı da büyük bir sürpriz. Nasıl bir filmle karşılaşacağınızı bilmeden böyle bir kurgu bulunca merak kat sayısı artıyor. 

Hepsi güzel ama işte o düğün atmosferi yok mu? Korku filmi gibi olması gereken ortamı, bu kadar iyi tasvir etmek çok büyük alkışı alıyor benden. Filmi ilk olarak 6-7 ay önce izledim ama şimdiden 3-4 defa tekrar bakmışlığım oldu. Bakalım daha ne kadar gidecek?

Salı, Ekim 16

Into the Wild


Into the Wild vizyona girdiğinde, üniversitedeki son senemdi. Filme gitmeye çok niyetlenmiştim ama bir türlü fırsat olmamıştı. Konusunu üstün körü dinlemiştim insanlardan. İzleyenler de çok farklı bir film olduğunu söylüyordu. Herkes etkilenmişti. Elinde diplomasıyla ne yapacağını bilmeyen her genç gibi hayallerim vardı. Bir tarafta da gerçekler. Kafa çok karışıktı. Doğaya karışan bir serüvencinin öyküsü tam da o zamanlarda çok ilgi çekiciydi. İzlersem belki ilham verici bile olabilirdi.

Fakat gerçekçilik biraz daha ağır bastı ve bir koşuşturma içine girildi. O koşuşturma esnasında film izlenmedi. Ötelendi, ertelendi. Ara sıra Eddie Vedder'in müziklerini dinledik. Yaklaşık 10 sene sonra filme kavuştum. Ve ne yazık ki hayal kırıklığına uğradım.

Bu tamamen beklentilerle alakalı. Farklı ve mutlu bir hayatın var olabileceğini göstermesini bekliyordum. Bunun için yaşayan insanların olduğunu ve bu amaçlarında başarıya ulaşabildiklerini görmek istiyordum. Fakat kahramanımız Chris; maalesef aile içi sıkıntılarından dolayı yaşadığı bir isyanı bastırmaya hevesliymiş. Film bu açıdan ilerleyince, devamlı aile bireylerinin yaşadığı çatışmaları izleyince bir türlü doğanın içine karışamadık.

Neyse ki usta işi çekimler, muazzam bir görüntü yönetmenliği var. Hele o ilk 10 dakika neydi öyle? Belgesel mi izledik, direkt Kuzey Amerika coğrafyasına mı karıştık anlayamadım. İşin bu kısmı Sean Penn'e yazar herhalde. Emile Hirsch de tek başına harika bir iş çıkarmış. Cast Away'deki Tom Hanks gibiydi...

Fakat öykü bizi yakalayamadı işte. Zaten Chris de zaman içinde bir şeylerin ters gittiğini anlıyor. Medeniyetten kaçmak, topluma sırt dönmek çözüm olmayabiliyormuş. Fakat karakterin de çok basit hataları var, ki sonu da böyle geliyor. Gemileri yıkarak gitmesi, hafif ukalalığı, kimseyi yanında istememesi, fazla idealist davranıp parayı reddetmesi bir zincir oluşturuyor. Kendisini hareketsiz bırakan bir zincir... 

Oysa o para, sisteme dahil olma anlamına gelmeyebilirdi. "Paraya ihtiyacım yok, insanı ihtiyatlı olmaya zorluyor" diyen adamın bir süre sonra o para için çabalaması ve o paranın yanında olmaması için zorluğa düşmesi oldukça kötü. Zira filmin verdiği mesaj da bir anda 'para önemli dostlar'a dönüyor. Aslında doğru; para önemli. Bazen bir kürek de önemli. Bazen bir çakmak, bazen bir kazak önemli. Asıl olan elindeki parayı ne için kullandığın zaten. Lükse mi ihtiyaca mı? Kendini göstermeye mi kendini geliştirmeye mi? Güvenliğe mi deneyime mi? Bu farkı bile çözememiş Chris...

Bu gerçek hikayenin sonunu biz yönetmenin gözünden izliyoruz. Yani Sean Penn bize böyle anlatıyor ama Chris'in son günlerini sadece Chris bilebiliyor. Gerçekten benzer pişmanlıklar  yaşadı mı? Yoksa o yaşadıkları, çaresizliğin getirdiği sığınma ihtiyacı mı sadece? Bunlar belirsiz kalacak. Fakat filmi incelediğimizde, karşımızdaki karakterin temelsiz olduğunu anlıyoruz. O dünyayı anlamak istemiyor, sadece ailesine karşı gelmenin peşinde. İyi bir okulda ve Amerika'nın orta sınıfında büyüdükten sonra mutluluğun paylaşılınca güzel olduğunu anlaması için Alaska'ya gitmesine gerek yoktu. Ben daha serüvenci, insanları ve doğayı anlamak isteyen, farklı bir hayatı yaşayabileceğini düşünen, bu uğurda hareket ederken zenginleşebilen bir bireyi görmek isterdim. O ise sadece Amerika'nın doğal güzelliklerini görünce büyüleniyordu.

Sonuçta cezbedici olan gitmektir, gidebilendir. Kalmak, bir yerden sonra insanı aynı noktada bırakır. O nedenle şehirde kalmak ile Alaska'da bir ormanda kalmak arasında temelde bir fark yok. Oysa mesela, Chris, yeni tanıştığı Tracy ile beraber yollara düşseydi içim çok daha kıpır kıpır ederdi. O yüzden On The Road'ı seviyoruz. Chris, bir yerleri görmeyi de, herhangi bir insandan bir şeyler kapmayı da düşünmüyor. Maceracı insanın algıları açıktı. Oysa Chris her şeye kapalı. Serüveni boyunca çevresine birçok sınıftan, birçok yaştan insan giriyor ama o sadece onlara 'cool' cevaplar verip farkını göstermeye çalışıyor. Bu da biraz ukalaca duruyor. Doğaya karışacak adamın biraz daha kucaklayıcı olması gerekmez mi? Sisteme karşı bir hayat kurmak isteyip, sistemin yan etkilerini (yüksek ego) sırt çantasına yüklemiş olması büyük bir tezat.

Sanırım film bize biraz yanlış anlatılmış. Ya da biz yanlış kurgulamışız kafamızda. Bu da bir hayal kırklığı yarattı. Ama şu bir gerçek ki; hiçbir bilgim olmadan bu filmi izlemiş olsaydım çok daha severdim.

Bu arada yan rollerde William Hurt, Vince Vaughn (en iyi karakter olabilir), henüz ergen bir kızolan Kristen Stewart, Zach Galifianakis gibi isimleri görmek güzeldi. Seviyorum böyle sürprizleri... Eddie Vedder'in ise yeri çok ayrı. Fazladan 1-2 puan katar.

