Into the Wild vizyona girdiğinde, üniversitedeki son senemdi. Filme gitmeye çok niyetlenmiştim ama bir türlü fırsat olmamıştı. Konusunu üstün körü dinlemiştim insanlardan. İzleyenler de çok farklı bir film olduğunu söylüyordu. Herkes etkilenmişti. Elinde diplomasıyla ne yapacağını bilmeyen her genç gibi hayallerim vardı. Bir tarafta da gerçekler. Kafa çok karışıktı. Doğaya karışan bir serüvencinin öyküsü tam da o zamanlarda çok ilgi çekiciydi. İzlersem belki ilham verici bile olabilirdi.
Fakat gerçekçilik biraz daha ağır bastı ve bir koşuşturma içine girildi. O koşuşturma esnasında film izlenmedi. Ötelendi, ertelendi. Ara sıra Eddie Vedder'in müziklerini dinledik. Yaklaşık 10 sene sonra filme kavuştum. Ve ne yazık ki hayal kırıklığına uğradım.
Bu tamamen beklentilerle alakalı. Farklı ve mutlu bir hayatın var olabileceğini göstermesini bekliyordum. Bunun için yaşayan insanların olduğunu ve bu amaçlarında başarıya ulaşabildiklerini görmek istiyordum. Fakat kahramanımız Chris; maalesef aile içi sıkıntılarından dolayı yaşadığı bir isyanı bastırmaya hevesliymiş. Film bu açıdan ilerleyince, devamlı aile bireylerinin yaşadığı çatışmaları izleyince bir türlü doğanın içine karışamadık.
Neyse ki usta işi çekimler, muazzam bir görüntü yönetmenliği var. Hele o ilk 10 dakika neydi öyle? Belgesel mi izledik, direkt Kuzey Amerika coğrafyasına mı karıştık anlayamadım. İşin bu kısmı Sean Penn'e yazar herhalde. Emile Hirsch de tek başına harika bir iş çıkarmış. Cast Away'deki Tom Hanks gibiydi...
Fakat öykü bizi yakalayamadı işte. Zaten Chris de zaman içinde bir şeylerin ters gittiğini anlıyor. Medeniyetten kaçmak, topluma sırt dönmek çözüm olmayabiliyormuş. Fakat karakterin de çok basit hataları var, ki sonu da böyle geliyor. Gemileri yıkarak gitmesi, hafif ukalalığı, kimseyi yanında istememesi, fazla idealist davranıp parayı reddetmesi bir zincir oluşturuyor. Kendisini hareketsiz bırakan bir zincir...
Oysa o para, sisteme dahil olma anlamına gelmeyebilirdi. "Paraya ihtiyacım yok, insanı ihtiyatlı olmaya zorluyor" diyen adamın bir süre sonra o para için çabalaması ve o paranın yanında olmaması için zorluğa düşmesi oldukça kötü. Zira filmin verdiği mesaj da bir anda 'para önemli dostlar'a dönüyor. Aslında doğru; para önemli. Bazen bir kürek de önemli. Bazen bir çakmak, bazen bir kazak önemli. Asıl olan elindeki parayı ne için kullandığın zaten. Lükse mi ihtiyaca mı? Kendini göstermeye mi kendini geliştirmeye mi? Güvenliğe mi deneyime mi? Bu farkı bile çözememiş Chris...
Bu gerçek hikayenin sonunu biz yönetmenin gözünden izliyoruz. Yani Sean Penn bize böyle anlatıyor ama Chris'in son günlerini sadece Chris bilebiliyor. Gerçekten benzer pişmanlıklar yaşadı mı? Yoksa o yaşadıkları, çaresizliğin getirdiği sığınma ihtiyacı mı sadece? Bunlar belirsiz kalacak. Fakat filmi incelediğimizde, karşımızdaki karakterin temelsiz olduğunu anlıyoruz. O dünyayı anlamak istemiyor, sadece ailesine karşı gelmenin peşinde. İyi bir okulda ve Amerika'nın orta sınıfında büyüdükten sonra mutluluğun paylaşılınca güzel olduğunu anlaması için Alaska'ya gitmesine gerek yoktu. Ben daha serüvenci, insanları ve doğayı anlamak isteyen, farklı bir hayatı yaşayabileceğini düşünen, bu uğurda hareket ederken zenginleşebilen bir bireyi görmek isterdim. O ise sadece Amerika'nın doğal güzelliklerini görünce büyüleniyordu.
Sonuçta cezbedici olan gitmektir, gidebilendir. Kalmak, bir yerden sonra insanı aynı noktada bırakır. O nedenle şehirde kalmak ile Alaska'da bir ormanda kalmak arasında temelde bir fark yok. Oysa mesela, Chris, yeni tanıştığı Tracy ile beraber yollara düşseydi içim çok daha kıpır kıpır ederdi. O yüzden On The Road'ı seviyoruz. Chris, bir yerleri görmeyi de, herhangi bir insandan bir şeyler kapmayı da düşünmüyor. Maceracı insanın algıları açıktı. Oysa Chris her şeye kapalı. Serüveni boyunca çevresine birçok sınıftan, birçok yaştan insan giriyor ama o sadece onlara 'cool' cevaplar verip farkını göstermeye çalışıyor. Bu da biraz ukalaca duruyor. Doğaya karışacak adamın biraz daha kucaklayıcı olması gerekmez mi? Sisteme karşı bir hayat kurmak isteyip, sistemin yan etkilerini (yüksek ego) sırt çantasına yüklemiş olması büyük bir tezat.
Sanırım film bize biraz yanlış anlatılmış. Ya da biz yanlış kurgulamışız kafamızda. Bu da bir hayal kırklığı yarattı. Ama şu bir gerçek ki; hiçbir bilgim olmadan bu filmi izlemiş olsaydım çok daha severdim.
Bu arada yan rollerde William Hurt, Vince Vaughn (en iyi karakter olabilir), henüz ergen bir kızolan Kristen Stewart, Zach Galifianakis gibi isimleri görmek güzeldi. Seviyorum böyle sürprizleri... Eddie Vedder'in ise yeri çok ayrı. Fazladan 1-2 puan katar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder