Salı, Ocak 28

Baggio'nun Atkısı






Efsane fotoğrafı ve asıl hikayeyi biliyorum ama görmek ilk defa nasip oldu.

Bunu anlamak için İtalyanca bilmek gerekmiyor.

TIKS

Pazartesi, Ocak 27

Köprü




Yeşilçam'ın en güzel, en sağlam filmlerinden biri. Tek sıkıntısı, dönemin yapısına uyularak mutlu sonla bitmesi (büyük bir sorun değil) ve Kadir İnanır ile Necla Nazır arasındaki aşkı vurgulamak için devamlı uzun bakışmalarla zaman geçirmesi (asıl sorun)...

Aslında tam kitabı olması gereken konu. Olsa da okusak. Gerçi kitapta; Kadir İnanır ve Fikret Hakan arasında yaşanan karizma savaşını göremeyiz, ikisi resmen karşılıklı olarak savaşıyorlar. Kadir İnanır'ın köprünün ayaklarında bomba aradığı sahne filmin en klas anlarından biri. 

Şerif Gören'in Yılmaz Güney olmadan yaptığı ilk büyük film olabilir. Nedense film çok tanınmıyor, filmi bilenler de Kadir İnanır yerine Tarık Akan'ın oynadığı sanıyor. Sanırım bugün oluşan siyasi atmosferin bilinçaltına oynadığı oyun.


Pazar, Ocak 26

Ezan - Dios



Biraz geç oldu bu golü görmemiz, Mustafa yollamasa farkında olmayacağız.

Diego 52 yaşında Arap yarımadasında ne yapıyor; yine golünü atıyor, arkadan da ezan sesi geliyor. Çok şiirsel veya sinemasal veya öyle bir şey değil mi?

Sen De Yüreğinde Sevgiye Yer Aç



Filmin adı ne kadar uzunsa, filmdeki diyaloglar da o kadar gereksiz derecede uzun. O nedenle film zaten puan kaybediyor. Şerif Gören'in entellektüel tartışmalar için kurban ettiği filmlerden biri sanırım. 

Aslında çok iyi başlıyor. Devrimci avukat Ali İhsan, kahraman gibi görüldüğü kasabası Side'ye döner. Filmin en güzel tarafı da Side'deki değişimdir. 80 sonrası güney sahillerinin turizme açılması ve bugünlerde tavana vuran dejenerasyonun ilk kıvılcımları, 80 sonrası değişen toplum. Tıpkı Alişan'da olduğu gibi....

Hem Ali İhsan'ın dönüşü, hem Side'nin dönüşümü filmin başında seyirciyi etkiliyor. Bir yandan Kadir İnanır karizması, bir yandan Sibel Turnagöl gençliği ve duruluğu, bir yandan Erdal Özyağcılar oyunculuğu... Ama bütün bunlara ilgimiz çok kısa sürüyor. Film bir yerden sonra şekil değiştiriyor. Sahil kenarlarında uzun ve gereksiz diyaloglar, samimi olmayan sohbetler, sonuç alınamayan sahneler...

Bu nedenle bu kadar kıyıda köşede kalmasına şaşırmamak lazım.

Yalnız, Kadir İnanır ile Tarık Akan arasındaki farklara dair yeni bir çıkarım yaratmamı sağladı. Özellikle 77 sonrası İnanır genelde "köyüne, şehrine, evine geri dönen insan" rolündeyken, Akan "bilmediği yere giden"i canlandırıyor. Bir tarafta Köprü, bu film, Sen Türkülerini Söyle; diğer tarafta Sürü, Ses... Gerçi bu teori için biraz daha toparlamam lazım...


Cumartesi, Ocak 25

Fark 5




Fenerbahçe, en azından benim hiç beklemediğim bir haftada Karabükspor'a yenilince ve aynı günün devamında Galatasaray, zor geçmesi beklenen -ve zor geçen-  Trabzonspor maçını kazanınca, bittiğini düşündüğüm ligi kendi kafamda yeniden başlattım. Devamında da ilk yarının son haftasına girilirken sağda solda "puan farkı 5" demeye başladım. 

Erciyesspor'u yendikten sonra "maç fazlasıyla puan farkı 2" sözlerim Fenerbahçeli arkadaşlarda strese neden olmuş. Erciyesspor maçının ertesi günü Yoğurtçu Parkı'na gittiğimde 2 puanlık farkın gerginliğini yaşayanların olduğunu gördüm.

Şimdi, ikinci yarı başlarken o dönem arkadaş çevremizde çok tartışılan konuya bir açıklık getirelim.

1-) Bu alternatif puan farkı; bir totem değil
2-) Bu puan farkının bizi şampiyon yapacağını iddia etmiyorum

Peki olay ne?

Lider Fenerbahçe ile aramızda oluşan bir puan farkı var. Büyük bir fark. Kalan maç sayısı ise 17. Eğer geriden gelen takım bu puan farkını kapatmak istiyorsa, hemen hemen bütün maçlarını kazanmak zorunda. Ve en önemlisi de rakibini yenerek 6 puanlık maçı en iyi şekilde atlatmalı. Yoksa aksi halde şampiyonluk hesabına girmesine gerek yok. Gerçi 1997-98 sezonunda 9 puan geriden gelerek kazandığımız şampiyonlukta da Fenerbahçe'yi yenememiştik ama olsun.

Eğer Fenerbahçe'yi Arena'da yenemeyeceksek puan hesaplamaya da gerek yok. Ve eğer şampiyonluk yolunda taraftarını biraz olsun umutlandırıyorsan Fenerbahçe'yi yeneceksin. O nedenle benim taraftar olarak o maça 3 puan gözüyle bakmamdan daha doğal bir şey olamaz. Yeter ki, Fenerbahçe, geriye kalan 5 puanlık farkı kapatabilecek kayıplar yaşasın.  Üstelik " fark 5" diyerek bu stresi de yaratmak psikolojik savaşın gereklerinden biri. Adnan Polat gibi yöneticiler olsa bu oyunu başarıyla oynardı.

Fenerbahçe'yi yenersek ve buna rağmen şampiyon olamazsak bu hesap patlarmış. Öyle diyenler var. Tamamen yanlış. Şu an puan farkı 5. Fenerbahçe 9 puan farkla da şampiyon olabilir. Bizim takım tepetaklak da gidebilir. Bunlar olabilir. Ama benim, şampiyonluk yarışına yeniden gireken rakibimden almam gereken 3 puanı haneye yazıyor olmam çok fazla yadırganmamalı. Üstelik o maçı da kendi sahamızda oynayacakken...

Oldu ki Fenerbahçe'yi yenemedik, o zaman ne olacak? Olacağı şu, şampiyonluk yarışını noktalarız. Gerçi puan farkı o güne kadar beklediğimizden daha hızlı azalmış da olabilir, fakat sezonun o döneminde derbi kazanan bir takımı yakalamak zor olacaktır.

Yeniden özet geçerek tekrar edelim. Galatasaray şampiyon olmak istiyorsa Fenerbahçe'yi kendi sahasında yenmek zorundadır. O maçtan 3 puan almıyorsa zaten puan hesaplamasın. Puan hesabı yapılacaksa o maçı da kazandığını varsaymalı. O zaman da puan farkı 5 olmaktadır. 5 puan fark 16 hafta. Şampiyonluğu, puan farkının azalıp azalmayacağını oralar belirleyecek.

Ben böyle bir yazı yazdım ya zaten, kesin pazar günü Gaziantepspor bize çelmeyi takar.



Cuma, Ocak 24

Robeson




Bezdim yaşayıp debelenmekten
Ama korkuyorum ölmekten,
Oysa koca nehir akıyor durmadan





R





Bir kesimin "futbol taraftarı" diyerek küçümsediği insanlar, dün voleybol maçında, basketbol şubesinde yaşananlara tepki gösterdi.

Galatasaray Spor Kulübü'nün emekçi tribüncüleri...

Perşembe, Ocak 23

Herşey Çok Güzel Olacak



Emeği geçen herkesten Allah razı olsun. Üzerinden 15 sene geçti, 40 defa izledik. Çok büyük iş yaptınız...

Salı, Ocak 21

Jesus Christ


Abi çok iyi değil mi...

Buna benzer 3-5 fotoğraf daha var. Katolik alemi büyük dilenmiştir bu fotoğrafa, benim bile tüyler diken diken oldu.

Dawkins


Pazartesi, Ocak 20

Sen Türkülerini Söyle



Teknik olanakların en iyisiyle büyüyen bizim kuşak, bu filmi izlerken sıkılabilir. Üstelik bir de Şerif Gören'in durağan tarzı, onlar için filmin notunu düşürebilir. O yüzden soranlara "kötü film" diyorum. Sorumluluk almıyorum. Ama ortada dikkat çeken bir hikaye var. Filmin derdini anlıyorum ve bu yüzden de insanlara kötü dediğim bu filmi seviyorum.