Pazar, Ekim 14

Call Me By Your Name


İnsanlar bazı olaylarda veya daha genel durumlarda bir tarafı seçiyorlar. Bundan yanlış bir şey yok. Peki ait olduğumuz tarafı nasıl seçeceğiz? Bize daha uygun insanların olduğu yerde mi olacağız, yoksa bizim düşüncelerimizi daha iyi destekleyen bir yerde olacağız? Kalabalığın, yanında olmak istediğimiz insanların peşinden mi gideceğiz, yoksa ideallerin mi?

Call me By Your Name, izlediğim en kötü filmlerden biriydi. Fakat daha kötüsü bu filmin Türkiye'de (ülkeyi boş ver yakın çevremde) çok sevilmesi ve sevilirken ütopik veya ideal bir dünyanın mihenk taşı olarak gösterilmesiydi. Filmin uyarlanmasına neden olan romanı okuyanlar bize daha farklı bilgiler verse de biz romanı okumamıştık. Gördüğümüz şey iki saatten biraz daha fazla süren bir filmden ibaret. Değerlendirmemiz ve bakışımız da bunu kapsar.

Cinsel tacizin, istismarın had safhada olduğu ve sık sık tartışıldığı bir ülkede güçlü durmaya çalışan bir grubun, sırf eşcinsel bir aşkı anlattığı için bazı şeyler hoş görmesi inanılır gibi değil. Esasında rahatsız edici nokta filmin cast seçiminde başlamış. Oliver karakterini canlandıran Armie Hammer 32 yaşında. Ve kesinlikle filmde daha büyük gösteriyor. Üstelik iki saat boyunca karakterin yaşını öğrenemiyoruz. Tamamen fiziksel özelliklerinden bir çıkarım yapmak zorundayız. 32 diyen muhakkak çıkar ama fazlasını söyleyene de kimse karşı çıkmaz. Elio karakterinin ise 17 yaşında olduğu defalarca vurgulanıyor. Yani biz iki saati 32 yaşındaki bir yetişkin ile 17 yaşındaki bir ergenin cinsel münasebetleri olarak izledik.

Olay İtalya'nın renkli güzel sokaklarında, sıcak bir yaz zamanında geçince izleyenler eridi gitti herhalde. Yoksa hikayeyi biraz değiştirsek yer yerinden oynardı. Mesela Elio'nun babası akademisyen değil de bir din adamı olsaydı ve yanına gelen de aynı 'sektör'den bir çaylak olsaydı neler hissedilirdi? Peki hikaye Anadolu'da geçseydi? Veya bir film değil de sadece bir haber olsaydı?

Söylediğimiz cümlelere, savunduğumuz fikirlere dikkat etmeliyiz. Yoksa başka zaman bizi arkamızdan vurabilir. Call me By Your Name'in sinema versiyonu tam olarak böyle. Dikkat edilmesi gerekiyor. Eşcinsel sevdalara karşı tutucu değilim ama bazı evrensel yasaların da arkasındayım. Sözgelimi 18 yaşın altındaki kişilerle cinsel ilişkiye girmenin bazı cezalarının olması gerektiğini düşünüyorum. Esasında yasakların da karşısındayım ama bazı insanların istismara yönelmesinin -şimdilik- böyle engelleneceğini düşünüyorum.

Elio, kendi cinselliğini keşfediyor olabilir. Aynı zamanda karşısındaki adama saf bir sevgi de duyuyor olabilir. Onu yargılamak yersiz ve haksızlık. Fakat bariz bir şekilde 30 yaşın üstünde gözüken bir adamın 17 yaşındaki biriyle -kız veya erkek- ilişkiye girmesi nasıl oluyor da kimseyi rahatsız etmiyor? 

Aslında sinemada böyle hikayelere de yer var. Fakat anlatım tarzı önemli. İllegal bir durumun bu derece romantize edilmesi rahatsızlık verici. Demek ki bazı düşüncelerimiz tamamen kolpa! Sadece kendi istediğimiz gibi yaşamamız yetmiyor, herkesin de bizim değerlerimize göre yaşamasını istiyoruz. Tüm isyanımız da bundan, yoksa ideal, eşit yaşam kimsenin umurunda değil!

Film aslında çok kötü değil. Bazı iyi noktaları var. Renkler, mekanlar çok güzel. Soundtrack harika. Fakat bazen, hatta çoğu zaman, tarzdan ve şekilden daha önemli olan anlatılandır. O konuda da sınıfta kalınca, geriye bir şey kalmıyor.

Üstelik eşcinsel aşklar ve filmler biraz da toplumsaldır! Bu filmde ise iki kişi dışında kimseyi göremiyoruz. Yan karakterler sadece; yanlarındaki karakterler! İkilinin sokakta yürümeleri ve dans etmeleri bile neredeyse yalnız başlarına. Filme damga vuran baba bile, son sahneye kadar pek gözükmüyor. Bir anda çıkıp, ak sakallı dede gibi konuşup gidiyor. Kimse yok bir filmde. Hatta baş karakterler bile yok. Sadece tipler var. İki karakteri besleyen bir derinlikten bahsetmek mümkün değil ki, esasında LGBT filmlerinin en sağlam noktasıdır bu. 

80'lerin İtalya'sında laf bile yemeden aşklarını yaşayan iki eşcinsel! Şaşırtıcı ve biraz gerçeklik duygusunu yok ediyor. Film bir noktadan sonra klip tadına bürünüyor. Yani anlatılanlar dışında da çok eksik ve yetersiz noktaları var. Saf bir yaz aşkını anlatıyor gözüyle baksak çok sıkıcı, eşcinsel bir aşkı anlatıyorsa çok zayıf.

Elio bir kız olsaydı bu filmin IMDB notu 8'den 5'e inerdi. Üstelik Oliver için de zor, sancılı ve hukuki günler başlardı!



Cumartesi, Ekim 13

Örf ve Töre


Arda Turan'ın son olayı hakkında veya direkt Arda Turan hakkında herkes bir şeyler yazarken, biz o kısımları pas geçelim. Bu son olayın dışında kalan başka bir durum benim dikkatimi çekiyor. Sanırım Arda'nın en büyük sorunu da burada yatıyor.

Arda son yaptığı açıklamada, yani Instagram duyurusunda, eşinden özür dilerken onun 8.5 aylık hamile olduğunu ısrarla vurguladı. Allah analı babalı büyütsün. Demek ki minik Arda, dünyaya Kasım ayında gelecek. Basit bir hesapla yavrunun ana karnına düşmesi de Şubat ayında gerçekleşmiş oluyor.

Biliyorsunuz Arda - Aslıhan çifti 11 Mart günü evlendi. Buraya kadar sorun yok. Kimin ne zaman ne yaptığına karışacak değiliz. Fakat Arda karışıyordu.

