Çarşamba, Ekim 30

Enter Değil Space




Yılmaz Özdil, Türkiye'nin en çok okunan köşe yazarı. Maalesef. Bir kesim onun söylediklerine, yazdıklarına tapıyor adeta.  Çünkü adam basit yazıyor. Manipilasyon yapıyor. Genelde boş yazıyor. Çoğunluk; bilmediği konularda ahkam kesebilmek için Yılmaz Özdil'in basit yazılarına başvuruyor. Araştırma yapacağına, Yılmaz Özdil'in bol enter kullanarak yazdığı yazıları ona yetiyor. Bu sayede siyasi kimliğini ve duygularını besliyor. Bu sayede hiç sevmediği AKP'ye de sallama imkanı bulabiliyor. Bedava hizmet aslında. Yılmaz Özdil yazsın, sen paylaş. Herkes seni "duyarlı ve ilgili" sansın, like'lar havada uçsun.

Bizim az-çok bildiğimiz konulara girdiği zamansa, bu adamın falsosu daha çok ortaya çıkıyor. Futbol bu konulardan biri. Şimdi Yılmaz Özdil eleştirisi yapacak değilim. Bilen biliyor. Anlayan anlamıştır. Senelerdir Türkiye'nin en çok gazetelerinde yazan bir adamı tekrar tanımlamak boşa çaba olur. Fakat bugünkü yazısına değinmek lazım.

Yılmaz Özdil buyuruyor ki, "Fenerbahçeli olsam başkan adayım Aziz Yıldırım olur, oyumu tereddütsüz ona verirdim"... Olabilir. Herkes bir başkan adayını diğer adaylardan daha çok benimseyebilir. Bunda sıkıntı yok. Ama Yılmaz Özdil, bu savunmasını yaparken 12 Numara'dan farksız bir hale dönüşüyor. Koca yazar, "büyük resim"den ilerisine gidemiyor neredeyse.

3 Temmuz davasını, Ergenekon'a, Balyoz'a bağlıyor. Yargıtay kararı diyor. En acısı da " hem Aziz Yıldırım  suçlu hem Fenerbahçe temiz diyemezseniz" diye buyuruyor. 

Bir kere önce şunu görsün Yılmaz Özdil. Bu kongre, "3 Temmuz sonrası kongresi" değil. O kongre çoktan yapıldı. Ergenekon'a, Balyoz'a, şike iddianamesine falan bağlamasına gerek yok, onlar geride kaldı. Aziz Yıldırım, hapishanedeyken aday oldu, tek başına seçime girdi, hemen hemen bütün oyları alarak başkan seçildi. Yani kimseye "bu dava aslında..." hikayesi anlatmasın, Aziz Yıldırım o sınavı geçti.

Bu seferki kongre Türk mahkemeleri tarafından yürütülen davanın sonucu olarak değil, UEFA ve CAS'ın verdiği cezalar nedeniyle, 2 senedir yapılamayan hamleler yapılıyor. Bu kongre, Aziz Yıldırım ve yönetiminin -belki de haklı olduğu bir davada- hiç bir sonuç alamaması, kulübün ceza üzerine ceza alması, Avrupa'ya gidememesi, oyuncu transfer ederken zorlanması nedeniyle yapılıyor. 

Fenerbahçe taraftarı 3 Temmuz'u geride bıraktı zaten. Ve o dönemde de Aziz Yıldırım'a sahip çıkacağı kadar çıktı. Kongreler yapıldı, yürüyüşler düzenlendi, mektuplar yazıldı... 

Ama artık taraftar beyaz bir sayfa açmak istiyor. Bir kriz vardı ve kötü yönetildi. Eğer Fenerbahçe bu davada haksızsa zaten Aziz Yıldırım'ın anında uzkalaştırılması gerekir. Yok eğer Fenerbahçe haklıysa, durum daha da kötü, bir kriz bu kadar berbat yönetilemezdi. Kaybeden Fenerbahçe oldu. 

Yılmaz Özdil, "savunma makamı dikkate alınmadıysa" diyor; oysa mahkemede savunma makamı Galatasaray - S.Graz maçından örnekler veriyordu. UEFA'ya, CAS'a tarihi savunma diye giderken yanlarında Ertuğrul Özkök gibi konuyla alakasız insanları götürüyordu. 

Yılmaz Özdil; "hükümet mağdursa Aziz Yıldırım da mağdur" diyor, buna kaynak olarak da "80 yılda bir tek Fenerbahçe mi şike yaptı" cümlesini kuruyor. Yani aslında konu yine aynı noktaya geliyor. Aykut Kocaman'ın "Radara biz yakalandık" demesi gibi bir ince itiraf söz konusu.

Şike davası denilen olayı kenara koyun. Bugün 30 Ekim 2013. 3 Temmuz'un üzerinden 2.5 sene geçti. Fenerbahçeli değilim ama Fenerbahçeli olsaydım; Aziz Yıldırım suçlu Fenerbahçe temiz diyebilirdim. Bunun için de herhangi bir siyasi olayı kendime emsal olarak göstermezdim. Fenerbahçe bugün bazı sıkıntılar yaşıyorsa bunun nedeni yöneticileridir. Bu olayı 2.5 sene boyunca lastik gibi uzatan, çözüme bağlayamayan, kendisini savunamayan, ülke içinde kendi taraftarını oyalayan, yurt dışında ard arda cezalara seyirci kalan Fenerbahçe yönetimidir, ve o yönetimin başkanı da Aziz Yıldırım'dır. 

"Bu iş bitmeden Aziz Yıldırım'dan vazgeçmem" diyor Yılmaz Özdil. Peki hangi iş, tam olarak ne zaman bitecek? Bu iş 3 Temmuz mu? Eğer 3 Temmuz ise o iş bitti, Fenerbahçe alacağı kadar darbe aldı. Yargıtay kararı mı bekleniyor? Yargıtay kararları onaylayınca bu işi kapamış mı olacak Güvenmediğiniz Türk hukuku onayı basarsa bitirecek misiniz, vaz geçecek misiniz? Hayır Avrupa var diyorsanız UEFA ve CAS sizin için ne ifade ediyor? 

Yılmaz Özdil ve tayfası istiyor diye; Fenerbahçe, Aziz Yıldırım'ın iyiliği için ona 1 sefer daha mı başkanlık verecek? Sırf Aziz Yıldırım'ı kurtarmak için. Oysa Aziz Yıldırım, Fenerbahçe'yi bu davadan sıyırmak için zamanında "Ben Fenerbahçe başkanlığından istifa ediyorum, aklanınca döneceğim" bile diyememişken, Fenerbahçe'nin başkanlık makamına kendi çıkarı için adeta tapu koymuşken, fedakarlığı yine Fenerbahçe camiasından mı bekleyecekler...

Futbolu ve kulüpleri yöneten, yönetmeye talip olan isimlerden hangisi çok düzgün zaten... Doğrudur. Ama sırf ulusalcı cephenize bir kuvvet daha eklemek için böyle oyunlara gerek duymayın. Cümleye bak; "Ergenekon'a Balyoz'a siyası diyorsanız da Aziz Yıldırım'a destek olun; hukuki diyorsanız da destek olun. Yok ya? Başka? Balyoz'u bilmiyorum, Ergenekon'u bilmiyorum, 3 Temmuz'u bilmiyorum... Türk mahkemelerine güvenmiyorum, Türk siyasetini takip etmiyorum. Ve UEFA'dan ve CAS'tan ceza alıyorum, 2 sene kaybediyorum. O zaman kime oy vereyim?

Yılmaz Özdil bu soruya da yine "Aziz Yıldırım" cevabını verir gerçi. Ne de olsa, kankası Uğur Dündar da Aziz Yıldırım'ın listesinde... Ne de olsa amacınızın "haklıdan veya ezilenden yana olmak" olmadığını biliyoruz. Öyle olsaydı, itiraflara rağmen hakkı yenen kulüplerin hakkını savunurdunuz. 

 Ama olsun, siz böyle yazılar yazmaya devam edin. Gerçeklerin ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu varsa, bu yazılar elbet bir gün yine ortaya çıkar. "Oyunu kirletenden yana tavır koyan Yılmaz Özdil" diye anarız yıllar sonra ...


Pazartesi, Ekim 28

En Kötü Zamanlar En Güzel Günler

 


Ankaragüçlüler çok mutlu. Çok garip değil mi? Süper Lig'de oynuyorsun, PTT 1.Lig'de oynuyorsun ama bütün o yıllar, son yıllar, hep hüzün hem kavga hep yenilgi. Ama son yılların en güzel günlerini 2.Lig'de yaşıyorsun. O yüzden sık sık derim, bir taraftarın başına gelen en güzel şey küme düşmek olabilir. Rantçılar, menfaatçiler, gösteriş budalaları yok artık. Biz bize kalma durumunu dibine kadar yaşıyorsun, diplerde. 

Ankaragücü'nün takımı da, futbolcuları da aynı durumdan besleniyor. Kadro altyapıdan gelen topçularla dolu. Hemen hemen çoğu Ankaralı. Ankara Hukuk'ta okuyan topçu bile var. Levent var mesela, 30 yaşında, Ankaragücü altyapısında yetişiyor, ama A takıma çıkamıyor, 30 yaşında takıma geri dönüyor. Bu sene 6 gol attı, en önemli gol ayağı.

Genelde böyle köklü camialar bir düşmeye başladı mı toparlayamaz. Kocaelispor, Diyarbakırspor, Göztepe uzun süre sıkıntı çekti, çekmeye de devam ediyorlar. Ankaragücü ise sezona beklenmedik şekilde o kadar iyi başladı ki, bir anda bu sene şampiyonluğun en güçlü adayı oldu. Olurlar mı olamazlar mı belli olmaz, çok da önemli değil açıkçası. Ama geçen sene 1.Lig'de topçularının enfes mücadelesinden sonra bu sene de taraftarların geri dönmesi çok güzel. 