12 Eylül sonrası, hatta öncesi filmlerin ortak bir noktası var. Otoriteye karşı bir duruş sergiliyorlar ve kahraman çıkarıyorlar. Bizim taraf ve karşı taraf algısı... İyiler ve kötüler, mazlumlar ve zalimler. Kolay fark edilen bu gruplar sayesinde izleyici hemen tarafını seçer. Filmi izlemek daha kolay hale gelir. Sen Türkülerini Söyle filminde ise durum biraz daha karışık. Bu sefer bir taraf sadece kendi içine bakıyor. Gerçek bir 12 Eylül mağdurunun, seneler sonra dönüşünde kendi çevresi tarafından nasıl dışlandığını, onlar arasında nasıl farklı kaldığını anlatıyor. Aslında bugün övgülerle hatırlanan 90'lı yıllara geçilşin nasıl olduğunu, ne değişimler yaşandığını görebilmek mümkün.

Kadir İnanır'ın canlandırdığı Hayri karakterinin arkadaşlarından öte ailesiyle kurduğu, daha doğrusu kuramadığı ilişki beni daha çok cezbetti, hatta yaraladı. Filme tutunmamı sağlayan da bu oldu. Salonda uyuyan, sabaha karşı işe gitmek için uyanan kızkardeşini görmenin ezikliğini yaşayan, sürekli laf sokan babasının annesi vasıtasıyla ona para vermesinin utancını hisseden, annesinin yaptığı yaprak sarmayı özleyen Hayri'nin durumu oldukça gerçek ve acıydı. Zaten bu tarz sahnelerden sonra filmin sonundaki replik de neredeyse ağlatacaktı:

Sürgüne giden ve bunu ailesine "iş buldum" diyerek söyleyen Hayri, çantasını alıp evden çıkarken şöyle diyordu:

"Allahaısmarladık.Her zaman başınız dik alnınız açık olsun. Oğlunuz utanılacak hiçbir şey yapmadı."

Belki de o dönemi ve ve hatta daha sonrasında siyasi mücadeleye girdiği için sosyal hayatın her kademesinden dışlanan gençlerin hayatını özetleyen cümle bu olabilir.

Filmi ilgi çekici kılan, gözleri yaşartan bir iki unsur daha var. Hayri'nin sokakta gördüğü hapis arkadaşı, kısa sahnesine rağmen çok önemliydi. Dava arkadaşlarını değişmiş bulan ve o içerideyken hali vakti yerine gelmiş olan arkadaşlarının 3-5 lakırdı dışında ona yardım etmemesini gören Hayri, yolda hapisten bir arkadaşına (araba tamircisi) rastlar. İki dakikadan kısa süren sahnede, benzer sıkıntıları yaşayan ve sürgünden yeni dönen arkadaş, ona yardımcı olabilecek kapılar açmayı sağlıyor. Filmin en düzgün ve izlerken "helal sana be" dedirten karakteri.

Filmde sık sık çalan Bekle Beni de filme tam oturan bir şarkı. Çok iyi bir seçim. Belki de film için yapılmış bile olabilir emin değilim.

Sibel Turnagöl, oyuncu olarak Şerif Gönen, hikayenin içinde geçen ufak aşklar, muhbir (Kutay Köktrük) ile hesaplaşmalar benim için ikinci planda kaldı. Gerçi hepsi önemli, asıl hikaye için büyük önemleri var ama işte bahsedilen duygusallık hep o aileden geliyor.

Bazen, keşke Kadir İnanır bu tarz filmlerde kalsaydı diyorum. 77-87 arasını böyle filmlerde rol alarak geçiriyor ama daha sonra o da tarzını değiştiriyor. Aslında filmde anlatılan konuya çok uygun bir karakter. 90'larda "Kadir Abi" olması onun tercihiydi, ülkede esen rüzgara göre yön aldı. Daha sonra akil adam oldu, yine esen rüzgardan beslendi. Eğer Türkiye'deki sol hareket çok daha güçlenebilseydi, birçok sanatçı bugün kendini solcu olarak adlandıracaktı ve orada saf tutacaktı. O nedenler duruşunu ve kimliğini bozmayanları görebildiğimiz için de şanslı sayılabiliriz.



İki Oyun


Yargıtay kararı onadı, gündem yine "Şike davası" oldu.

Renk ayırmadan herkes bir şeyler yazıyor, çiziyor. Fakat herkes rengine göre yazıp çiziyor. Fırsatçılığın dibine vuran kesim de çok fazla, bilinçsizce sahiplerinin peşinden koşanlar da... 4 Temmuz günü Ekşi Sözlük'e yazılan boş ve cahil içerikli enrty'den çıkan "Büyük resim" aslında büyük palavra olsa da, bir büyük resim olduğu ve herkesin ıskaladığı ortada. Iskalanıyor, çünkü kimsenin meselesi işin o kısmıyla ilgili değil. Körü körüne savaş, laf sokmalar, güç gösterileri, güzel geliyor herkese. Böylece herkes kendini masum gösterip, karşı tarafın tüm hatlarıyla suçlu olduğuna daha kolay inanıyor.

Bu 3 Temmuz hakkında çok yazmak istemiyorum. Çünkü en çok Galatasaraylı arkadaşlarım tepki gösteriyor bana. Hatta bunu yaparken Galatasaraylılık ölçer çıkarıyorlar. Galatasaraylı olmanın en önemli şartlarından biri; "Fenerbahçe şike yaptı, hepsi cezalandırılması ve geri kalan hiçbir şey önemki değil" demek. Bunun en ufak şekilde dışına çıkarsan yandın. 

Bu arada Fenerbahçelileri de tatmin etmek mümkün değil. Sonuçta, Ebru Köksaldı ve Tamer Bağlan okuyup, kongrede "Son Kale" edebiyatı yapanlara ne anlatabilirsin ki...??

Eğer bu dava sürecinde biraz aklıselim kaldıysanız veya "Abi senelerdir burada ne oluyor, kim haklı, neler yaşanıyor karıştrdım artık" diyerek bir kararsızlığa düşüyorsanız - ki bu ortamda gayet mümkün- bildiğiniz bütün her şeyi unutun. Tarafınızı seçmek için, daha doğrusu kimin doğru söylediğini ve tutarlı olduğunu anlamak için 3 Temmuz'dan biraz geriye gidin, cevabı bulmanız kolaylaşacak.

6222 çıkarken "Futbol Ailesi"ne mensup olanların verdiği demeçlere bakın. O yasanın çıkmasını isteyenler, yasadan fırsat kollayanlar bir tarafta; "bu yasa sancılar doğurur" diyenleri diğer tarafa alın. Sonra bugün söylenenlere bir daha bakın. Kimler neler diyor bu sefer?

Aslında hikaye çok basit... Top var, saha var, oyun var, formalılar var. Bir de oyun çizgilerinin dışında kravatlıların oynadığı bir oyun  daha var. Siz kimlerin oyununu izlemeyi seçiyorsunuz?

Pazar, Ocak 19

Dirty Dancing




80'lerin en kötü gençlik filmlerinden biri Dirty Dancing olabilir ama nedense çok sevilir. Bir kere; bir gençlik filminde baş rolde görebileceğiniz en çirkin kız buradadır. Patrick Swayze'ye lafım yok.  Genç kızların idolü olmak için yaratılmış. Bu film de tam ona uygun. Küçükken bale dersleri almış ve daha sonrasında bale yaptığı için onu hırpalayan çocuklarla başa çıkabilmek için vücut geliştirmiş. Böylece bildiğiniz adam haline gelmiş.

80'lerde çekilen bir filmin 60'ları anlatması ve benim bunu 21.yüzyılda izlemem hoş değil. Film de çok hoş değil. Ama bazen izlemekten sıkıldığınız bir filmde bile en ufak bir şey sizi çekebilir. Bazen bir sahne, bazen bir şarkı, bazen bir replik. Beni etkileyen de nedense bu oldu:


- Bitti... Sen ve ben çok şey gördük değil mi? Bubbah ve Zeda'nın öğrencilere ilk pastörize sütü dağıttıklarını, savaş yıllarında et alamadığımız günleri, ekonomik krizde hiçbir şey alamadığımızı....

- Çok şey değişti Max

- Bu güne kadar bu kadar eğişen şey olmamıştı. Her şey değişiyor ve bitiyor. Çocukların aileleriyle beraber gelip foxtrot dersi almak istediklerini mi sanıyorsun? Çocuklar artık Avrupa seyahati istiyor. Üç günde 22 ülke gezmeyi. Bu her şeyin kayıp gittiğini hissettiriyor.