Şubat ayında kendisine bu soruyu (Evlenme nedeni hamilelik mi?) soran gazetecilere yine bir Arda klasiği olarak sert çıkmış ve "Bizim örf ve adetlerimiz var. Ayıp etmesinler" demişti. 

Yani Arda'ya ve Arda'nın töresine göre evlenmeden önce cinsel ilişkiye girmek ayıptı, tersti. Büyük ihtimalle töre erkekleri değil ama kadınları bağlıyordu. Töreye karşı gelinmezdi. Arda tabi o gün daha detaylı yorum yapmadı ama yapsaydı evlenmeden önce cinsel ilişkiye giren kadınların toplumdan  dışlanmasına neden olacak cümleler de kullanabilirdi.

Kimsenin töresine karşı gelecek durumumuz da yok. Herkes kendi töresini, adetini, geleneğini yaşamalı. Fakat Arda, başkalarına racon kesip töre biçerken, kendisi kendi töresine uymamış.  

Arda keşke herkese akıl verip, kendi kendine adamlık literatürü yaratmasaydı. Onun yerine özgürce yaşayıp, bir yandan da topunu oynasaydı. Belki yine çok eleştirilirdi ama toplumum tüm kesimleri tarafından antipatik bulunmazdı. Fakat o öyle yapmak yerine son iki senede devamlı bir toplum inşasına girdi. Örf ve adetlerden bahsetti, 'Nasıl adam olunur?' sorusu hakkında dersler verdi.

Zaten Arda'nın bütün meselesi de burada yatıyor. Yoksa insanlar kavga da eder, eşini de aldatır. Bunlar bireysel hatalardır veya zaaflardır ve insanın kendisini bağlar. Üstelik dünyada bu tip olaylarla gündeme gelen sayısız da futbolcu var. Ama hiçbiri bu olayları yaşarken yaşadığı toplumu yeniden inşa etmeye çalışmadı; tam tersine toplumdan af diledi. Arda ise herkesi karşısına aldı. Bu da onun geleneği haline geldi.

Hayır keşke en azından inşa etmeye çalıştığı duruma uygun yaşasaydı, o zaman ses de çıkaramazdık... O da olmamış. Her şey yarım kalmış. Tıpkı kariyeri gibi.

Butch Cassidy and the Sundance Kid


Soygun ve Western filmlerini çok izledik, daha da izlemeye devam ediyoruz. Sinemanın vazgeçilmez türlerinden. Fakat en iyi örneklerinden biri de burada... Bunda dönem etkisinin payı büyük olsa gerek. 1969 yılı; özellikle ABD sinemasının en iyi zamanlarının son dönemi. Yani tam olarak zirve yıllarından bahsediyoruz. Yönetmen George Roy Hill, dönemin rekabetine ayak uydurmuş ve oldukça başarılı bir işe imza atmış. Sadece hikayeye ve oyunculara güvenmemiş, etkileyici kamera kullanımı sayesinde güçlü bir film ortaya çıkarmış. Aynı zamanda sinema tarihinin en iyi ve en yakışıklı oyuncularından ikisi bu filmde yer alıyor. Gerçi Robert Redford film çekildiğinde henüz rüştünü ispatlamadığı bir yaştadır ama bu film sayesinde de yürür gider.

Bu filmi diğerlerinden ayıran bazı özellikler var. Birincisi hikayenin zamanı. Western'ler daha çok Vahşi Batı'nın hakikaten vahşi olduğu yıllarda geçer. Yani 18-19. yüzyıl filmleridir. Bu film ise 1900'lerin başındadır. Halen at sırtında tren soyarak yaşayabileceklerini düşünen kahramanlarımız (!) modern çağın gerçekleri ile karşı karşıya kalır. Gerçi yavaş yavaş attan inerler ve bisiklete binerler ama bu değişim karşısında kararsız, çelişkili ve hatta güçsüz kalırlar. Hatta şimdilerde, modern çağın yıpratıcılığı altında ezilen insanların 'Güney'e gitme' sevdasına benzer bir şekilde Bolivya topraklarına da giderler ki genelde filmlerdeki kovboylar böyle kaçışlar için Meksika'yı tercih eder. Yani onlar daha uzağa yelken açar. 

Zaten ikilinin çok büyük gayeleri yoktur. Güzel yerlerde yemek yemek ve güzel bir kadınla sevişmek onlara yeter. Filmin gösterime girdiği günler, 1968 kuşağının en hareketli zamanlarıdır. O kuşak da bir arayış ve hatta kaçış içindedir. O nedenle filmle özdeşleşen, filme ayrı bir ilgi duyanların çok olduğunu sanıyorum. Sundance Film Festivali'ne isim babalığı yapması da bundan olabilir. Bir neslin, birçok insanın ilham veren filmi. Gerçek bir hikayeden uyarlansa da ikilinin Bolivya'da ölmeleri de bir başka noktadır. Zira film vizyona girmeden iki sene önce aynı ülkede Che de ölmüştür.

Karakterler de biraz farklıdır. Batı'nın sert adamlarına benzemezler. Belki Sundance biraz daha onları andırır ama genel olarak ikisi de yumuşak yüzlü, komik, eğlenmeyi seven karakterlerdir. Bu açıdan Harley Davidson ve Marlboro Man'e benzetebiliriz. Tabi aralarında -film olarak- 22 sene var. Fakat komik eğlenceli Harley ve Marlboro ikilisi de gökdelenler ve otoyollar arasında kaybolur. 

Bir başka ilginç ve tartışmalı nokta ise ikilinin özel yaşamlarıdır. Yakın dostlukları ve yanlarında sadece bir tek kadın karakterin olması, onları diğer sert ve eril kovboylardan ayırır.

Tüm bunlar ve daha fazlası filmi ayrı bir yere koyuyor. Bu nedenlerle olsa gerek Paul Newman "Biz olmasaydık ve yerimize başkaları oynasaydı film yine başarılı olurdu" demiş. Haklı olabilir ama onların da hakkını yedirmemek lazım. Bu arada Oscar'larda aynı sene Midnight Cowboy'a geçilmeleri de ilginç olmuş. Her şeye rağmen sadece Western'lerin değil sinema tarihinin en özel filmlerinden biri...

Çok yaşa Bandidos Yankees...

Cuma, Ekim 12

Yoğun Fikstür


"Eskiden televizyonda nadir futbol yayını olurdu. İçlerinden bir tanesine denk geldik mi havalara uçardık. İşin güzel yanı; hep birlikte izler, hep birlikte coşardık. Şimdiyse maçsız bir gün olsun, kendimizi hafiflemiş hissediyoruz....