Cumartesi günü saat 13.30 maçında 10.000 taraftar, rakip Pazarspor, kademe 2.Lig.... Şu an Barcelona taraftarı olmak mı Ankaragücü taraftarı olmak mı diye sorsalar, cevabım Ankaragücü olur.

Pazar, Ekim 27

Fenerbahçe 3-1 Gaziantepspor



Sivasspor, Elazığspor ve şimdi de Gaziantepspor... Hiç biri Fenerbahçe'ye rakip olacak kuvvette değildi. Üçü de Kadıköy'de çok kötü oynadı. Fenerbahçe hiç zorlanmadan bu 3 maçta 12 gol atarak kazandı.Ama buna rağmen, maçların belli dönemlerinde durgun ve etkisiz bir futbol oynadı. Hatta dün 2-1 ile 3-1 arasında geçen sürede tribünde stres sigaraları yakıldı.

Fenerbahçe için negatif şeyleri ilk başta, ilk paragrafta söylemiş olalım. Daha önceki maçlara göre çok da değişen bir şey yok. Yine bir kısırlık söz konusu. Oyunu yönlendiren oyuncu eksikliği hala büyük sıkıntı. Takım maçın büyük bölümünde takılıyor. Ama ihtiyacı olan galibiyeti de kısa bir pres ve güç gösterisi ile alıyor.İstediği zaman gol atıyor, ama bu biraz da rakiplerin kuvveti ile de alakalı. Dişli bir takım olarak Trabzonspor gelince veya 30 metreden bir gol atıp üzerine kapanabilen Erciyesspor deplasmanında golü bulmak zor oldu (en azından pes etmediler ve buldular). Bu durağanlık ve kısırlık, Bursa-Galatasaray-Antalya-Beşiktaş serisinde işleri zorlaştırabilir. Avrupa futbolunda her ne kadar "10 numaralar bitti" muhabbeti yapılsa da Süper Lig'de fark koyan oyuncular bu tip yetenekler oluyor. İyi bir 10 numara yoksa, akıcı bir açık oyuncusu da iş görebilir belki; ama Fenerbahçe'de ikisi de yok. Bu da bütün yükü ilerideki oyuncuların deparlarına ve fiziksel gücüne bırakıyor

Ersun Yanal bu sefer değişik bir şey denedi. Ve aslında benim de savunduğum, görmek istediğim şeydi. Webo'yu kulübeye çekip Emenike'yi kale önüne koydu. Emenike'den fazla verim alabilmek istiyorsanız onu kaleye yakın oynatmak zorundasınız. Evet dönem dönem bazı maçlarda, kenardan akmasını isteyebilirsiniz  ve oralarda deneyebilirisiniz, ama asıl yeri en uç bölge olmalı. Geçen hafta Erciyesspor maçını izlerken attığım "Emenike'nin haftalardır kaleci ile karşı karşıya kaldığı bir pozisyon yok" tweetini Fenerbahçeli arkadaşlar bir saldırı olarak anladı herhalde ki golden hemen sonra "Gördün mü" tarzı cevaplar veremeye başladı. Oysa görmeleri gereken kendileriydi, çünkü hemen hemen çoğu 1 hafta önce "Keşke Cardozo'yu alsaydık" diye düşünüyordu. Emenike'yü sırf hızlı olduğu için Youla, Preko tarzı boş alan topçusu, yani kapanan takımın kontra atak topçusu sanmaları onların en büyük yanılgıları oldu. Nijeryalı, iki maç sonunda, hatta 120 dakika içinde ne tür etkisi olabileceğini ispatladı. Attığı gollerin yanı sıra, 90.dakikada bile yaptığı presi veya ikili mücadele kaybetmemesini de eklemek lazım. Cardozo'nun ve Webo'nun yapamadığı şeyler. Zaten Cardozo'nun yaptığı şeylerin hemen hemen benzerini Webo da yapabiliyor. Dönem dönem Webo silahını kullanarak, Emenike-Sow ve tabi ki Kuyt üçlüsünden vazgeçmemek yaratıcı ayağı olmayan Fenerbahçe'nin zorunluluğu...

Ersun Yanal'ın asıl düşünmesi gereken ve ön tarafı değiştirmekle uğraşmasından önce yönelmesi gereken yer Fenerbahçe orta sahası... Baroni, Holmen, Topal, Salih, Alper, Emre, hatta  unutulacak noktaya gelen Meireles... Burada kim oynamalı? Fenerbahçe taraftarı her ne kadar Baroni ile soğuk ilişkiler kursa da, Ersun Yanal'un bu oyunculardan en çok onda ısrar etmesini anlıyorum. Özellikle son iki maçta attığı paslarla oyunun akışını yönlendirdi ki, sezon başından bunu daha iyi yapan oyuncu olmadı. Holmen'in ilk maçındaki açlığı birçok taraftarın da aklında yer edecek ve sürekli "Neden oynamıyor" sorusunu sorduracak ama Alves'i de katarsak, 6 yabancının Emenike, Sow, Kuyt, Baroni ve yedekteki Webo olması en doğrusu gibi gözüküyor.

Dün için sevindirici olan Alper ve Salih'in iyi top oynaması ve asist yapmaları oldu. Alper'in Salih'in önünde olmasının en önemli farkı ise 26'nın daha cesur olması. Salih'te özgüven sorunu var sanırım. Ya da tribüne öyle yansıyor. Alper, kaleye gitmeyi çok seviyor ve bunu yaparken çekinmiyor. Salih ise yüzünü kaleye çevirmeye korkuyor. Oysa 48, geçen sezon Uefa yarı finalinde Işık Stadı'na çıkmış, yaşına göre önemli tecrübeleri yaşamış, bu nedenle de bazı şeyleri çabuk atlatmış olması gerekirdi. Neyse ki attırdığı gol onun biraz daha güven kazanmasına yol açacak.

Fenerbahçe'nin içeride oynadığı son 4 maçın 3'ünde rakibin oyuna etkisi oldukça azdı. Sadece Trabzonspor, Fenerbahçe'ye karşı bir şeyler yaptı. Bazen oyununun hakimiyetini kaybetti, bazen saldırdı, oyuna göre oyuncu değiştirdi, doğru yanlış bir şeyler denedi. Ama diğer 3 takım, Fenerbahçe için iyi bir hazırlık maçı oynamasına yardımcı oldu sadece. Fakat artık bitti. Zor maçlar başlıyor. Fenerbahçe'nin önündeki 4 maçı şampiyonluk iddiasını ortaya koymak için en önemli test olacak. Tahminim, ne kadar Fenerbahçe zorlanacak desem de bu 4 maçtan ya 3 galibiyet ya da 2 galibiyet 1 beraberlik alacağı şeklinde. Asıl soru o yenilgiyi kimden alacak? Galatasaray'a yenilmek ile Antalyaspor'a yenilmek arasındaki farkı anlatmaya bile gerek yok.

Cuma maçları çok sıkıcı. İşten çıkıp maça yetişmek maçın kendisinden daha yorucu. Oysa güzel olan maçtan önce geçirilen 3-4 saat. Cuma günleri buna zaman kalmıyor. Fast-food kültürüne uyan maçlar. Stada gir, 90 dakika izle, çık, tüket. Kombine alanlar için büyük sıkıntı. Basketbol maçı hatta Yiğit'in dediğine göre 4 günlük tatilin başlangıcı, Kadıköy'ün atmosferini etkileyen diğer durumlardı. Sonuç olarak diğer maçlar kadar keyif alamadığımız bir gün oldu. Sanırım bizim önümüzdeki hafta oynayacağımız Konyaspor maçı da cuma günü. Ama Arena'daki maçın cuma günü olması daha güzel. Metro boş olur, maça gidilir, dönülür. Ve ondan sonra önce Bursa-Fener maçı beklenir, sonra da derbi havasına girilir. Kritik aya giriyoruz.


Cuma, Ekim 25

Cehalet Testi


Galatasaray 67 - 78 Olympiakos




Devre arasında salonda konuşmalar... Taraftarlar maçı tartışıyor. Arkamda biri "Ben bu yüzden Mahmuti'yi istiyorum, Ataman olmaz, savunma yapmıyor" diyor. Sezonun iç sahadaki ikinci maçı olabilir ama Ergin Ataman ile 1 sezon çoktan geçmiş bile. Üstelik özlenen şampiyonluk kupası alınarak.

Kimseyi yargılamak haddim değil ama salondaki sayıya bakarak bu yorumu genellemem mümkün. Aradaki 1 senede salona gelmediğiniz için unutmuş veya görmemiş olabilirsiniz ama Ataman, yaptıkları sayesinde kupa kazanırken, Mahmuti yaptıkları - veya yapamadıkları- sayesinde iki seneyi kupasız geçirdi. Tıpkı deplasmanda alınan Siena galibiyeti gibi, çoğunluk için Euroleague galibiyetleri, Euroleague maçları daha önemli. Aksi halde salon bu kadar dolmazdı. Geçen sene hiç dolmadı.

İki sene önceki Euroleague macerasının son iç saha karşılaşması olan Efes maçından sonra salona ilk kez gelen var mıdır acaba? Cezalı olduğumuz için kadın ve çocuklar önünde oynanan Fenerbahçe maçı bile kurtarıcı olamadı o geçiş dönemine . Hatta Banvit serisi ve Beşiktaş bile değil. Bazıları için ortada koca bir boşluk var. Geçen seneki başarıyı yok sayarak henüz sezonun ilk ayı içinde hala aynı kısır tartışmalara zemin hazırlamanın başka bir nedeni olamaz.

