anadolu futbolu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anadolu futbolu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Temmuz 25

Sakar Casus

Diyarbakır doğumlu ama Trabzon'da yaşıyor.

Adı Hakan, soyadı Yeşil.

Resmi kayıtlara göre 1 Ocak doğumlu. Günahını almayalım ama yaş küçültme furyasına kapılmış olabilir.

Tüm bu bilgiler, eğitimli bir istihbarat elemanını andırıyor. Fakat o bir futbolcu... Ve idmanda Trabzonspor'un en büyük transfer hamlesi Orsic'in sakatlığına sebep oldu. Tesadüf mü?

Tabi ki tesadüf. Ve hatta çok talihsiz. Keşke rakip olsalardı. Aynı takımdan birinin bu kadar uzun sakatlığına sebep olmak çok zorlayıcı bir durum olsa gerek. Fakat işin hafif mizahi yönüne bakınca da elimizdeki bilgiler bunlar. Kendisi ajan gibi. Hiç dikkat çekmeden kampa sızmış ve işi bitirmiş.

Bu arada kendisi milli takımlarda da sık sık oynamış. Buna rağmen bugüne kadar dikkatimi çekmemişti. Bu kısım benim eksikliğim. Fakat geçen sezon Bodrumspor'a kiralanmış ama sadece 5 maç ve 65 dakika süre alınca hiç farkında olmamışım. Bu da Hakan'ın eksikliği...

Yine de kariyerinin bu döneminde böyle bir olaya adının karışması talihsizlik. Videoyu da izledim. Aslında o kadar sert bir hamlesi de yokmuş. Birçok şeyin arka arkaya ters denk gelmesi, bu sonucu doğurmuş gibi. Fakat yine de bir hatası var Hakan'ın. İdman maçı da olsa; sırtını kaleye dönmüş ve taç çizgisine doğru şekil almış bir forvete ceza sahası içinde öyle girmenin hiçbir mantığı yok. Bu girişler bazen penaltılara bazen de böyle sakatlıklara neden oluyor. Pozisyon devam etse hiçbir şey olmayacaktı. Gol bile...

Yine de idmanlarda bu tip olaylar olabiliyor. Nasıl olduğunu bilmesek de Orsic'ten bir gün sonra Atletico idmanında Gimenez'in ayağı kırıldı. O da sezonun ilk yarısını kaçıracak gibi. Çağlar için avantajlı bir durum tabi...

Orsic sevdiğimiz bir oyuncuydu. Dinamo Zagreb'de coşmuş, özellikle Atalanta ve Tottenham'a yaptığı hat-trick'lerle gündeme oturmuştu. O dönemlerde neden Premier Lig'e gitmediğini sorguluyorduk. Geçen sezon 30'a gelince Southampton'a gitti. Geç kalınca da işler yürümedi istendiği gibi. Oradan sekip Süper Lig'e düşmesi ise heyecan vericiydi.

Fakat hazırlık maçlarında Trabzon medyası yerden yere vuruyordu. Ben izlemedim maçlarını. Hoca ile aynı memleketten olunca da satırlar kan doğradı adeta. Bu açıdan bakınca belki her işte bir hayır vardır. Southampton tecrübesi tatsız bitmiş moralsiz bir Orsic, oynasa ve bekleneni veremese Bjelica'nın işini zora sokabilirdi. Şimdi Bjelica'nın bir bahanesi oldu.

Sene sonunda çıkacak sonuca göre bu tatsız kazanın anlamı değişebilir.

Cuma, Mayıs 26

İnadına Göztepe


Üniversite yıllarımız, futbol yayıncılığın zirve dönemlerine denk gelmişti. Bunun iki nedeni olduğunu düşünüyorum. Birisi Radikal Futbol ve onun kendisinden daha uzun süren rüzgarı, diğeri de İletişim Yayınları'nın bu işe gönül vermesiyle doğan çabalar.

O dönem ardı ardında kitaplar çıkıyordu İletişim'den. En önemlisi de sadece dışarıdan çevrilen kitaplarla sınırlı değildi. Kendimize ait içerikler de üretmeye çalışıyorlardı. Dahası, zaman zaman, Sultanahmet'teki binalarında paneller düzenleyip yazarları, futbol üzerine kafa yoran insanları getirip bizim gibi hevesli gençlerle buluşturuyorlardı. Sanırım perşembe günleriydi, Beyazıt'tan çıkıp oraya giderdik. Öğleden sonra dersimiz yoksa bile, panel nedeniyle oralarda zamanın geçmesini beklerdik. Hiçbir bekleyişten ve gidişten de pişman olmamıştık.

İşte o dönemin ürünlerinden biriydi İnadına Göztepe. O yıllarda Göztepe enteresan bir dönemden geçiyordu. Her duyguyu kısa süre içinde yaşamıştı. 

Uzun süre Süper Lig'den uzak kalmıştı. 18 sene yoktu. Ondan önce çok güçlü bir takım olduğu anlatılıyordu. O kadar güçlü bir kulübün, 18 sene en üst ligden uzak kalması bana ilginç geliyordu. Ve derhal Süper Lig'e dönmesini temenni ediyordum çocuk aklımla. 1999'da Hasan Çelik-Ceyhun Erişli kadroyla play-off'tan .çıkmışlardı. Fakat kalıcı olamadılar. Düştüler. Bir daha çıktılar. Sonra yine düştüler. Bir sezon Süper Lig'de iyi de bir performans sergilerdiler ama bir türlü olmadılar. İki üç kere zenginleştiler, defalarca battılar. Bu kadar gelgit (med cezir de olabilir) sonrasında artık "demek ki o kadar da güçlü bir camia değilmiş" diye düşünmeye başlamıştım.

İnadına Göztepe o son düşüşün ardından yazılmıştı ki (2006), sonrasında Göztepe'yi daha kötü günler bekleyecekti.

Neyse ne, biz kitaba dönelim. Bu girizgahı o dönemlere duyduğum özlem nedeniyle yazdım. Haliyle o dönemin ürünlerine dair negatif cümleleri kısıtlı tutmak istiyorum. Piyasaya çıktıktan 17 sene sonra okuduğum bu kitap beni doyurmamış, tatmin etmemiş olabilir. Fakat o dönemde içerik üretmenin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Hatta içerik üretmek diye bir kavram dahi yoktu. Ya bir gazete çıkarabilirdiniz, ya da kitap basabilirdiniz. Belki amatörce fanzinler de olabilirdi, ki biz onu da denedik. Onun dışında bir alan bulmak zordu. O alanda da satış kaygısı ve geleneksel kalıpların dışına çıkmak (futbol kitabı basmak) oldukça zordu.

Haliyle Tanıl Bora'dan Halit Kıvanç'a birçok ismi buluşturup onlara sadece bir kulüp (Göztepe) hakkında yazılar yazdırmak kolay iş değildi. Çoğu yazıyı beğenmesem de, ortaya çıkan iş bir kulüp hakkında (iüstelik bu kulüp İstanbullu değil) derli toplu bir kitap oluşturabilme amacına hizmet etmiş.

Bir belgesel veya tarihi anlatan kitap değil. Fakat bir kulübün tüm değerlerini ve özelliklerini barındıyor. Tarihi de var, geleceği de, bugünü (yani o günü) de... Taraftarı da var, gazetecisi de, uzaktan seveni de, rakibi de... Haliyle "Göztepe" kavramının en net tarifi oluyor kitap; üstelik içinde birden fazla kişinin kendi tarifi olmasına rağmen.

Keşke benzerleri daha çok olabilseydi. Bundan sonra da olacağını sanmıyorum. Çünkü artık yazan insanların daha cesur olamayacağını seziyorum. Bir kulüp hakkında kalem oynatmak kolay iş değil. Eğer alıcısı o kulübün taraftarıysa, ona kendi hislerinizi ve düşüncelerini anlatamazsınız artık. Onların duymak ve okumak istediği cümleler geçer akçedir. Böylece heyecan verici yazılar, ufuk açıcı fikirler falan artık bizler için hayal ürünü...

Son olarak yazılar arasında sıralama yapmak istemiyorum ama Tanıl Bora ve Yiğiter Uluğ'un yazılarını beğendiğimi belirtmeden geçemeyeceğim. Göztepe muhabiri Sinan Genç'in anıları da hoşuma gitti. 

Perşembe, Mayıs 25

Kim Gelsin #2023


Play-off'lar başlamadan önce bir geleneğimizi yerine getirelim. 1.Lig'den Süper Lig'e çıkacak son takım kim olsun? Bir tahmin değil, dileğimizi yazacağız.

Öncelikle ilk ikiden çıkan iki takımın Ç.Rizespor ve şampiyon Samsunspor olduğunu hatırlatalım. Eğer Giresunspor da ligde kalırsa Karadeniz'in dört takımı ana sahnede olacak. Tabi play-off'ta beşinci bir Karadenizli gelmeyecek ama İstanbul merkezli bir hale dönüşen lige iki tane şehir takımının gelmesi iyi oldu.

Bu sezon yeni bir formatımız var bence adaletsiz. Bunu daha önce de yazmıştık. Normal sezonu üçüncü sırada bitiren takım doğrudan play-off finali oynayacak. Diğerleri üç maç yapıp birbirlerini kırarken, üçüncü bitiren ekip rakibini bekleyecek. Haliyle bu adaletsiz düzende tarafımızı belirlemek zor olacak ama kimi desteklemeyeceğimiz aşikâr. Umarız Pendikspor finali kaybeder ve üçüncülerin lanetini, sürdürür.

Play-off'ta çeyrek final karşılaşmaları tek maç üzerinden oynanacak. Bodrumspor - Göztepe, eşleşmelerden biri. Açıkçası yıllarını Bodrum'da geçirmiş ve burada sık sık Bodrum hakkında yazılar yazmış biri olarak Bodrumspor'u desteklediğimi düşünebiliriz. Fakat açıkçası kulübün son dönemdeki hali çok içime sinmiyor. Üstelik bu seride yıllar boyunca yazdığım düsturu ihlal edecek değilim. 2.Lig'den 1.Lig'e çıkar çıkmaz, ilk sezonunuzda, ilk kez yükseldiğiniz play-off'ta bu bileti almamanız lazım. Önce biraz play-off'un acısını yaşamak gerek. Buranın gedikli takımlarına saygı duymak gerekiyor. Buranın kendi içinde yazılı olmayan bir kıdemi olmalı. Zaten merdivenleri koşarak çıkanlar, paraşütsüz düşerler. O nedenle Bodrumspor ilk tercihlerimden biri değil.

Diğer tarafta ise Sakaryaspor ve Eyüpspor var. Eyüpspor geçen sezon, bu sezonun Bodrumspor'uydu. Çıkmalarını istememiştik ve ilk turda Bandırmaspor'a elenmişlerdi. Şimdi o yenilgiyi ve acıyı yaşadıktan sonra Eyüpspor'dan yana olmam beklenebilir. Fakat yine değiliz! Çünkü kulüp, bu sezon sık sık teknik direktör değiştiren yapısıyla sempatimizi toplamayı başaramadı. Son olarak da henüz herhangi bir teknik direktörlük deneyimi olmayan Arda Turan'ı getirerek mucize çıkarmasını beklediler. Bu işler o kadar kolay olmamalı! O nedenle Eyüpspor, üst üste ikinci kez liste dışı. Fakat Zafer hoca ile sezon başında başlayan birliktelik sürseydi daha farklı düşünebilirdik.

Keşke Sakaryaspor - Göztepe finali olsaydı. Fakat işler yolunda gitse bile bu bir final olmayacak, karşılaşma yarı final ayarında geçecek.

Yine de bu iki takımdan birini kabul ediyoruz. Normalde Süper Lig'den yeni düşmüş bir takımın da hemen çıkmasını istemem. Madem düştün, asansör olma! Sakaryaspor gibi güçlü bir camia da 2007'den beri en üst platformda yok. Yani yeşil-siyahlı takıma daha yakın olmam gerekirdi.

Fakat içimden Göztepe geçiyor. Bunun esas nedeni iki kulübün kurumsal yapıları. Göztepe, geçen sezon çok şansız bir şekilde düştü. Tekrar bir ikinci şansı hak ediyor. Ve bir daha yükselirse kolay kolay düşmeyeceği izlenimini veriyor. Sakaryaspor ise Süper Lig'e son üç yükselişinde sadece birer sezon barınbildi ve bugünlerde de o günlerden farklı bir takım olacağının sinyalini vermiyor.

Öyleyse beş takım arasından sıralamamızı yapalım:

İlk sırada İzmir'in çocukları var. İkinci sırada Tatangalar. Üçüncü sırada kalbimizin attığı Bodrum, dördüncü sırada şehrimizin bir parçası Eyüpspor. Son sırada ise maç yapmadan finale yükselmiş Pendikspor...

 KİM GELSİN 2018

KİM GELSİN 2020

Perşembe, Nisan 13

Hoş Gelen

 

Sezon başında Samsunspor'un Süper Lig'e çıkacağını tahmin etmiyordum.

Aslında sezon başlamadan önce favorilerim arasındaydı. İyi bir kadrosu vardı. Şehir güçlü duruyordu takımın arkasında. Son dönemde de Süper Lig'i çok istemişlerdi. Ayrıca ligde yatırım yapan çok fazla takım da kalmamıştı, yani öne çıkıyorlardı doğal bir şekilde.

Fakat sezona facia bir şekilde girdiler. İlk yedi maçta sadece iki galibiyet! Bir türlü iyi hoca olup olmadığını anlamadığımız Bayram Bektaş dönemi de o sonuçların ardından anında sona erdi.

Kulübün sahibi başkan Yüksel Yıldırım'ın son yıllarda defalarca uyguladığı fevri kararlarından biri olduğunu düşündüm. Bu fevri kararlar, domino taşı gibi devam ederse (ki edebilirdi) Samsunspor play-off bile yapamadan sezonu noktalayabilir diye düşünüyordum.

Bektaş'ın yerine gelen Hüseyin Eroğlu da bu düşüncemi pekiştirdi. Zira yıllarca Altınordu'da çalışan Eroğlu'nun Samsun gibi baskısı kuvvetli bir şehirde, hem de sezon ortasında aldığı bir kadroyla çok fazla ilerleyemeyeceğini düşünüyordum. Hatta gelir gelmez eski takımı Altınordu'ya yenilince beklentim sıfır noktasına geriledi.

Fena yanıldım. O Altınordu yenilgisinden sonra aylarca (geçtiğimiz hafta sonundaki Göztepe maçına kadar) yenilmediler. Müthiş bir çıkış yakaladılar.

Altınordu'na yenildikleri haftanın sonunda puan durumunda sekizinci sıradaydılar. Tabi ki puan farkları azdı ve lig uzun bir maratondu. Play-off'a da girmek mümkün olabilirdi. Fakat yine de favorilerden biri değildi artık Samsunspor.

Sonrasında Samsunspor yükselişe geçti. Lige çıkabileceğine ikna oldum ama o zaman da muhteşem giden bir Eyüpspor vardı.

Zaten ligi takip edenler sezonun gidişatına hakimdir; o nedenle uzatmayalım. Esas şaşırdığımız yakın zamana kadar 9-10 puan geride olan Samsunspor'un Eyüpspor'u geçip, bir de üzerine sezonun bitmesine altı hafta kala şampiyonluğu garantilemesiydi. Müthiş başarı.

Yanıldım ama yanıldığım için şikayetçi değilim. Samsunspor'u Süper Lig'de görmek güzel olur. Esasında "şehir takımı olsun, taraftarı olan takım gelsin" romantizmini pek sevmem. Kim iyiyse o kazansın Süper Lig biletini. Fakat çok kaliteli keyifli bir Ümraniyespor - Konyaspor maçını izlerken de uyuklamak istemiyorum artık. Tribünler, taraftarlar bu işin coşkusu ve rengidir. İstanbul takımlarının bollaştığı bu dönemde geleneği olan bir kulübün geri dönmesi güzel oldu.

Samsunspor'u en son 2011-12'de izlemiştik Süper Lig'de. Çok ilginç bir sezondu. Daha sonra Serie A yapacak Vladimir Petrovic ile başlamışlardı sezona. İşler berbat gidince yollar ayrıldı.

Ardından Mesut Bakkal geldi. Bakkal'ın ilk maçı Fenerbahçe karşılaşmasıydı. 3-1 kazanmışlardı. Maçın yıldızı Gekas'tı. O da kış transfer döneminde gelmiş, ilk defa Süper Lig'de forma giyiyordu. 11 maçta 8 gol atınca Samsunspor'un da ligde kalma umudu artmıştı.

Fakat sonrasında Gekas ile Mesut Bakkal arasında yaşanan kriz; Yunan oyuncunun şehri terk etmesiyle sonuçlandı. Devamında da Samsunspor'un havası söndü. Bir Nisan günü, Beşiktaş'ı İnönü'de 1-0 yenerek küme düştüler.

2014'te Mersin İdman Yurdu'na, 2015'te Antalyaspor'a play-off finali kaybedince düşüş başladı. 2016'da puan farkıyla, 2017'de averajla ligde kaldılar. 2018'de küme düştüler.

Birçok takım için karadelik haline gelen ve geri dönüşün imkansız olduğu 2.Lig'de kaderleri tayin edilecekti. Aşağısı da yukarısı da eşit uzaklıktaydı. İlk sezon yine play-off'ta kaybettiler. İkinci sezon doğrudan lige çıktılar. Ertuğrul Sağlam projesi işe yaramıştı. Fazla uzatmadılar. İş uzasaydı sonu kötü olabilirdi.

Ertesi sezon 1.Lig'de averajla üçüncü oldular. Yeni çıkmış bir takım için oldukça iyi bir performanstı. Bu sefer Yüksel Yıldırım projeyi dağıttı. Sağlam ile yollar ayrıldı. Bence, Sağlam kalsaydı Samsunspor ertesi sezon (yani geçen sezon) Süper Lig'e çıkardı. Fakat üç teknik direktör değiştirdiği sezonda play-off bile yapamadı.

Olan oldu ve sonu iyi oldu. Bu sene çıktılar. Gayet de iyi oynadılar. Çok fazla transfer de yapmadılar. Gelenlerden Douglas Tanque, müthiş bir solak santrfor çıktı. Özellikle ikinci yarıda coştu. Alim Öztürk, Celil Yüksel, devre arası transferi Soner  Aydoğdu sezonun kilit isimleriydi.

Son oynanan Tuzlaspor maçının son dakikasında bir gol yedi Samsunspor. Nizami bir goldü ama hakem Direnç Tonusluoğlu ve VAR, bir faul uydurdu. Haliyle gol geçersiz sayıldı. Samsunspor 1-0 kazandı. Eğer 1-1 bitseydi belki de daha iyi olacaktı. O zaman böyle; bir gece ansızın evde otururken garantilemeyeceklerdi Süper Lig'i.  Ertesi hafta stadyumda yaşarlardı bütün heyecanı ve tüm sezonun mutluluğunu.

Hüseyin Eroğlu için de iyi oldu. Altınordu'nun memuruna dönüşmüştü. Başarılıydı ama başarısını yarışmada test edemiyorduk. Konfor alanından çıktığı ilk sınavında farkını belli etti. Bakalım bir yükselişin ilk adımları mı olacak yoksa "ligi bilen hoca" grubuna mı sıkışacak? Umarız Süper Lig'de devam eder...

2011-12'de Deplase Keyifler'de babasının "Samsunsporlu olma üzülürsün" dediği çocuk acaba şimdi ne yapıyordur? O zaman takım Süper Lig'deydi ve kendisi ağlıyordu. Sonra 1.Lig'i de 2.Lig'i de gördüler. 11 sene sonra yeniden Süper Lig'i yaşayacak. Yine ağlıyor mudur?

Pazartesi, Mart 6

Mesaj



Tribünlerde ırkçılık evrensel bir sorundur. Sadece Türkiye ile sınırlandıramayız. Avrupa da bu konuda geniş bir sicile sahip. Tabi yetkili kurumların bu sorunu nasıl değerlendirdiği ve nasıl çözmeye çalıştığı apayrı konular.

Fakat insan aynı... Kumaş aynı...

Yine de ırkçılık toplumsal hayata dair bir sorun olsa da tribündeki tezahürü, başka motivasyonlardan beslenir. O da rakip oyuncuyu veya rakip takımı yıpratma isteğidir. Mesela İtalyan bir takım Inter ile karşılaştığında tribünler ırkçılığı Lukaku üzerinden sergiler. Evet bu insanlar zaten ırkçı düşüncelere sahiptir. Fakat bunu her zaman göstermeyebilirler. Hatta belki de ideolojik olarak çok baskın da olmayabilirler. Stadyum ise iyi bir alan ve kısa bir süredir. Zira Lukaku tehlikeli bir rakiptir ve maçı kazanmak için onu moralini bozmak gerekir. Irkçı tepkiler de bunun en kolay yöntemidir. Mesela ırkçılık seviyesi aynı olan tribün, daha zayıf bir takımla karşılaştığında o takımın stoperine aynı tepkiyi göstermeyebilir.

Bu paragrafı, ırkçılığı meşrulaştırmak için yazmadım. Fakat tribündeki motivasyonunu da  iyi anlamak gerekir. 

Son 15 yılda Diyarbakır ve Bursa'da oynanan maçlar hepimizin aklında. Dünkü karşılaşma da bunun bir yenisiydi. Tezahüratlar, sahaya atılan maddeler, ortaya saçılan nefret... Bunların hepsine karşı duruyoruz ama her karşı çıkışımızda alacağımız cevap "Onlar da bize aynısı yaptı" oluyor. Haklılar mı tartışılır. Fakat bardak artık taştı zaten. Bunun devam edeceği aşikardır. Sadece siyasi tandanslı bir rekabette değil, derbilerde de bunu çok görürüz. "Onlar bizi böyle yendi, biz de böyle yeneceğiz."

Peki... Kabul etmiyoruz ama anlıyoruz. Irkçı tezahüratlar da maalesef bu işin bir parçası haline geliyor. O sertliği göstermek, rakip takımı yıldırabilir, sindirebilir. Ayrıca kendi cenahınızı yekpare hale getirmek için en iyi yöntemlerdir.

Fakat son maçta açılan pankart artık işin başka bir noktaya taşındığının göstergesi... Bu pankartın, sahadaki futbolcularla, maçı kazanmakla çok fazla alakası yok.

Lukaku kendisine söylenen ırkçı tezahüratlardan etkilenebilir, onun için pankartlar açılabilir çünkü direkt olarak o nefret edilen grubun bir temsilcisi. Pankartı gördüğüne hissettikleri başka bir şey olacaktır muhakkak...

Amedsporlu oyuncular ise aynı noktada değil. İlk 11'de sadece bir tane Güneydoğu doğumlu oyuncu var. Takımın Türkiye'nin hemen her bölgesinden oyuncusu bulunuyor. Oyuncuların çoğunun HDP'ye oy verdiğini de sanmıyorum. Hatta Bursaspor altyapısında futbola başlayan, Bursa'da daha önce top oynayan, ailesi Bursa'da yaşayan oyuncular var. Teknik direktörleri sağ tarafa mensup olduğunu bildiğimiz Amasya doğumlu Ahmet Yıldırım...

Tabi ki bunların hepsi insan. Haliyle soyunma odasında zorlanmaları, sahaya çıkarken su şişeleri ile karşılanmaları, ıslıklanmaları, yabancı madde yemeleri onları böyle bir deplasmanda zor duruma sokar.

Fakat pankartın onlarla hiç alakası yok. Çoğu Yeşil'in kim olduğunu fotoğraftan zor anlar. Daha çok Pala'yı tanırlar, ama Pala sevdikleri bir dizi karakteri bile olabilir. Beyaz Toros ile bir geçmişleri yok. Serdar Eylik oynuyor ilk 11'de, ne anlar o beyaz Toros'tan...

Türkiye'nin en organize, tribün kültürünü en iyi bilen, tribün geleneğini nesilden nesile aktaran tribünlerinden biri olan Bursaspor'un bunu bilmediğini sanmıyoruz.

Haliyle iş başka yere dönüyor. Öyleyse bu pankart, "ilk maçtakilerin hesabını sormak için yaptık" savunmasının üstünü çiziyor. Oyuncuların moralini bozmak, onlara cehennemi yaşatmak gibi bir amaca da hizmet etmediği belli.

Öyleyse bu; tüm Türkiye'nin izleyeceği belli olan bir maçta bir mesajdı. Kimin kime verdiğini anlaması da hiç zor değil.

Haliyle sadece Bursaspor tribünleriyle sınırlandırmak da haksızlık olur.

Maçtan sonra Zafer Partisi'nin attığı tweet bunun bir sinyaliydi. Komik olduklarını zannediyorlardı ama aslında pankartı sahiplenmenin mesajıydı. Herhalde Yeşil'i de Bursa'nın yeşili ile bağdaştıracaklardı. Kısacası pankartı sahiplenecek çok geniş bir çevre var. Pankartın muhattabi da Amedspor'dan daha fazlası...

Salı, Ocak 17

92-93 Sezonunda

 


Konu nereden nereye geldi ve sonunda böyle bir takım fotoğrafı ile karşılaştık. Adeta Konya-Belgrad hattı...

Dün gün içinde Türkiye'de beklenmedik bir gelişme yaşandı. Konyaspor, başarılı teknik direktörü  İlhan Palut, ile yollarını ayırdı. Bir yandan şaşırdık bu gelişmeye, bir yandan da kabuk bağladığımız için çok fazla üzerine düşmedik. Konuyla ilgili yazacağımız birkaç cümle olabilirdi ama sıcağı sıcağına girmek istemedim.

Sonra akşam saatlerinde Konyaspor'un yeni teknik direktörüne dair haberler çıkmaya başladı. İsmini daha önce pek duymadığımız Sırp hoca Aleksandar Stanojevic'in, ligimize geleceği söylendi. Konyaspor'un son 20 yıldaki ilk yabancı teknik direktörü olacaktı. Hatta kaynaklar doğruysa, tarihindeki üçüncü yabancı teknik direktör. Bu da tercihi daha ilginç hale getiriyor. Öte yandan hocanın yardımcısı Konyaspor'un eski savunmacısı Jagos Vukevic olacakmış. 

Gelişmeleri takip ederken ben de hemen hoca hakkında bir araştırma yapmak istedim. Stanojevic henüz 49 yaşında ve sadece Partizan ile PAOK'ta görev yapmış. PAOK'tan Süper Lig'e geçen hoca denilince aklıma hemen Igor Tudor geliyor. Belki Aleksandar hoca da buradan Serie A ve Marsilya'ya uzanacak bir kariyer çizebilir.

Fakat tabi önemli bir handikabı var. Bunu da araştırma yapınca gördüm. Kendisinin Tudor kadar görkemli bir futbolculuk kariyeri yok. Partizan'da gençliğini geçirmiş, Sonra ülke içinde başka takımlara transfer olmuş. Arada  ufak bir Mallorca yapmış. Kariyerinin sonunda yine Partizan'a gelmiş.

İşte tüm bu araştırma esnasında Partizan tarihine girmek durumunda kaldık. Yukarıdaki foto da o sayede önüme düştü.

1992-93 sezonunun Partizan'ı. Kadroda tanıdık isimler var. Savo Milosevic, Predrag Mijatovic, Zlatko Zahovic... Muhteşem bir hücum hattı. Arkalarında Slavisa Jokanovic, Roma'dan hatırladığımız Ivan Tomic...  Tarihte daha iyi kadrolara sahip Yugoslav takımları mevcut ama gece gece önümüze böylesi düşünce de hislendirdi bizi....

Zaten bu kadro da ligi şampiyon olarak bitiyor. Tam savaş dönemi. Yeni Yugoslavya Ligi'nin ilk şampiyonu. Tabi Hırvatlar, Boşnaklar falan yok artık; Sırplar ve Karadağlılar. Partizan da ikinci Kızılyıldız'ın önünde 14 puan farkla yakalıyor şampiyonluğu.

Mijatovic o sezonun takımdaki en golcü oyuncusu oluyor. Sezon sonunda da Valencia'nin yolunu tutuyor. Aynı transfer döneminde Zlatko Zahovic de Portekiz'den Vitoria Guimares'e transfer oluyor. İyi ki de yle yapıyor zira hem Porto hem Benfica'da kendisine güzel bir kariyer inşa ediyor.

Savo Milosevic iki sezon daha kalıyor, bu sefer sezonun en golcü oyuncusu o oluyor, ardından 1995'te o da Aston Villa'ya gidiyor.

Tabi bu hikayelerin Stanojevic ile pek alakası yok. O bu dönemde henüz genç bir oyuncu. Zaten Partizan'da da pek tutunamıyor önceleri. Fakat geri döndüğünde, yani 90'ların sonunda, Sasa Ilıc, Mateja Kezman, Zoran Mirkovic gibi tanıdık figürlerle takım arkadaşlığı yapıyor.

Belki bir ara o kadroya da bakmak lazım. Fakat önce hocanın Konyaspor ile imzalamasını bekleyelim. Yeşil-beyazlı kulübün Partizan ile bu kadar sık anılacağı bir yazı yazacağımı düşünmezdim ama futbol böyle bir şey işte...

Pazartesi, Kasım 21

Nasıl Yıldız Olunmaz


Futbolcuların daha çok konuşması, daha çok yazması lazım. Kendilerini daha çok ifade etmeliler. Özellikle ülkemizde bu konuda çok büyük bir sıkıntı var. Kitap okumayan bir millet olduğumuz için, spor kitaplarının az çıkmasından yakınacak değilim. Ne kadar arz o kadar talep. Esas problem, bu kadar çok futbol konuşulan bir yerde sahanın içinden gelenin ağzına bant, kalemine silgi vurulması...

Ergin Keleş, son yıllarda saha dışı tavırlarıyla dikkatimi çeken bir oyuncuydu. Son yıllar dediğim aslında herkesten önceydi; 2015'ler falan... Bu kadar 'ciddi' konuşmuyordu ama farklıydı. Ve eğlenceliydi.

Sonra bir 29 Ekim haftasında, maç sonu politik düzlemde değerlendirilebilecek bir açıklama yapınca çok popüler oldu. Twitter'ı da etkili kullanıyordu. "Anadolu topçusu" olduğu için gözden uzak tutulan adam, bir anda ilgi odağı haline geldi.

Belki bunun sonucunda, belki de Ergin Keleş'in hep aklında olan bir fikirle; "Madem bu kadar merak ediliyor cümlelerim, o zaman kitaba dökeyim" düşüncesi gerçek oldu.

Kitap bu senenin Mayıs ayında çıktı. Aslında ortamlarda konuşulduğu kadar iyi bir kitap olduğunu sanmıyordum. O yüzden merakım da çok üst seviyede değildi. Fakat arkadaşım Hasan, kitabı hemen satın alıp okuyunca, bana da verdi. 

Düşüncelerim kitabın ilk sayfasını okuyunca da değişmemişti. Tanıl Bora'nın imzasını görünce, belki de bir gölge yazarlık durumu olabileceğini de düşündüm.

Fakat yanılmışım. Halen edebi açıdan çok da güçlü bir kitap olmadığını belirtebilirim. Fakat bu bir eksiklik değil. Tam tersi; tam da aradığımız nokta... Kitap Ergin'in kaleminden çıkmış, onun içindekiler sayfalara dökülmüş. Belli ki kimse karışmamış. Oldukça saf bir kitap. Bu açıdan da çok değerli.

Karim Benzema ile farklı yollara ilerlemesi, Ziya Erdal, Ekrem İmamoğlu, İshak Doğan ile olan anıları çok iyi. Aslında kitabın biraz sıkıntısı bu olabilir. Çok fazla anı var.

Aslında anılar güzeldir ve futbolcuların anılarını her zaman merak ederiz. Şu anda hem cümle hem de anlattığı cümle ile konu arasında bağlantı kuramayan eski futbolcuların Twitch'te, Youtube'da anlattıkları anıları bile merakla izliyoruz. İlgi çekici hepsi. Zira yıllarca işin bu alanı, burada olanlar bitenler saklandı bizden.

Ergin'in kitabında çok fazla anı var. Anıların sonu ise biraz "Türkiye 'deki futbol ortamı"na veryansın ile birleştirilmiş. Bir noktadan sonra kitap kendini tekrar ediyor gibi oluyor. Bunu da eleştirmek için belirtmiyorum, kitabı okumayanlar için büyük bir beklenti oluşmasın. Futbol dünyamızda bir "devrim" değil bu kitabın yazılması. Fakat varlığı çok önemli...

Ben memnunum kendi adıma. Fakat başkalarından olmasa da Ergin Keleş'ten daha fazlasını talep edebiliriz. Oyuna, ortama, ülkeye dair fikir üretebilecek birinden bahsediyoruz. Henüz bu kısımlar çok güçlü değil ama kitapta potansiyelini hissettiriyor. Yani aslında tıpkı Ergin'in kariyerinin ilk yılları gibi kitap... Eğlenceli, farklı, potansiyelli, daha iyisi olabilir...

O nedenle yeni bir kitap bekliyoruz...


Pazartesi, Ekim 24

Gol ve Menajer


Çok alakasız bir post olacak galiba ama böyle ilginç bilgileri ve bağlantıları öğrenince hafif komik hafif şaşkın bir his doluyor içime.

Özellikle son iki yılda bir gol makinesine dönüşen Sırp golcü Aleksandar Mitrovic'in menajerini biliyor musunuz? Gerçi son zamanlarda halen menajeri mi bilmiyorum ama pandemi zamanına öyleymiş: Eski futbolcu Nenad Jestrovic.

Peki biz Jestrovic'i nereden tanıyoruz? Avrupa futbolunu yakından takip edenler onun Anderlecht günlerine aşinadır. Fakat esas olarak onu, 2008 yılında ülkemize uğramasıyla biliyoruz. 2008-09 sezonunda Kocaelispor'a transfer olmuştu. Hatta o yıllarda adı Galatasaray ve Beşiktaş ile anıldığı için Süper Lig'e yeni yükselmiş Körfez'e gelmesi şok etkisi yaratmıştı. Bu iki kulübün listesine girmesinin nedeni olarak menajerlik şirketi gösterilmişti.

Jestrovic de bir gol makinesiydi. İlk Süper Lig maçında Gençlerbirliği ağlarını havalandırdı, sonrasında da sekiz maçta üç gol kaydetti. Fakat Türkiye'de çok kalmadı. Takım içinde 'çetecilik' yaptığı iddia edildi, kadro dışı kaldı, takımdan ayrıldı. Devre arasını göremedi. Fakat Kocaelispor, faydalanamadığı bu golcü için Kızılyıldız'a yüklü bir miktarda borçlandı. 2010'lardaki kötü gidişin en önemli nedenlerinden biri Jestrovic davasıydı. O borç yıllarca ödenemedi. Ödemek için şehirde kampanyalar düzenlemek zorunda kalındı.

Kocaelispor krizlerle uğraşırken Jestrovic futbolu bıraktı ve menajer oldu. En önemli oyuncularından biri de Mitrovic'ti. Ve onun da adı sık sık Türkiye kulüpleri ile anılıyor. Gerçi son dönemdeki formu, bu seslerin kısılmasına neden oldu. Fakat oyuncunun henüz 28 yaşında olduğunu düşünürsek; 2-3 sene sonra yeniden büyüklere, ardından da Anadolu kulüplerine yazılabilir.

Bakalım tarih tekerrürden ibaret mi? Bir uçaktan hem Jestrovic hem Mitrovic iner mi? Eski günlerin hatrına, bu sefer biraz daha başka...

Perşembe, Ekim 13

3.Lig'in Süper Maçı

Karşıyaka uzun zamandır 3.Lig'de, hatta çok daha uzun zamandır alt liglerde. Süper Lig'i en son 1996'da gördü. İlginçtir; aynı sezon Eskişehirspor ile beraber küme düşmüştü. Fakat Karşıyaka uzun süre Süper Lig'in kıyısında dolaştı. Her zaman bir dönebilme ihtimalini cebinde tuttu. Eskişehirspor ise toprak sahaların revaçta olduğu 3.Lig'e kadar geriledi.

Yaklaşık 10 sene böyle dürdü. Dibe çakıldıktan sonra yükselmenin hızı malumdur. Es-Es de bunu yaşadı. Süper Lig'i 2008'de bir kez daha yakaladı. Karşıyaka ise kıyısından döndüğü Süper Lig'e ulaşamadığı gibi 3.Lig'e kadar geriledi.

Sonra Türkiye Kupası'nda finaller oynayan, büyük takımlara futbolcu satan Eskişehirspor da paraşütsüz düşmeye başladı.

Ve sonunda ikisi 3.Lig'de buluştu. Ve aynı gruba denk geldiler. Bu hafta karşı karşıya geliyorlar.

İki köklü camia, iki sağlam tribün, iki nostaljik takım... Onları orada görünce üzülüyoruz. Haklarında da pek bir şey bilmiyoruz. Ne oyuncularına hakimiz artık, ne hocalarına... Ufak haberler önümüze düşerse ne ala... Sadece Pazar akşamları internetten maç skorlarına bakıyoruz.

Eskişehirspor zaten senelerdir mütemadiyen yeniliyor. Son üç sezonda dört maç kazanabildi. Bu sezon henüz galibiyeti yok. Karşıyaka ise şimdilik iyi başladı. İlk altının içine girdi. Belki sezon sonunda yukarıya da çıkar.

Fakat bizim içi esas mesele bunlar, yani güncel meseleler değil. Bu hafta 3.Lig'de nostaljik bir maç olacak. İki takım en son 2007-08 sezonunda, yani Eskişehirspor'un Süper Lig'e çıktığı sezonda karşılaştı. Aralık ayındaki maçı Eskişehirspor, efsane Serdar Özbayraktar'ın tek golüyle kazanmıştı. Ben askere gitmeden 2-3 gün önce oynanan bir karşılaşmaydı. İkinci yarıdaki maç ise 3-3 sona ermişti. Terhis olmama iki hafta kalmıştı. Maçı tabi ki izleyemedim ama Eskişehirli uzman çavuşumuz sayesinde yaşanan heyecana hakimdik. Şehmus Özer ile Coşkun Birdal'ın ikişer gol attığı 90 dakika, Eskişehirspor'un yolunu uzatmış, ilk iki yerine Dolmabahçe üzerinden Süper Lig'e taşınmıştı.

Bu blogda yazmaya askerden sonra başladığıma göre; blog tarihinin ilk Eskişehirspor - Karşıyaka maçı, bu hafta sonu oynanacak. Onlar da ilk defa bu kadar düşük kategoride (4.seviye) karşılaşacak.

Askerdeyken oynanan maç kadar heyecanımız yok. Zaten yine günün sonunda, sadece skora bakarız. Hatta büyük ihtimalle Karşıyaka kazanır. Öyle büyük bir rekabete sahne olacağını da sanmıyoruz. Tabi ki Eskişehirspor'un zaman zaman iç sahada 'direniş' maçlarına denk gelebilir. Ne de olsa 15 sene önceki maçlarda taraftarlar birbirlerinin tabutlarını gezdiriyorlardı tribünlerde... 

O günler geride kaldı. Hem tribünler eski coşkusunda değil hem takımlar eski kalitesinde... İnsan hem garipsiyor hm üzülüyor hem de yıllar sonra yeniden karşılaşacakları için seviniyor. O nedenle de tarihe not düşme ihtiyacı hissediyor. Bir de hafif habercilik refleksi işte.

Bu hafta Eskişehirspor - Karşıyaka maçı var; herkesin bilgisine...

Perşembe, Eylül 15

Baggio İlhan

"Mahalledeki lakabım Roberto Baggio'ydu. Şimdi bakma böyle çirkin olduğuma, yüzüm o sıralarda Baggio'ya benziyordu. Saçların yanlarını alınca da bir benzerlik ortaya çıkıyordu. Arkası ince-uzun bir ense, yanları alınmış uzun bir saç... Mahallede iyi top oynuyoruz diye verirlerdi bize gazı, biz de koşa koşa berbere gidip 'Baggio yap bana' derdik."

İlhan Palut / Socrates 2022 Temmuz

Pazartesi, Eylül 5

Tadında


Geçen yaz Mario Balotelli transferine karşıydım. Kişisel bir husumetim yok tabi; ilkesel bir duruş... Zaten sadece Balotelli'ye değil, Balotelli tarzı her transfere karşıyım.

Futboldaki baharlarını çoktan sonlandırmış, sağlıklı mı sakat mı belli olmayan, üst düzeyden kopalı çok olmuş eski bir yıldızı Türkiye'ye getirme lüksü artık kimsede olmamalı. Bunları anlatmaya çalışıyoruz ama artık bu cümlelerin bir karşılığı da yok. Suya yazı yazmak, taşa konuşmak gibi. Bir de üzerine Balotelli gibi iyi sonuçlar veren örnekler çıkınca herkesin ağzı biraz daha sulanıyor, bizim cümlelerimizin bir anlamı kalmıyor.

Bu sene olsa yine Balotelli transferine karşı çıkardım. Sözümüzden ve fikrimizden dönmeyiz. En azından sadece bir örnekle dönecek değiliz. Fakat geriye dönüp bakınca, Balotelli'nin Süper Lig'de geçirdiği bir sezon hepimiz için çok keyifli oldu. Güzel bir iz bıraktı.

Geldi, topunu oynadı, tribünleri gaza getirdi, Beşiktaş maçında gollerinden sonra Sergen Yalçın ile takıştı, attığı golden sonra Yunus Akgün'ün kafasına tekme kondurdu, 18 tane gol attı, bir maçta beş gol birden attı, o maçta unutulmayacak bir golü de vardı, kebap yedi, türkü söyledi ve tüm bunların üzerine 32 yaşına girdikten sonra Adana Demirspor'a fena olmayan bir bonservis bedeli kazandırarak ülkeden ayrıldı.

Bundan daha verimli bir transfer kolay kolay olmaz. Geçen sezon tüm Avrupa basınının bir gözünü ucu Adana Demirspor maçlarındaydı. Lig için iyi reklam oldu. Adana Demirspor oyuncudan katkı aldı. Bir de para kazandı. Bize de seneler sonra anlatacak Balotelli anları yadigar kaldı.

Vallahi ben bu transferden razıyım.

Fakat yine de kafama takılan bir soru var. Bu adam İtalya'ya, Serie B'ye falan dönmedi. Sion'a transfer oldu. Süper Lig'i bırakıp İsviçre Ligi'ni tercih etmesinin sebebi nedir ki? Yani Sion da Körfez kulübü değil, kendisine aşırı para ödesin. Yoksa bizim burun kıvırdığımız İsviçre Ligi, Süper Lig'den daha mı rekabetçi, daha mı cezbedici? Değildir umarım...

Cumartesi, Eylül 3

Çelebi

Futbol lugatımızda çok sık takım değiştiren futbolcuya "Çelebi" denir. Özellikle eski toprak TRT spikerleri bu kalıbı çok sık kullanır. "Futbolumuzun Evliya Çelebisi" dedikleri çok sayıda futbolcu vardır.

Peki kısa sürede tüm ligleri dolaşan oyuncuya ne denir?

Ferhat Yazgan; Mayıs ayında İstanbulspor formasıyla 1.Lig futbolcusuydu. Sonra play-off zaferinin ardından Süper Lig futbolcusu oldu. Hatta Ağustos ayında, sezonun ilk iki hafta maçında ilk 11'deydi.

Eylül ayında takımdan ayrıldı. Önce 3.Lig takımı Iğdır FK ile sözleşme imzaladı. İmzanın mürekkebi kurumadan Çorum FK takımına kiralandı. Yani 2.Lig futbolcusu oldu. Dört ay içinde tüm ligleri tattı.

Eylül ayında ve sonrasında 2.Lig'de oynayacak ama keşke arada bir Iğdır FK ile 3.Lig maçına çıkabilseydi... Yine de o eksiklik, ortada ilginç bir gezginlik modeli olduğunun üstünü örtemez...

Cuma, Ağustos 19

Kime Niyet Kime Kısmet


 Aylar önce, Artem Dzyuba Zenit formasıyla 100. golünü attığında ufak bir yazı girmiştik.

Onun için "Süper Lig'de oynamayan en Süper Lig topçusu" ifadesini kullanmıştım. Hala arkasında mıyım o cümlenin emin değilim. Zira geçen sezon Zenit'te yavaş yavaş yedeğe düştü, yaşı da 33 oldu. Gerçi bu sorunun cevabını düşünmeye de gerek kalmadı, çünkü o artık Süper Lig'de oynayan bir topçu...

Bu adamın Süper Lig'de ne yapacağını her zaman merak ettim. Gerçi biz hep üç İstanbullu için düşünmüştük ama Dzyuba'nın yolu soğuk Petersburg gecelerinden, Adana'nın sıcağına düştü.

Adana Demirspor, bu sezon iddialı bir takım kurmaya devam ediyor ve beni gerçekten de bu transferle şaşırttılar. Hatta geçen sezonki Mario Balotelli hamlesinden  bile daha şaşırtıcı oldu.

Adana Demirspor, Zenit'ten iki tane politik figürü renklerine bağladı. Rusya-Ukrayna savaşı ilk çıktığında Zenit'ten ayrılmak zorunda kalan Ukraynalı savunma oyuncusu Yaroslav Rakitskiy ve Artem Dzyuba. Tabi Rakitskiy Ukraynalı ama ülkesinde pek sevilmiyor. Zira Donbass bölgesinden... Yani öyle bazı yerlerde yazan "Dzyuba ile kavga ederler" cümlelerine pek aldırmamak lazım. Zenit'e transfer olduğunda da ülkesinden çok tepki almıştı ama savaş başlayınca artık orada devam edecek durumu kalmamıştı. Öncesinde de milli takımdan da aforoz edilmişti.

Dzyuba ise asker selamı veren bir figür. 

Diğer yandan transferi yapan Murat Sancak'tan yola çıkarak Ethem Sancak'ın savaşın ilk haftalarında ve sonrasında yaptığı açıklamalar aklımıza geliyor.

Kısacası; hem saha içinde hem saha dışında merak edilesi hamleler...

Cuma, Temmuz 1

Ona Her Yer Paris


Şu ana kadar Süper Lig'de yapılan en sükseli transfer kesinlikle Jese Rodriguez. Verim konusunu ayrıca yazacağız ama isim olarak daha güçlüsünü sadece resmileşen transferlerde değil, gazete sayfalarındaki dedikodularda bile bulmak zor. Ne Weghorst, ne Carvalho, ne Solbakken...

Zira Jese futbol hayatına inanılmaz bir potansiyel ve büyük bir beklentiyle başlamıştı. O ilk adımları en yakından izleyenlerden biriyiz. 2013 yılında ülkemizde düzenlenen U-20 Dünya Kupası'nda, Julen Lopetegui'nin çalıştırdığı İspanya'nın en önemli oyuncusuydu. Suso, Paco Alcacer, Juan Bernat, Saul, Gerard Deulofeu gibi isimlerin olduğu bir kadrodan bahsediyorum. Zaten takımın 10 numaralı formasını kapmıştı. 

