Cuma, Şubat 28

Fanny och Alexander





Tamam filmin adı Fanny - Alexander ama Fanny'nin konuyla pek alakası yok. Bu tamamen Alexander'ın filmi. Ya da şimdi düşündüm de belki Fanny'nin de alakası vardır ama biz anlamamışızdır. Keza film o kadar üstün ki, bizim basit bilgilerimiz, filmin içindeki felsefenin tamamını görmeye yetmiyor. Bunu kabul ediyorum. Ama bu yetersizliğim, filmden aldığım tadı, daha doğrusu yaşadığım aydınlanmayı engellemiyor.

Filmin ilk başta süresine bakınca, "Ulan yine bitmeyecek bir film izleyeceğiz" demiştim ama nasıl bittiğini anlamadım. Yine de Ata Atay kardeşimizin dediği gibi "Bana derdini 2 saatte anlatamıyorsan sıkıntı var" cümlesini de Bergman ustaya söylemek isterdim. Gerçi filmin aslında 5 saat olduğunu, kısaltılmış versiyonunu izlediğimi öğrenince iyiyce heyecanlandım ve meraklandım. Aslında, 5 saatlik versiyonu dizi gibi, günde 1 saatlik tempoyla izlemek isterdim.

1982 yılında yabancı film Oscar'ı almış. Şaşırmadım. Felsefe Kulübü'nden en iyi felsefe kitabı ödülü bile alabilirdi. UEFA Kupası bile kazanabilirdi, en az Sacchi'nin Milan'ı kadar izleyeni rahatsız edip sonunda "vay amk" dedirtiyor.

Çarşamba, Şubat 26

Dönis Vays



Şimdi Chelsea maçı öncesi herkes bu pankartı ve Dennis Wise'ı hatırlıyor. İyi güzel, Londra'da sahaya giren örgüt üyesini dışarı attığı için Türkiye'de kahraman olmuştu.  Adına pankartlar açılmıştı.



Ama aslında o adamın bize başka bir hayrı dokundu, bu da gözden çıkarılıyor. Biz Berlin'i deplasmanda 4-1 yenerken Milan ile Chelsea ile karşılaşıyordu. Bu maçtan beraberlik çıkması çok önemliydi Galatasaray için. Milano'daki maç Milan'ın 1-0 üstünlüğüyle devam ediyordu. 76'da Wise bu golü attı. Milan 1 puan aldı.

Maç berabere bitmeseydi Milan 8 puana yükselecekti, Galatasaray'ın da UEFA Kupası olmayacaktı. 

Böyle işte. Bu yazıyı yazmak için de bugünü bekledim ki, anlamı olsun.

Cumartesi, Şubat 22

Buffalo 66







Anadolu Efes 63 - 71 Fenerbahçe Ülker



Bu sefer hata bende. Cuma akşamını Efes-Fenerbahçe maçı için İpekçi'de geçirmek çok gereksiz bir aktivite oldu. İki takım şahane basketbol oynasa bile gidilecek maç değildi. Ne yazık ki iki takım da çok kötü oynuyor. Bunu kazanan takımın koçunun maç sonunda "Bugün çok çok kötü oynadık" demesinden anlayabiliyoruz. Fenerbahçe, bu kadar tatmin edemediyse Efes'i siz düşünün.

Gerçekten maça dair aklımda hiç bir şey yok.Yani çok az şey var ama onlar da önemsiz. Geçen seneki iddiasız ve dibi görmüş Fenerbahçe - Beşiktaş maçları bile daha iyiydi.

O nedenle maç boyu Fenerbahçe tribünleri dikkatimi daha çok çekti. İyilerdi. Ülker Arena'da aylardır yapamadıklarını İpekçi'de kendilerine ayrılan az sayıda yerde yaptılar. Obradoviç'in maçtan sonra memnun olduğu tek şeydi belki de, Arena'da görmediği için şaşırmış olmalı. Kötü haber koça, bir daha aynısı olmayacak

Şimdi böyle bir paragraf yazınca efsane tribün yaptıkları da sanılmasın. Ama sağlamdı. Efes de olsa, deplasman tayfası deplasmandır her zaman. Özlemişiz. Şu deplasman yasakları bitse artık da hayatımızda güzel şeyler yaşasak. Fenerbahçe tribünlerine bakıp hüzünlenmemek elde değildi. Eskiden karşılıklı kapıştığımız günler aklıma geldi. Eski derbiler, eski tribünler, eski maçlar, eski olaylar.

Tribünler bitiyor, iyi tribün anıları çok uzaklarda kalıyor... Bardağın dolu tarafı; ileride o günleri anlatmak bize nasip olacak.

Çarşamba, Şubat 19

İzdihamın Güzelliği






Eylem veya herhangi bir organizasyon değil. Ya da öyle. Mersin İdman Yurdu taraftarları, Tevfik Sırrı Gür Stadı'na girmeye çalışıyor. Hemen hemen her maç böylemymiş. Kalabalık olması mesele değil, girişler eziyet oluyormuş. Ama atmosfer çok güçlü.

Sırf bu nedenle yönetim yeni yapılan stada geçiş işlemlerini sezon sonuna bıraktı. Modern stadyumda atmosfer sönük kalır ve Süper Lig'e çıkma şansı tepilir korkusu var. Taraftar tepkili, yine eziyet girişlerde eziyet yaşayacağını düşünüyor. 

Yazının bundan sonrası için benden Mersin özelinde yorum çıkmaz. Ama keşke Ali Sami Yen yıkılmasaydı da bozuk turnikelerden girmeye devam etseydik.

Beşiktaşlı Feyyaz


Pazar, Şubat 16

Kara Köpekler Havlarken


Başka Semtin Çocukları'nın kötü bir hali. Volga Sorgu için film yapılmış sanki. Kahvehane ve askere uğurlama sahneleri dışında çok da bir şey vaat etmiyor. Güzel düşünce ama vasat iş...

Cumartesi, Şubat 15

Hoca Efendi


Aldığım karardan üzgünüm ama umutsuz değilim. Zira insan umudunu yitirdiğinde her şeyini kaybetmiş olacaktır. Savaşçı birisi olarak bunu kendime yakıştıramıyorum"
 
Bir insanın yaşamında elindeki anahtarın açacağı bir kutu çıkabilir. Bir kaç kutudan bir tanesi o anahtara uyar. Benim elimdeki anahtar da o kutuya uydu ve açtım. Bu yaşanmışlıklardan geride kalanları değerlendirmek benim görevim
 
Eğer şapkadan tavşan çıkaramazsanız bu ülkede bedel ödersiniz. Ben bu ülkenin futbol sisteminin karşılığında bir bedel ödüyorum ama yaptıklarımı sorgulamak zorundayım.
 