Devre arası bu tartışmalar eşliğinde geçti. Fakat soyunma odasında farklı şeyler konuşulmuş. Bu oyunun, bu sporun analizini yapamıyorum. İki farklı devre arasında nelerin değiştiğini görebilmek benim için çok zor, daha da önemlisi çok da zevk veren bir şey değil. Ama takımın mücadelesini görüp keyiflenmemek için de çok iyi bir basketbol bilgisine ihtiyaç yok. Basketbol özünde çok zor ve akıl oyunlarına ihtiyaç duyan bir oyun olabilir ama bizim için oldukça kolay. Top potadan girsin, takım mücadele etsin yeter.

Ukala kesimler, tribünün hakim gruplarını her zaman cehaletle suçlar. En büyük savları da "Maçı izlemiyorlar,  oyundan kopuk bağırıyorlar" cümlesidir. Bu akşam her hücumda ve hatta savunmada hocaya ve takıma taktik verenleri gördükçe tribünün kafa tayfasının daha güzel ve zevkli bir iş yaptığına bir kez daha kanaat getirdim. Maçı izlemiyorlar. İzlemesinler de. İzleyenler yeteri kadar farklı ses çıkarıyor zaten...

Aslında bu maça çok gidesim yoktu. Ama Kopenhag maçında açılan sopalı pankartlardan sonra İpekçi'ye gitmeye karar verdim. Bilet bulması falan zor işlerdi ama oldu, girdim. Ama şunu da unutmamıştım, ne zaman böyle bir maça çok gitmek isteyip zor bilet bulmuşsam o maçta yenilmişizdir. Sezonun daha başı, telafisi edilir. Yaz başında çıkan "Maçlar bu sene Sinan Erdem'de oynanacak" haberleri de geçerliliğini yitirmiş, bütün maçları İpekçi'de oynayacakmışız. Bunu da bu hafta öğrendim ve sevindim. Bundan sonra hem takım olarak hem de tribün olarak gerekli dersleri çıkarıp, 2 sene öncesinde takılı kalmayıp güzel işler çıkarabiliriz.


Çarşamba, Ekim 23

Alt Tarafı




Sakin bir gün. Evde oturuyoruz. Az sonra arkadaşlar gelecek, beni evden alacak, sokakta muhabbet edeceğiz. Bir anda sokakta karışıklık oluyor. Koşturmaca. İş makinaları bizim sokaktaki 40-50 (belki de daha fazla) senelik ağaçları kesmeye başlıyor. Mahalleli olayın şokunu atlattıktan sonra tepki göstermeye başlıyor ama nafile. Herkes şokta zaten. 5 dakikada olup bitiyor her şey. Ağlıyoruz. Akılma Gezi Parkı değil, Bilgin Gökberk geliyor. "Abi haklıydı" diyorum yanımdakilere, Kadıköy Belediyesi'nin Kalamış'ta kestiği ağaç için bir sene mücadele etmiş, itiraz etmişti, ses çıkaran olmamıştı..

Olayın şokunu atlatmak için, kendimizi rahatlatmak için sahile iniyoruz. Sahilin bir gecede artık sahil olmadığını görüyoruz. İnşaat alanı olmuş. Denizi dolduruyorlar. Giremiyoruz. Yürüdüğümüz yollar, top oynadığımız sahalar, çay içtiğimiz büfeler kapalı. İsyan ediyoruz ama sesi duyan yok. Boşa kürek çekiyorsun. Anlamıyorlar. Yanımızdan geçen bazı insanlar "Ne olacak, başka yerde içersiniz çayınızı, hizmet gelsin" diyor. Resmen dalga geçiyorlar. 30 senedir buradayım ben, 60 senedir anam-babam burada. Onların burası. Bizim. Başka yere gidin diyemezsin. Çaresizce ağlıyorum. Bu korkunç rüyadan ağlayarak uyanıyorum.

Hayatımda gördüğüm en kötü rüyalardan biri. Çaresizliği gördüm resmen. Uyandım. Bu ağaç kesme olayına değil de kentsel dönüşüm zırvasına yordum. Son dönemde en büyük korkularımdan biri haline geldi. Ama rüyanın 3 gün sonrasında da ODTÜ olayları yaşandı. Daha önce Gezi Parkı. Ülke siyaseti karışmıştı, gündem değişmişti, ben de taraf olmuştum ama yaşananları hiç bu kadar kendi başıma gelmiş gibi de hissetmemiştim. Belki de Güneydoğu'da da 40 sene önce böyle olmuştu. Geldiler bir anda yaşam alanlarına girdiler. Bu kötü hayatta sığındığın tek yer olan mahallene, köyüne giriyorlar. Yıkıyorlar. Yok ediyorlar. Korkunç bir şey. Ha ülkeni işgal etmişler, ha mahallene girmişler.

Bu anlattığım, siyasi bir konuymuş gibi olmasın diye uğraşıyorum. Körü körüne AKP muhalifliği veya başka bir grup sempatizanlığı yapmak istemiyorum. Ama, bir sabah kalkıp, arkadaşlarınla gölgesinde soğuk gazoz içtiğin, mahalle maçında kale direği yaptın, ilk hoşlandığın kızla konuştuğun ağacın kesilmesi o kadar kötüymüş ki... Bunu bana yaşatan olursa ömür boyu unutmam, düşmanı olurum. Seni kesiyorlar, geçmişini koparıyorlar senden. 

O yüzden her şeyi yapın, taraf seçin, benim karşı tarafımda da olun, önemli değil ama çıkıp "alt tarafı ağaç" demeyin. Çünkü mesele gerçekten ağaç meselesi değilmiş.

Anlamınızı beklemiyorum.


Salı, Ekim 22

Galatasaray 87 - 82 Beşiktaş




Galatasaray'ın önce farkı açtığı, sonrasında maçın bitimine doğru basit hatalar yaparak kabus gördüğü heyecan dolu bir maçın bitimine dakikalar var ve ben esniyorum. Hayır, maç çok sıkıcı değil, hatta beklenenden daha çekişmeli. Ama pazar sabahı hala ayılamamışız.

TBF'nin 13.00 maçlarına çok alıştık. Hatta bazen cumartesi gününe bile denk geldiği olmuştu. Ama ligin en önemli takımlarından ikisinin mücadelesini bu saate koymak, basketbol yaymak ve geliştirmekle görevli bir kurumun vazifesini çok da ciddiye almadığının göstergesidir. Zaten maç öncesi ve sonrasında Ergin Ataman da tepkisini LİG TV'ye gösterdi.

Maça odaklanmak çok zordu. Maçın hemen başında bir üçlük ve savunmada bir blok gelince, 1 dakika içinde maçı bitirdiğimizi bile düşündüm. Bu algı nasıl oluştu bilmiyorum. Evet, biz son senenin şampiyonu ve yüksek bütçeli bir takımız ama Beşiktaş da çok rahat geçeceğimiz bir takım değil. Herhalde, son 2 yılda Beşiktaş'a karşı hemen hemen her branşta kurulan üstünlük salona gelirken bilinçaltını etkiledi. İlk devrede farkı çift hanelere çıkarınca, üçüncü periyotta muhabbet ederek maç izleyeceğimizi tahmin ediyorduk. Öyle olmadı. Beşiktaş, daha önce de İpekçi'de gördüğümüz (Ataman senesi) sonunda işe yaramayacak bir geri dönüşe imza attı.

Bu dönemde tribünden yükselen sesler maça damga vurdu, yazının sonunda döneceğiz. Ama saha içinden devam edelim. İzlemediğim Efes ve Siena maçlarında oluşan fark, Samsun'da izlediğim tutuk takımın yok olduğunu düşündürdü. Ama yine aynı kabus geri döndü. Maçların bazı anlarında, bütün takım aynı anda bir durgunluğa giriyor. Kötü oyun değil, bir uyku hali. İsteksizlik. Maçın tamamına yayılsa bile maçtan koparmıyor ama farkı açmayı da engelliyor. 10 günde 4 üst düzey maç (FB,Efes,Siena,BJK) kolay iş değil ama henüz de sezonun başı.

Neyse ki imdada Ahmet Kandemir yetişti. Gerçi o bile yeterli olmuyordu. Teknik faul sayesinde açılan fark, kaçan serbest atışlar sonrasında yine eridi. Maç neredeyse son topa kalacaktı, biz takımın faul yapmasını beklerken takım topu kaptı. Az daha son molada söylenen "Koyduk mu" tezahüratı ters tepecekti.

Arroyo olmadan kazanabilmek ayrı güzel. Onun yokluğunda hatta varlığında bile sahneye çıkan, geçen senenin çok üzerinde olan Jamont Gordon var ki, tribünde devamlı tartışılan Jamon vs Jamont konusuna son noktayı koyacak belli ki. Zoran Erceg'in de katkı vermeye başlaması, kısa süreli soru işaretlerinin kalkmasına yarayacak.

Beşiktaş ise beklenenden daha dirençliydi. Özellikle Lofton ve Perkins'in skor katkısı önemliydi. Ama Ahmet Kandemir o hatayı yapınca maç Galatasaray'ın oldu. Hatta son anlarda bir şans daha yakaladılar ama olmadı. Sanırım bu sezon geçen seneden daha iyi bir Beşiktaş izleyeceğiz. Kadroda eksikler var. Mesela yerli rotasyonu kısıtlı gibi duruyor. Lider özellikle bir yerli oyuncu önemli olabilirdi. Buna rağmen yabancıları iyi işler yapacaktır.