Bazen eşime "Hadi yeter, bugün de Netflix'ten bir şey izleyelim" dediğim oluyor. Her şeyin gerçek anlamda üstümüze yağdığı şu çağda, ortaya çıkan ürünlerin kendine özgünlüğünü kaybetmemesi gerek."

Marco van Basten - Socrates Dergi

Pazartesi, Ekim 8

Rang De Basanti


Rang De Basanti, tam Türkçe'ye çevrilince "Onu Sarıya Boya" anlamına geliyormuş. Yani doğru çeviri. Fakat aynı zamanda fedakarlık yapmak anlamına gelen bir deyimmiş. Filmin bir kısmı sarı renkte olunca, başka bir anlam aramayı düşünmedim. Fakat sonradan okuyunca böyle bir bilgiye kavuştum. Umarım çok yanıltıcı değildir.

Filmin Hindistan yapımı olduğunu fark ettirecek birçok etken var. Oyuncular, dil, danslar, sürenin uzunluğu. Fakat kurgu ve repliklere bakınca bir Türk filmi de diyebilirdik! Türkiye ile çok fazla ortak nokta var. Karamsar gençlik, üniversitede gençleri dövmeye çalışan milliyetçiler, aileler, mesaj kaygılı cümleler. Duygu sömürüsü de had safhada. Biraz eğlenceli de. Sıkılmadan izleniyor. Yani Yılmaz Erdoğan ile Levent Kırca'nın ortak çekeceği filmlerden biri olurdu. Hatta çok uzun ve gereksiz sahnelerini düşününce, tek sezonluk güzel bir diziye dönüşebilirdi. Özellikle Facebook'un TC tayfasından çok beğeni alırdı.

Bu arada Hintçe ile Türkçe arasındaki benzerlikler de kulağa çalındı. Defol, inkılab, siyasi, dost, cihan, şahit, gibi kelimeleri seçtim. Bismil adında bir karakter de vardı ama onun konuyla ilgisi olmayabilir.

Tabi oyunculuk konusunda filmin büyük artısı olduğunu söylemek lazım. Aamir Khan muhteşem bir oyuncu. Avrupalı veya ABD'li olsaydı ne olurdu acaba? Gerçi dünyanın en kalabalık ülkelerinden birinde popüler olmak da az bu iş değil. Film çekildiğinde 41 yaşındaydı ama oynadığı karakter 20'lerin başındaki bir üniversite öğrencisi. Bu arada 3 Idiots'ta da yanında olacak (Üç sene sonra) Sharman Joshi'nin de çok iyi performans sergilediğini söylemek gerek.

Hindistan'ı sömüren İngiliz'in gelip Hindistan'ı barıştırmaya çalışması da her emperyalizm tehlikesindeki ülkenin bireyi gibi beni de üzdü ve inandıramadı. Filmdeki en tutarlı karakterin milliyetçi kardeşimizin olması da ayrı bir darbeydi. Yine de Müslüman/azınlık karaktere kanımız ısındı.

İzlemesi güzel, akıcı, renkler de güzel ama fazla popülist. Sınıfta kalmaz ama zor geçer...

Pazar, Ekim 7

Çocukluk Rüyası



"Kaş, Antalya, Fethiye... Orada savaş yok"

1991 yapımı Mediterraneo'yu ilk izlediğimde kaç yaşındaydım hatırlamıyorum bile. Ama 10'un altında olduğum kesindi. Tam da bir çocuğun ilk hayallerini ve hedeflerini oluşturduğu yaşlardaydım. Karşıma bu film çıktı ve ondan sonra aklımda devamlı Meis vardı!

Yazının girişindeki replik filmin tek Türk karakteri Aziz'e ait. İtalyan askerlerine esrar satan Aziz, onlarla sohbete girer. Telsizleri bozulduğu için dünyadan bihaber kalan İtalyanlar, 2. Dünya Savaşı hakkında bilgi almak isterler ama Aziz'in de dünyayı esir altına alan savaşa dair herhangi bir bilgisi yoktur. Dünyadan kopuk bir yerde hayatlarını sürdüren İtalyanlar, gezegende onlardan daha habersiz birisinin olmasına şaşırır ve sinirlenirler. Onun nereden geldiğini sorarlar ve yukarıdaki cevabı alırlar.

Belki de hem savaş yılları 1940'larda, hem de bu replik sayesinde filmin damga vurduğu 1990'larda savaşlardan uzak kalmaya çalışan bir ülke imajı verebilirdik. Tabi ki öyle değiliz. Zaten Aziz de bir hırsızdı. Fakat filmin tam ortasında geçen o cümle de çok güçlüydü işte.

Sırf kafaya kazınan bu cümle sayesinde, küçük yaşlardan itibaren Kaş'a gitmek aklımdaydı. Nasıl bir yerdi acaba? Meis gibi miydi? Meis'i görmemiştim ama en azından filmdeki Meis harika bir yerdi. Üzerinde yaşayan insanların akıp geçen zamanı önemsemediği, yaşamı sadece futbol oynamak, sevişmek, dans etmek, oyun oynamak üzerine kurdukları gerçek bir ütopya gibiydi. Adada yaşayanlar hiçbir şeye sahip değillerdi ama çok şeyleri vardı. Meis, yaşanabilecek ideal dünyaydı. Tıpkı Aziz'in savaşlardan uzak, saklı Kaş'ı gibi.

2018, Kaş ve Meis'e gittiğim yıl olarak kişisel tarihime geçti. Tabi ki önce Kaş! Ne olursa olsun, hangi hayallerle yola çıkarsanız çıkın, bu çağda bir yere hareket etmeden önce mutlaka ön bilgi almanız gerekiyor. Kaş için de öncesinde internete girildi. Kendini 'gezgin' olarak adlandıranların blogları, internete düşen tüm TV gezi programları, sözlük entry'leri... Hepsi yetersiz, hepsi anlamsız... Bütün gezginler hayatlarını, yazılarını, değerlendirmelerini 'not/derece' üzerinden kurmuş. Oraya gidin, bunu yapın, şu iyi, o kötü! Bir yeri tasvir etmek ve anlatmak sadece bunlardan mı ibaret? Her şey kıyasla mı mümkün? Ya da sadece sıfatlarla? Peki ya oranın yaşamı, oranın rutini, oranın insanları?

Yemekten ve kaliteden anladıklarını göstermek için yarışan vizyoner güruhun açıklamaları yetersiz kaldı. Hele Ekşi Sözlük'te çatışmalar almış gitmişti. "Siz Kaş'a gelmeyin, Kaş'ı bozmayın, Kaş'ı sevmeyen Bodrum'a gitsin..." gibi cümleler had safhadaydı. İnsanlara Kaş'a gelmemesini salık verenler kaç senelik Kaşlı acaba? Aslında o da önemli değil. Ne de olsa Kaş'a dışarıdan gelip bağlanmak mümkün. Peki bunu düzgün ve mantıklı cümlelerle açıklama çok mu zor? "Kaş'ı çok seviyoruz, çünkü Bodrum kitlesi burada yok. Aman sakın gelmesinler" değerlendirmesinden çıkamayan cümleler nasıl bir ruh halinin ürünü?



O zaman Kaş'ı kısaca değerlendirelim. Öncelikle ulaşım çok zor. Uçakla bir saat süren yolculuğun ardından en az iki saat süren kara yolunu çekmek zorundasınız. Üstelik kalacağınız yere yerleştikten sonra, bu sefer de koylara ulaşmanın zorluğu karşınıza çıkıyor. Kaş'ın denizinin çok güzel olduğu belli. Ulaşım zorluğu orayı bakir bir nokta olarak bırakıyor. Denizi, dalmayı, yüzmeyi sevenler için muazzam bir merkez. Fakat bunlar için de ya araba kiralamak (veya arabayla gelmek) ya da tekne ayarlamak lazım. Yani biraz zengin işi. O nedenle çok tavsiye edilen ve beni de heyecanlandıran yerlere gidemedim. Bunlardan ikisi Kekova ve Patara'ydı. 

Kekova'ya sadece tekne turu ile gidebiliyorsunuz ama tanımadığım insanlarla bir günümü denizde geçirmek pek sevdiğim bir organizasyon değil. Bizim vapur hatları gibi dolmuş tekneler olsaydı çok sevinirdim ama onlara da denk gelemedik. Patara ise Kalkan'a daha yakın. Arabasız gitmek çok zor, dönmek işkence. Daha yakında olan Kaputaş'tan dönmek bile zorlayıcıydı. Sınırlı sayıda dolmuş ve çok fazla yolcu... Yine de Kaş içinde en keyif aldığım plajın Kaputaş olduğunu söylemeliyim. Bir kanyonun önünde, geniş bir kumsal, dalgalı ve eğlenceli bir deniz. Normalde durgun suyu daha çok severim ama Kaş'ta ayağımın kuma değmesine hasret kaldığım için Kaputaş çok iyi geldi.  Merkeze daha yakın olan, yarım saat yürünecek mesafede olan Limanağzı da bir diğer hoş yer. İkisi de halk plajı. Kaş, koy ve plaj bakımından zengin bir yer değil ama halkın rahatlığı açısından Bodrum'un çok önünde. Belediye birçok yeri başarıyla muhafaza etmiş.

Merkezdeki yerler ise oldukça sıkıntılı. Bana göre değiller. Denizde taş çok, çoğu yerde kumsal yok iskele var. Küçük bir Türkbükü! Tabi deniz olarak değerlendiriyorum. Yoksa Kaş merkez, aslında küçük bir Cihangir!  Oldukça küçük bir yerde, sayıca çok insan var. İnsanların buralarda rahat etmesine şaşırıyorum. Fakat sanırım görüşler bulaşıcı. Biri sevdi mi peşinden herkes gidiyor. Midyecilerin Mardinli, Belçikalı gurbetçileri Afyonlu olması gibi... Kaşseverler de Cihangir ve etrafından.. Kadınların çoğu kocaman desenleri dövmelere sahip, erkekler ise Datome sakallı. Mekanlar, restoran veya cafe, ağzına kadar dolu. Hatta bazı yerler bir hafta sonrasına rezervasyon alıyor. Gece hayatı gürültülü değil. Club yok; bar var. Bu açıdan artı puanı alır ama tehlike kapıda. O kadar ufak bir alanda, o kadar az işletmenin olduğu yerde bu kadar çok kişi olunca boşluk kalmıyor. Üstelik bu gözlemler sezonu sonu olan Eylül ayına ait!

Gece hayatındaki durgunluk önemli. Zira Kaş sadece Cihangir tayfadan ibaret değil! Yazlık bir yerdeyiz ama gürültülü müzikler, sarhoş kavgaları, bağıranlar, yere kusanlar yok. Türkiye'nin güneyinde böyle bir yer bulmak çok zor. Haliyle bu fırsatı İslami kesim de değerlendirmiş. Kalkan'da daha fazla, ama Kaş'ta da hatırı sayılır bir muhafazakar kitle var. Sağ tarafın gençleri eşleri ile beraber, daha yaşlıları da çocuklarıyla beraber  oradalar. Onlara uygun bir ortam var. Herhalde onları  rahatsız eden tek şey, her gece hemen hemen her otelden gelen sevişme sesleridir.

Kısacası Kaş için hayal kırıklığı demesem de beklediğim gibi çıkmadı. Aslında son dönemde sosyal medyayı takip edince böyle bir durumla karşılaşacağımı bekliyordum ama en azından denize ulaşmanın daha kolay olmasını ve diğer tatil yerlerine göre biraz daha 'boş' umuyordum.

Önemli değil. Zaten benim aklım karşı taraftaydı. Fakat benim hevesim Kaş esnafı için şaşırtıcıydı. Kaş'tan Meis'e günlük tekneler var. Yarım saat sürüyor. Vizeniz varsa zaten sorun yok. Vize sıkıntınız varsa da önemli değil. Euro'nun artışı biraz bel bükse de, günlük vizeleri iki günde çıkartabiliyorsunuz. Fakat bu isteğimiz Kaş tarafında anlaşılır bulunmadı. Sorduğumuz hemen tüm acentalar "Meis'te bir şey yok ki, neden oraya gitmek istiyorsunuz?" sorularıyla bizi karşıladı. Hatta bizi Meis yerine Rodos'a göndermek isteyenler bile oldu. Bu ilgisizlik Kaş esnafının genel sorunu. Ya para kazanmak istemiyorlar, ya da yaz boyunca çok para kazandıkları için artık salmışlar. En sonunda daha profesyonel yaklaşan bir kurum, sorgusuz sualsiz (sadece kimlik bilgilerini sorarak) biletimizi kesti. Hayatımın bir koca gününü Meis'te geçirecektim. Yetmez ama evetti!

Meis'te bizi tabi ki Yunan polisleri karşıladı. Kadın ve erkek; hepsi mankenlik ajansından çıkmış gibiydi. Zaten genelde bir ülkenin yüzü olan noktalara 'güzel' yüzler konur ama bunlar biraz daha iyiydi. Kısa bir bekleme süresinden sonra adaya ayak basıyoruz. İnsan hiç bilmediği bir yere gelince önce korkuyor ama bir süre sonra keşfedilecek çok fazla nokta olduğunu düşününce heyecanlanıyor. Bizi hemen Türkçe bilen biri karşıladı ve bir turdan bahsetti. Meis'in meşhur noktalarından Mavi Mağara'yı gösterecekler, ardından da bir koya götürüp denize girmemizi sağlayacaklar. İstediğimiz saatte de gelip bizi alacaklar. Gayet mantıklıydı, hemen kabul ettik. Esasında Kekova için de olması gereken sistem buydu ama geçti artık!