Jese, İspanya'nın TT Arena'da oynadığı üç grup maçında dört gol atmıştı. O maçların birinde, turnuvayı şampiyon olarak bitirecek Pogbalı, Umtitili, Zouma'lı Fransa'yı 2-1 yenmişlerdi. 

O turnuvada sarı-kırmızı koltuklu TT Arena, sarı-kırmızı formalı İspanya'ya uğur getirmişti. İspanya bir sonraki turda yine aynı stadyumda, yine Jese'nin gol attığı  maçta Meksika'yı yenmiş, fakat çeyrek final için gittiği Bursa'da Uruguay'a yenilmişti.

O turnuvadan uzun uzun bahsetmeye gerek yok. Aslında o turnuvanın ekmeğini Süper Lig olarak az yemedik ama şimdilik konu dağılmasın. Jese'den devam edelim.

Turnuvayı Bruma ile beraber beş golle tamamlayan Jese, dönüşte Real Madrid'in A takımına yükseldi. Sezonu da 18 maç oynayarak ve beş gol atarak tamamladı. Genç bir futbolcu hiç de fena değildi. Daha çok kenarda oynuyordu, Gareth Bale ile forma savaşı veriyordu. Her şey iyi gidiyordu. En azından saha içinde... Saha dışında ise ters bir şeyler olduğu belliydi.

O sezonun ortasında, henüz kendisini Real Madrid'de bile tam kanıtlamışken ilginç bir açıklama yaptı. "Dört sene sonra Ballon Dor'u kazanacağım" dedi. İddialı futbolcuları severiz. Ama iddiaları tutarsa... Jese'nin iddiası tutabilirdi ama tutması için çok fazla çaba sarf etmedi. Sadece yeteneklerine güvendi.

Aslında çok da yetenekli bir oyuncu değildi. Teknik anlamda belirtiyorum bunu. Kusursuz bir top tekniği, üstün bir çalım becerisi yoktu. Bir sihirbaz değildi. Güçlüydü. Hatta halterci gibiydi. O fiziğe rağmen de hızı iyiydi. Fakat bunlar hep fiziksel becerilerdi. Vücuda iyi bakmayı şart kılıyordu. Yani onun olası zor ve formsuz zamanları için "Form geçici, klas kalıcı" cümlesini kullanmak zordu.

İşte tam da o dönemde çapraz bağlarını yırttı.  Devam eden iki sezonda Real Madrid'de çok az maçta ilk 11 şansı bulabildi. Yaş ilerliyordu ama 2013-14'ten daha iyi bir sezon da geçiremiyordu.

2016'da PSG'ye transfer oldu. Bu transferin sebebi tamamen potansiyeliydi. Yoksa bir form durumuna kanma söz konusu değildi. Zaten PSG de hemen onu kiraya göndermeye başladı. Önce rehabilitasyon için doğduğu yer Las Palmas'a, sonra Stoke'a, Real Betis'e... Paris'e geri döndüğü oldu, sonra yine bavulları topladı. Her yol denendi, her yol Paris'e çıktı ama onu sahada görme ihtimali giderek azaldı.

Paris'in gece hayatı, Jese'nin içindeki Las Palmas ruhu, şöhret, para ve diğer birçok faktör birleşince saha dışıyla daha çok anılmaya başlandı. Mesela çapraz bağları yırtıldıktan bir hafta sonra verdiği bir parti esnasında, bulunduğu yerde yangın çıktı. Yangından kurtarılması gündeme oturdu. İlişkileri de sık sık gündem oldu. 29 yaşında ve beş çocuğu var. Hatta bunlardan birinin babası olduğunu, doğumdan sonra İnstagram'dan öğrendi. Babalık testi ile oğlunun velayetini sonradan kabul etti. 

Şu anda Instagram'da 600 bin takipçisi bulunan Aurah Ruiz ile beraber. İspanya'da gündemden düşmüyorlar. Bir ayrıldılar, bir barıştılar. Ayrıldıklarında Jese'nin başka ilişkileri ve o ilişkilerden çocukları oldu. Sonra tekrar geri döndüler. İkisi de sık sık sansasyonel açıklamalar yaptılar. Evlendiler. Çocukları oldu. Fakat erken doğan çocuklarının sağlık sorunu oldu. Ruiz, Jese'nin oğluyla ilgilenmediğini söyledi. Hatta Jese'yi mahkemeye verdi ve hem tazminat hem hapis cezası talep etti.

İspanyol medyası bu ilişkiye sıkı sıkı sarıldı. Devamlı dedikodular türetti. Mesela Ruiz, bir ara İspanya'da Big Brother tarzı bir yarışmaya katılmış ve bir süre sonra yarışmadan elenmişti. İspanyollara göre Jese, sevgilisinin elenmesi için 5 bin euro'luk masrafa girmişti.

Tabi ki burada ahlakçılık yapmaya çalışmıyorum. Fakat bu fırtınalı adamın saha içinden çok saha dışında görünmesi önemli bir soru işareti olarak ortada kalıyor. Hatta tam da bu iki alanın birbirine nasıl karıştığının güzel bir örneği de 2020'de yaşandı.

Covid'in en yoğun yaşandığı 2020 yılında, Jese kuralları ihlal ederek bir parti verdi. Bu partinin ortaya çıkması sonucu PSG ile sözleşmesi feshedildi. Tabi tek nedenin bu olmadığı iddia ediliyor. Tam da o günlerde oyuncunun sevgilisi Ruiz'i Rocio Amar ile aldattığı iddia edildi. Bu da kulübün sabrını taşıran gelişmelerden biriydi.

Biraz futbola dönelim o zaman. Zira çılgın atan 5-6 seneden sonra Jese de öyle yaptı. Doğduğu yere, Las Palmas'a geri döndü. Son 1.5 sezonu orada geçirdi. Aslında fena da bir performans sergilemedi. İlk yarım sezon bir alışma süreciydi ama sonarsında, yani geçen sezon devamlı oynadı.

Sıklıkla da forvette görev aldı. Çok fazla gol attığını söylemek mümkün değil. Geçen sezonu 11 golle tamamladı ama bunların 5 tanesi penaltıdandı. Yine de takıma büyük katkı sağladı. Asistlerini de es geçmemek lazım. 44 maçlık sezonda 41 karşılaşmaya çıktı. Ankaragücü'nün transfer gündeminde Diego Costa ve Danny Welbeck gibi isimler yer alıyordu. Aylardır sahalarda görmediğimiz yaşlı oyuncuları veya ilk 11'den düşmüşleri transfer etmektense, oynayarak gelen ve halen 30 yaşın altında olan bir oyuncuyu getirmek bence daha doğru bir hamle.

Öte yandan sezonu pek de iyi bir anıyla bitirmedi. Play-off yarı finalinde Las Palmas, Tenerife ile eşleşti. İki maçı da kaybetti. Jese iki maçta da oyundan alındı. Elenmenin ardından da teknik direktörü basın önünde eleştirdi ve oyundan çıkmasının hata olduğunu söyledi. Devamında kulüpte kalması kaçınılmazdı...

Zaten Jese denilince aklıma goller değil, ünlü güzel kadınlar, partiler ve basına verilen demeçler geliyor.  Şarkı,  "Bize her yol Paris değil, her yer Ankara" diyor ama sanki Jese için tam tersi. PSG ile sözleşmesi fesh edilmiş olabilir. Fakat onun için her yer ışıltılı Paris geceleri ve coşkulu Kanarya Adaları partileri gibi...

Yine de futbolsever olarak bize giren çıkan yok. Parayı veren Ankaragücü, riske giren onlar. Bizim için güzel bir merak unsuru oluştu. Bakalım Jese futbol oynayacak mı, futbola geri dönecek mi? Yoksa hayal kırklığı yaratan transferlerin arasına geçip bize yeni bir hikaye mi kazandıracak? Sorular güzel, iki cevap da bizim için aynı çekicilikte...

Öte yandan Ankaragücü'nün mevcut transfer hamleleri de çok enteresan geliyor. Alışık değiliz. Uzun zamandır, transfer dönmelerini eldeki oyuncularını (çoğu alacağı bulunan) göndermekle uğraşan, transfer yasağı alan, transfer tahtasını son günde açan ve o son güne 15 transfer sığdıran bir kulüp görüyorduk. Bu ezber olmuştu. Bu sezon ise henüz Temmuz gelmeden önemli isimleri kadroya kattılar.

Bence Jese en iyisi değil! Portekiz'in Gil Vicente takımından gelen Pedrinho'yu merakla bekliyorum. Portekiz Ligi'nin en çok asist yapan ikinci oyuncusu olan Pedrinho, büyük ihtimalle forvet arkası oynayacak. Peki Jese nerede oynayacak? Las Palmas'ta çoğu maçını en önde oynamıştı. Yine öyle düşünülebilir ama bana sanki bir sükseli santrfor transfer daha yapılacakmış gibi geliyor. Öyle bir durumda da Jese'nin yeri sağ kenar olabilir. Tıpkı Real'de ilk (ve son) parladığı zamanlar gibi... Bekleyip göreceğiz ama bunun için de heyecanlıyız.

Cumartesi, Haziran 25

Motivasyon Konuşması

"Genelde sesim aynı tondadır, çok yükselmez. Fakat Kayserispor maçının devre arasında çileden çıktığımı hatırlıyorum. "Ben Kayserispor'un 10-15 tane maçını izledim, en az üç tanesini de özel gözle analiz ettim, hiçbirinde böyle bir Kayserispor görmedim. Bambaşka bir Kayserispor takımı yarattınız " dedim oyuncularıma. "Hiçbir şekilde konsantre değilsiniz, hiçbir şekilde kendinizi maça hazırlamamışsınız. Benim size diyecek bir şeyim yok, çünkü ortada bir oyun yok. Nasıl batırdıysanız, düzeltmek de sizin elinizde!" diyerek odayı terk ettim.