Boy Pos



Bucaspor altyapısından çıkan ama şu anda İstanbul BB Spor'da oynayan Mehmet Batdal için Bucasporlu taraftarların Bucaspor - İstanbul BB Spor maçında açtıkları pankart...

Cumartesi, Ocak 18

Olması Gereken



Mayıs ve haziran aylarında yaşananlardan sonra çok değiştik. Bunu kimse inkar edemez. Değişik şeyler oldu. Herkes Gezi Parkı Olayları olarak tarihe geçen ülke çapındaki olaylardan birşeyler kaptı. Kiminin gözü açıldı, kimi empati kurdu, kimi cesaretlendi, kimi öfkelendi. Bazıları bu olaya karşı da oldu, olabilir, ama onlar bu yazının konusu değil.

Mayıs ayındaki söylemler hala aklınızda mı? Halk, sivil hareket, Gezi ruhu, platform gibi kelimeler?? Çünkü o günlerde gaz yiyen, polis şiddetinin acısını devamlı çeken, isyan eden, farklı bir dünya düşleyen arkadaşlarımın çoğu bunu unutmuş durumda.  Aradan 1 sene bile geçmemişken....

 Sırrı Süreyya Önder İstanbul için adaylığını açıkladı. Büyük bir aksilik olmazsa oyumu ona vereceğim. Gezi Parkı direnişinin başladığı ilk günlerde dozerin önünde duran, plastik mermiyle yaralanan ve herkesin Sırrı Abe'si olan adam, şu an adaylığını açıkladı için "oyları bölen bölücü" sıfatını aldı. Zaten bağlı olduğu partinin beslendiği damar bu etiketi yemeye alıştığı için çok koymuyordur onlara ama ona oy vermeyi düşünen bizler de aynı etiketi sırtımızda hissedince - ve buna alışık olmadığımız için - sıkıntı yaşıyoruz.

Sırrı Süreyya Önder CHP'nin oylarını bölüyormuş. AKP'nin sahip olduğu İBB'yi değiştirmek için hepimiz CHP'ye oy vermeliymişiz. Vermezsek bölücüyüz.

 "Abi aslında ben de seninle aynı şeyleri düşünüyorum ama bu seçim çok önemli, bu sefer bunlara verelim, sonra bakarız" 30 yıla yakalaşan hayatımda en çok duyduğum cümlelerden biri. Kimse hiç bir şeyi değiştiremedi hala.

Gerçekten Mustafa Sarıgül'e güvenen, onu seven, CHP kimliğiyle yetişen ve o tarafa bağlılık duyan insanları bir kenara ayırıyorum. Doğru olduğuna inandıkları partiye ve adaya oy verecekleri için onları eleştirmek ve yargılamak mümkün değil. Fakat geri kalanların üzerimize çöken ukala tavırlarından da şimdiden gına geldi, seçim gününe kadar da devam edecek..

Hem bütün direniş zamanı yönlendirme yapacaklar, insanları polis şiddetine karşı koymak için meydanlara çağıracaklar, bir nevi liderlik yapacaklar, belki bazıları bilgiçlik taslayacak;  hem de seçim zamanı bütün bu olaylar olmamış gibi, boş bir AKP muhalefeti ile AKP karşısındaki en güçlü adaya oy verecekler. Bu da yetmezmiş gibi, başka bir 3.partiye oy verenleri de oyları bölmekle suçlayacaklar. İnanılır gibi değil.

Açıkçası bu ülkede bazı şeylerin değişmesini eskisinden çok daha fazla istiyorum. Gezi Parkı olayları, bizim gibi çocukların Güneydoğu'yu, Gazi'yi, Maraş'ı,Madımak'ı daha iyi anlamasına yol açtı. Genel seçimlerde ne AKP'ye nede CHP'ye oy vermeyi düşünüyorum. İkisi de birbirinin aynını. İkisi de aynı düzenin farklı yoldan giden temsilcileri. İkisi de ülkenin bir kesimini dışlamayı siyasetinin temeline koymuş partiler.  İkisine de oy vermeyi düşünmüyorum. HDP veya BDP, her neyse, kafamda sorular olsa da genel seçimlerde de onlara oy vermeyi düşünüyorum. Bire bir aynı düzlemde değilim. Ama bir şeylerin değişme hevesini benim kadar taşıdıklarına inanıyorum. Ve belki de benim gibilerinin vereceği oylarla "Bölge partisi olmaktan çık" mesajını kavrarlar. Veya belki de sadece Sırrı Süreyya Önder'e verilecek oylar, 2015'e kadar arada kalmışların farklı bir parti kurabilme ihtimalini bile sunulabilir. Veya olmaz. Bunlar hep olasılıklar. Siyaset kaygan bir yer. Belli olmaz. Ama doğru olduğunu düşündüğün şey için hareket etmezsen isteklerine de ulaşamazsın.

Çok kopuk yazıyor olabilirim. Bu konuları yazmayı hatta konuşmayı da sevmiyorum. Kimseyi etkilemek istemiyorum. Çünkü ben de yanlış düşünüyor olabilirim ve ileride bunun vebalini de ödeyebilirim. O nedenle dikkatli yazmak gerekiyor. Ama biri çıkıp da "siz oyları bölüyorsunuz" diyince, bütün o gaz bulutları, siren sesleri, gözaltılar aklıma geldikçe ve gidip yine bir düzen partisinin düzen adayına oy verilince insanın isyan edip bir şeyler yazası geliyor.

İşin aslı, haziran ayında "kardeşim, sen de bizdensin, hepimiz birimiz" tarzı söylemlerle bizi yanlarına çekenler, zaman geçtikçe bizi çok güzel dışladılar. Aslında kaygılarımız çok farklıymış. Biz insanlara acı çektiren, kan döktüren, eziyet eden görünmez sopanın ortadan kalkmasını isterken, beraber aynı safta yer aldığımız insanlar o sopanın kendi ellerine geçmesini istiyormuş. Ve kim bilir belki de bir gün o sopayı bir gün bizim üzerimizde kullanacaklar. Sırf o korkunç ihtimalin gerçekleşmemesi için bile; doğru düşündüğünüz şeyden vazgeçmeyin. Hayatının belli dönemlerinde birbirinden farklı kesimler tarafından, saç uzattığı için, camiye gittiği için, Kürtlere kardeşim dediği için dışlanan ve ciddiye alınmayan biri olarak söyleyeceğim sadece budur. 



Cuma, Ocak 17

The Dead Zone



Stephan King'i zamanında neden sevmediğimi bilmiyorum. Kesin, ilk tanışmam en başarısız filmlerinden birine denk gelmem sayesinde olmuştur ama şu anda o filmi de hatırlamıyorum. Başka açıklaması olamaz zaten. Önyargılarımın esiri olmam benim için şaşırtıcı değil.

Bu arada "onun filmlerinden biri" diye bahsetmem de bir yanılgı değil. Adamı okumuyorum, sinemada takip ediyorum. İşin aslı olağanüstü olayların yaşandığı hikayeler benim ilgimi çekmez. Geleceğe Dönüş dışında örneği yoktur benim için. Zamanla yolculuk da çok olağanüstü gelmiyor da neyse...

O nedenle daha eskiden bu adamın hikayelerine tavır koymam mümkün olmuş olabilir. Şu an ise, zaman biraz daha  geçtikten sonra, ergenliğin sarsılmaz düşünceleri yumuşayınca bu tip hikayelere daha olumlu bakıyorum. Tamam gidip Star Wars izlemiyorum hala ama X-Files veya Roswell sayesinde Stephan King'in romanlarından uyarlanan dizi ve filmleri daha rahat takip ediyorum.

Yani sonuç olarak benim gibi bir adam bile bu The Dead Zone adlı filme olumlu bir şeyler söylüyorsa demek ki harbiden güzelmiş. Meraklısı olan adam izlemeli, ve zaten çoktan izlemiştir. Zaten disizi de varmış, ben onu da bilmiyorum.

Ama bir de şu var; beni tamam etkileyen Christopher Walken karizması da olabilir. Filmin ilgi çekici unsuru oydu. Benim kahramanlara ve karizmatik karakterlere duyduğum karakter de filme duyduğum beğeniyi yüksletmiş olabilir. Filmi izledikten sonra 3 gün yaka kaldırdık. O derece etkiledi. Etkiliyor. Sanırım en başarılı 5 filminden biri. Yani konu sarmasa bile bu adam için izlenir.

6 Yabancı vs. 0 Yabancı




Daha önce biri yazdı mı emin değilim. Ama tekrardan da zarar gelmez zaten. Bu yabancı kuralı, büyük bir saçmalık ve aslında Türkiye'de yöneticilerin sadece "durumu idare etmek" ile görevlerini sürdürdüğünün büyük bir kanıtı olarak karşımıza çıkmaya devam ediyor.