Benim bugün evim varsa bunu Trabzonspor'a borçluyum, benim çocuğum Ankara'da okuyorsa ve ona para gönderiyorsam bunu Trabzonspor'a borçluyum.


Valla seviyorum hocayı, umarım en kısa zamanda bir takım çalıştırır. Veya başka bir şey yapar, ama yeter ki gözümüzün önünde olsun. Fazla uzaklaşmasın.




Cuma, Şubat 14

Öküz


Sevgililer Günü de ne olay oldu ya, yok 14 Kubat falan...  Nedense sevgilisi olmayanlar daha çok önemsiyor bu günü, değişik değişik tripler. Sevgilisi olanlar veya herhangi bir şeyi seven herkesin günü kutlu olsun.

Yalnız bu Sevgililer Günü'nde çok fazla gördüğümüz karşı cinsi, ilişkileri ve günün kendisini kötüleyenleri görünce aklıma bu şarkı geldi. Grup Vitamin, Ufuk ve Ercanlı zamanları. Aslında güzel şarkı da Ercan Saatçi'nin şiveli söyleterek aşağılama moduna girmesi güzelliği azaltıyor. Aslında Kubat gibi egosu düşük adamları Ercan Saatçi'den daha fazla övmek lazım ama bu sefer böyle denk geldi.

Şarkının orjinali o yüzden daha güzeldir. Zaten konu ve sözler hemen hemen aynıdır. Yani Vitamin'i Vitamin yapan çevirilerden biri değildir.


İşin ilginç yanı, bu şarkının melodisi bizim mahallenin büyükleri (babamların kuşağı) için çok büyük önem teşkil eder. Sevgililer Günü'nden başladık nereye geldik. Biz de bu dünyada en çok Galatasaray'ı ve mahallemizi sevdik be abi.

(Şov yapmadan yazı bitmez) #17

Shine


Evet başarı hikayesi, bir mucize. Hayallerinin peşinden koş, just believe... Amerika'nın sevdiği hikayeler.

Tamam belki gerçek hikaye çok büyük saygı uyandırabilir ama filmi izlerken uyukladım. Daha önce defalarca izlediğimiz bir hikaye.İsteyince her şey oluyormuş. Peki...

Eğer mesele biyografi ise; başarı hikayeleri sizin Sugar Man bizim.

Only You


14 Şubat'taki Only You pankartı da güzeldi ve anlamıydı ama Kadıköy'de tüm stadı karşına alıp tellere asılmış Only You pankartının arkasında maç saatini beklemek bambaşkaydı...

Ceza Tayinine Yer Olmadığına




Aziz Yıldırım, Ahmet Hakan'a konuk oldu. 3 Temmuz 2012'den beri (tutukluluk süresi bittiğinden beri) bu kaçıncı acaba? Çok değil aslında. Bir NTV Spor var, arada 1-2 FB TV var, Fenerbahçe Genel Kurulu var. "Anahtarı soktum ama arabayı çalmadım, bu suç mu" dediği zamanlar da oldu, "Yaptıysam Fenerbahçe için yaptım" dediği de. Ama ne olursa olsun hep haklıydı. Kitlesi arkasındaydı, hala da arkasında. Belki yeniden yargılanacak. Belki şike de yapmadı, teşebbüs bile etmedi. Belki kendi dediği gibi "Herkes kadar" yaptı.

Ben çok sıkıldım. Zaten benim için bu defter, bir gece yarısı TFF'nin verdiği kararla kapandı. TC mahkemelerinin verdiği kararlar, yürüttüğü davalar işin başka boyutu. Siyasi yönü. Ve belki de Aziz Yıldırım'ın haklı olduğu tek konu.

Ama, maça giden, sevdasını haykırmak isteyen, bunun için bedel ödemeye razı olan taraftarın sırtına bir yük daha indirmek için devletle ortak hazırladıkları 6222, onları vuruyorsa buna da ben karışamam. Benim oyunum futbol, benim ilgim orası, ve benim için önemli olan "sportif mahkeme"ydi. Serdar Kulbilge 2 sene ceza aldı, Tahkim 3 maça indirdi. Futbol ailesi beraat etti, olay kapandı, "Fenerbahçemiz" diyen Yıldırım Demirören'in başkanlığı için eller hep bir anda kalktı. Olay orada sonlandı.

Bütün bu yılgınlık sonrası, futbolun kirli kalmasına göz yumduktan sonra Aziz Yıldırım'ın ÖYM  tarafından belki ağır ceza alması, belki adil olmayan bir şekilde yargılanması hiç umurumda değil. Ama yine de açtım Ahmet Hakan'ın programını izledim. Aziz Yıldırım yine sazı eline aldı. Hala daha Emenike'nin para sayma görüntüleri üzerinden kendini savunuyor. Ki yapabilir de hakkıdır, yaratılan algıyı kırmak için bu haksız ithamı kullanabilir. Ama Ahmet Hakan "Belki çıkar o görüntüler" derse, Aziz Yıldırım'a koz verirse o program izlenmezdi. Yine de izledik. İzledik, izledik, tatmin olmadık. Belki inanacaktık. Ulan tamam yeter ki kapansın bu dava diyecektik ki Aziz Yıldırım, Yunus Yıldırım'a salladı.

Hata yapan (bu da tartışılır) bir hakemi ve onun kurulunu, yani Türk futbolunu yöneten kurulu canlı yayında tehdit etti. Bir daha böyle bir şey olursa affetmeyeceğini söyledi. Aynı şey olacaksa Yunus Yıldırım bir daha maçlara gelmesin dedi. Canlı yayında, herkesin pür dikkat onu dinlediği bir programda dedi bunları. Bunu canlı yayında diyen adamın kapalı kapılar arkasında veya tapeleri çıkmayan telefon görüşmelerinde neler dediği/diyeceği hiç mi önemli değil?

Aslında hiç önemli değil.

Şu günden sonra kimsenin herhangi bir şeyden şikayet etme hakkı kalmamıştı zaten.

Olay kapandı. Parası ve gücü sayesinde seçilen kulüp başkanları, Türk futbolunu yönetmeye, parmağında oynatmaya devam edecek. Onlar MHK Başkanını, TFF Başkanını arayacak, biz kavga edeceğiz. İlişki ağları, güç kavgaları, taht oyunları, devam edecek. Telefonlar da açılacak, tehditler de olacak. Bazıları bu durumdan rahatsız olmaya başlayacak belki. O zaman gelince biz de onlara diyeceğiz ki;




Perşembe, Şubat 13

Hudutların Kanunu



Başrolde Yılmaz Güney tüm karizmasını ve yeteneğini konuştursa da aslında filmin aslan payı yönetmen Ömer Lütfi Akad'a aittir. Ve aslında Akad'ın dediğine göre film bütün cesur anlatımına rağmen istediği mesajı tam anlamıyla verememiştir. Bunun da nedeni sansür korkusudur. Zaten filmi izlerken bir yerde bu eksikliği hissediyorsunuz.  1966'da çekilip 1980'den sonra ortadan kaybolan bir eserden bahsediyoruz. Her dönem rahatsız etmiş yani.