Tabi bunları böyle efendice anlatmadım. Burada söyleyemeyeceğim birkaç kelime arada kaynamış olabilir.

Ha, ben bu konuşmayı yaptım diye m, takımım böyle bir reaksiyon verdi, bilmiyorum. Futbolun bilinmezleri bunlar. Bazı takımlar, antrenörlerin motivasyon konuşmasını çekiyorlar, sosyal medyada paylaşıyorlar. Yahu senin yaptığın motivasyon konuşması oyuncuyu en fazla İstiklal Marşı'na kadar götürür. Oyun böyle bir şey değil ki. Bir haftalık çalışmalar, saatlik analizler yapmışsın; bağırma-çağırma ile mi kazanacaksın sadece?

Kayserispor maçında içeri 2-1 geride girdik, ben bağırdım çağırdım maçı 3-2 kazandık. Ee, keşke maçın başında bağırsaymışım. Hiç 2-0 olmazdı o zaman."

İlhan Palut - Konyaspor Teknik Direktörü / Socrates, Temmuz 2022

Cumartesi, Mayıs 28

Demirbaş

TFF 1.Lig'in tek lig haline geldiği 2002-03 sezonundan bu yana birçok takım buraya uğradı. Yukarıdan düşenler, aşağıdan gelenler, bir sene kalıp geri dönenler, dibe kadar düşüp geri çıkarken mola yeri gibi uğrayanlar, bir sezonluk saman alevleri, güçlü şehir takımları, Anadolu'nun güzide ilçeleri ve hatta belediyeler...

Fakat bir tane takım var ki; çıktığı günden beri burada. Buranın demirbaşı oldu. Herkes gitti o kaldı. Onsuz olmuyor. Bu sezon "Acaba gidiyor mu" derken, yine bir yolunu buldu ve ligde kaldı.

Aslında her şey İzmir takımları ile başladı. 2003-04 sezonunda Süper Lig'den düşen Altay ile aşağıdan gelen Karşıyaka burada buluştu. Bu ikili yıllar içinde ligin ev sahibine dönüştü. Altay üst üste beş sezonun dördünde; 2006, 2007, 2009 ve 2010'da play-off oynadı. Hiçbirini kazanamadı. Üçünü son maçta kaybetti  Ve 2011'de küme düştü. 8 sezonluk ev sahipliği o sene sona erdi.

Bayrak o sezon Karşıyaka'ya geçti. 35.5; 2009 ve 2010'da play-off'ta yer aldı ve tabi ki kaybetti. Altay' düştükten bir sene sonra son maçla kümede kalmayı başardı.  Sonrasında orta sıraların gediklisi oldu. Ne play-off gördü, ne küme düşme korkusu yaşadı. Fakat 2015-16'da seri sona erdi. Karşıyaka 13. sezonun sonunda lige veda etti. Bir daha da geri dönemedi. En az iki sezon daha geri dönemeyecek.

Bu sefer yeni demirbaş Gaziantep BB Spor'du. Yani şimdi bilinen adıyla; Gaziantep FK. Gaziantepspor'un pilot takımı olan, şehrin esas büyüğüne genç oyuncu hazırlayan kulübün çıkmak gibi bir derdi de yok gibiydi. Esas plan düşmemek üzerineydi. 

2006-07'de lige merhaba dedi. Altay düşerken altıncı, Karşıyaka düşerken 11. sezonlarını geçirdi. Bu süre içinde 1 puanla (iki kez), 3 puanla (iki kez), 4 puanla ligde kaldıkları oldu.

2010-11'de ilk ikiyi ıskaladılar, play-off finalinde Orduspor'a yenildiler. Şimdi o Orduspor nerelerde oysa?

Karşıyaka'nın düştüğü sezon play-off'a çok yaklaştı ama hayal gerçekleşmedi. Ertesi sezon bir kez daha düşme korkusu. Sonrasında isim değişikliği ve Gaziantepspor'un yerini alma projesi...

13. sezonda play-off finalinde BB Erzurumspor'a penaltılarla yenildi. 2019'da; yani 14 sezonun sonunda penaltılarla Hatayspor'u yenerek 1.Lig'den ayrıldı.

İşte bu noktada bayrak el değiştirdi ve o takımda kalmaya devam ediyor. Boluspor 15. sezonunu da sağ salim atlattı! Artık 16. sezonu bekliyor.

Bu 16 sezonda neler olmadı ki? Daha gelir gelmez play-off finali oynadı. Belki de tarihin en iyi atmosferli play-off'larından birinde, İstanbul'da Eskişehirspor'a rakip oldu. Maçın başında 10 kişi kalınınca kaçınılmaz dram gerçekleşti ve Boluspor 2-0 yenildi.

Ertesi sezon yine play-off, bu sefer Ankara'da Karşıyaka'ya penaltılar sonunda yenildi.

2011 ve 2012'de yedincilikte kaldığı için play-off'u göremedi. 2014'te son maçta Denizlispor'u İskender Alın'ın golüyle 1-0 yenmeseydi küme düşecekti; düşmedi.

2017 ve 2018'de yine play-off görüldü ama orada da finalleri kazanan Göztepe ve Gaziantep engellerine yarı finalde takıldı.

Sıklıkla sezonları 9. veya 10. sırada bitiren takım 2020'de küme düşme korkusunu bir kez daha yaşadı. Üç puanla ligde kaldı ama düşseydi de sezon sonunda ligde kalacaktı. Boşuna stres oldu yani.

Bu sezon puan durumuna bakan, Boluspor'un play-off'u kaçırdığını zanneder. Oysa uzun süre düşme hattındaydı. Gerçi oraların takımı da değildi ama sonuçlar kötüydü. Yine de oradan çıkmayı başardı ve sezonu sekizinci sırada bitirdi.

İnanılmaz bir seri... Bu 16 sezonda kimler oynamadı ki?

Adem Büyük, Emre Kılınç, Umut Meraş, o yılların olması gereken ama olamayanı Ferhat Kiraz, duran top ustası Erdem Özgenç, kaptan kaleci Atacan Öztürk, Şampiyonlar Ligi'nde Borussia Dortmund'a iki gol atacak Prijovic, Arsenal gören Andre Santos, sakatlıklar izin verseydi kulüp tarihine geçebilecek Edim Demir, orta sahanın Gattuso'su Ömer Cuğ, stoperde önce Aytek Aşıkoğlu, sonra Cemil Vatansever, eski Floryalılar Özgürcan Özcan ve Cafercan Aksu ve daha kimler kimler...

Tabi bu 16 sezonda en çok gol atan Rydell Poepon'a ayrı bir paragraf açmak lazım. İlk sezonunda 20, ikinci sezonunda 16 gol atmıştı. Dört sezonda 99 maça çıktı ve önemli bir iz bıraktı.

Zaten Boluspor lige bir iz bıraktı. Hatta bir izden daha fazlası. Kalıcı bir esere dönüştü. Dahada burada durmaya devam edecek gibi.

Bu arada eğer Boluspor'a bir şey olursa, bayrak Altınordu'ya geçecek. Sekiz sezonu tamamladı, dokuza girecek. Bu sekiz sezonun dördünce yedinci olması, birince play-off görüp Süer Lig'i son anda kaybetmesi de Seyit Mehmet Özkan'ın tarihe geçen "Neredeyse Süper Lig'e çıkıyorduk, Allah korudu" sözünü doğrulatıyor gibi.

Perşembe, Mayıs 26

Kupa Finali İçin Birkaç İstatistik

 

Kayserispor tarihinde ikinci kez final oynayacak. İlk ve tek finalini 2008 yılında oynamış, bir başka Anadolu takımı Gençlerbirliği'ni penaltılarla yenerek kupaya uzanmıştı.

Sivasspor ise tarihinin ilk Türkiye Kupası finaline çıkacak.

2008'deki Kayserispor - Gençlerbirliği maçının 0-0 bittiğini düşünürsek; iki takımın da henüz finallerde golü yok.

Dört büyük takımın taraf olmadığı 11. final...

Aynı zamanda bir İstanbul, Ankara ve İzmir takımının olmadığı 6. final. Trabzonspor'u da devre dışı bırakırsak, bu dörtlü dışında oynanan 3. final olacak.

Atatürk Olimpiyat Stadı daha önce 3 kez finallere ev sahipliği yaptı. Bu üç finalde toplam 12 gol atıldı.

2007 yılından sonra oynanan finallerde kazananlar ya normal sürede ya penaltılarla belli oldu. Yani uzatma sonunda kazanan olmadı. 2007'deki finalde bir diğer Kayseri ekibi Erciyesspor, Beşiktaş'a 101.dakikada yediği golle mağlup oldu.

Son altı finalde atılan 14 golün sadece birini Türkiye doğumlu bir futbolcu kaydetti. O da Abdülkadir Ömür'dü.

Sivasspor kupayı kazanırsa, Rıza Çalımbay takımını üst üste üçüncü sezonda Avrupa kupasına taşımış olacak. Bunu bir Anadolu takımı ile başaran sadece iki isim var. Adnan Süvari (Göztepe) ve Ertuğrul Sağlam (Bursaspor)

Hikmet Karaman bu kupayı daha önce kazanmıştı. 2002'deki finalde (20 sene önce)  Kocaelispor, Beşiktaş'ı Cihan Haspolatlı, Lazarov, Kaan Dobra ve Serdar Topraktepe'nin golleriyle 4-0 yenmişti. Rıza Çalımbay'ın ise henüz kupası yok...

