brezilya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
brezilya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Nisan 14

Jesus Etkisi

Brezilya futbol konusunda İngilizleri aratmayacak şekilde içe dönüktür. Tabi ki dünyaya yayılmışlardır ve  dört bir bucağa ihraç ettikleri birçok isim vardır. Fakat yerel lig ve milli takım dışarıdan çok beslenmez. Kıta dışından yabancı futbolcu pek gelmez. Milli, takım kadrosu kurulurken aynı seviyede iki oyuncu varsa, yerel ligde olanı tercih edilir veya onun seçilmesi için baskı yapılır. Birkaç aylığına geçici hocalık yapan Portekizli Flavio Costa (1944) ve Arjantinli Filpo Nunez (1965) dışında milli takımı yabancı bir teknik direktör çalıştırmadı. Tabi ki tüm bunlarla paralel olarak yerel ligde de yabancı teknik direktörler görmek pek mümkün değildi.

2018’de ligde görev yapan tüm teknik direktörler Brezilyalıydı. Öncesinde de yabancı teknik direktörler ufak radikal hamleler dışında tamamen kıta içinden isimlerdi. Mesela Cruzeiro 2016’da Paulo Bento’yu göreve gelmişti ama çok az kalmıştı.

2019 ise Jorge Jesus’un senesiydi. Flamengo’nun başına geçtiğinde yaratacağı etki tahmin edilemezdi. Diego Ribas’ın kaptanı olduğu ve Gabigol’ün sırtladığı takım ile hem ligi hem Libertadores’i kazandı. Ve ardından olayın seyri değişti. Portekiz artık bir moda oldu...

Bu hafta Brezilya Ligi yeniden başlıyor. Ligdeki 20 takımın sadece 11’i Brezilyalı teknik direktörlere emanet . Yani yüzde 55. Herhalde tarihin en düşük oranıdır. Yedi tane de Portekizli var. Listeleyelim:

Bahia: Renato Paiva
Botafogo: Luis Castro
Bragantino: Pedro Caixinha
Coritiba: Antonio Oliveira
Cruzeira: Pepa
Cuiaba: Ivo Vieira
Palmeiras: Abel Ferreira

Aslında bu isimlerin büyük kısmı, göçebe hocalar. Dünyanın birçok yerinde, özellikle de Körfez ülkelerinde görev yaptılar. Portekiz'in muhteşem menajerlik bağlantıları onlara devamlı bir iş olanağı sağlıyor zaten. Brezilya ile yakın olan kültür de alternatiflerin artmasına neden oluyor. Fakat esas etki bence Jesus...

Yakın zamana kadar yabancı hocaların yer almadığı ligde bu kadar Portekizli olması dikkat çekici. Jesus’un başarısı önemli. Ve yine yukarıdaki listede olan Abel Ferreira

Kıta dışından gelip Libertadores’i kazanan ilk hoca Jesus’tu. Abel Ferreira çıtayı yukarı çekti ve o kupayı üst üste iki kere kazandı. Haliyle Portekizli hocaların Brezilya’ya girişi de o sayede hızlandı.

Şimdi böyle bir yazı yazmak da biraz sakıncalı. Kimisi gelip “Jesus mu övüyorsun Uğur Meleke gibi?” diyebilir, bazısı gelip “Jesus Brezilya’ya gitsin diye algı mı yapıyorsun” şeklinde kızabilir. İkisi de değil. Jesus'un Türkiye'deki varlığı ile alakası da yok. 

Konunun ilginçliği her zaman ilgimi çekmişti. Hatta Pauolo Sousa’nın yolu da Brezilya’ya düşünce, şöyle bir yazı yazmıştık.

Haliyle biraz fikri takip olsun istedik. Madem lig başlıyor, bir göz atalım dedik ve karşımıza çıkan manzarayı paylaşmak istedik.

Hatta Jesus'tan çok aklımıza gelen isim Vitor Perreira'ydı. Keşke o da sezon başını görebilseydi..

Bakalım bu senenin kazanan Portekizlisi kim olacak?