Tokatspor maçı öncesi kafamda bir kadro yazıyorum. Muslera ve Drogba'yı almıyorum. Melo ortaya,öne Wes, kenarlarda Bruma, Amrabat ve Riera'yı yazdım. 6.adam Chedjou mu olmalı Hajrovic mi? Peki Telles gelseydi ne yapacaktım? Tokat maçı böyle de Antalyaspor maçında Muslera'yı koymak gerekebilir, o zaman kim çıkacak?

Derken rakip takımın bu tip sorunlarla boğuşmadığını farkettim. Aynı turnuvada karşılaştığımız bir takım sahada. Bir TFF organizasyonu. Bir takım sahaya 6 yabancı oyuncu ile çıkabilirken, karşı takıma böyle bir hak verilmiyor. Haksız rekabetin, eşitsizliğin en büyük örneği. İnanılmaz saçma bir durum. Ve senelerdir böyle. Tamam bazı takımlar arasında gelir farkı olabilir. Başka türlü konulardan doğan uçurumlar olabilir. TFF bunları en aza indirmek için var. Oysa tam tersi; bu eşitsizliği aralarında dağlar kadar güç farkı olan takımların karşılaşabileceği tek turnuvada bile gözler önüne seriyor.

Bana kalırsa olması gereken; bir Süper Lig takımı kupa maçında başka bir lig takımıyla oynuyorsa, o lige tanınan yabancı hakkı ile sahaya çıkmalı. Eğer 2.Lig takımı rakipse, sahaya 18 yerli oyuncu ile çıkmak zorunda olmalısın.

Bakınca, bu bile saçma geliyor. Ama zaten kuralların çoğu saçma. Alt lig kulüplerini Süper Lig takımlarının altyapısı olarak görünce, onları sadece "yetiştirici kulüp" olarak adlandırınca böyle sıkıntılar doğuyor haliyle. Umarım bu adaletsizlik en kısa zamanda bir şekilde çözüme kavuşur, ülkenin bütün profesyonel takımlarını ve bazı amatör takımlarını (bu da adaletsizliğin başka bir konusu) bir araya getiren turnuvada daha eşit şartlarda oynanan karşılaşmalar izleriz.

Suç ve Ceza



“Aşkı ilk yaşamak, denizi ilk görmek gibi; Dostoyevski’yi de keşfetmek insanın hayatında çok önemli bir tarihtir. Bu genellikle ilk gençlik çağında olur; yaşlılıkta daha huzurlu yazarları okuruz. 1915’te Cenevre’de Suç ve Ceza’yı okudum. Kahramanları bir katil ve bir orospu olan bu roman bana çevremizdeki savaştan daha yıkıcı ve etkileyici geldi... Dostoyevski’yi okumak bilmediğimiz büyük bir şehrin içine ya da bir savaşın gölgesine girmek gibidir.”

Borges

Perşembe, Ocak 16

Galatasaray 2-0 Tokatspor



Maçın başında kafamda bir kadro, daha doğrusu bir kadro yapısı kuruyordum. Mancini buna çok yaklaştı.

Genelde bu tip maçlarda büyük takım hocaları yedek takımı sahaya sürüp, karşılaşmaya hazırlık maçı havası katardı. Aslında o tarz maçlar da yedek oyuncular için çok önemlidir. O maçta koyacakları performans kariyerleri için belirleyici olur ama yedek oyuncular o maçlara gereken saygıyı göstermez.. Mesela, Gaziantep BB Spor maçında bunun farkında olamayan Engin Baytar, Tokatspor maçını göremedi.

Yedek oyunculara fazla duyulan güvenin, zarar olarak geri dönebileceğini gören Mancini, bu sefer yedeklere ağırlık vermedi. Dengeli bir kadro kurdu. Semih, Melo,Sneijder,Burak,Umut,Riera,hatta Balta ve Bruma gibi ilk 11 ve ilk 11'i zorlayacak oyunculardan kurulu bir kadro hazırladı. Mesela böyle bir maçta Muslera'ya ve Drogba'ya gerek yok. Bazen Ufuk'u  görmek ve bazen Drogba'ya nefes aldırmak, onları oynatmaktan daha önemli. O nedenle çıkan kadro çok hoşuma gitti.

Ve aslında asıl mesele. 8 puanlık farkın nasıl kapanacağını soran gazeteciler "Bütün maçlarımızı kazanmalıyız" cevabını veren Mancini için çok değerli maçlar. İlk yarının sonunda elde edilen kazanma alışkanlığını devam ettirmek için önemli bir köprü. Eskişehirspor, Bursaspor gibi dişli takımların da grupta yer almaması büyük şans. Hatta çoğu taraftar için angarya gözüken Türkiye Kupası, sanılanın aksine böyle bir sezonda sırf bu nedenlerle önemli bir katkı sağlayabilir takıma.

Zaten bu maça gitme nedenim bu değişimi görmek içindi. Normalde böyle maçlarda alt lig takımlarını izlemek için giderdim. En son Gaziantep BB Spor maçı bile bu bağlamdaydı. Ama bu sefer durum değişti. Çok farklı bir Galatasaray var. Tamamen olumlu anlamda demiyorum ama dikkat çekiyor. Değişik, yeni, farklı. Satranç oynar gibi takımla oynayan bir hoca. Ve aslında sert bir Tokatspor karşısında böyle "yeni" bir takımı izlemek çok heveslendirdi beni.

Tokatspor gibi bir takıma karşı 70 dakika gol atamamak, maçı 2-0 kazanmak, kağıt üstünde rahatsız edebilir. Ama oynana oyun, kafadaki mantalite beni oldukça tatmin etti. Hücumda, top gezdirmede, rakip kaleye gitmede güzel işler yaptı takım. İki gol atılsa da birçok pozisyona girildi. Tokatspor'un yedek kalecisi Mehmet, bu sezon oynamadığı maçların acısını Arena'da çıkardı. 

 Arka tarafta ise sıkıntılar vardı, fakat Tokatspor'un çok adamla ileri çıkmamaya özen gösteren hali savunmayı zorlamadı. Yine de Balta,Melo,Semih üçlüsü bence iyi bir üçlü değil. Felipe Melo dilenciliği ne kadar üst seviyede olsa da ben Melo'ya sonsuz güven duyamıyorum. Sanırım hala daha 2010 Dünya Kupası etkisi. O nedenle savunmanın merkezinde, üstelik Semih Kaya'dan talimat alacak kadar ilgisiz olduğu bir bölgede ona görev vermenin büytük risk olduğunu düşünüyorum. Zaten bence üçlü savunmayı dünyanın en iyi stoperlerinden kursanız bbile her zaman risk altında olunacağını düşünüyorum. 

Yine de bütün düşüncelerimiz ve gözlerimiz bir yana, biz bunları yazıp çiziyoruz ama Mancini öyle bir güven veriyor ki tribüne (veya sadece bana) tarif edilemez. Belirli bir kalıba bağlı kalmıyor. Geldiği günden beri sürekli bir değişim ve arayış halinde. "Hala mı arıyor" diyenin kaygısını ciddiye alırım ama bu arayış esnasında hem takımı gruptan çıkardı hem de çoğu denemesinden de olumlu sonuç aldı. Böyle hocalara büyük saygı duyup biraz zaman vermek zor bir şey değil.. Adam çalışıyor, üetiyor, deniyor, kurcalıyor. Ve en önemlisi bunu yaparken de kazanmaya devam ediyor. İç sahada 10.resmi maçında 10.galibiyet. Aralarında Tokatspor maçı da var Juventus maçı da... Böyle devam ettiği takdirde, kısa sürede tabanca gibi bir takım oluşturacağından eminim.

O nedenle böyle güzel bir hazırlık maçı iyi oldu. As oyuncuların oynadığı bir resmi-hazırlık maçı. Takım kazandı, oyuncular yeni yerlerini, yeni sistemi denedi, hoca bu maçta da birşeyler gördü ve bir sonraki maç ona göre planlar hazırlayacak. Tam anlamıyorum ama sanırım her şey iyi gidiyor galiba... Ve eğer şampiyon olursak iç sahada böyle maçları yakalamış olmanın tadı daha da güzelleşecek.


Pazar, Ocak 12

3 10 to Yuma



Düşük beklentilerle ekran karşısına geçtiğim için midir bilmiyorum ama baya baya hoşuma giden bir film olmuş. Üstelik adını bile daha önce duymamıştım ki, nereden baksan 6-7 senesi var. Basit bir erkek filmi izleyeceğimi beklerken aslında erkek dünyasını, karmaşasını çok iyi anlatan ve bunu yaparken de bir western hikayesinden faydalanan film bulduk karşımızda. Bu arada western nedir abi, kovboy filmi derdik biz bunlara küçükken.

Aslında tekrar çekimmiş, filmin orjinali 1957'de çekilmiş. O zamanın filmi de çok iyidir muhakkak, sonuçta teknolojinin büyük bir fark yarattığını düşünmüyorum. Güçlü bir hikaye var. Çok da başarılı oyuncular var. Bu Christian Bale iyi adam galiba, çok filmini izlemedim ama her izlediğimde de etkilemeyi başarıyor. Gareth Bale ne kadar overrated ise bu da o kadar underrated diyeceğim ama adamın hayranı çok zaten. Russel Crowe ise  hiç sevmediğim bir aktör olarak yine beni ters köşeye yatırıyor. Adam büyük karizma, bunu inkar etmek mümkün değil ama karizmanın arkasına da saklanmıyor. Gerektiği zaman oyunculuk yetenklerini koyuyor. 

Ben baya sevdim bu filmi. Tekrar olsa tekrar izlerim. Dünyanın sırrını vermiyor, filmin sonu da puanını düşürüyor ama olsun. Sinemada da olsa vicdan sahibi karakterli sadık adamları görmek umut veriyor, bizi de güçlendiriyor.

Müzikleri de es geçmemek lazım...


Eğrisi Doğrusuna



Son 10 günde gündeme damga vuran Beşiktaş-Ronaldinho flörtü için yazaılacak çok şey vardı. Ama artık şu dakikadan sonra hemen hemen hepsi geçerliliğini yitirdi. Ama yine de biz aklımızda kalanları yazalım.

Beşiktaşlı olsaydım şu transfer haberlerine, transfer girişimine, ilk günden itibaren çok sinirlenirdim. Beşiktaşlı olsaydım, son iki senede normal bir taraftardan daha fazla yaptığım fedakarlığın, reklam uğruna bir anda boşa gidebilme ihtimalini görüp sinir krizlerine girerdim. Her ne kadar dün Fikret Orman "Ronaldinho gelseydi maaşının yarısından çoğunu sponsor firma ödeyecekti" dese de, Türk futbolunda ağızdan çıkan lafların uygulanma oranının yüzde 10'u geçmeyeceğini bilecek yaştayım. Ve üstelik Beşiktaşlı olsaydım bunu da en iyi bilen, bunu en çok yaşamış kitlenin içinde yer alırdım.

Transfer yattıysa bu dakikadan sonra Ronaldinho'yu tartışmaya, transferin doğuracağı sonuçları tahmin etmeye, analizlere girişmeye gerek yok. Olmamış, bitmiş. Bu sayfayı kapatalım. Bizi ana fikirden koparmayacak şeyleri yazalım.

Her ne kadar dün Fikret Orman "Yeni bir isim düşünmüyoruz" dese de biz bu  transfer zihniyetini tartışalım. Transfere duyulan açlık, Türk futbol kültüründen ne zaman kaybolacak? Bu tribündeki cefaları, fedaları hangi azınlıklar çekiyor da, kalabalık gruplar bir anda her şeyi unutup ağızları sulanarak transfer isteğinde bulunuyor.

Feda tişörtü giyen, bir sezon boyunca stad stad gezen taraftar, bunları niye yaptığını hiç mi düşünmüyor? Veya çıktığı her TV programında "Ayağımızı yorganımıza göre uzatacağız" diyen, sadece geçmişteki başarısız yönetimleri değil, onlara oy veren, ibra eden kongre üyelerine de lafını esirgemeyen bir başkan nasıl olur da bir anda bir futbolcuya 5 milyon euro/dolar vermeyi düşünür. Olcay'ın, Oğuzhan'ın, Veli'nin emeği, teri bu kadar çabuk mu gözardı edilir? Bu olayda sınıfta kalan, dolduruşa gelen ve getiren Beşiktaş muhabirlerini hiç buraya sokmuyorum bile, onlar hiçbir şey olmamış gibi devam ederler ama taraftar duyguları aynı yerde kalmayacaktır.

Beşiktaş Kulübü zor günler geçiriyor. Kendi aramızda, taraftar psikolojiyle bunun makarasını yaparız ama bir yandan da saygı duymak gerekir. Fakat, devre arasının son birkaç gününde gereken saygıyı kendilerine bile göstermediler.  Maç dönüşü yedikleri menemen, Ronaldinho hayallerinden daha büyük saygıyı hak ediiyordu.

Beşiktaş Kulübü'nde çalışan bir personel geçen gün "Ronaldinho gelirse biz yine maaş alamayız" diyordu. Fikret Orman'ın birinci görevi, geçmişten yadigar kalan bu korkuyu silip atmak olmalıyken eskisinin aynısını yapmaya kalktı. Hiç gerek yoktu. Fikret Orman, yeni bir Beşiktaş yaratacağını söylediği için, taraftarlar Serdar Kurtuluş'un oynadığı takımı Feda tişörtü giyerek Olimpiyat Stadı'nda destekliyor. Yoksa çoktan uğultular yükselmişti. Başka bir hava var kulüpte. Başka bir şey yaratılıyor. Bir enkaz kaldırılıyor. Fikret Orman, enkazı kaldırma sözü vererek geldi kulübün başına. Ronaldinho veya bir başkası, transfer çılgınlıkları, transfer şampiyonlukları, bu takımın, bu atmosferin ihtiyacı olan şeyler değil.

Sonuç olarak; eğrisi doğrusuna denk geldi. Bana göre hala Fikret Orman son 15 yılda 3 büyüklerde gördüğüm en iyi iki başkandan biri. Diğeri Özhan Canaydın olduğu için büyük ihtimalle yazıyı dikkate almayacaksınız ama olsun. Belki de biz bu futbol ortamına uygun düşünmüyoruz. Bizim taraftarlığımız, "romantik" olarak algılanıyor ama biz oturduğumu yerden kurulan pembe hayaller yerine, zor günlerde terle emekle kazanılan saf ve gerçek başarıları seviyoruz. O nedenle mesela 2006 şampiyonluğu hala daha çok değerli benim için. O nedenle hala Fikret Orman zihniyetinin bir fayda sağlayacağına inanıyorum.Ama artık kendilerine yeni bir sorumluluk yüklediler.

Beşiktaş Kulübü bir hatadan döndü. Ama Ronaldinho transferi yattı diye hiç bir şey olmamış gibi devam edemezler. Sonuçta dünya futbol tarihinin en büyük isimlerinden birinden bahsediyoruz. Taraftarın kurduğu hayali ve yaşadığı coşkuyu görmek için çok zeki olmaya gerek yok. Ve hemen sonrasında yaşanan hayal kırıklığını da... Bu hayal kırıklığını unutturmak, bu işi temizlemek; bu transfer sürecinin ekmeğini yiyenlerin görevi artık. Çünkü ülke futbolunda memnuniyetsiz taraftar kadar zarar vermeye müsait başka bir güruh bulamazsınız. Bundan iki hafta sonra Olcay'ın sol ayağı veya Veli'nin mücadelesi Ronaldinho hayallerinin gölgesinde kalırsa 1.5 sezonda yaratılan bütün emekler boşa gitmiş olur. Beşiktaş yönetimi bu çelişkiyi çözmek zorunda...


Devrelik Mancini


Basın mensuplarıyla, teknik heyet maç yapmış Antalya'da. Güzel geyik. Ayırca önemli de. Arayı iyi tutmak her zaman faydalıdır. İşin psikolojik savaş boyutları bir tarafa, Mancini'nin nasıl top oynadığını görmek isterdim. Tam izlenecek maçmış. Hatta oynanacak maçmış.

Sanırım maçın başında teknik heyet farkını ortaya koyunca devrede takımlar değişmiş, güçler dengelensin diye olsa gerek Mancini ve Tugay Kerimoğlu karşı tarafa geçmiş. Koca hocayı, bir futbol efsanesini "devrelik" yapmışlar, yazıklar olsun.

Öte yandan, fotoğrafta da görüldüğü gibi basının Mancini'ye karşı sert tavrı da sürüyor!!!

Nemutlu



Spor yapmaya çalışan gençlerin, ihmaller zinciri nedeniyle hayata gözlerini yumduğu bir yerdeyiz.

İki senedir izliyorum olan biteni. Gözlü yaşlı bir aile dışında bir şey göremiyorum. 

18 yaşındaydı Aslı Nemutlu. Kayak yapıyordu. Antrenmanda geçirdiği bir kaza nedeniyle yaşamını yitirdi. Sorumlular bulunamıyor. En son olarak mahkeme "görevsizlik" kararı verdi. Herkesin görevden kaçtığı, 18-19 yaşında gençlerin öldüğü-öldürüldüğü ülkede sıradan bir durum...