Bilmediğimiz basketbol için bu kadar analiz yeter. Gelelim tribüne. Maçın önüne bile geçen olay, tribünün Fatih Terim lehine bağırması, Bülent Tulun'a tepki göstermesi ve bunları maç oynanırken, hatta Beşiktaş farkı kapatırken yapması...Eleştiriler var. Olabilir. Ama artık karar verin. "Tribünler insanların tepki gösterecekleri tek yer, bırakınız bağırsınlar" tezinden ilerleyecek miyiz? Eğer buna "hayır maçın skorları önemli" diyorsak, sezon başından beri gündemde olan 34.dakika ve Taksim tezahüratlarını tekrar tartışalım.

Galatasaray tribünü kusursuz bir tribün değil. Hatta çok fazla hataları, yanlışları vardır. Potansiyelini kullanamıyordur. İçindeki ortam eskiye göre çok değişti, kırgınlar, küskünler var, rant konusu vs.. Bunlar ayrı şeyler. Belki düzelir, belki böyle gelmiş böyle devam eder. Ama ne olur assoliste istek parçası veren zengin işadamı tribinden kurtulun "Ben böyle istiyorum, bunu bağırın", "Bu pankart güzel değil açmayın", "Bu beste beni uyutuyor, sözleri de arabesk değiştirin" tarzı eleştiriler artık sinir bozma noktasına geldi. Benim bu maç özelinde Galatasaray tribününü eleştireceğim tek nokta, tepkilerini sadece Bülent Tulun ile sınırlı tutup Ünal Aysal'ı ve yönetimi dışarıda bırakmaktır. Üstelik bana kalırsa bu olayda Galatasaray taraftarı taraf seçmese bile olurdu. Ama eğer Terim'e olan bağlılık ve sadakat göz önünde tutulacaksa, bu tepkilerden sadece tek bir kişinin nasibini alması haksızlık oluyor.

Bu tezahürat meselesi salonda çok konuşulmadı bile. Ama twitter'a yansıması çok hızlı ve negatif oldu. İki dakika süren olay 2 saat boyunca tartışıldı. Bu kadar mesele edecek bir olay yoktu aslında. Üstelik bu ilk kez de olmadı. Aynı kitle, Hakan Üstünberk'in yerine Bülent Tulun'un geleceği söylentileri çıktığından beri (2012 ocak-şubat), 1 ay boyunca basketbol maçlarında tepki göstermişti. O günkü tepkiler daha çok taraftar tarafından dile getirilseydi belki son dönemde farklı gelişmeler yaşanabilirdi. Sonuç olarak, Galatasaray Spor Kulübü ise, her branş birbirini etkileyecektir, bazı maçlarda da bu tip tezahüratlar da olabilir.

Çarşamba günü Kopenhag maçında olacaklar perşembe günü Olympiakos maçının gidişatını değiştirebilir mesela. Güzel olan da bu aslında.

Pazar, Ekim 20

Bahara Kadar Bekle Bandini




 1933 Berbat Bir Yıldı > Toza Sor > Bahara Kadar Bekle Bandini


Belki bu kitabı daha önce okusaydım etkisi daha yüksek olurdu ama özellikle 1933'ü okuduktan sonra Bandini'nin bu hikayesi geri planda kaldı.

Fakat bu kıyaslar Fante'nin kendi kitapları arasında... Yoksa bu kitap harika bir kitap, Fante muhteşem bir yazar...


Galatasaray 2 - 1 Karabükspor




Kendi sahasında kötü oynayan, pozisyon bulmakta zorluk çeken bir büyük takımın 1-1 devam eden maçının 83.dakikasında gol oluyor. Maçtan hemen sonra gazeteye yazı yollaması gereken yazarların en sevmediği maç türü. O ana kadar yazılan, çizilen, düşünülen her şey bir anda yok oluyor. Türkiye Ligi'ni diğer liglerden ayıran, onu cazip kılabilecek tek özelliği yine sahnede; "Her şey bir anda oldu"

Ama bu maç biraz daha farklı. Yazıların çok fazla değişmesine gerek yok. Bunun birinci nedeni; maçı izleyen insanlar, Galatasaray'ın bir şekilde golü bulabileceğine inanıyor, son ana kadar o galibiyet golünü bekliyordu. Buna, her geçen dakikada takım üzerindeki baskısını arttıran sabırsız taraftarı dahil etmek mümkün değil ama saha içinde olanlar dikkatli gözlere bu izlenimi yayıyordu. Öyle olmasa, Galatasaray her şeye rağmen bu kadar telaşsız; Karabükspor ise puana direnmek için fazladan sarfedeceği efordan yoksun olmazdı.

İkinci neden ise; Galatasaray bu maçı kazanmış olsa da; hatta son dakikada hakemin kestiği pozisyon devam edip  3-1'i yakalamış olsaydı bile, yeni bir yazı yazdırmayacak kadar net gözüken bir kötü oyun vardı sahada.

Mancini, son iki yılın alışılmış Galatasaray'ı dışında bir şey denedi; bunu da alışılmamış bir oyuncuyu sahaya sürerek yaptı; Ceyhun Gülselam. Kötü oyunun sebebi muhakkak ki tek başına Ceyhun değil, ama bu yeni diziliş takımı akıcılıktan yoksun bıraktı ve ihale taraftar için ilk olarak Ceyhun'un üzerinde kaldı. Galatasaray, yakın dönemde de kötü maçlar oynadı, puanlar kaybetti, kötü oynadığı maçları kazandı, iyi oynadığı maçlarda puan kaybetti vs.. Ama kötü oyununu hiç bir zaman bu kadar baskısız ve isteksiz bir ruh haliyle süslememişti(!).

Milli maç yorgunluğu futbolcuların bu maçtaki en büyük bahanesi; Kopenhag maçında alınacak galibiyet de kurtarıcısı olacaktır. Fakat Mancini'nin, yeni geldiği bir ülkede, yeni geldiği bir takımda dersine biraz daha çalışması lazım. Bu; "takıma top oynat hoca" cümlesi değil. Ama kaybedilecek her puanın hatta tatmin etmeyen her oyunun ona "İmparator Fatih Terim" tezahüratıyla geri döneceğini bilmesi lazım. Kredi kazanması için, İstanbul seyircisinin alıştığını biraz da olsun ortaya koymalı. Belki deplasmanlarda istediği yenilikleri yapabilir ama iç saha maçlarında gücünü göstermesi gerekiyor. Bu taviz vermek olarak görülmemeli, geçiş süreçlerini hasarsız geçme yöntemi olarak adlandırılabilir.

Günün kazananı Wesley oldu. Hala istenilen, hayal edilen seviyede değil ama 2 gol atarak maç kazandırması güzeldi. Karabükspor maçlarını seviyor. Ama yine bir 7-8 ay bekleme lüksü yok. Bunun devamını getirmesi gerekiyor. Hatta vitesi biraz daha yükseltmeli. 

Burak'ın gol atamaması, hatta ofsaytlarda takılıp kalması onun özgüvenini de alıp götürüyor. Burak'ın gol atamamasından daha kötü olan, onun giderek yalnızlaşması. Tribünden gözüken; "kötü oynayan forvet"ten daha ötesi. Burak'ın Beşiktaş'taki ikinci sezonunu, Fenerbahçe'de geçirdiği günleri hatırlatan bir yalnızlık. Onun, gençken depresyona girmesi kolay çıkması zor bir karakterde olduğunu hatırlıyoruz. Şenol Güneş ve Fatih Terim gibi isimler onu buhrandan çıkarmıştı. Benzer bir isimle karşılaşmazsa durum daha kötü olabilir. Mesela haftalardır kötü oynayan Selçuk için aynı korkulara sahip değilim. O bir şekilde toparlayacaktır. Selçuk, formsuzluğunu; hesaplaşmaya dökmeyecek karakterde sanki ama Burak için aynı şeyleri söylemek çok zor.

Kopenhag maçı; azalan bütün duyguları, iyi hisleri, artıları geri getirmek için müthiş bir fırsat. Bu takımın iyi oyunculardan kurulu olduğunu söylemeye gerek bile yok. Ve iyi oyuncular, Kopenhag tarzı maçları severler. Onların ilacı budur.

Karabükspor için çok fazla bir şey yazamıyorum. Maç o kadar sıkıcı ve keyifsizdi ki; kendi takımım dışında bir şeye konsantre olamayacak kadar yoruldum. Ama aldığı sonuçlar itibariyle daha kolay bir maç geçireceğimizi, Karabükspor'un ise buna izin veremeyen bir top oynadığını söylemek lazım. Haftalar ilerledikçe klasik Tolunay Kafkas takımı olacaklarını, biraz daha oturacaklarını, bunun da ligi orta sıralarda bitirmek için yeterli olacağını düşünüyorum.

Eskiden maç yazılarını yazarken, tribünden başlardım. Tribün hakkında yazdığım cümleler daha fazla olurdu. Tamam artık maçlara çok fazla gitmiyorum ve yaşadığım kopukluk yazıları de etkiliyordur. Ama bu sefer benim suçum yok. Yazılacak hiç bir şey yok. Sevabıyla günahıyla kuzey kale arkası orada, ekstra güç olarak doğu üst sol diğer tarafta. Onun dışında kalan 35.000 kişi.... 

Yazıyı bitirelim....

Salı, Ekim 15

Tarihi Tesadüf



“Geçen gün bir dostum dayattı, ‘İlle gidip Fener-Galatasaray maçını seyredelim.’ dedi. Ben de kıramadım dostumu, gittim maçı seyrettim…

...Ne yalan söyleyeyim, bu hengamede ben de heyecanlanmadım değil. Fakat benim heyecanlanmam etraftaki binlerce seyircinin coşkunluğu yanında devede kulak kabilinden. Oyunu seyredenler ikiye bölünmüşler. Her biri kendi partisinin çocuklarını teşvik eder. Düşman tarafa küfrü basar bir durumda. Herkes istediğini söylüyor. Herkes dilediği gibi bağırıp çağırıyor. Ortalıkta bir söz, bir düşünce hürriyeti, alabildiğine… Bu işin birçok tarafı hoşuma gitmedi dersem  yalan söylemiş olurum. Muayyen bir manada, demokrasiyi anlamak isteyenler Taksim Stadyumu’na gitsinler. Ben kendi payıma güzel, berrak ve heyecanlı bir iki saat geçirdim orada… ”

***


Nazım Hikmet bunu 23 Nisan 1936'da yazmış. Tribünlerdeki demokrasiden bahsettiğinde futbol, Türkiye coğrafyasına gireli 50 sene bile olmamış. Buna rağmen Naızm Hikmet'i etkilemeyi başarmış. Uzun süre entellektüel kesimin küçümsediği bu oyun, şu an demokrasiyi yeniden kendi içinde tartışıyor. Bu kavgaya, bir dönem futbolu afyon olarak görenler de katılıyor.

Bakanlar tribün lideriyle görüşüyor, siyasi tezahürat için yasak kararı çıkıyor, stadyumda kitleler çatışıyor... Bunların temel sebebi haziran ayında Taksim Gezi Parkı'nda çıkan olaylar.

İlginç nokta burası, Nazım Hikmet bunları Taksim Stadı'nda izlediği bir maç sonunda söylüyor. Taksim Stadı, bugünkü Gezi Parkı'nın olduğu alan. Tarih vegeçmiş; böyle tesadüfleri bulmaya yarıyor. İnsan tebessüm etmden geçemiyor.

Pazar, Ekim 13

İtalyan


"Benim kemik yapım daha bir İtalyandır. Bonjorno, commestai".

Cumartesi, Ekim 12

Red



Aksiyon filmlerini sevmiyorum. Eskiden Bruce Willis'i de sevmezdim.Ne zaman Die Hard serisini izledim, adama haksızlık yaptığımı fark ettim. Aksiyon filmlerini hala sevmiyorum ama Bruce Willis'in oynadığı aksiyon filmlerinin ince bir mizah anlayışı var.

Red de böyle bir film. Hatta fazlası da var. Morgan Freeman ve John Malkovich... Hatta çok sevdiğim Mary-Loıis Parker ve hiç sevmeme rağmen Hellen Mirren...

Eğlenceli bir film. Ben otobüste izledim. Zaman geçirmek için, güzel zaman geçirmek için iyi bir tercih...

Cuma, Ekim 11

Galatasaray 62 - 64 Fenerbahçe




Maç öncesi çoğunluk Galatasaray'ı favori gösteriyordu. Bunun temel nedeni, Fenerbahçe'deki sakatlıklar nedeniyle rotasyonunun zayıflamasıydı herhalde. Bjelica bu nedenden dolayı tribüne giden isim oldu. Son senenin şampiyonu Galatasaray'ın, yeniden yapılanan Fenerbahçe'ye oranla biraz daha hazır olduğunu düşünmek çok da mantıksız değildi.

Ama iki takım da hemen hemen aynı oranda kötü çıktı. Belki de maçın en istekli ve en çok terleyen adamları, maçın önemini daha iyi kavrayan iki takımın antrenörlerdi oldu. Özellikle Obradovic, bir çok pozisyondan sonra gözlerin çevrildiği isim oldu. Bu sene çok aksiyon yaşatacağı belli oldu.

Fenerbahçe'de göze çarpan en olumlu değişim, son 2-3 senenin sıkıntısı haline gelen "ruhsuzluk" hastalığının kaybolması. Çok iyi oynamadıklarını söyleyebiliriz ama mücadele durumunda büyük ilerleme var. Aynı şeyi ise Galatasaray için söylemek mümkün değil. Lig şampiyonluğu, sadece takımı değil camiayı etkiledi. Bir doymuşluk hissi var. Bunu sadece bu maç özelinde söylemiyorum. Hatta geçen sene lig içinde rakipsiz kalıp şampiyonluğu hemen hemen kafada kazandığımız dönemde bu heyecan kaybı başlamıştı. Belki de Euroleague, yeni bir heyecan dalgası yaratacaktır.

Durum böyle olunca, başa baş giden bir maçın son bölümünü daha çok isteyen kazandı. Galatasaraylı oyuncuların isteksiz ve güvensiz şutlarına karşı Fenerbahçeli oyuncuların cesur hücumlarını izledik. Kazanan Emir oldu. Özellikle son iki kader topunda (hem hücumda hem savunmada) önemli iş yaptı. 

Galatasaray'ın maçta önce geçmesini sağlayan üçlük yüzdesi son periyotta düşünce skorda da geriye düştü. Erceg, Domercant, Ender gibi isimler çok kötüydü. Takımın yarısı sakatlıktan yeni çıktı, bu belki durumu normalleştirir. Ama sezon başında Fenerbahçe'ye ve de gelir gelmez Obradovic'e kupa kaybetmek psikolojik üstünlük faktörünü rakibe vermeye neden oldu.

Ortada anlamlı bir kupa olmasaydı iyi bir hazırlık maçı izledik diyebilirdik. Ama 700 km yol gidip mağlup dönmek, Fenerbahçe'ye yenilmek , kupa kaybetmek hoş şeyler değil. Tribünler de kötüydü. "En azından tribünde kazandık" demek de mümkün olmadı. İstanbul tayfaları olmayınca iki takım tribünleri de Anadolu'da sıkıntı yaşıyor.

Organizasyon konusunda ise büyük sorun vardı. Suat Kılıç, kendi şehrinde kendi şovunu yapmak için çok çabalamış, şehrin girişinden itibaren reklamını yapmaya özen göstermiş ama aynı özen salon içinde gösterilmemiş. Sanki maçın Samsun'da oynanacağı 2 gün önce belli olmuş ve organizasyon yetkilileri hazırlıksız yakalanmış gibiydi.

Galatasaray sayesinde bir şehri daha gezdik. Samsun,tahmin ettiğimizden daha güzel bir şehirmiş. Ama neredeyse İstanbul kadar gürültülü ve İstanbul kadar olmasa da korkunç bir trafiğe sahip. Şehrin her yeri pide kokuyor, bu da şehrin artısı. Bandırma Vapuru ve 19 Mayıs şehrin ruhunu oluşturuyor. Böyle bir şehir CHP'nin kalesi olabilirdi ama AKP son seçimde yüzde 62 çıkarmıştı. Zaten yıllardan beri merkez sağ, şehirde üstün oluyor. Ama şehrin; en azından merkezin genel havası hiç öyle değilmiş.

Güzel geçen iki günün tek sıkıntısı kaybedilen kupaydı. Bunun telafisi için sezon içinde çok fırsat çıkacak.


Çarşamba, Ekim 9

Bizim Büyük Çaresizliğimiz




28 yaşında, hayatının geçiş dönemlerinin birinde, herkes kadar kafası karışmış, geçmişini düşünen, geleceğini merak eden bir adam, hayatın kırılma dönemine ev sahipliği yapan şehirde, terk ettiği ve çok özlediği ailesinin yanında kısa bir tatil yapar; tatilin son gününde ise bir kitap okur.

O adam benim, kitap Bizim Büyük Çaresizliğimiz...

Farklı bir tarza sahip kitap. Okuyucu, anlatanın umrunda değil. En yakın arkadaşına, hatta en yakın arkadaştan daha öte, artık neredeyse kendisi olmuş birine bir şeyler anlatıyor. Neredeyse kıskanacağım. "Neden bana anlatmıyor" küstahlığından sıyrılıyorum ama bu sefer de, "Böyle bir dostluk nasıl mümkün olabilir" sorgusuna takılıyorum. O nedenle ilk sayfalarda büyük zorluk çekiyorum, kitaba ait olmakta, konuya sempati duymakta zorlanıyorum. Ama kitabın hikayesinden öte o hisler ve kaygılar o kadar bizden ki, o kadar ortak ki, bir yerden sonra o zor kısmı kenarda bırakmak çok kolay oluyor.

Benim için bir yaz tatilinden daha fazlası olan Bodrum serüvenimin son gününde okuyunca, kitabın bendeki değeri de arttı. Belki başka bir gün, başka bir ruh halinde okusaydım bu kadar sarsılmazdım. O an, ihtiyacım olan kitap bu muydu, yoksa tam tersi keşke tam da o gün okumasaydım mı demeliyim hala bilmiyorum. Ama, bir daha okumaktan sıkıntı duymayacağım kitabı, yine böyle özel bir zamanda okumak isterim ki; bu da belki 10 senede bir defa denk gelir.

Aslında Nihal falan önemli değil. Mesela Reşit Bey veya Salih Amca benim için daha önemli karakterlerdi. Nihal'in yerine başka biri de olabilirdi ama hayatta Reşit Bey gibi birisini bulmak daha zor. 

"O zamanlar" demişti babam, "Kendimizi bulmakla kadınımızı bulmayı birbirine karıştırıyorduk"

"Küçük bir çocukken birdenbire, ilaçların plastik bir margarin kabında saklayan bir ihtiyar oluveriyorsun. Kendin için, çocukların için, ülken için güzel şeyler ümit ederken, seni biçimlendiren şeyin güzel bir gelecek hayali olduğunu düşünürken, birdenbire kaderinin, güne ayak uyduramamak, gençliğini, geçmişini özlemek ve hızla dönen dünya tarafından hep kenara savrulmak olduğunu görüyorsun"

Gerçekten, Nihal veya  Sevgi veya diğerleri çok önemli değil. daha başka şeyler varlar aslında kafamızın içinde. Bunu çözemediğimiz için çaresiz kalıyoruz çoğu zaman. 160 sayfayı bir anda okuyup sarsılıyoruz ama sonunda yine değişen de olmuyor.

Acaba film nasıl oldu diye merak ettim ve İstanbul'a dönünce filmi de hemen izledim. Onun yazısı daha sonra...


Salı, Ekim 8

Psikolojik Üstünlük



Bazı futbolcuların bazı rakipler üzerinde büyük bir etkisi vardır. Kalecilerde daha çok oluyor olabilir, keza aklıma gelen ilk örnek Ömer Çatkıç ve Galatasaray... Onur da Fenerbahçe üzerinde bu etkiye sahip. Malum maçın katkısından bahsetmeye gerek yok.

Son sakatlığından döndükten sonra eski formuna kavuşamayan, Lazio maçında fena durumlara düşen Onur'un ilacı Kadıköy oldu. Aslında Onur'dan öte, Kadıköy ahalisini daha çok etkiledi onun sahadaki başarılı duruşu. Her kurtarışı ister istemez akla 2010'u getirdi. Yeşil kazağı hatıraları tazeledi. Sanki bir yerde Bursaspor öndeymiş gibi bir telaşa neden oldu. Daha ligin 7.haftasında.

Aslında benzer bir durumu Trabzonspor takımı üzerinde kurmak da mümkündü. Sahaya Baroni'yi sürmek, rakip oyuncuların psikolojik dengesini sarsabilirdi. Ersun Yanal tercih etmedi. Belki de, bilime, akla ve mantığa daha çok önem verdiği için bu duygusal hezeyanlara itimat etmedi kadroyu  kurarken. 

Sonuç; yine beraberlik, yine Kadıköy'de Onur Kıvrak şovu....

Fenerbahçe 0 - 0 Trabzonspor




0-0 biten maçların ayrı bir güzelliği oluyor aslında. Oyunun taktik bölümüne girmekten çok fazla haz etmesem de; 90 dakikanın hiç bir bölümünde birbirlerine üstünlük kuramayan iki takımın mücadele etmesi, oyunu kırmak için uğraşmaları hoşuma gidiyor. Arada böyle maçlar da lazım.

Önce Fenerbahçe'nin son iki iç saha maçını hatırlayalım. Sivasspor ve Elazığspor ile karşılaştılar. İki takım da kadro olarak Fenerbahçe'nin altındaydı. Buna rağmen klasik İstanbul deplasmanındaki Anadolu takımı olmak yerine savunmayı önde kurmayı tercih ettiler. Başlarındaki hocaların yabancı olması (her ne kadar Carlos burada top oynamış olsa da) bunda önemli bir etken olabilir. Ziya Doğan, Nurullah Sağlam, Yılmaz Vural gibi hocalar olsaydı, buna izin vermeyebilirlerdi. Fenerbahçe'nin bu iki maçta da iyi yaptığı ve çabuk sonuç aldığı bir şey vardı. Ön tarafta pres ve rakip savunma arkasına atılan toplar. Bunlar iki maçta toplam 9 gol getirdi. Fakat aynı zihniyetin daha güçlü takımlara karşı, hatta zayıf kadroları olsa bile kendini bilen takımlara karşı işlemeyeceği aşikardı.

Kadıköy seyircisi (ve Galatasaray ile Beşiktaş taraftarı) kendi sahasında baskılı oynayan bir takım izlemek ister. Kadıköy'de baskıyı kuracaksın. Aykut Kocaman bunu yapmadığı veya yapamadığı için defalarca eleştirildi. Takımda yardımlaşma, çok koşma, savunma güvenliği önemli meziyetler hatta futbolun doğrusu olabilir. Hatta Alex'i göndermek bile bir şekilde anlaşılabilir. Ama yaratıcı oyuncunuz yoksa ve rakip kaleyi abluka altına alamıyorsanız, üstelik bunu alışkanlık haline getiriyorsanız belli bir noktadan sonra stadyumdan uğultu yükselir. Yanal için korkulacak bir şey yok; böyle bir maçı ilk kez oynadı, üstelik rakip de güçlü Trabzonspor'du.

Yine de bir şeylerin altını çizelim. Bu takım, Ankaragücü'nde, Gençlerbirliği'nde, Manisaspor'da ve Trabzonspor'da bizi mest eden Ersun Yanal'ın takımı değil. 1 senelik kontrat, onu kafasındaki planlara geçmesini engelliyor olabilir; fakat hücum futbolunu seven benim gibiler için üzüntü verici. Yanal'ın, 4 santrforu aynı anda oynatmanın 4 forvetle oynamak olmadığını hatırlaması lazım (Bu cümleyi yazarken bile utanıyorum). Kuyt'u bir kenara, Emenike'yi diğer kanada koymak 4 forvetle oynadığınız anlamına gelmiyor.

Maça dönelim. Fenerbahçe yine diğer iki maçta olduğu gibi uzun toplarla, hızlı hücumlarla Trabzonspor'a saldırmayı denedi. Ama bu sefer sert kayaya çarptı. Trabzonspor, bu sene stadyumda izlediğim takımlar arasında en derli toplu olanıydı (Galatasaray, Fenerbahçe, Antalyaspor, Elazığspor, Sivasspor) İyi bir savunma örgüsü, topu koşturup, rakip kaleye doğru ilerleme. Tek eksikleri hücumda yaşandı. Oysa Bruno Alves'in olmaması önemliydi. Galatasaray'da görmek istediğim 4-2-3-1'i sahaya koydular. Belki Malouda'yı sola çekip ondan daha çok verim almayı deneyebilirler. Adrian'ı öne atıp Olcan'ı arkasında denemek de olabilir ama Henrique'nin formundan yararlanmak da tercih nedeni. Bu arada Soner Aydoğdu'nun durumunu da merak ediyorum. Colman'ın alternatifi, Malouda yerine Soner olabilirdi. Trabzonspor'un kadrosunun en büyük avantajı oyuncuların çok yönlü olabilmeleri. Fakat aynı oyuncular formsuz olduklarında karın ağrısı haline geliyor. Henrique, Adrian, Zokora, Colman gibi oyuncuların geçen seneki hali hala taze ve kötü bir anı olarak zihinlerde...

Trabzonspor, Fenerbahçe'nin Elazığspor ile oynadığını sanması sayesinde oyunun kontrolünü hemen ele aldı. Devrenin sonunda ise Fenerbahçe, büyük takım gibi oynamaya başlayıp rakip kaleye yüklenmeye başladı. Son 15 dakikadaki baskı gol getirmedi.

Devre arasındaki düşüncem; Lazio yorgunu Trabzonspor'un bu baskıya çok fazla direnemeyeceği ve Emre ile Emenike'nin oyuna girmesiyle Fenerbahçe'nin golleri bulabileceği yönündeydi.

Olmadı. Ne Emre bildiğimiz Emre'ydi, ne de Emenike forvetteydi. Yine de Fenerbahçe ikinci yarıda daha çok gol aradı. Direkten döndü, Onur çıkardı. Trabzonspor ise kötü oyuncu değişiklikleriyle rakibine yardım etti. Yusuf-Janko değişikliğini oyuncu performanslarından bağımsız olarak anlamak mümkün ama giren adam Janko olunca işe yaramasının zor olduğunu tahmin edebiliyorduk.

Fenerbahçe bu sahte baskıdan gol çıkaramadıysa, bunun en büyük nedeni ezbere hücum anlayışıydı. Ersun Yanal'ın elinde bu sefer Ahmed Hassan veya Selçuk İnan yok. Fenerbahçe belki de 1 sene sonra ilk kez bu kadar Alex'i aradı. İyi bir rol oyuncusu olan Holmen'e yüklenen anlamlar da bu maç sonunda anlam kaybına uğramıştır. Fenerbahçe'nin, Kadıköy'de kendini ve haddini bilen takımlara karşı uygulayacağı bir planı yok gibi. Hatta daha kötüsü, plandan öte, öyle bir oyuncu grubu yok.

İş dönüp dolaşıp, tribünlerden yükselen "Keşke Emenike yerine Cardozo'yu alsaydık" cümlesine dönüyor. Fenerbahçe taraftarı bu sorunu bu sezon içinde çok tartışacak. Bir ara kendi görüşlerimi ayrı bir yazıda yazabilirim. Ama yazının son bölümünde artık futbol konuşmayalım.

Bir pazar gününün en sıkıcı anı yine stadyumda geçti. Maç öncesi yine çok keyifliydi. Fenerbahçe tribünlerinde tanınmaya başlandık resmen. Maçın başlamasına kısa bir süre kala, onca kişi arasından bana sorulan "Bana fazla bilet bulabilir misin" sorusu son nokta oldu. 

Galatasaray'ın maçını izlemek bile içimden gelmedi. O muhabbeti bırakımaya değecek bir futbol ortamı Türkiye'de yok. Soğuk havaya rağmen çok sıcak bir gündü. Galatasaray ve Beşiktaş stadyumlarından, merkezlerinden, kalplerinden feragat ettikçe Fenerbahçe maçları bile bana daha cazip geliyor. Yalan yok. Belki de parkta aklımıza gelen "Yoğurtçu'ya dev ekran ve kombine" fikri gerçek olur.

Pazar, Ekim 6

Lazio 99



Nesta, Negro, Sinisa, Pancaro, Veron, Marchegiani
Stankovic, Jesus, Lombardo, Boksiç, Mancini

Cumartesi, Ekim 5

Kriz Ülkesi








Geçtiğimiz hafta Bağış Erten ve Banu Yelkovan'ın hazırladığı Yenilsen de Yensen de programına ufak bir katkıda bulundum. Program hakkında fazla yazmaya gerek yok. Konu Türk futbolu ve krizlerdi. Ben de dilim döndüğünce bir şeyler söyledim. Hem ufak bir heyecan nedeniyle hem de program konusunu önceden bilmediğim için, aklımda olan bir çok şeyi söyleyemedim, unuttum. Oysa Türk futbolu, kriz ve kaos gibi konular benim hobim sayılır... Eksik kalan cümlelere yer açmayı bu blog hak ettiği için buradan devam edelim.

Yukarıdaki gazete küpürleri, Fenerbahçe'nin Gaziantepspor'u 8-4 yendiği maçın ertesi gününe ait. Sezonu istediği noktada bitiremeyen Fenerbahçe, son hafta maçında tam 8 gol atıyor. Kötü biten sezona güzel bir teselli. Kağıt üzerinde böyle duruyor. Ama çok büyük bir kriz patlak veriyor Hatta sezon boyunca yaşanan çekişmeler, ikilikler bu maçla ortaya çıkıyor. Fenerbahçe'nin gol krallığına aday iki futbolcusu Aykut ve Tanju büyük bir çekişmeye giriyor. Aslında başlı başına uzun bir hikaye ama sadece sonunu hatırlatalım. Takım ikiye bölünüyor. Oğuz ve diğerleri Aykut'u, Rıdvan ve diğerleri Tanju'yu kral yapmak istiyor. Kazanan Aykut oluyor. İlginç olan taraftarlar, Galatasaray'dan gelen Tanju'dan yana tavır alıyor. Gerçi daha sonra Aykut'un da gönlünü alıyorlar.

Tam 8 golün atıldığı bir maç. Avrupa'da olsa kötü geçen sezonun bütün dertleri unutulur, geleceğe dair beyaz sayfalar açılırdı. Oysa bu maçtan sonrası adeta Fenerbahçe için domino taşı süreciydi. 

Tanju tutunamadı.Camianın tarihine "Sakaryalılar Çetesi" adı altında bir grup yazıldı. 1996 yılında gelen şampiyonluk bile krizi önlemedi. Ali Şen çeteyi dağıttı. Takım dağıldı. Oğuz Çetin hoca olarak geldi. Aykut Kocaman hoca olarak geldi. Aykut Kocaman, Alex ile başka bir krizin aktörü oldu.

Krizler ve kaoslar dünyanın her yerinde oluyor. Türkiye'dekileri diğerlerinden ayıran en önemli özellik ise; krize neden olayların, belli ortak özellikleri olmaması. Avrupa'da işler basit; kötü giden takımlar, mali sıkıntıda olan kulüpler kriz yaşar. Mantık çerçevesine uygundur. Kötü bir şey olursa kötü bir şey yaşanır. Bizde ise bu kadar keskin bir kural yok. Adeta mantığın ve doğanın uygunluğuna karşı geliyoruz. Güzel şeyler kriz yaratabilirken, kötü sonuçlara neden olan olaylar bazen çok fazla büyütülmüyor.

Mesela 8 gol atılan bir maç. Veya gol sevinçleri. Galatasaray'ı tribünden takip ettiğim yıllarda gole sevinmek için 2 dakika bekliyordum. Gol sevinçleri çok önemliydi. Kim kime nasıl mesaj yollayacak? O mesaj ertesi gün basında nasıl yer bulacak? Bu sadece Galatasaray için de geçerli değil. Diğer kulüp takımları, hatta milli takım bile bu krizleri yaşadı. Son 10 yıla damga vurmuş çoğu oyuncu; Hakan Şükür, Emre, Arda, Ümit Karan, Tuncay Şanlı, Sergen Yalçın vs... attıkları gollere sevinirken yolladıkları mesajlarla krizlere yol açtı.

Futbolun meyvesi golün Türkiye'de kriz yaratmak gibi bir huyu var. Bir de oyuncu değişiklikleri var mesela. Bir maçta en çok yaşanan olaylardan biri. Golden bile fazla. Herkesin kanıksadığı, sıradan bir olay. Ama bu büyük krizlere yol açabiliyor. Hakan Şükür - Cafercan değişikliği Hagi'nin sonu olmuştu. Tomas'ın Adana deplasmanı onu takımdan koparırken Galatasaray'da bir şampiyonluk kazanmasının yolunu açtı. Nobre'nin oyuna girmek istememesi, Lincoln'un Hamburg maçı ve daha bir sürü olay...

Kısacası Türk futbolu krizleri seviyor, sevdiği için de kötü bir şey olmasını beklemiyor. Sıradan bir olayı bile krize çevirmeyi başarıyor. Güç savaşları sürekli yaşanıyor. Herkes kendi gücünü göstermek istiyor, bunun için savaşlar açıyor. Savaş açmak için de en güçlü olduğu zamanı bekliyor. Hoca liderken, oyuncu gol attıktan sonra... Bu savaşlar için neden bulmak, futbol gibi bol aksiyonlu bir oyunda zor olmuyor.

İşin ilginç kısmı, bu krizlerin tamamen zarar verdiğini söylemek mümkün değil. Birçok şampiyon takım, sezon içinde yaşadığı krizlerden sonra kenetlenerek başarıya ulaştı. Yine milli takım buna dahil. Unutulmayacak bir turnuva olan 2002 Dünya Kupası, krizlerin kaosların turnuvası olmuştu. Yıldıray'ın oyundan çıkmasından, Seul'daki cami krizine kadar bir çok konu 1 aylık döneme sığmıştı. Sonunda ise Türk futbolunun en büyük başarısı gelmişti.

Sanıyorum ki krizleri önlemek Türkiye'de pek kolay değil. Krizler gelecek. Ve hatta çok fazla yaşanacak. Önemli olan bu krizleri yönetebilmek ve hatta bunu takıma fayda getirecek şekilde kullanabilmek. Belki de bu kadar krize rağmen üst düzey futbola yakın duran Türkiye, kriz sayısını azaltırsa daha yukarılara tırmanacak.

Ama yine de taraftar olarak o an ne kadar rahatsız edici bir durum olsa da; krizler Türk futboluna renk veriyor artık. Kaos olması, kriz olması ilgi çekici kılıyor oyunu ve ligi. Seneler sonra bile hatırlanan bazı krizler, unutulmaz maçların kritik golleri kadar uzun uzun konuşulabiliyor. Saha içi sonuçlarına bağlı, kuralına uygun, belirli olayların yaşandığı bir ligi izlemek ister miydiniz? O ligin FM'den ne farkı olurdu? O yüzden Türkiye Ligi'nde başka bir heyecan var. Gözünü bir an bile ayırırsan önemli bir ayrıntıyı kaçıracağın dizi gibi.


Cuma, Ekim 4

Futbol Nedir Ki




2004 veya 2005 belki de 2006 yılında, bir sabah Kadıköy-Eminönü vapurunda Barış Tut'u görmüştüm. Radikal'de yazıyor muydu o sıralar tam hatırlamıyorum ama Aykut Kocaman ile giriştiği projenin rüzgarı çok tazeydi. Bir şeyler not alıyordu. Elinde de bir gazete vardı; tabi ki spor sayfası açıktı. 20 dakika süren yol boyunca onu izledim. Ben o sabah okula gidiyordum ama okuduğum bölümle çok fazla alakası olmamasına rağmen mezun olduğumda, onun yaptığı işe benzer bir şeyler yapmak istiyordum. 

Ve aynı yıllarda iyi bir Galatasaray taraftarı olarak hem maçlara gidiyor, hem de futbolun her tarafını takip ediyordum.

Aradan seneler geçti. Ben mezun oldum. Askere gittim, geri geldim. İşe başladım. Daha sonra sporla alakalı bir işe girdim. Yeni insanlarla tanıştım. Yıllardır futbolun içinde olan insanlar... Onların anlattıklarını dinledim. Bu arada ülke de değişti. Spor da. Galatasaray da. Bir yerden sonra kombine almamaya başladım. "Stadyumlar yıkıldı" benim birinci mazeretimdi. Tam bu günlerde Fever Pitch'i de okudum. Her insanın, her futbol taraftarının bir dönem yaşayacağı buhrana girdiğimi düşündüm. Ülkedeki futbol ortamı kirlenmeye devam etti. En kötüsü ben de yavaş yavaş o ortama, piramidin en alt basamağında olsam da dahil oldum. Sosyal hayatım değişti. Refleksim değişti. Soğudum.

Soğudukça küme düştüm. 1.Lig'e, 2.Lig'e daha çok ilgi duydum. En büyük keyfim, maç yapmak iken; maç izlemeyi istemeyecek duruma geldim. Bir günü maça giderek geçirmeyi istemeye devam ettim ama o günün en sıkıcı anı stadyumda geçirdiğim 90 dakika oldu.

Derken, başa döndük. Barış Tut'un ilk defa bir kitabını okudum. Çok kısa ve bir o kadar da akıcı bir kitaptı. Bodrum'da; çalışmadığım bir dönemin en sakin anlarında okudum. Kendimi düşündüm. Kitabı genel olarak beğenmedim. Kendi kendime, o gün vapurda gördüğüm adamdan daha iyi kitap yazabileceğimi düşündüm.

O gün vapurda gördüğüm adamın, 16-17 yaşlarında sıkı bir Karşıyaka taraftarı olabileceğini tahmin etmezdim, okuyunca şaşırdım. Ama bir zaman sonra Beşiktaşlı olması beni şaşırtmadı. Mühendis Oktay olayının önemli tanıklarından biri olması, yaşananları anlatması iç sızlattı ama 8-0'dan dolayı içindeki nefreti dökmesini, Aykut Kocaman'ın ve İstanbulspor'un kitabını yazan adama yakıştıramamıştım.

Ama yine de genel olarak, benzer şeyleri yaşadığımızı düşündüm. Onun tepkileri daha farklıydı, olabilirdi. Kalemi de cezbetmedi, olabilir. Belli ki o da Fever Pitch'i okuyup etkilenmiş. Ama sanki bir şeyler eksik kalmış gibi. Hayatının merkezinde yer alan büyük aşkından, seneler sonra soğumaya başlıyorsun.... Bu başedilmesi neredeyse mümkün olmayan olayı bu kadar kısa bir özetle açıklaması beni tatmin etmedi. Belki de kendime daha çok işaret aradığım içindi.