Mavi Mağara, ömrümde denize girdiğim en ilginç noktalardan biri. Bir mağarada, sanki altta ışıklandırması olan bir denizde yüzüyorsunuz. Eşsiz ama kısa bir deneyim.

Meis tüm dünyada Kastellorizo olarak biliniyor. Oraya Meis diyen bir tek Türkler. Bir de Kızılhisar var; Kastellorizo'nun Türkçe'ye çevrilmiş hali. 12 Ada'nın en küçüğü. 450 kişinin yaşadığı bir yer.  Eskiden daha kalabalıkmış ama birçok insan Avustralya'ya göç etmiş. Yazları memleketlerinde geçiriyorlar. Hatta birçok mekanda Avustralya bayrağı asılı. Sydney isimli bir mekan da vardı. Onun dışında adaya her gün karşıdan turist geliyor. Çoğu Türk. Denize girdiğimiz koyun işletmesi de bir Türk'e ait. Yunan çalışanlar bile Türkçe'ye hakim. Espri dahi yapabilecek kadar konuşuyorlar. Bir insanın Meis'te çalışması veya yaşaması oldukça ilginç duruyor. Bomboş bir ada. Binalar en fazla üç katlı. İnsanlar az. Başkente, anakaraya uzak. Mesela kapıdaki polisler, mekanlardaki garsonlar... Doğumları Meis mi? Normal zamanda nerede yaşıyorlar? Yoksa bütün bir yazı mı Meis'te geçiriyorlar? Sıkıcı oluyor mu? Meis, Rodos'a bağlı bir ada. Acaba Rodos'ta mı yaşıyorlar. Rodos ile Meis arasındaki yolu (125 km) kaç saatte gidip geliyorlar? Öğrenmek istediğim sorulardı ama tatil rehaveti, güneşin altında yatıp yiyip içmeye odaklandırdı. Kaş'tan aldığım Fanatik'i Meis'te okumak, Meis sosyal hayatına dair bilgiler elde etmekten daha cazip geldi.

Asıl soruyu öğrenmek için akşama doğru hareketlendim. Gerçekten filmdeki gibi miydi? Küçük bir adadan bahsediyoruz. Bu insanlar nerede, neler yapıyorlar? Filmin sahneleri neredeydi? Merkezi gezince biraz üzülmeye başlamıştım. Küçük bir yerleşim alanı, binaların çoğu otel. Yabancılar var sadece. Sessizlik çok net duyuluyor. Peki bu adanın yerlisi ne yapıyor? Sadece turizm mi? Ütopya sandığımız hayat burada da mı yok? Güzel manzarası var adanın. Arada Kaş'a bakıyoruz. Oranın yeni yeni yükselen çirkin binaları karşıdan bile belirgin. Meis'e bakınca içimiz rahatlıyor yeniden. Fakat bu kadar mı her şey? Ara sıra gözümüze kiliseler çarpıyor. Çoğu boş ve kullanılmıyor. Yerli halk ortada yok. Gezen yok, yaşayan yok, evler boş. Bir tane müze var, o da kapalı. Hemen girişteki cami çok şık ama o da kapalı.

Filmin efsane sahnelerinden biridir. İtalyanlar Ada'da yalnız kalmıştır. Adanın terk edilmiş olduğunu düşünürler. Sonra bir gün çocuklar gelir, onları uyandırır. Askerler çocukları takip ederler. Ve adanın diğer tarafında, beyaz ve temiz çarşafların ardından halk çıkar. Aynısını yaşayacağımı tahmin etmezdim. Fakat adayı gezerken, taşlık, dağlık yükseklerin arasında yürürken, bu ıssız adada insanların nerede olduğunu, nasıl  yaşadığını düşünürken bir anda adanın arkasına geldik ve esas yerleşim yeriyle karşılaştık. Tabi sokağa serilen çarşaflar yoktu ama yukarıdan aşağıya bakıp kocaman bir futbol ve basketbol sahasına sahip köy görünce İtalyanlarla aynı duyguları hissettim. Filmin meşhur müziği yerine, bir gencin basketbol topunu sektirmesi duyuluyordu.

İçeriye doğru girdikçe filmin çekildiği birçok mekana denk geldim. Mesela kahvehane! Orada kahve de içtik. Az sayıda ama çok huzurlu gibi duran insanlar normal bir hayat yaşıyordu. Ne iş yapıyorlar, nasıl yaşıyorlar bilmiyorum. Belki de sadece tatilciler ve yaz sonunda Avustralya'ya dönecekler. Akşam olunca hepsi tıpkı bizim Türkiye'de yaptığımız gibi merkeze inip Ajax - AEK maçını izledi. 

Adalı olmayı ölçmek bir günde çok zor. Hemen benzerlikler dikkat çekiyor ama dört tarafı sularla çevrili bir yerde, kendi kendine yetmek zorunda olan ve bir de ekstradan kendi ülkesinden çok uzakta duran bir yerde yaşamanın başka bir mekaniği olmalı. Hem sınır şehri hem bir ada... Kaş'a, Atina'dan daha yakın... Belki sosyal hayat da öyledir. Bazı evlerin çanak antenlerinde Kaş esnafının adı ve telefon numarası var mesela. Evlerin mobilyaları nereden geliyor acaba? Kaş işte orada, hemen karşıda...

Tabi tüm bunları düşünürken Haliç gibi bir konumu olan adanın tam ortasında bir savaş gemisi geldi. Büyük ihtimalle merkezi yönetim burayı küçük bir üs kullanıyor. Adanın hemen çoğu evinde bir denizci simgesi var. Tahminimiz, ölen denizcilerin evleri. Adanın çoğu denizci. Fakat hepsi balıkçı olmayacağına göre, belki de bir kısmı askerdir!

Çocukluktan kalan bir istek yeniden alevleniyor. Tüm dünyadan uzakta bir adada yaşamak. Antisosyal bir düşüncenin ürünü değil bu. Tam tersi; iyice sosyalleşmek için. Beraber çalışıp, beraber yaşamak, beraber futbol oynayıp beraber eğlenmek için. Küçük ama yeterli bir yerde... Zamanın ve ömrün nasıl geçtiğini düşünmeden, hatırlamadan. Kendine yeterek. Biraz zor. Hele 2018 yılında çok daha zor. Dünyanın tüm ışıltılı cazibelerini televizyondan ve internette görmüşken, kendini geri kalan her yerden ve her şeyden soyutlamak ne kadar mümkün olabilir?