Aslı'nın heykeli artık Kalamış Parkı'nda. Yolunuz düşerse aklınızda bulunsun. Belki bir gün sizin kızınız da Türkiye'de sporcu olmak isteyecek. Şimdiden tehlikenin farkında olun...

Cumartesi, Ocak 11

Strings


Normal koşullarla yapılması zor olan filmler, animasyon sayesinde daha kolay bir şekilde ortaya çıkıyorsa bu tarzdan faydalanmak mümkün olabilir. O nedenle animasyon filmlerine mesafeli değilim. Yeter ki olağanüstü bir hikayeyi oraya koysunlar.

Strings filminin eksiği bu... Her şey tamam ama konu çok bilindik. Dünya sinema tarihinde defalaca işlenmiş, hatta kutsal kitaplarda bile anlatılan bir hikayeyi kukla sanatıyla canlandırmışlar. İnsan olayın sonunu bilince filmin içine de kolay kolay giremiyor.

Deneysellik kavramı 21.yüzyılda çığırından çıktı. Bir şey deneyerek devrim yapma isteği artık pek kalmadı. Önemli olan yeni bir şey denediğini göstermek, devrim ikinci planda bile değil. İnsanları etkilemesen de olur. Olayın özünden uzaklaşsan da olur. Ben de ski usül kafamla bunu kabullenmiyorum.

Kapı Zili



Bizim mahallede bir apartman garajının girişi.

Bu da konuyla ilgili bir Cihat Akbel tweeti...

Cuma, Ocak 10

Bodrum Hakimi


Overrated ikilinin yetersiz filmi.

Nedense halkımız bu filmi de çok sevmiş. İçinde Bodrum var diye izlemem gerektiğini hissettim. Yoksa izlemezdim. Keşke izlemeseydim. Hikaye gerçek bir olaydan alınmış. Türküsü falan da var. Onları okumak, dinlemek daha ilgi çekici.

Cahit Berkay bile kurtaramıyor.

Bugünkü dizi sektörünü anlamak için bu tarz filmler önemli. Kadir İnanır bakıyor, Türkan Şoray bakıyor, arada karizmatik sahneler, heyecanlandıran müzik.. Hikaye mi? Ağlatıyorsan sorun yok.

Golcü


Perşembe, Ocak 9

Ayna Gibi Fotoğraf



4 futbolcu aynı anda topa vurup basına poz veriyor. En sağdan başlayalım...

Moussa Sow... Jeneriklik goller atan, savunmaları yıpratan müthiş forvet. Topa vurmuş, ayağının aldığı şekil klas ama aceleci davranmış, herkesten öne çıkmaya çalışmış sanki.

Emanuel Emenike... Vuracağı bir top, vereceği bir poz. Bunu yaparken bile "artistlik"  yapmaya çalışıyor. Ama bu işleri de her zaman yapıyormuş gibi rahatlığını da koruyor.

Webo... Hepsinden daha uzun, daha güçlü duruyor. Ama  topa vurana kadar ağır kalmış. Vurup vurmamakta karar verememiş sanki. Yavaş kalmış.

Kuyt... Topa vur demişler vurmuş. "Ben ne yapıyorum" derdinde değil. Söyleneni yapıyor. Ama vurduğu top alakasız bir yere gidecekmiş gibi. Ayağının,bacağının aldığı şekil de hiç topçu şekli değil.

Bad Timing



Şu filmde izlenecek tek şey Harvey Keitel'ın oyunculuğu ve Thersa Russel'ın bacakları...

Üstelik Keitel başrolde bile değil, Russel'ın bacakları 3 sahnede bir anca gözüküyor.

Amerikalıların, Viyana-Paris ve diğer enetelektüel Avrupa şehirlerine yüklediği anlamlar ve ürettikleri sanat da Oryantalizm tarzı bir şey herhalde...

Çarşamba, Ocak 8

Antalya Klasiği



Nasıl oluyor bilmiyorum ama senelerdir takım Antalya'da çok iyi karşılanıyor. Arda Turan 13 yaşındaki çocuktan bahsetsin, her devre arası kapında veya deplasman maçında inanılmaz bir sinerji yakalanıyor.Kötü geçen ve kötü biten 2003-04 sezonunun devre arasında da bu böyleydi, 2013-2014'te de. Nerdeyse kuşak değişti ama Antalya geleneği değişmedi. Tebrikler.

Pankart da çok iyi. Kısa ve net...

Son Stoper



Kartalspor bir gencini daha Süper Lig'e armağan etti. Gelenek o kadar enteresan ki, en fazla stoper üretiyor. Bursaspor'a transfer olan Ethem son ürün. Fenerbahçe'de Egemen, Galatasaray'da Semih Kaya, Eskişehirspor'da Servet...

Yolu açık olsun Ethem'in. Semih Kaya'nın gidişinden sonra formayı kapmıştı. 2.5 sezondur devamlı oynuyor. Hala 21 yaşında. Bu sene U-20 Dünya Kupası'nda da oynadı. Yanlış hatırlamıyorsam kaptanlık da yaptı. Bursaspor'da kadroya girmesi ilk etapta çok zor. İbrahim Öztürk,Civelli,Serdar Aziz varken işi zor. Ama biraz sıkı çalışmayla, şu an piyasayı karıştıran Serdar Aziz'den bile daha iyi olacağını tahmin ediyorum.

Öte yandan Bursaspor'un son senelerdeki transfer politikası ilgi çekmeye devam ediyor. Ben bunu Ertuğrul Sağlam'a bağlamıştım ama Ethem transferi sistemin sürdüğünü gösterdi. Alt liglerden en çok topçu transfer eden Süper Lig kulübü Bursaspor herhalde. Şu an takımda olan isimlerden; Ferhat Kiraz,Hakan Aslantaş, Serdar Özbayraklı,Murat Yıldırım,yedek kaleci Harun Tekin, çok kısa bir geçiş senesini saymazsak Musa Çağıran, artık fazla oynamasa da hala kadroda yer alan Ozan İpek, hatta seneler öncesinden İbrahim Öztürk alt liglerden Bursa'ya gelen isimler oldu. Neredeyse ilk 11 çıkaracaklar.

Bu arada Ethem'in babası bu imzadan 5 gün önce vefat etmiş. Allah rahmet eylesin. 21 yaşındaki bir genç için hayatının en önemli (acı ve güzel) iki olayının arka arkaya gelmesi dikkat çekici. Sırf bu nedenle bile Ethem'i farklı bir gözle izlemeye devam edeceğiz. Yolu açık olsun.


Avrupai Konya



Konyaspor ile sözleşme imzalayan Hleb, ilk açıklamasında "Konya'yı tipik bir Türk şehri olduğu için değil Avrupa şehrine benzediği için tercih ettim" mealinde bir cümle kullanınca Türkiye'de olay oldu. Hem bugüne kadar yaşadığı dar çevrenin bir adım bile dışına çıkmayı tercih etmemiş hem de önyargılarını "zeka pırıltısı" olarak sunmayı alışkanlık haline getirmiş bünyeler, anında bu açıklamayla dalga geçmeye başladılar.

Onların zhinlerinde; Avrupa şehirleri, Batı'nın özgürlüğü ve uçlarda yaşamasının merkeziyken, Konya, dindar insanların yasakçı ve baskıcı zihniyeti yüzünden geri kalmış bir Anadolu bozkırı... Onlar için bu ikisinin birbirine benzeme ihtimali bile yok.

Konya'yı her seçim gecesi aynı siyasi eğilime oy veren bir şehir olarak gördüğünüz için veya Konya'da okuyan arkadaşlarınız "Abi böyle bir şehir olamaz, içki satılmıyor" dediği için, Erasmus ve Interrail sayesinde cinsel deneyimlerinin ve uyuşturucunun dibine vuran arkadaşlarınızın anlattığı Avrupa algısı aynı cümlede buluşamaz.

Fakat öyle değil işte. Konya, coğrafi koşullarının avantajını da kullanarak harika bir planlamaya sahip olan bir şehirdir. Geniş yollar, temiz sokaklar, sessizlik, düzen, konfor... İstanbul'da 2013'te sevinçle karşılanan metro, orada 1993'ten beri var. Buna rağmen halk bisikletle gezmeyi tercih ediyor. Bu açıdan Amsterdam gibi şehir ama tabi esrar yok; üzgünüz bu nedenle Avrupa şehri gibi olamaz...

 Dünyanın bir çok yerinde "Örnek belediye" olarak gösterilmiş (Bunu ben yeni öğrendim) bu şehir aslında işine sadık bir futbolcu için bulunmaz bir ortam yaratıyor... Bu açıdan 33 yaşındaki evli Hleb'i anlamak çok mümkün. Konya'nın özellikle Avrupa'nın küçük şehirlerine benzeme ihtimali çok yüksek. Eğer Hleb Konya'dan önce İstanbul'u gördüyse, Türk şehirleri algısı da İstanbul sayesinde şekillendiyse, trafiği, kaosu, karmaşayı yaşadıysa, Konya'yı beğenmesine şaşırmak büyük saçmalık haline geliyor.