Yine de her şeye rağmen; Karşıyaka'da içine düşen futbol sevgisi, tellerden sokularak top toplayıcılık yaptığı maç, babasıyla Alsancak Stadı'nda izlediği maçlar, Karşıyaka tribününe ilk girişi ve heyecanı,yani 5-20 yaş arasını o kadar güzel anlatmış ki... Keşke hep o zamanlarda kalabilseydik diyerek kapatıyorsun kitabı... Zaten asıl anlatmak istediği de bu olsa gerek...

Perşembe, Ekim 3

Umut Var


Galatasaraylıyım. Galatasaray'ın her golüne seviniyorum. Bazı futbolcuların gollerine daha fazla seviniyorum. Mesela (golün önemini eşit tutarak) Eboue'nin, Engin'in golüne daha az sevinirim. Semih'e daha çok sevinirim. Burak her hafta atarken sevinirdim, şimdi orucu bozarsa daha çok sevinirim. Buraya kadar normal. Aslında normal değil ama taraftarlık standartında anlaşılması kolay.

Umut ise bambaşka. Sanki o atınca ben de atmışım gibi hissediyorum. Adamın suratında çok farklı bir ışık var. Onun gol atması, "İyiler mutlaka kazanır" sözünün yeşil sahadaki temsili. Umut, yarın Fenerbahçe'ye transfer olsa (üzülürüm) ve gol atsa yine hemen hemen aynı şekilde sevinirim.

Futbolcuları övmek, sevmek günümüzde çok riskli bir hal aldı. Bu adam da bizi yanıltırsa çok üzülürüm. 9 ay içinde Schalke'ye, Real'e ve Juventus'a gol attı. Hayatta bundan daha büyük UMUT olamaz....

Profesyonel


Uzun uzun yazmaya gerek yok. Hakkını verelim yeter. "Cam adam" esprileri ve "Gökhan Zan giriyor eyvah ehehe"  cümleleri artık arşive dönsün. Bu adam çalışıyor, uzun süre oynamasa bile formaya küsmüyor, idmanını yapıyor, ihtiyaç halinde sahaya giriyor ve en az hatayla maçı tamamlıyor.

Yabancı sınırının baş ağrısı haline geldiği Süper Lig'de tandeme Semih ile beraber koyabilirsin. Bu ikilinin Real maçındaki Dany-Chedjou ikilisinden daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bunlar hoca tercihleri çok fazla girmemek lazım, bize düşen bu adama hak ettiği saygıyı göstermek. Geçen sezonun ikinci yarısından beri çok faydalı maçları oldu. Formaya küsmeyen karakteri ise her şeyden daha önemli.

Yeni Emre Aşık...???

CL'de 6 maç oynadı. Beşiktaş ile Porto'ya yenildi, 2-1'lik efsane Liverpool zaferinde 90 dakika sahadaydı.

Galatasaray'da Schalke'yi yendiğimiz deplasman maçında Semih'in yerine oyuna girdi. İki Real maçında sahadaydı, Bernabeu'da oynadı, tur atlama sevinci yaşayamasa da çeyrek final galibiyeti gördü. Son olarak Torino'da yine sakatlanan Semih'in yerine girip 1 puan kazandı.

Muazzam kariyer...???

Çarşamba, Ekim 2

Yeni Hocam



Siz bu yazıyı okuduğunuzda Roberto Mancini, Galatasaray'ın başındaki ilk maçına çıkmış olabilir. Hatta ilginç bir futbol hikayesine tanık olmayacaksak; bu maçtan da yenik ayrılmış olacak. Riskli bir başlangıç. Kadıköy'deki maçtan önce teklifi kabul eden Hagi gibi. Zaten Hagi ile Mancini'nin futbolculuk dönemini hatırlayanlar; yeteneklerini değil ama kazanma hırsı ile dolu iddialı karakterlerini birbirlerine benzetebilirler.

Geçen hafta Fatih Terim gönderildikten sonra bazı isimlerin adı geçmişti. Bir çoğu hoşuma gitmemişti, itiraf etmek gerekirse Mancini de bunlardan biriydi. Türkiye Ligi değişik bir lig. İdealist hocaların (Heynckes gibi) ve tecrübesiz hocaların (Di Matteo gibi) başarılı olamayacağını düşünüyorum. "Ligi bilen hoca" tanımı artık geyik olarak düşünülse de, özellikle sezon içi değişiklikler için oldukça önemli. O yüzden ismi çok yüksek sesle anılmasa da ve sevmediğim özellikler barındırsa da Lucescu tam bu zamanın adamıydı.

Tercih Mancini'den yana kullanıldı. Gerçi, Mancini'nin bir tercih değil, önceden adı konan bir proje olduğu dedikoduları olsa da... Galatasaray taraftarının; yeni gelen her hocayı (vukuatı olmayan), imzayı attığı birinci dakikadan sonra dünyanın en iyi hocası gibi sevmesi ve desteklemesi gerektiğini düşünüyorum. Yönetimin kararlarını beğenmek zorunda değilsiniz ama nasıl saha içinde hakemlerin kararını değiştiremiyorsanız, saha dışında da yönetimlerin karar veren kurum olduğu gerçeğine alışmak zorundasınız.

Sonuç olarak Mancini geldi. Bundan sonra ne olacak? İnsan güzel şeyler düşünmek istiyor. Fakat Rijkaard dönemi gibi de olmasın... Yine de Mancini'nin değişik bir karakter olduğu ve heyecan uyandırdığı gerçek. Atarlı giderli, karizmatik, tutkulu.. İlginç olan, oynattığı futbolun bu karakterin biraz zıttı gibi gözükmesi. Belki de İtalyan olmasının etkisi. Serie A'nın kendine has yapısı onun futbol anlayışını etkiliyor olabilir. Bu, Türkiye için sıkıntı yaratabilir (Az önce Luce'yi isteyen adam yazdı). 

Bir diğer sorun da Türkiye'ye ilk kez gelen (özellikle büyük liglerden) hocaların, deplasmanlardaki 1 puanı yeterli görmeleri. Mancini'yi bekleyen en büyük zorluklar bunlar olacak. Taraftar gözünde sıkıcı bir futbol, deplasmanda yaşanacak beklenmedik puan kayıpları, iç saha maçlarında istenenden çok az görülecek hatta görülmeyecek baskılı futbol; homurdanmalara yol açabilir. Zaten Terim'in gönderilmesinden sonra öfkesini yöneltecek bir yere arayan tribün, bunu "el oğlu" Mancini için kullanmakta da bir sorun görmez.

Fakat Mancini'nin başarılı olmasını sağlayabilecek çok önemli bir özelliği var bence. O da baskıyı kaldırabilme yeteneği ki bu Türkiye Ligi'nde özellikle mart ayından sonra çok işe yarayacaktır. Üstelik rakipleri Yanal ve Biliç olunca... Inter'de kolay kazanıldığı düşünülen şampiyonluklar, onun için ilkti. O sezonların birini bile boş geçseydi kariyeri bir sınıf aşağıda geçecekti. Manchester City'e kazandırdığı şampiyonluk için ise paranın gücü olarak bakılıyor. Doğruluk payı var ama sabırsız Arap sermayesi kültürünü ve şampiyonluk hasretiyle yanan City tribününü iyi yönetebildi ve İngiltere'den uzun yıllar unutulmayacak bir şampiyonlukla ayrıldı.

Aradan iki sene geçse de 3 Temmuz sonrası dönem için Inter tecrübeleri; büyük yatırım yapılarak kurulan Drogba,Wes, Muslera, Melolu kadro için City tecrübeleri onun burada yaşayacağı zorlukları azaltacaktır.

Benim, eskisi kadar fanatik ve heyecanı olmayan ruh halimin Mancini'den isteği ise şampiyonluklar veya güzel futbol değil. Basit ama ufak şeyler. Derbi galibiyetleri, Avrupa zaferleri (belki geçen sene Fenerbahçe'nin yaptığına bir cevap) ve en azından ligde Fenerbahçe'nin üzerinde olmak, olamıyorsa da ilk 2'ye girip CL'ye gitmek.  Ara sıra ufak itişmeler, kavgalar, ince laflar da fena olmaz. Ve tabi bir de bağlayacağı sarı-kırmızı atkı...


Maçı Kaybettik Ama....




Tam adı "Maçı Kaybettik Ama Zemin Futbol Oynamaya Müsait Değildi"

O kadar uzun olunca başlığa sığdıramadım. Belki de o yüzden Ekşi Sözlük'te bile başlığı yok. Belki de farklı bir isimle girildiği için ben bulamadım. Oysa ne boş kitaplar tanıtılıyor sağda, solda... Bu biraz unutulmuş. 

Efsane bir kapak fotoğrafı var. İçi daha da güzel. Eski zamanlara, görmediğin günlere gidiyorsun. Siyah-beyaz kareler gözlerin önünde. İnönü Stadı, eski tribünler, çamurlu sahalar ve en güzeli de nüfusu milyonu yeni yeni geçen İstanbul. İstanbul'un semtleri.

İster romantiklik, ister dilencilik desinler; bu kitabı okuduktan sonra modern futboldan bir kez daha soğuyorsun. 

Eskiden güzel bir şeyler olduğunu bilmek beni üzüyor. Geç gelmişiz dünyaya. Samimiyeti, sadakati, muhabbeti kaçırmışız gibi hissediyoruz. Böyle 10 kitap daha okusam bir daha profesyonel futbol izlemem, sadece amatöre, semt maçlarına giderim. Zaten bu kitabı okuduktan sonra bile 1 ay maç izlemedim.

Endüstriyel futbol için  muzır  neşriyat...