Seneler sonra Cannes Festivali'nde gösterilmiş (Fatih Akın'ın öze çabasıyla). Aradan geçen yıllara rağmen izleyenleri mest etmiş, tek başına Türk sinemasına övgüler düzülmesini sağlamış. Aslında haklılar ama bir yandan da haksızlar. Akad,Güney; (hatta Metin Erksan,Ömer Kavur) bunlar önemli isimler, bunların filmleri şahane. Ama Türk sinemasında her zaman kıyıda köşede kalmışlardır. ürk halkı'nın Türk sinemasından anladığı, Türk sineması dendiğinde aklına getirdiği filmler bunla değildir.

Tuncel Kurtiz ve Aydemir Akbaş'ın da bu filmde rol aldığını hatırlatalım.

Son sahne ise baya yıkar adamı. 

Güzel filmdir. Aradan neredeyse 50 sene geçmiş ama oturup izlesen belki Uludere'yi bile anlarsın. O yüzden bu adamlar ve onların filmleri muhteşemdir. Zamanın ötesindedir.


Salı, Şubat 11

Büyüğüm



Başbakanın özel bir TV kanalı üzerinde hakimiyet kurması, manipülasyon yapılmasını sağlaması benim için hiç ama hiç şaşırtıcı değil. Üstelik bu kanal Habertürk olunca benim için haber değeri bile taşımıyor. Tapeleri dinledim. 12 yıla yaklaşan iktidar süresinde böyle şeylerin olmaması mümkün değildi zaten. Sadece bir başbakanın değil, güce sahip olan her insanın yapacağı ve yaptığı şeyler. Dünya zaten böyle yürüyor. Acı ama gerçek.

Hatta Başbakan'ın ikazından sonra kanal çalışanlarını arayan Fatih Saraç'ın, çalışanlara yönelik kibar ve sakin tavrı beni daha çok şaşırttı. Normalde, o rütbede biri başbakandan azar işitse, kanalda çalışanların yarısına ana bacı girerdi.

Beni en çok şaşırtan ise "Büyüğüm" oldu. Herkes başbakandan "Büyüğüm" diye bahsediyor. "Büyüğüm beni aradı" "Büyüğüme çok selam söyle" Bilmiyorum acaba kendi aralarında yarattıkları basit bir jargon mu? Yoksa daha geniş bir çevreye mi yayıldı? Ne için büyüğüm? Kim istedi? Recep Bey, Başbakanım, Başkan, hatta Reis bile deseler anlarım ama Büyüğüm? Hükmetmek böyle oluyor işte. Hakimiyet kurmak. Şef,Führer,majesteleri, ekselansları...

Devlet Bahçeli'nin konuşmasını kesmekten daha büyük bir sıkıntı var ortada. En azından benim için öyle. Ülkenin bir kısmı (üstelik kelli felli, iş güç sahibi, üst düzey yerlerde çalışan kesim) seçilmiş başbakana "Büyüğüm" diyor, ondan öyle bahsediyor. Nasıl bir algı yaratma oyunu, nasıl bir ilişki ağı?

"Büyüğüm" dendiğinde benim aklıma tek bir şey geliyor; 



Hentbol Tribünü


Tribündeki yalnızlık temalı fotoğraflar bu ara pek bir moda. Bu da Türkiye'den. İlginç değil aslında, hentbol maçı. Büyük ihtimalle de sporculardan birinin tanıdığıdır.

Avrupa'da olsa "cefakar taraftar" denir, Türkiye'de büyük ihtimalle "hentbola ilgi" olacak. Ben arada kaldım. Bu koltukların dolması için Galatasaray ile Fenerbahçe'nin hentbola girmesi lazım. Ama girmesin, girerse bir şubedeki daha rekabetin altından taraftar olarak kalkamayız.

Sürü




Bu film hakkında söz söylemeye benim gücüm yetmez.Yetse bile buraya yazılmaz.

Her sahne hakkında ayrı bir yazı, her karakter hakkında ayrı bir tez yazılır. Yazılır da biz yazamayız. Biz İstanbul'dan, 2014'ten bakarak hiç bir şey yazamayız. Anca içimiz titrer, gözümüz ıslanır.

Tuncel Kurtiz'in kötü karakteri Hamo'nun, oğullarıyla konuştuğu sahnenin en sonunda söylediği "Ya kazanacağız ya kaybedeceğiz" lafı ve arkasından giren Zülfü Livaneli melodileri eşliğindeki çekimler; benim için filmin zirve noktası.


Hamo'nun Şivan'ı dövmesi ve Şivan'ın cevap vermemesi,
Sürünün Ankara'nın ortasından geçişi ve şehirli insanın tedirgin bakışları
Trendeki Avusturya İşçi Marşı
"Ankara Ankara güzel Ankara"
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz
Filmin gizli yıldızı Tuncel Kurtiz'i seslendiren Kamran Usluer
Bir de genç Levent İnanır var


Her şeyiyle çok büyük film. Eskiden bu filmden bahsetmek bile zordu, adını anamazdık. Biz çocuktuk ama anlıyorduk. Yasak kelimeydi. Yol gibi, Duvar gibi. Şimdi artık Youtube'a gir FULL İZLE 



Pazartesi, Şubat 10

Davulun Kalbi





2000-2006 arasında tribünü kovalayan ve sırayla yok olan gençler. Genelde 85-88 arası doğumlular... Galatasaray tribününde arada kaybolan jenerasyonun mensupları. Kimileri kaybolmadı tribüne yıllarını veren adamlar oldu o ayrı.

90'lardaki ateşten kalan közlerden midir yoksa çocukluğun saflığından mıdır bilinmez 2000-2004 arası agresifti, ateşliydi, güzeldi sanki. Güzel insanlar fazlaydı sanki. Öyle bir tribünde gözümüzü açtık. Refleksleri kuvvetli bir Galatasaray tribünü vardı. 2004 senesinde Olimpiyatta bir sarsıldı, dönüşünde direndi, 33.hafta perdeler çöktü.

.....

Güzel zamanlardı, hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Belki de haberimiz olacak bir şey yoktu. Statta beklerken kapalı kapısında beliren ve setteki yerine taşınan davulun kalbi atıyordu o zamanlar. Öyle biliyordum ben.

(Alıntı)

Cumartesi, Şubat 8

Kasımpaşa 1-3 Konyaspor



Bu sezon ilk defa Kasımpaşa'ya gidiyoruz. Biraz geç kaldık. Sezonun yarısı geçti. Üstelik Kasımpaşa sezon genelinde izlemesi keyifli top oynamıştı. "Stadyum kaçmıyor illa bir ara gideriz" diyerek şubat ayının ortasını bulduk. Stada gitmeye gitmeye; semtin girişinden açık maratona yürümek için 5 dakika harcayacağımızı unuttuk. Ben de biraz geç kaldım gerçi. Sonuç olarak Hasan Kabze'nin golünü yakalayamadık. Bugüne kadar stadyumlarda onlarca maç izledim. Maçın başında golünü kaçırdığım üçüncü maç bu oldu; biri Beşiktaş - Konya Şekerspor kupa maçı, diğeri ise Liverpool-Milan CL finaliydi. Hasan Kabze bir kez daha tarihe geçti.

Maça 1-0 önde/geride başlamak iki takımı ne kadar etkilemiştir çözemedim. Konyaspor, maç boyunca inanılmaz bir özgüvenle oynadı. Skor 1-1'ken de böyleydi. Gerçi Kasımpaşa özellikle gol dakikası civarında baya etkili oldu, direkten dönen topları oldu ama bunu maçın geri kalanına yayamadı. Konya ise 10.dakikada ne oynadıysa 80'de de onu oynadı.

Sezon başından beri ligi takip eden biri için iki takımın oynadığı top şaşırtıcıydı. Kasımpaşa alt sıra takımı gibi, Konyaspor ise Avrupa için üst sıralarda gezinen başaltı takım gibi oynadı. Aslında bu farkı yaratan da Mesut Bakkal'ın ta kendisi. Son 4 maçta 9 puan, tek yenilgi ise Kadıköy'de şanssız bir şekilde kaçan Fenerbahçe galibiyeti. Bakkal'ın yarattığı takıma şaşırmıyoruz, bunu daha önce de yapmıştı. Hasan Kabze-Gekas-Hleb ve dün biraz sönük kalan Djalma can yakacak bir dörtlü. Şampiyonluk  yarışının kızıştığı haftalarda Konya deplasmanına gitmek sanıldığından daha büyük bir fikstür dezavantajı olacak.

Kasımpaşa için ise işler giderek sarpa sarıyor. Kötü gidişten çıkmaları için oynayacakları iki zorlu maç var, Beşiktaş ve Fenerbahçe. 2 maçtan da galibiyet alamamaları sıkıntıları arttıracak. Takımın oynadığı futbol da bu konuda ışık vermiyor. İsteksizlik göze çarpan en büyük özellikleri. Motivasyonlarını kaybettikleri görülüyor. Bu noktada ortaya teknik direktör meziyeti çıkar. Şota, bu sezon kendini ve takımını en çok geliştiren teknik adam olarak görülüyordu ama asıl sınavı şimdi verecek. Saha içinde yapabildiği gibi benzer bir adımı bu sefer saha dışında da yapması gerek. Bu fırtınadan sıyrılması onun kredisini de yükseltecektir. Zaten sıyrılamazsa tehlike çanları çalacak. Kasımpaşa taraftarının tepkisi bunun ilk işaretiydi.

Maçın yıldızı Gekas. 1 asist (göremedik), 2 şahane gol. Canlı canlı Gol Tanrısı'nın gollerini görmek de nasip oldu. Adem Büyük'ün golü de çok güzeldi. Ligin yetenek-oyun aklı klasmanlarında en zıt seviyeye sahip oyuncusu olabilir. Golü atmadan önce topu aldığında bana "ver artık birine ulan" dedirtip, golü atan Adem. Ama işte bunu maç boyunca 1 kere yapabiliyor, geri kalanında takıma zarar veriyor. Gekas ise belki de Adem kadar kabiliyetli değil ama arkadaşlarına sağladığı katkı sayesinde takımına sınıf atlatacak kadar kurnaz bir adam.

Kasımpaşa'da maç izlemek çok zevkli. İnsanların akılındaki Kasımpaşa imajının çok tersinde. Bütün maçı yanımda suşi yiyen Erasmuslu 2 kız ve 1 erkek öğrenciyle izledik. Arkamızda da semtin orta yaşlı abileri çekirdek yiyerek hafif argo cümlelerle muhabbet ediyordu. Recep Tayyip Erdoğan Stadı'nda, Recep Tayyip Erdoğan ülkesinin genelinden çok daha huzurlu bir ortam var. Tek üzüntüm büfede 5 liraya satılan muhteşem köfte-ekmekten yiyememiş olmak. Ama neyse ki Konyaspor maçına bilet alanlara Beşiktaş maçı yüzde elli indirimli olacakmış. Belki salı günü yolumuz yine oraya düşer.

Cuma, Şubat 7

Tarihin En İyi Maçlarından Biri


Böyle maçları seviyorum. Şampiyonluk yarışındasın, artık telafisi olmayan haftalara girmişsin, en yakın rakibinle deplasmanda oynuyorsun,  rakibin neredeyse tek kale oynuyor, ama o cehennem ortmaından galibiyetle çıkıyorsun. Muhteşem olay.

İtalya Ligi'nin dünyanın en iyi ligi olduğu zamanlarda; 1990-91 sezonunda Sampdoria, şampiyonluğa giderken 3 puan gerisindeki Inter'e konuk oluyor. Milano'daki maçta Inter inanılmaz oynuyor. Kaleye 24 şut çekiyor ama Pagliuca'yı geçemiyor. Klinsmann'ın bir golü geçer kazanmıyor, Mathaus penaltıyı atamıyor, boş kalelere top girmiyor, olmayınca olmuyor.

Mancini ile Bergomi devrenin sonunda kavga edip kırmızı kart görüyorlar. Inter tribünleri o anda alevleniyor. Sahaya atılan maddelerden biri Bergomi'ye isabet ediyor. İkinci yarıda Sampdoria'nın golleri gelince Inter taraftarı iyice çıldırıyor ve Pagliuca'nın bulunduğu kalenin arkasından yağmura başlıyor. Dossena ve Vialli atıyor,  Lombardo esiyor, Sampdoria da şampiyon oluyor. Bu 90 dakika da futbol tarihinin en güzel maçlarından biri olarak tarihe geçiyor.

Tost makinasıyla çekilmiş olsa da;

MAÇIN TAMAMI

Fear and Loathing in Las Vegas


Bugüne kadar çok film izledim. En kötü ve sıkıcı filmlerin bile sonunu getirdim. Eğer içim geçip uyukladıysam, ertesi gün kalkıp bir daha izledim. Yarıda bırakmadım. Ama bu filmi yapamıyorum.

2004'te, 2007'de ve 2013'te; 3 ayrı dönemde filmi izlemeye çalıştım. Hepsinde uyuya kaldım. Üstelik de hemen hemen aynı dakikalarda... Sorun kesinlikle bende değil.

Bir de kitabını okumak lazım.

Perşembe, Şubat 6

Baştan Sona Falso




"Teneke kupa da olsa takımlar oynamalı, Türkiye Kupası bir değerse her takım bunu ciddiye almalı."

Bir kere sen "teneke kupa" diyerek kupanın değerini sen küçültüyorsun. Amatör takımları almıyorsun ve sonra çıkıp "takımlar oynamalı" diyorsun. Zayıf takımların final oynama şansını azaltan grup sistemiyle gereksiz formalite maçlarına imkan doğuruyorsun, yine kupanın değerini azaltıyorsun. Ondan sonra da ciddiyet bekliyorsun.

"Takımların hangi kadrolarla sahaya çıkacakları ve kimleri oynatacakları kendilerinin bileceği iş, buna karışamayız"

Yok bir de karış, 11'leri de sen belirle...

 "Yabancı kısıtlaması yeni sezonda aynen devam edecektir. Ancak değiştirilmesi isteniyorsa 18 Süper Lig kulübünün imza vermesi gerekiyor. Bir eksik bile olsa Tahkim Kurulu yolu açılır ve istenilen hedefe varılmaz"

Bundan sonra; verilen kararları 18 kulüp anlaşırsa değiştirebiliyor mu?

 "Biz bu küfür cezası kararımızdan dönmeyeceğiz. Kulüpler ve taraftarlar için zor olacak ama bundan dönüş yok. Üç saniye bile küfür olsa ceza gelecek"

Bu açıklamadan 2 saat sonra Tahkim Kurulu, Fenerbahçe'ye verilen cezayı kaldırdı.  Gerçekten dönüş yokmuş.


 "Sarı kart sisteminde önümüzdeki sezonda değişiklik planlıyoruz. Fransa Ligue 1'deki uygulamayı yapabiliriz. Ya da, örneğin dördüncü sarı kartına ulaşan futbolcu takip eden ilk resmi maçta değil de, takip eden sonraki iki resmi maçtan birinde cezalı olsun. Böylece uzun yıllardır tartıştığımız derbi maçlardan önce bilerek kart görüp cezalı duruma düşme durumunu önlemiş oluruz"

Fransa Ligi'ndeki uygulamayı bilmiyorum da, "iki resmi maçtan biri" nedir, engellemek istediğin şeyi nasıl önlemiş oluyorsun? Mesela şampiyonluk yarışında 2 takım var, bir takım da adaylardan birine rakip oluyor. Cezalı oyuncuyu orada oynatıp bir sonrakinde oynatmazsa, "teşvik,şike" vs muhabbetlerinin önüne nasıl geçeceksin? İnanılmaz bir şey...


TFF yönetimlerinin keyfi uygulamalarına, çifte standartlarına alıştık. Bunları son 20 senedir defalarca gördük. Ama plansız, sadece karşısındakilere muhalefet olmak için ve değişiklik yapmış olmak için var olanı da bozmaya heves duyan başka bir yönetim görmedim, varsa da hatırlamıyorum.


Çarşamba, Şubat 5

İstanbul 79



-Aslanım burası Kör Salih'in kahvesi değil, burada para konuşur

-Karaborsa yüzünden evlerde tencere kaynamıyor, ayıptır
-Uzattın ama, sen hamal mısın avukat mı...
-İnsan

- Allah kahretsin, yine elektrikler kesik
- Burası Türkiye yaşadığına şükret

- Bir daha ne zaman görüşürüz?
- Cebinde paran olunca. Yoksa sana aşık olduğumu mu sandın? Sadece borcumu ödedim aslanım.

- Eşkıya dediğin eskiden dağda gezerdi. Şimdi kente indi, her sokakta, her köşede... İti kopuğu, zengini patronu, hepsi haydut kesilmiş.
- Kötülük kimsenin yanına kalmaz, yukarıda Allah var.
- Hangi Allah?

-Kendini bana borçlu hissediyorsan; senden para istemiyorum iş istiyorum

-Kaça sigara?
-25 lira
-Ulan devletin 15'lik sigarasını 25 liraya satmaya utanmıyor musun. 
-İşine gelirse
-Soygun lan bu yaptığınız...Yürü lan karakola
(İtişmeler)
-Ulan dünyada namuslu bir sen mi kaldın be orospu çocuğu



Baya sağlam bir film. Kıyıda köşede kalması çok entresan. Sanırım cesur ve muhalif söylemleri tetiklemiş olabilir. Kadir İnanır'ın "Kadir Abi'"ye dönüşümünde mihenk taşı.

Salı, Şubat 4

Gözden Kaçmasın



Maçın görünmeyen yıldızı için iki satır yazı yazmak istedim, hiçbir sitede düzgün fotoğrafını bulamadım.

Ne Sneijder, ne Melo... Onlar zaten alışılmış oyunlarını ortaya koydu ama Hakan Balta, Bursaspor maçında muhteşem top oynadı. Hemen gaza gelip topçu övmek istemiyorum ama son 2 senede Hakan'a haksızlık yapıldığını düşünüyorum. 2 sene önce Erzurum'da oynanan Süper Kupa maçında harika top oynamıştı. Sol beke istenen Carlinhos'u bile unutturmuştu. Hemen ertesinde Kasımpaşa maçı vardı ve yine müthişti, o maç özelinde "içine Maicon kaçmış" diyorduk ki, sık sık sakatlanmaya başladı. Sezonun ikinci yarısında hiç yoktu. Oynamadığı ve hatta oynadığı her dönemde eleştirildi, ki aslında eleştirildiği zamanların çoğunda da kötüydü. Ama önyargıyla yaşayan bir kitleye sahip olduğumuz için, iyi dönemleri de göz ardı edildi.

İlk yarının sonundaki Erciyes deplasmanında da çok iyiydi, Bursa maçında da devam etti. Yeni sistem belki de en çok ona yaradı. Sırf sol ayaklı olduğu için bek oynaması, onun gibi ağır bir adamı seneler boyunca taraftar önüne yem etti. Belki de düzgün ayağı ve oyun aklıyla sahanın kenarlarında değil de orta kısımımlarında daha başarılı olabilir. Hagi ve Rijkaard'ın Hakan üzerindeki bu tarz denemeleri, kötü sonuçlar nedeniyle kısa sürdü. Bakalım bu sefer Mancini aynı şekilde devam edecek mi?

Bu arada Balta'dan bahsetmişken, Sabri'nin de 2009-10'dan sonra en iyi sezonunu geçirdiğini düşünüyorum. O da önyargılar nedeniyle atlanan isimlerden biri...