Konya'nın sosyal yaşamında bazı sorunlar olabilir. Türkiye'nin toplumsal hayatında da bir çok mesele var. Bunlar tartışılır. Ama anlıyoruz ki, çoğu çözüme ulaşamaz. Bu örnekte de olduğu gibi herkesin kafasında bir ön yargı var. Ona göre hareket ediyor, düşünceleri o kalıbın dışına çıkmıyor. Karşı tarafın yaptığı iyi şeyler görmezden geliniyor, hatta bilinmiyor. Etiket yapıştırılmış bir kere. El oğlu söyleyince de "kafayı bulmuş herhalde ehehe" deniyor. O el oğlu senin hayatın boyunca görmediğin şehirde şu an, ve bir müddet orada yaşayacak. Sen hala Avrupa'ya nasıl kapağı atarım diye düşün...

"Adamlar belediyecilikten anlıyor" önermesini yine hatırlatmak lazım herhalde ama bu sefer de İzi kızar kesin. "Yerel seçimler öncesi nasıl böyle bir şey yazarsın, onları övmemen lazım" diyecektir. Neyse işte bu iş böyle, Hleb Konya'da ne yaşar, Konyaspor'a ne katar bilmiyorum ama Türk insanının kafa yapısının -hangi kesimden olursa olsun- ne kadar bağnaz ve dışa kapalı olduğunu ilk günden hatırlatmış oldu. 

"Abi ama orada Ramazan'da lokantalar...."


Salı, Ocak 7

Tanju-Uğur-Cevat





via Araftaki Kramponlar

Children of Men



Bilmkurgu gibi bilimkurgu... 

Bilimkurgunun bile gerçekçisini arıyorum ve senelerdir bulamamıştım. Children of Men tam bu tanıma uyacak film. Senaryosunda ufak aksaklıklar olsa da, hatta seyirciyi kandırma konusunda ufak oyunlar oynasa da, ana hatlarıyla ilgi çekici bir yapım.

Kadroda yer alan en pahalı 3 oyuncudan ikisinin karakterleri filmin yarısına gelince ölmüş oluyor. Bu bile bazı geleneksel kalıpların dışına çıkılmış bir film olduğunun göstergesi. Normalde sinemada senaryoyu, hikayeyi, replikleri bütün teknik meselelerin ötesinde koyarım ama bu filmde bunun dışına çıkıp işe geçer not vermekten kendimi alıkoyamıyorum. 

Belki de bunun tek nedeni Y Tu Mama Tambien'in hatrına Alfonso Cuaron ile kurduğumuz gönül bağıdır.

Pazartesi, Ocak 6

Futbol Sevdası


Ateşler yakarlardı futbol oynamak için...

Kadın futbolu 2.Lig

Zodiac



Bir Seven değil...

Ama yine de uzun süresi boyunca ekrana bakıp, merakla takipte kalabiliyorsun. Sıkılmıyorsun. Böyle bulmaca tarzı filmleri seviyorum. Çok fazla izlemişimdir. Artık kafa hinliğe o kadar çok alışmış ki, katili tahmin ederken sürekli ters köşe yakalamaya çalışıp, en alakasız adamların üzerine gitmeye alışmışız. Bu filmde olay tam tersi. Ters köşe bekleyen ters köşeye yatıyor.

Senaryonun güzelliği de burada. Gerçek bir hikaye olduğundan yola çıkarsak, görevleri suçluları yakalamak olanlar, suçluyu görmemek için binbir takla atıyor adeta. Dışarıdan biri olaya daha farklı açıdan yaklaşınca sorunu çözüyor ama bu sefer de inandıramıyor.

ABD'nin hukuk sistemi baştan sona bir oyun. Kuralları var, o kurallar içinde bir şey yapmak zorundasın. Yani suçlu veya suçsuz olman önemli değil. Mesela bazen jüriyi ikna etmen yeterli oluyor. Delil olayına, işin bulmaca çzöme kısmına o kadar kaptırmışlar ki Nerdeyse "Ben katilim-hırsızım" desen, kanıt yok diye seni salıverecekler.

Türkiye'de yaşayan birinin  de Amerika'nın hukuk sistemini eleştirmesi ironik oldu.

Pazar, Ocak 5

Biji Göztepe







Bu ülkeyi anlamak ne kadar zorsa, bu ülkenin tribünlerini anlamak ondan iki kat daha zor. Şimdi dünyanın sayılı sosyal bilimcilerini getirsen bu fotoğrafı göstersen, sayfalar dolusu yazı çıkar. Tartışmalar alevlenir, şu olur bu olur.

Fotoğrafı çekenlere sorsan belki "Devreye önde girmiştik biz de makarasına yaptık" diyecekler. Veya "tribünde o dönem çok pis kavgalar vardı, yönetimin adamları aramıza giriyordu biz de birlik mesajı verelim istedik" diyecekler. Sallıyorum tabi, nasıl olduğuna dair hiç bir bilgim yok. Ülkücüler Türkiye'de her yerde var, stadyumlarda da kendilerini gösterirler. Göztepe'nin de bir "Biji Göztepe" olgusu var. İkisi bir araya gelmiş işte. 

4 sene tribüne giden adam, 4 sene üniversite okuyandan daha iyi toplum gözlemi yapar. İkisini de yaptığım için kıyasın doğruluğundan eminim. Ama yine de şu fotoğraf....

Crna Macka Beli Macor




90'lı yılların başında Avrupa sinemasına yeni bir tarz katan ve aynı yıllarda dağılan Yugoslavya hakkında cesur söylemlerde bulunan Emir Kusturica, Underground'dan sonra yaşamında çalkantılı günler geçirdi. Saldırıya uğradı, düello tekliflerinden bulundu. En az filmleri kadar kaotik bir durum sözkonusuydu. Belki de o dönem yaşadığı ağır baskı onu 2000'li yılların ortasında aldığı radikal kararlara doğru itti. Bilemeyiz. Ama Underground sonrası kısa bir süre, içine kapandığı bir gerçek.

Kozasından çıkması ise Crna Macka Beli Macor (Ak Kedi Kara Kedi) ile oluyor. Bence Kusturica'nın en zayıf filmi. Yine Kusturica sineması içinde değerlendirirsek, en yüzeysel filmi. Eğlenceli olması istenmiş, etliye sütlüye bulaşılmamış. Tabi bunlar hep Kusturica sınırları içinde. Yoksa yine birçok söylem mevcut, ince mesajlar var. En basitinden arabayı eski Yugoslavya haritası şeklinde kemiren domuz bile önemli bir ayrıntı. Underground'ın son sahnesinde de benzer bir metafor vardı. Hatta belki de filmde hakim olmadığımız coğrafya hakkında, gözümüzden kaçan birçok ayrıntı daha vardır. Belki değil kesin vardır. Ama buradan çıkıp "kaldığı yerden devam etmiş" diyemiyoruz. 

Çingenelerin eğlenceli hayatını anlatan filmler, Türkiye'de ve belki de Avrupa'da, arayış içinde olan "Başka bir dünya mümkün" diyen ama bunun için fedakarlık göstermekten sakınan gençler için oldukça cazip. O yüzden bu film bazı evlerin baş köşesinde durabilir. Fakat eğer Kusturica DVD'lerini üst üste dizeceksek ben en alta bunu koyarım. 

Her üreten kafanın böyle bir kaçamak işi olur. Bunu yapması oldukça sağlıklıdır, çünkü devamında da etkileyici bir iş çıkacaktır. 2004'teki Zivot je cudo (Life is miracle) bu bekleyişin ürünü herhalde. Üstelik Kusturica'nın kimliğinin tamamen değiştiği bir dönemde. Aslında bakarsanız kimliği değişse de 1995 ile 2004 arasındaki söylemleri çok fazla değişmemişti. Tam bu iki dönemin arasında "Ak Kedi-Kara Kedi" isimli bir film çıkarmak da Kusturica göndermelerine yakışacak türden...

En azından "Bu kadar uzun süre izlememiş olmam benim ayıbım" dememi gerektirecek bir durum yokmuş.  Ama eğlenceli olduğu da tartışmasız.

Cumartesi, Ocak 4

Raul'un Takımı



"Bence çocukların, benim deyişimle çocuklarımın, düşünceleri net. Doğru söylüyorum; burada gördüğünüz bu takım Infantil (13-14 yas altı) ve Juvenil (17-18 yas altı) İspanya şampiyonu. 

22 macta 264 gol attılar. Sadece 1 gol yedi. O gün maçta ben olduğum için, yedek kaleci heyecanlandı. Onun yüzünden golü yedik ama onu affediyoruz. 