İki takım daha önce kupada üç kez eşleşti. Beş maç yaptılar. Sivasspor normal sürede bu maçların hiçbirini kazanamadı ama 2014-15'te penaltılara kalan maçta turlamayı başardı.

Cuma, Nisan 29

Fair-Play Şovunun Geldiği Son Nokta

Gaziantep FK - Göztepe maçında yaşananlar halen konuşuluyor. Daha da konuşulacak. Uzun yıllar boyunca hatırlanacak. Herkes bir haftadır maçta ne olduğunu, neden olduğunu, olması gerekeni tartışıyor. Fakat bizim asıl konumuz niye böyle anlara maruz kaldığımız...

Yine de önce maç içinde yaşananlara kısaca değinelim. 

İlk gol

Göztepe'nin golü nizami bir goldü. Etik açıdan da bir sorun yoktu. Gaziantep saçma sapan bir şekilde gol yedi. Hatta ortalığın bu kadar karışması golün kendisinden daha enteresandı. Soner'in kaleye vurmasına şaşırmamız gerekirken, top direkten döndü ve gol oldu. Yanlış deneme pozitif netice vermişti. Fakat bunu tartışmaya vakit bulamadan, oluşan kaosa şaşırdık. İlk başta "Acaba, Soner topu Gaziantep'e mi verecekti" diye düşündüm. Pozisyonunun başını da hatırlayamadım. Fakat öyle bir durumun olmadığını da gördük.

Kaleyi açmak

VAR inceledi, kural kitabına bakıldı ve golün nizami olduğu anlaşıldı. Konunun kapanması gerekiyordu. Fakat devamında Göztepe'nin kaleyi açması daha da saçmaydı. Neden böyle bir eylem yapıldı ki? Gaziantepli oyuncular kuralı bilmedikleri için habersiz mi yakalandılar? Öyleyse bile bir jeste gerek var mıydı? 

Mahalle maçlarında bazen bazı kurallar maçtan maça değişir ya; mesela kaleciye geri pas... Maçın başında kaleci topu eline alır, rakip takım "geri pas" diye itiraz eder. Diğerleri de "Kaleci bilmiyordu bu sayılmaz" der. İlk pozisyon öyle geçiştirilir, maçın devamında kural uygulanır. Onun  gibi oldu adeta.

Gaziantepliler kuralı bilmiyordu. Kaleye vuramayacağını sandılar. Soner kaleye vurunca şaşırdılar. "Oluyor mu ya öyle, bilmiyorduk biz" deyip, kandırdılar herhalde Göztepeli oyuncuları: "Tamam bir daha ki sefere olmasın, açıyoruz kaleyi!"

Tamam; kaleyi açıyorlar ama o konuda da bir fikir birliği yok. Oyuncuları çoğu kendi arasında ve yedek kulübesiyle diyalog halinde. En geç pes eden Atakan, "Sizin yapacağınız işe..." der gibi bakıyor Figuerido'nun arkasında kaldıktan sonra... Ve skor 1-1 oluyor.

Penaltı

Tabi ki Jahovic'in golünden sonra maç 1-0 devam etseydi, kalan sürelerin senaryosu da bambaşka olurdu. Fakat yeni şartlar atında Gaziantep bir de penaltı kazandı. Hiç beklenmiyordu. Her şey olağan bir şekilde ilerlese 1-0'ı koruyan Göztepe izleyecektik ve öyle bir kontra yaşanmayacaktı. Tabi ki bastıran Gaziantep'in yaratacağı karambollerden ne çıkardı onu da bilemezdik.

Yine de tüm yaşananların ardından, o atmosferde penaltı çıkması ekstra oldu. Ve bence tüm o beş dakikanın en anlaşılır hareketini Muhammet yaptı. Anlaşılır diyorum ama ben olsam yapar mıydım bilmiyorum. Fakat yine de düşününce, o beş dakikanın en normali penaltının auta atılmasıydı.

Rakip nizami bir gol atmış. Sonra kaleyi açmışlar. Sebepsiz yere 1-1 olmuş.. Bir de üstüne penaltı kazanınca; kafalar karışıyor. Yani benim kafam karışırdı. Ben penaltıcı olsam, topun başına geçmezdim bile. Bu arada takımdaki penaltıcı Maxim sanırım; o geçmiyor topun başına. 

Penaltıyı atsam da kaçırsam da rakip küme düşüyor. O zaman atayım auta 1-1'e bağlansın. Sonuçta Göztepe'nin golünden sonra her şey olağan bir şekilde devam etse, ardından da bir penaltı kazanılsa maç 1-1 bitecekti. O saçma golden sonra, penaltıyı atmaya gerek kalmadı. Yani bir şekilde maçın hakkı 1-1'di zaten. Tabi 1-0'dan sonra senaryo daha farklı olacaktı; bunu atlamayalım...

Bunlar niye yaşandı?

O zaman esas konuya dönelim. Biz bu saçmalığı neden izledik?

Türkiye'de toplumun her alanında gösteriş esastır. Kimse verimli çalışmayı düşünmez ama herkes çalışma şovunu yapar. Mesela işini iyi yapan birinin, herkesten ayrı bir şekilde evden çalışması (özellikle pandemi öncesinde) mümkün değildi. Fakat tüm mesaisini laklakla geçiren adam, mesai saati sona erdikten sonra 1-2 saat daha ofiste kalırsa ve bunu da herkes görürse terfi alma ihtimali yükselir.

Örnekler çoğaltılabilir ama yazıyı uzatmayalım. Futbolda da benzer bir zihniyet hakim. Saha içinde kazanmak için her türlü numara yapılır, deplasmana gelene su bile verilmez, yerde sakatlık numarası yapandan autta zaman geçirene kadar her türlüsü revaçtadır ama "topu rakibe vermek" gibi eylemler oldu mu kimse bizle yarışamaz.

Lincoln'un yıllar evvel bir maçın (Galatasaray - Hacettepe) son dakikasında top sektirmesi yerin dibine sokulmuştu. Karşı cephede duranlardan biri TRT spikeri Tansu Polatkan'dı. Polatkan, ""Eğer bu rakibi aşağalamaksa, en büyük terbiyesizliği gol atan futbolcular yapıyor." demişti. Ve o cümle 12-13 sene sonra gerçek oldu adeta. Atılan bir golde etik dışı durum arandı.

Top oynama dışındaki anlara çok büyük anlamlar yüklüyoruz. Göztepe'nin kaleyi açması da ilk anda takdir gördü. Direkt spikerin tepkilerine bakın. "İnsanlık ölmedi" ve "Her şey kazanmak değil" gibi laflar havada uçuşuyordu. Gerçi o da ne yapsın; "Bu ne şimdi" dese onu da topa tutabilirlerdi. Riske girmedi.

Beşiktaş - Giresunspor maçında Mert Günok sakatlanınca insanlar Giesunspor'un neden gol attığını sorguladı. Büyük ihtimalle ayağı kayan (ve maç içinde daha önce de kayan) Mert'in sakatlandığını zaten idrak edemediler. Zaten fark etmiş olsalar bile, kendi kendine sakatlanan ve çok acil müdahaleyi gerektirmeyen bir pozisyonda durmamak neden "fair dışı" bir hareket olmalıydı ki?

Belki de Gaziantep'teki futbolcular da benzer bir sorunu yaşadılar. "Acaba bu işte bir yanlış var mı?", "Neyi kaçırdık" gibi düşüncelere kafalara girmiş ve kafaları bulandırmış olabilir. "Şimdi gol yemezsek bizi de suçlarlar mı" korkusu bünyeleri sarmış olabilir.

Benzer bir durum Muhammet için de geçerli. Çok alakasız belki ama yıllar önce Fernando Muslera, Manisa'da penaltı atınca, "Küme düşen takıma kaleci neden penaltı attı" denmişti. O maç bile bir anlık kafalara girmiş olabilir. "Şimdi atsak ne derler,  oysa 1 dakika önce bizim için neler yaptılar. Şimdi küme düşen takıma gol atarsak kara deftere yazılmayalım"  tarzında düşüncelere kapılmış olabilirler.

Türkiye futbolunda saçma sapan, yüzeysel bir fair-play anlayışı var. Tamamen şova dayalı. O yüzden insanlar ne yapacağını bilemiyor artık. Bu neden Muhammet'i bir şekilde anlıyorum. O şovun bir parçası olmaktan ziyade, o şova katkı sunmadığı için lince uğrama korkusu baskına gelmiş olabilir.

Bu tip anların tekrar yaşanmaması için tamamen futbola odaklanmamız lazım. Yani saha içine. Her atağa kalkan rakibi görünce yere yatmamak, yere yatanı görünce topu taca atmamak, taca atana topu iade etmemek bir başlangıç olabilir. Bunları yapmaktan, bunları düşünmekten top oynayan kalmadı ligde. Her şey o kadar sıradanlaştı ki, ezberin dışına çıkılıp atılan bir golde bile insanlar şaşkınlık yaşıyor. Maçların ezberleri o kadar kanıksanmış ki, zihinler hata veriyor.

Oysa Jahovic'in golü gündem olmaya yeterdi. "Kuralı bilmeden kaleye vuran oyuncunun topu direkten dönünce, takım kümede kaldı (veya umutlandı)"

Başlı başına mükemmel bir futbol hikayesiydi; şimdi sulandırılmış bir şova döndü...