Pazartesi, Şubat 3

Galatasaray 6-0 Bursaspor



Bursaspor maçına gitmek, haftanın başından beri aklımda hiç yoktu. Maç standart bir lig maçını ifade ediyordu. Fakat Eskişehir'den dönerken, Bursaspor maçının anlamı bir anda arttı. Değeri yükseldi. Maça gitme isteğim arttı. Beraberinde gerginliğim de arttı. Bütün gün iş yapamaz haldeydim. Bu tarz bir bekleyişi Süper Final'den beri yaşamadım. Sonuçta geçen sezonu rahat şekilde önde götürdük, bu sene de yaşanan çalkantılar herhangi bir maça odaklanmamızı zorladı. Havaya girilecek veya sezonu noktalayacak haftada rakip Bursaspor oldu.

Hakan Çoban'dan gelen sürpriz bilet, pazar akşamı yolumuzu Seyrantepe'ye çevirdi. Yine sıkıntılı bir metro yolculuğu ile stada girdik. Alıştığımız şeylerden rahatsızlık duymuyoruz artık. Ama tribün konusunda söze başlamak lazım. Tribünün emekçi kesimi bu stadyumda hala yerini bulamadı. Kale arkaları; kapalı (stadın kenarı) geleneğinden gelmiş kitleleri zorluyor. Hakim grubun kale arkasında olması gerçekten zorunluluk mu bilmiyorum. Muhakkak içeride konuşuluyordur. Ama stadın tamamına etki etmekte yetersiz kalındığı gerçek. Eğer kale arkası, değişilmez adres ise artık üst tarafa çıkılması düşünülmeli.

Resmen rakipler için stadyum yaptık. Sağlam, az biraz tribün kültürü olan takımlar Arena'ya geldiğinde şov yapıp gidiyorlar. Adana Demirspor'dan Ankaragücü'ne, Fenerbahçe'den Bursaspor'a kadar hepsi böyle. Ama Bursaspor tribünü için bugün çok iyi demeyeceğim. Onların Sami Yen'de çok daha iyi oldukları zamanları biliyorum. Kendi geçmişlerine haksızlık edilmemeli. Yine de erkenden kopan bir maç için çok iyi iş çıkardılar. Sonuç olarak sahada ezdiğimiz takımın taraftarını tribünde bastırmakta zorlanıyoruz. Bağıran tarafların da bir araya gelmesi lazım. Doğu üst'ün emekçileri, güneyin gençleri; önümüzdeki sene kuzeye doğru hareket etmeli (Böyle yazınca da kavimler göçü gibi oldu). Böyle olursa tek tribünden etkili bir atmosfer çıkabilir. Bunlar konuşulacaktır, ama 3 senedir maç yaptığımız stadyuma hala tam anlamıyla oturamamak da anlaşılacak bir durum değil.

Saha içine dönersek, 90 dakikayı anlatmaya gerek yok. Erken kopan, farka giden, rahat rahat maç izleten bir karşılaşma oldu. Oysa çok zor geçmesini bekliyorduk. O yüzden bu maçtan hikaye çıkmaz. 30.dakikada maçı bitirdik.

Bizim takım adeta kapalı kutu. Hangi maçta nasıl çıkacağı, ne oynayacağı belli değil. Gaziantepspor ile Bursaspor maçları arasında dağlar kadar fark var. Tamam şartlar da çok farklıydı ama bu kadar da değişkenlik aslında korkutucu. Haftaya Eskişehirspor maçında ne oynayacağımızı bilmiyoruz. Bilmek zorunda değilim, hoca düşünüyordur birşeyler fakat Mancini'nin de ligi benim kadar istediğini/düşündüğünü sanmıyorum. Bu belki benim yanılgım ama transfer politikası ve saha içi hamleleri (bu maç dışında) genelde önümüzdeki seneye yoğunlaştığını gösteriyor ki, bu beni önümüzdeki 3 ay için çok korkutuyor.

Bursaspor'a 6 gol atan bir atan takımın, 7 puan geride olsa bile şampiyonluk iddiasının çok yüksek olması gerekir. Takımın potansiyeli bunu hissetiriyor. Ama bu gücü yansıtmakta zorlanıyoruz. Ligin çok üzerinde bir kaliteye sahibiz. Kısacası Galatasaray'ın tek rakibi belki de Galatasaray. Lider Fenerbahçe'nin orta sahası bir türlü doğru üçlüyü bulamadı. Forvetlerinden ikisi sakatlandı, transferin son gününde transfere muhtaç kaldı. En güvendikleri oyuncuları Bruno Alves, bir maçta iki gol yedirebiliyor. Bizim kadronun böyle bir sıkıntısı yok, forvetler iyi, orta saha Melo, defans sıkıntı belki ama kalede de Muslera var. Yedek kulübesi sorunlu ama benzer sıkıntılar Fenerbahçe'de de yaşanıyor. Buna rağmen Fenerbahçe önemli bir puan farkıyla önde gidiyor. Neden? Çünkü Fenerbahçe istiyor. Sadece isteyerek ne kadar gidebilirler bilemem. Tahminim çok puan kaybederler. Ama biz istemeden, maç seçerek nasıl puan farkını kapatırız emin değilim. Yani aslında Galatasaray'ın tek rakibi Galatasaray

Eskişehirspor,Antalyaspor,Beşiktaş maçları var önümüzde. Tek tek rakipleri düşündüğümde 3 maçta 9 puan almamızı engelleyecek takım yok. Ama rakiplerin karşısına çıkacak Galatasaray 11'lerinin,dizilişlerinin belirsizliğini düşününce, puan kaybına şaşırmayacak hale geliyorum.

Lige yeniden ortak olmak kağıt üzerinde bu kadar kolayken, gereksiz denemeler yüzünden puan kaybetmeyelim yeter.


Hoşbulduk


Pazar, Şubat 2

Eskişehirspor 2-1 Fenerbahçe




Şampiyon olmamız için Fenerbahçe'nin takılması, Eskişehirspor'un kazanması lazım. Belki de Eskişehirspor camiası bile bu maça aynı konsantrasyonla hazırlanmadı. Fenerbahçe'nin sahaya çıktığı andan itibaren benim için neredeyse derbi havasına girmişti bile. Böyle bir maça şahit olunca; atmosferi yerinde yaşayınca mantıklı tepkiler kayboluyor.

Televizyonda izleseydim aynı hisleri beslemez, aynı heyecanı duymazdım. Ama stada girince işler değişiyor. O nedenle maçın ilk yarısının ilk bölümü geçmeden, çok sevdiğim Ertuğrul Sağlam'ı eleştirecek, çıkardığı kadroyu yerden yere vuracak noktaya gelmiştim bile. İnsan böyle bir maçta, kazanmasını istediği takımının sağlı sollu ataklar yapıp rakip kaleyi bunaltmasını bekliyor. Belki de içimize yerleşen büyük takım taraftarı refleksi... Bildiğimiz, daha doğrusu alıştığımız, doğru olduğunu ezberlediğimiz tüm futbol doğrularının tersi bir anyışla Fenerbahçe karşısına çıkan Eskişehirspor'u görünce, maçtan umudum kalmadı. Ve tam o anda Bienvenu gol attı...