Bakın, Raúl, kaptan, 55 golle gol kralı..."

Hikayenin geri kalanını biliyorsunuz....

Ses




Kariyerine Ses Mecmuası'nın açtığı yarışmayla başlayan Tarık Akan'ın, seneler sonra Ses isimli bir film çevirmesi hoş bir teferruat değil mi?

Üstelik her ikisi de iki farklı Tarık Akan'ı temsil eden döneme denk geliyor. İlki, onu genç kızların sevgilisi haline getirip, çapkın damat Ferit rollerine sürükledi. Hakkını da verdi belki ama şu an keyifle izlenen o filmler,  romantik komedi sığlığından da çok fazla kurtulamaz bence.

Fakat 1978'den sonra bambaşka bir Tarık Akan çıkıyor karşımıza. Özellikle Sürü'den sonra (sanırım Sürü'den sonra) artık o dönem iyice artmaya başlayan siyasi filmlerin yüzü oluyor. Yaşımız yetmiyor o dönemin toplumunu görmeye, belki de ona hayran olan genç kızları bile peşinden sürükleyip aydınlanmalarına vesile olmuş bile olabilir. Aynı günlerde bu akımdan etkilenen Kadir İnanır da sert filmlerde rol alıyor. Ama Tarık Akan, darbe sonrasında da hızını kesmiyor ve mesajını vermeye devam ediyor. Hatta Vizontele bile bunun devamı diyebiliriz.

Ses filmi 1986 yapımı... Yönetmen Zeki Ökten. İlginçtir asistanlarından biri de şu an sinemanın zirvesinde yer alan isimlerden biri, adaşı Demirkubuz.  Zeki Demirkubuz bu filmde çalışırken kendi hayatı ve filmin hikayesiyle ilgili parallelik kurdu mu merak ediyorum. Henüz 17 yaşında "komünist faaliyetler" nedeniyle hapse giren ve sanırım 3 sene içeride kalan genç Demirkubuz, çıkınca sinemaya Zeki Ökten'in yanında adım atar. Bu film belki de ilk çalışması olabilir, emin değilim.

Ses filmi de Demirkubuz'un başından geçen olaya benzer bir hikayeyi konu alıyor. 6 sene hapis yatan adam (Tarık Akan), dışarı çıkınca Güney'de bir sahil kasabasına gider ve olaylar gelişir. Aslında sıkıntı da burada, pek fazla olay gelişmiyor. Güzel bir hikaye, iyi başlayan film, sonradan karışıklığa giriyor. Karakterin kafasındaki çelişkileri ve iniş çıkışları izlemek isterken, senaryonun kendisiyle kavga edişini izliyoruz.

Ama filmi sevdim. Neden sevdim? Hiç bir mantıklı nedeni yok. Sadece bütün film Gümüşlük'te geçiyor diye sevdim. Bu sene yazın iki ayrı dönemde toplam 25 günü orada geçirdim. Oranın eski halini filmde izlemek güzel oldu. Keyif verdi. Aslında çocukluğumun geçtiği Akyarlar'da çekilmiş olsaydı daha çok sever, hatta baya sağlıksız bir şekilde bağlanabilirdim de... Tarık Akan'ın da kışları Akyarlar'da yaşadığını düşünürsek böyle bir olaslık mümkündü. Belki bu film çekilirken o da hayatını o taraflara taşımaya karar vermiş olabilir.

Neyse, genel olarak vasat bir film. Ama internette hakkında çok az bilgiye rastlanacak kadar da kaybolmamalıydı. En azından Tarık Akan ve Kamran Usluer ve hatta Orhan Çağman gibi 3 karizmatik adamın yer aldığı film biraz daha göz önünde olabilirdi. Sırf onlar için bile izlenebilir.


Cuma, Ocak 3

Perşembe, Ocak 2

Dağ




Nefes ile Dağ'ı 2 ay öncesine kadar izlememiştim. Fragmanlarından, daha doğrusu o çok bilinen sahnelerinden gördüğüm kadarıyla (Nefes-İçtima / Dağ-Affet), Nefes'in milliyetçilik vurgusu üzerinden yürüyerek basitleşeceği, Dağ'ın ise az reklama rağmen daha farklı duyguları ön plana çıkararak başarılı olacağı şeklindeydi. Fena yanıldım.

Nefes muazzam bir film olmadı ama yine de; ülkenin standart düşünce kalıbını düşündükçe cesur  bile sayılabilirdi. Dağ ise neredeyse "kamu spotu"na dönüşmekten son anda kurtulmuştu. Ufuk Bayraktar'a büyük bir teşekkür borçlular. Yoksa filmde geriye izlenecek hiç bir şey kalmıyor.

Ben daha çok kısa dönem-uzun dönem askerlerinin çatışmasından yola çıkarak bir kurgu hazırlayacaklarını düşünmüştüm. Ama Donnie Darko tipli arkadaşımızın canlandırdığı uyuz kısa dönem karakteri bu çatışmayı daha en baştan bitirdi. Ezber kalıplar, basit cümleler, tribüne oynamalar...

Acaba Alper Çağlar, yine ilginç ve işlenmemiş bir konuya sahip olan Büşra'yı da böyle harcadı mı?  (izlemedim) Sanırım onu Bahadır Boysal kurtarmıştır, bunda ise Ufuk Bayraktar bile yeterli olmamış.

Müzikler yetersiz, flashbackler ana hikayeden koparacak kadar dağınık, Donnie Darko'nun askerlikle alakası olmayan uzun saçları gibi birçok detay atlanmış, kısacası olmamış, hatta olsun diye çaba bile gösterilmemiş. Sanki Nefes'in yarattığı rüzgardan faydalanmak için kısa sürede yapılmış. Zaten ilginçtir, 30 yıllık savaş döneminde 3 tane film çıkmış,onlar da kapılan rüzgardan etkilenmiş. Ülkenin her yeri, her kesimi bu kesimi görmezden gelmiş, sinema dahil.

Son söz de Ufukhan Bayraktar'a... Adam eğitimi oyuncu değil ama en kralından daha iyi rol kesiyor. Adam yakışıklı değil ama en jantisinden bile daha karizma. Aslında bu yazının başına da onun filmdeki rakı masası sahnesini koymak lazımdı, ama filmi izlmeyenler o sahneyi görünce belki filmi izlmeye heves eder diye vazgeçtim. 80 dakikalık filmin izlenecek tek kısmı o 3 dakika ve Ufuk Bayraktar'ın diğer sahneleri. Gerisi boşluk.

Yıl




Özel günlere çok fazla önem vermem de, sanki bloga yeni yıla geçtiğimizi belirten bir şey koymak gerekiyormuş gibi hissettim. Kuru kuru olmaz.

Özel günlere önem vermiyorum diyorum ama o da yalan aslında. Günün kendisine önem vermiyorum ama yeni bir sayfa açarken nereden nereye geldiğimizi, yanımızda kimlerin olduğunu falan görmek iyi bir olay. 31 Aralık da böyle bir durum için çok ortak bir tarih. Her insanın bu muhasebeyi aynı anda yaptığı bir gün. Yoksa yıl içinde 31 Aralık ile eşdeğer çok gün var. Herkes için farklı günler. "Geçen sene şuradaydık, şimdi buradayız" demek iyi bir şey ve bunun için çok fazla tarih var.

Geçen yılı veya geçen o zaman her neyse, eğer güzelse, onu da iyi bir şekilde uğurlamak keyifli bir hadise. Mesela 2011 haziranı benim için son yıllardaki ilk güzel geçen aydı. Yaklaşık 1.5 sene rezillik yaşadıktan sonra biraz nefes almıştım. Haliyle 30 Haziran'da kendi çağımda bir kutlama yapmıştım.

Neyse işte 2014 geldi. Nedense çok umutluyum bu yıldan. Ama yine anın tadını çıkarıp huzurunu yaşamak varken acaba 1 sene sonra nerede olurum korkusunu yaşıyorum. Bu da bizim vazgeçilmez alışkanlığımız, böyle yaşamaya alıştım.

2014'ün, 2015'in hesabını yapmak da baya korkutucu. Ne ara geldik bu yıllara? "Milenyumda teknoloji sıfırlanacakmış" diyeli 14 sene oldu. 2006'lar 2007'ler hala daha çok taze.

Neyse ya, böyle "yıllar geçiyor" yazısı olmamalıydı bu. Yeni yılınızı da kutlamayacağım.  Çoğunuzu tanımıyorum zaten, tanıdıklarımı da telefonla kutladım. Şova gerek yok. Öyle yani. Ama umarım 1 sene sonra yeni bir yıla girmeyi değil ama güzel bir sene geçirmiş olmayı kutlarsınız. Öylesi daha güzel.