Filmde adaya yıllar sonra dışarıdan uçakla bir İtalyan askeri gelir. Pilot, İtalya'daki son gelişmeleri anlatırken 'bizimkiler' de benim sorduğum soruları düşünerek çelişkilere düşerler. Bir güneşli günde deniz kenarında balıklarını yerken İtalya'dan aldıkları haberlerin sonunda kafaları karışır. O adada huzurla oturdukları o güneşli günde, dışarıdan gelen kişi onlara "İtalya'da artık çok fazla fırsat ve çok fazla yapılacak şey var. Ortaya konan büyük idealler var. Çok para kazanılabilir" der. Peki bir insanın ömründeki en büyük ideali ne olabilir ki? Bunu test edecek sadece bir tek yaşantı ve o da kimseye yetmiyor. Adadan Cihangir'e; pardon Kaş'a bakınca bir alternatif çıkıyor karşıma. O mu gerekten tercih edilecek ideal?

Sanırım filmi tekrar izleyeceğim. Çünkü çok büyük ideallerim yok ama kafamda bir şeyler var. Çocukluktan işlenmiş bu artık, geri dönüşü zor.  Birilerinin beni itmesi için her türlü ilhama açığım. Film itiyor. Meis'teki gün itti. O yüzden ömrümün bir tam gününü Meis'te geçirdiğim için çok şanslıyım.

Bir de karşı taraftaki insanlar "Orada bir şey yok" demişlerdi. Gerçekten mi?

"Siz kazandınız ama beni suç ortağınız yapamazsınız"



Cuma, Ekim 5

Gone Girl


2014-2015 yıllarında vizyonda olan ve ülkemizde de çok büyük ilgi gören Gone Girl, ilk zamanlarında benim dikkatimi çekmemişti. David Fincher önemli bir referanstı ama oyuncu kadrosu ile fragmanı basit şifrelerle kotarılmış yüksek bütçeli bir gişe filmi imajı uyandırmıştı. Ben Affleck'in eleştirildiği kadar kötü bir oyuncu olmadığını düşünsem de bir filmin en büyük starı ise beklentiyi düşürmekte fayda vardı. Açıkçası Rosamund Pike da yüzünü bildiğim ama işlerine pek hakim olmadığım oyunculardandı. Sadece bir Massive Attack klibinde denk gelmiş, adına öyle aşina olmuştum. Zaten o da Gone Girl'den sonraydı. Yani kadro bana çok ışık vermiyordu.

Yine de beni bilen bilir. Böyle filmleri izlemek için en az 10 sene beklerim. Gone Girl paçayı sadece üç sene ile kurtardı. İyi ki de öyle oldu. Beklediğimden çok daha iyi olan, 2.5 saat boyunca sıkılmadan ekrana bakabildiğim bir film çıktı karşıma. Aslında hakkındaki bazı yorumlar da oldukça negatifti. İşte ne yazık ki 'beklenti' sinemanın ve edebiyatın en büyük sıkıntısı. Büyük hevesle sinema salonlarına koşturanlar filme pek iyi davranmamış. Onları okuyan ve dinleyen bense, filmi üç yıl bekletip boş bir gecede oturup laptop üzerinden izleyince hoşnut kaldım.

Filmin en zayıf noktası son 20 dakikaydı. Daha güçlü ve felsefik bir son çıkabilirdi. Biraz ona da hazırlamıştım kendimi. Orası biraz hayal kırıklığına uğrattı. Fakat geri kalan noktalar oldukça etkileyiciydi. Fincher zaten sevdiğim bir yönetmen. Geçişler, flashback'ler çok iyi kurgulanmıştı. Uzun ve gizemli/sırlı (bilinmezin çok olduğu) filmlerde seyirciyi dinamik tutmak için önemlidir. 

Oyuncular da çok iyiydi. Robin van Persie kılıklı Affleck, tüm eleştirilere rağmen yine vasatı aşmıştı. Sanırım bu adamın en büyük çelişkisi yüzü. Bir kesime göre çok yakışıklı ama yakışıklı olmasının ekmeği sayesinde çok fazla filmde rol kapmış. Bu bir antipati oluşturuyor. Bence ise tam tersi. Aslında çok yakışıklı değil. Fena bir suratı yok. Tam ABD gençliğinin yüzü. Lisede Amerikan futbol takımı kaptanı olan boş surat ama iyi fizik! Yani esasında oyunculuğundan önce suratını görünce negatif hisler besleyeceğiniz biri... Bence ona olan olumsuz bakışı bu nokta  tetikliyor. Onun dışında oyunculuk kısmını da giderek hallediyor. 90'larda faciaydı ama artık öyle değil. En azından  bu filmde, aynı sene Oscar'a aday olan Bradley Cooper'dan daha iyidi.

Rosemund Pike ise o sene adaylık aldı. Hak etti. Belki ödülü de alabilirdi ama çok güçlü rakipleri vardı. Olsun. Filmin yıldızı olduğu bir gerçek. Kendisini de bu filmle iyice tanımış oldum. İki 'sıradan' oyuncunun bu kadar başarılı iş çıkarması da herhalde yönetmen başarısıdır. Fincher'in başrolleri güçlü olmayan isimlere pek görmeyiz. Kendine çok güvenerek bir seçim yapmış ve altından kalkmış. Tabi sahneleri ortalama 50 tekrarla çektiği söylentileri de o dönem çok revaçtaydı.

Orta sınıf eleştirisi ve analizi, psikolojik derinliği, Amerikan toplumsal unsurlarının (örnek aile, medya, polis, Girl Power sektörü) ikiyüzlülüğü, Kara Film temposu, güçlü femme fetale karakteri ile izlenmesi tavsiye edilecek filmlerden... 

Film bir roman uyarlaması. Genelde roman uyarlaması filmleri izledikten sonra kitabı okuma isteğim oluşur. Fakat bu sefer gerek duymuyorum. Film zaten yeteri kadar tatmin etti, kitabına da çok gerek yok. Ona gelene kadar daha Anna Karenina okumam lazım...

Çarşamba, Ekim 3

Aus dem Nichts


Fatih Akın filmlerine ve onun tarzına aşinayız. Rahatsız da değiliz. Her zaman belli bir seviyeyi garanti ediyor zaten. Bugüne kadar şaşmadı. Kimi Kurz and Schmerzlos'u sever kimi Gegen die Wand'ı, kimi bir diğerini... Fakat seçilen favori film dışında kalanlara kimse uzak değildir.