Futbol bizim düşlediğimiz gibi, veya eskiden bize miras kalan alışkanlıklarla oynanmıyor. Oynanıyor da sadece o yok. Güç farkını ortadan kaldırmanın en önemli faktörlerinden biri, sabırla topa sahip olmak ve o topu da gezdirmek, rakibe fiziksel olarak güç kurmak (bu da maçın sonuna ortaya çıkacak). Maç boyunca sadece 3-4 atak fırsatı bulmayı göze almak... Tribünden izleyen biri için kolay değil ama kenardakiler için zorunluluk. Böyle anlatınca da Eskişehirspor'un topa çok sahip olduğunu söylüyor gibi olduk. Alakası yok. Sanırım Ertuğrul Sağlam'ın da istediği futbol tam olarak bu değildi. Ama anlayışına uygundu.

Çok klişe olacak ama "tanrı-havadan-çimler-gökyüzü" vecizesini söylemek için uygun bir maç. Eskişehirspor, rakip ceza sahasına doğru doldur boşaltlar yapmadı belki ama 21.yüzyıl futbolunun sembolü haline gelen "kısa üçgenler"i havadan oynamak için inat edince orta sahadaki hakimiyeti bir türlü kuramadı. Üstelik Ersun Yanal, inanılmaz bir hata ile riskli bir deneme arasındaki ince çizgi üzerinde giderek Baroni'yi ilk 18 dışında bırakmışken.... Holmen,Topal,Meireles üçlüsü, belki de Fenerbahçe'nin eldeki oyuncularından ortaya çıkabilecek, top yapmaktan en uzak orta üçlüsüydü. Eskişehir gibi zor bir deplasmanda böyle çıkmak, büyük sıkıntıydı. Fenerbahçe bu sıkıntıyı yaşadı (oyuna da Emre girdi) ama Eskişehirspor bu sıkıntıyı kendi avantajına çeviremedi.

Bienvenu'nun sürpriz golünden sonra bir sürpriz gol de Fenerbahçe'den geldi. (gerçi golden önce kaçanların golün habercisiydi) Sürpriz diyoruz ama artık bu sezon sürpriz olmaktan çıktı. Mesela Eskişehirsporlular da bizimle aynı tepkilere sahip mi? Bu sene ne kadar Fenerbahçe maçı izlediler? Kafalarında nasıl bir Fenerbahçe algısı var? Ben bütün maçı "90'da yine atarlar" korkusyla izlerken, Eskişehir tarafı aynı kaygıyı yaşamış mıdır? Bence yaşamamıştır, Onların zihinlerine giren böyle bir bilgi yoktu. O yüzden Sağlam'ın rahat ve kaleye gitmeyen (sadece Bienvenu ve Erman'a bağlı ki ikisi de kötüydü) futbolu beni oldukça tedirgin ediyordu. 60.dakikadan sonra yapılan oyuncu değişiklikleriyle maçın dönmesine, hoca faktörü mü hoca şansı mı demek lazım? Necati de Kamara da eski güçlerinde değillerdi. Ama Bienvenu ve Erman'dan daha etkili olduklarını söyleyebiliriz. 

Skor 1-1'ken oyuna iki hücumcu sokmanın karşı tarafın hamlesi, sadece iki orta saha sokabilmek olabildi. Bu da Eskişehirspor savunmasının biraz daha öne çıkmasına, orta sahada üstünlük kurmasına neden oldu. Fenerbahçe oyundan düştü. Son yarım saat Eskişehirspor'un tüm hatları oyuna ağırlığını koydu. En başta da taraftar. Yine de golün gelmesini beklemiyordum. 1-1'e duacıydım. Erkan Zengin beklenmedik bir gol attı.

Maçın hakkı beraberlikti belki de. Ama Fenerbahçe bu sene öyle maçlarda puan almayı başardı ki, buradaki 1 puanın onların nazar boncuğu veya diyeti olarak görebilir. En azından çok eleştirilen Baroni'nin ne kadar elzem olduğu, ligin başındaki Sivas maçında açlıkla ağızlara bal çalan Holmen'in çok başka tarzda olduğu, Emenike'nin önemi Eskişehir deplasmanında ortaya çıkmış oldu. Webo'nun kaybı ise belki de sezonu etkileyecek.

Fenerbahçe bu kadar etkisiz oynadığı bir maçı kazanamadığı için üzülmemeli, ama kötü oynayan bir rakibe yenildiği için üzülebilir. Eskişehirspor, bana göre son yarım saatte tribünü sayesine golü atarak maçı kazandı, aksi halde gol atamazdı.

Şimdi de, Eskişehirspor tribünü hakkında uzun uzun yazmak lazım. Artıların ve eksilerin oldukça fazla olduğu bir maçtı.

Öncelikle şunu söylemek lazım; İstanbul tribünleri etki olarak olmasa da, potansiyel olarak her zaman Anadolu'nun önünde olacaktır. Bunun nedenleri vardır. Sayının çokluğu bile önemli etken.  Bunu ne zaman Anadolu'da maç izlesem çok rahat hissedebiliyorum. Anadolu tribünlerinin İstanbul'a karşı koruyabileceği, koruması gereken tek artısı; takımla birlikte yaşama geleneğidir. Bu sayede tutkuları daha fazla oluyor. Biz tribünü iki haftada bir, ya da diğer şubelerin yardımıyla biraz daha fazla yaşarken, Anadolu'da iletişim daha sıcak ve devamlı oluyor. Bu kulüple kurulan bağları dea şekillediriyor. Anadolu kulüpleri "büyük takım" olma sevdasına girdiği anda tribün gücünü de kaybeder diye tahmin ediyorum.

Dün Eskişehirspor tribünleri, bizim eski Ali Sami Yen günleri gibiydi. Cumartesi günü kazanılması gereken ama biraz da önemsenmeyen bir lig maçı havası olurdu ya, işte ona benzer. Benim için sorun değil. Gerçekten keyif almama yetti. En azından tribün içinde özgürce dolaşmayı özlemişim. Bir orada bir burada. Ne merdiven boşluğu var, ne koltukta durma zorunluluğu. Bu sayede maça konsnatra olmam kolaylaştı. Fakat herkes benim kadar full konsantre değildi. Sanırım şehirde yaşayan Fenerbahçeliler araya karışmıştı. Tribünün gücünü zayıflattı. Bir de ilk 5 dakika protesto olunca...

Tribünün maça girmesi 70'i buldu. Son 20 dakikada golü attırdılar. Aslında baktığımız zaman, gücünü efektif kullanan bilinçli bir tribün var. Ben Açık tribündeydim. Kapalı'dakiler gayet iyi bağırıyordu, susmuyordu ama sesleri Açık'a gelecek gibi değil. Çünkü tribün çok dar, içeride az kişi var. Açık tribün ise münferit taraftarlarla dolu. Onların 90 dakika bağırmasını beklemek mümkün değil. İlk 1 saati boş viteste geçirip, son 20 dakika yüklenmek ve burada maçı kazandıracak işi yapmak, eğer bilinçliyse müthiş strateji. Tam bir Ertuğrul Sağlam takımına göre yapılacak iş. Necati ile Kamara'yı kenarda gören tribün, hocadan işareti aldı. Tabi bir de 6222'den ceza alan taraftarların stadyum dışından yaktıkları meşaleler vardı.

Ben ise yeni bir takıma transfer olmuş yabancı topçu gibiydim. Aklım almadı tribünde olan işleri. Maç 1-1, Fenerbahçe bastırıyor, tribün Espana yapıyor. Zaten Es-Es Bando sevdası, Eskişehirspor'un yaratıcı tezahüratlarının önüne geçiyor. Tribüne fren yaptırıyor. Ama bugün sağ salim kafayla düşününce, o ilk 1 saatlik geçiş döneminde maçın kopmasını da engelliyor. Ahkam kesmek zor, her tribünün kendi içinde yaşadıkları var, gelenkeleri var. Bir maçla analizini yapabileceğimniz işler değil

Sonuç olarak, tribün golü attırdı mı attırdı. Kazanan takım ne kadar haklıysa, kazandıran tribün de o kadar haklıdır. Ama şu da bir gerçek bu stadyum o futbol ve tribün kültürüne hatta o şehire yakışmıyor.

Tribünde ve yolda yaşadığım anları ise paylaşmayacağım. Bazı özel anlar hafızada kalsın, içeride kalsın.

Cumartesi, Şubat 1

Kavgamız



1980'lerden 1990'lara geçişin, arada kalan zamanın, arada sıkışmış filmi. Arada kalan bir Kadir İnanır. Yaşlanmış, kilo almış, karizması hala yerinde ama canı sıkkın, isteksiz. Ne Uyanık Kardeşler'deki gibi neşeli ve çapkın, ne Köprü'deki gibi olgun ve idealist. Artık o mahallenin sert abisi, orası kesinleşiyor ama işin kötü tarafı artık mahalle yok.

Yeşilçam tarihin en kötü dönemini yaşıyor. Film çekilemiyor. Sinema salonları kapanıyor. Muhsin Bey veya Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni'nde gördüğümüz sanat ortamı. Kadir İnanır'dan ve onun gibi starlardan medet umuluyor. "Hadi son kez daha deneyelim", "Hadi bir daha yapalım " Halk bunu sevmişti"...

Halk sevmişti ama halk darbeyi yemeden önceydi onlar. Her şey değişiyordu. Bir toplumda değişime başlayan yerlerden biri sanat olur genelde, sinema olur... Hatta değişim rüzgarları oradan eser. Ama 90'lar Türk sineması, toplumda yaşanan hızlı değişimi anlamamakta inat etmiş ve uzun dönem geleneksel kalıplara bağlı kalmış, hatta bir yerden sonra işi "tekrar"lara bağlamış. 96 ruhunu arayan Galatasaray gibi.

Kavgamız da bu sınıfın filmi. Kadir İnanır yapar, silah tutar, kızı etkiler, rajon keser, acı çeker... Her şeyi yapar ama film gişe yapamaz. Normaldir. Kötü bir film. Kötü bir kopyadır. Daha da önemlisi başarısız bir filmdir. Yine de o geçiş sürecini anlamak için gerekli. Ama belki de Anadolu'da iki üç sinema salonunu kurtarmış da olabilir. 

Kavgamız'ı izleyip, Türk sinemasının bugünkü halini görünce Eşkıya'ya teşekkür etmeden duramıyoruz.


Galatasaray 90 - 83 Zalgris Kaunas



Ne maçın tam gününü biliyordum ne de gruptaki şansımızın matematiksel olasılıklarını. İki sene önceki halimden eser yok. Bizim de kendi içimizde yaşadığımız buhranların, küskünlüklerin, kırgınlıkların etkisi var ama Euroleague yönetiminin de payı büyük. 8 takımlı bir grup, sürekli maç, azalan iddialar, eksilen sürprizler, cuma akşamı gibi sosyal bir güne konulan maçlar.

Diğer tarafta ise karışık bir şube. Şampiyonlukla doyuma ulaşan camia, çok sık yaşanan kadro değişimleriyle bağları zayıflayan taraftar. Maça gitmek aklımda bile yoktu, bir arkadaşım ısrar etti, o vazgeçti, ben başkasıyla gittim, köşede maçı izledik, döndük.

Galatasaray tribününün içinde olmak istedim sadece. Son zamanlarda, son yıllara duyulan özlem artıyorken. "O eski günler" nostaljisi artık bizim dilimize yerleşmişken, iyice yalnız bırakılırken, orada görünmek iyi gelir diye düşündüm. Sahadaki oyundan bağımsız, aslında bir türbe ziyareti gibi...

O nedenle parkede koşturan adamların ne yaptığını anlamadım, anlamak için çaba da sarfetmedim. Sadece Arroyo'nun topla her buluşmasına dikkat kesildim. Farklı bir oyuncu, farklı bir karakter. Futbola yoğunlaşan bir ülkede, tribünün basketbol maçlarına ilgi göstermesi için böyle oyunculara ihtiyaç var. Mrsiç, El Amin, Arroyo... Bunlar takımın yıldızı değil, daha fazlası takımın, şubenin ihtiyaç duyulan kahramanı...

Gelen, gelmeyen ayrımı yapmayacağım. Ben de bu sene çok az geldim maça. Zaten hocadan azar işitmek için kim gelir ki oraya? Ne gerek var? Ama gelmeyenlerin yine gelenlere akıl verdiği bir maç olmuş. Gelenlere, gelmeden önce sopalı pankartları boyayanlara, maç boyunca susmayanlara bu galibiyet armağan olsun. Sopalı pankartları cover page yapıp, youtube'dan tezahürat paylaşıp en sonunda da evinden "Bu tribün çok cahil " diyerek omuz bükenlere de helal olsun...

14 Şubat'ta CSKA Moskova maçı. O gün sabahında Only You pankartının şovunu yapıp öyle geleceksiniz salona, gün sizin gününüz olacak...