Son film Aus dem Nichts de belli bir seviyeyi geçenlerden. Fakat bu sefer diğerlerinden ayrılan bir nokta var. Tabi ki Fatih Akın birçok ülkede ve festivalde, birçok filmiyle ödüller toplayan bir yönetmen. Fakat işin içine Golden Globe ödülü ve Oscar ile Cannes adaylığı da eklenince gözler biraz daha dikkatle açıldı.

Ve ne yazık ki, 2017'nin sonlarında oluşan havayla beklediğimiz film, en üst seviyeye yaklaşamıyor. Akın'ın belki de dünya çapında en dikkat çeken filmi olabilir. Türkiye'de bir Gegen die Wand etkisi yaratmadı mesela ama zaten Gegen die Wand da dünyayı Türkiye kadar etkilememişti. Bu çarpıklığın sonucunda Aus dem Nichts de sınıfta kaldı. Tabi ki bu sınıfın, elit öğrencilerden (filmlerden) oluştuğunun altını çizmek lazım.

Öncelikle filmin merkezini anlamakta zorlandık. Bu bir polisiye/suç/mahkeme filmi mi yoksa psikoloji soslu bir drama mı? Diane Kruger'in başarıyla canlandırdığı Katja karakterinin kişisel husumeti ve zihni ile savaşı filmin temeli gibi duruyor. Esas hikaye orası. Fakat biz mahkeme, dava, suçlular vs sürecinde çok zaman kaybediyoruz. Bir CSI dizisi bölümünden bir anda bambaşka bir noktaya geçiyoruz. O nedenle filmin derdini anlatmakta sıkıntısı var. 

Neyse ki bir eserin en vurucu yeri sonu olmalı. Bu şifre Akın'ı kurtarıyor. Yönetmen, ani, sert ve sürpriz bir son yaratarak filmi bir anda bitiriyor. Koltukta kalıp, bir süre düşünmeniz kesin. Bu da filmin akılda kalmasını sağlıyor. Fakat yaklaşık 105 dakikanın en az 80 dakikası zihinlerden çıkıyor.

Bu arada mahkeme/dava kısmında da bazı çelişkiler mevcut. Normalde 'film hataları' bulma konusunda meraklı değilimdir. Yakaladığımda da çok önemsemem. Genel fotoğrafa bakarken detaylarda bazı aksaklıklar olabilir, benim için önemli değil. Fakat Aus dem Nichts'te böyle sıkıntılar çok belirgindi. Mesela 2017 Almanya'sında bir şehrin çarşısında bomba patlayacak ve bir sürü dükkanın olduğu yerde bir kamera bulunmayacak.... Akla mantığa gelmiyor. Veya bir terör zanlısı olay anında nerede olduğunu bir otelin randevu defteriyle kanıtlayacak ama kimse bir uçak bileti veya pasaport bilgisi sormayacak! Hikayenin ana fikri, filmin üçüncü bölümü. Akın belli ki bizi oraya hazırlıyor. O nedenle de bombacı çiftin serbest kalması gerekiyor. Bunu anlayabiliyoruz. Fakat öyleyse en azından mahkemeyi o kadar geniş tutmasıydı.  Orada oyalanmasının bedeli ufak hatalarla ödenmiş. Fakat o hatalar da inandırıcılıktan uzaklaştırmış. 

Bu kadar eleştiri filmin değerini düşürmesin. Fakat beklentiyi de artırmasın. Güzel bir film var ortada. Üstelik anlatılan hikayeyi düşününce ajitasyonun hiç olmaması oldukça saygı uyandırıcı. Duygusallık yok, sertlik ve vuruculuk var. Diane Kruger de aldığı ödüllerin hepsini hak etmiş. Eskiden 'Güzel kadın' sıfatının sağladığı avantajlarla karşımıza çıkıyordu ama artık "Güzel ve iyi bir oyuncu" etiketini almış durumda. Komedi, dram... Hepsini hallediyor. Bu filmi de tek başına sırtlıyor. 

Salı, Ekim 2

Ekim 1976




Shutter Island


Martin Scorsese keşke hiç Oscar almasaymış! 2006'da Departed ile özlediği ödüle kavuşan yönetmenin bir sonraki filmi Shutter Island olmuştu. Yanına yine Leonardo di Caprio'yu alınca insanlar meraklanmıştı. Çıkan film ilgi çekiciydi. Vizyonda kaldıktan sonra dahi çok konuşuldu. Çok fazla hayranı oldu. IMDB'de bile Top 250 listesinde yukarılarda yer buldu. Gerçi o günlerde ve sonrasında çok fazla ilgimi çekmemişti ama yine de kafamın bir kenarında kalmıştı.

Scorsese'yi severim. Filmlerine burun kıvıracak hiç değilim. Evet eski zamanlarda çok daha iyi işler çıkarıyordu ama o dönemin yönetmenlerin çoğu zamana ayak uyduramadı. Uydurmak zorundalar mıydı, ondan da emin değilim. Fakat Scorsese gişeye veya popülere veya daha genişe kaliteli ürünler sunmayı iyi becerdi. Tarzı, ait olmadığı dönemin öncüsü oldu. Filmler tartışılır ama bu yaptığı büyük iş...

İşte Shutter Island, tüm bu düşüncelerin arasında hiç izlenmeden bile saygıyı hak eden bir filmdi. Fakat ortaya inanılmaz kötü bir şey çıkmış. Daha önce de çok kötü film izledim. Bazı filmler beklentimi yerle bir etti. Kimilerine "Bu filmin IMDB listelerinde ne işi varmış?" diye söylendim. Herhalde Shutter Island hepsini geçer, hepsinden özür dilememe yol açar.

Beklenti düşüklüğünden dolayı beğenmemekten bahsetmiyorum. Ciddi anlamda kötü bir film var ortada. Hâlâ IMDB'de yazan 8.1'e bakarak şaşırıyorum. İnsanların ne bulduğunu merak ediyorum. Bir kitap uyarlaması olduğu için acaba kitabı sevenler mi bu kadar beğendi? Zira sinemaya ilgisi olanlar, bu tarz bir filmi defalarca izlemiştir. Sonundaki sürprizi(!) 30. dakikada anladım. Benim saflığıma geldiğini sanıyorum, başkası çok daha erken anlamış olsa şaşırmam. Leonardo di Caprio'nun herhalde Scorsese ile çalışmaya başlayarak zirveye tırmandığı süreçteki en kötü performansını izledik. Zaten bu ikilinin ismi olmasa, Cumartesi geceleri Show Tv'de yayınlanacak filmlerden biri olurdu.

En azından Ben Kingsley, gözlerin pasını silmiş. Mark Ruffalo da aksanıyla falan hafif renk katmış. Başka da bir numarası yok. Onlar için bile izlenmez...