Pazar, Aralık 11

Brezilya'ya Üzülmek

Futbolla ilgilenmeye başladığım küçük yaşlarda yerelde olan biteni ıskalamıyordum. Haliyle burası ile çok fazla fikrim, düşüncem vardı. Sevdiklerimi ve sevmediklerimi şekillendirmek için çok fazla veri vardı önümde.

Fakat o yıllarda uluslararası futbola dair bir şeyler öğrenmek kolay değildi. Internet yok, televizyonda maç yayını yaygın değil, gazete haberleri kısıtlıydı. Haliyle ben de büyüklerimin laflarıyla anlamaya çalışıyordum dışarıyı.

Mesela o dönem yaşı 30'dan büyük olan herkes Brezilya'dan bahsediyordu. "Dünyanın en iyi futbol ülkesi", "Herkes futbol oynar ama onlar başka bir şey icra eder", "Sanat gibi, dans gibi, samba gibi..." 

Brezilya denilince artık aklıma, topu yere değdirmeden gol atan bir takım geliyordu. Popüler kültür de buna yardım ediyordu. Zafere Kaçış'taki Pele'yi görüp Brezilya futbolundan etkilenmemek mümkün değildi.

Bunların hepsi 90'ların ilk yılları için geçerliydi. Ardından 1994 Dünya Kupası geldi. Ve tarihin en sıkıcı Brezilya Milli Takımı şampiyon oldu. Tabi ben tarihin en sıkıcı Brezilya'sı olduğunu bilmiyordum. Daha önce bana denildiği gibi yine şampiyon olmuşlardı. Yine en iyilerdi. Fakat herkesten farklı futbol oynuyor dedikleri ülke bu muydu? Daha önce de böyle mi kazanmışlardı? Yoksa herkesin iyi ve farklı dediği oyun bundan mı ibaretti... Normali bu muydu?

O yüzden bende hayal kırıklığı yaratan, dört sene boyunca hevesle beklediğim Brezilya Milli, Takımı'nı bir daha hiç sevemedim. Hiçbir turnuvada desteklemedim. Üstüne bir de 1998 Dünya Kupası grup aşaması geldi. Son maçta Norveç'e yenilerek Fas'ın elenmesine neden oldular ki, o Fas, bu sene çeyrek final oynayan Fas'tan çok daha heyecan vericiydi.

Tarihin garip bir cilvesi. Renkli futbol oynamıyorlar diye sevmediğim Brezilya Milli Takımı'na en çok yaklaştığım turnuva 2010 Dünya Kupası'ydı. 1994'ün kaptanı Dunga, bu sefer teknik direktördü ve takımını 1994'teki kadar pragmatik ve Avrupa futbolu kadar sert oynatmaya çalışıyordu. Ben artık 20'lerimin ortasındaydım, futbola bakışım değişmişti ve Brezilya'nın bu değişimine de saygı duymuştum. Hatta o dönem yaygın görüş Brezilya'nın kimliğinden sapması nedeniyle eleştiri yüklüydü ama benim için ideal bir dönüşümdü. Fakat Hollanda maçındaki Felipe Melo damgası, o 'Avrupalı' takımın ilerlemesini engelledi.

Bu sene başında da Brezilya'ya özel bir sempatim yoktu. Herhangi bir şeye, ya da en azından birçok şeye, antipati duyacak kadar da genç ve enerjik değilim. O nedenle Brezilya ile mesafemi yakınlaştırdım, orta seviyede tuttum. Şampiyon olurlarsa sevinmezdim ama "haklarını verelim, yürür bu takım" diyebiliyordum.

Grupta iyi takımlara karşı daha iyilerdi. Güney Kore gibi vasat bir takımı da rahat yendiler. Yol açık gibi duruyordu. Hırvatistan iyi takımdı ama çeyrek finalde karşılaşmak için en uygun rakiplerden biriydi. Brezilya'yı öne yazmaya devam ediyordum.

Artık tahminim tutmamasından ötürü bir bilinçaltı üzüntüsü mü bilmiyorum ama Hırvatistan'ın Brezilya'yı elemesi, daha doğrusu Brezilya'nın elenmesi beni üzdü.

Zaten Hırvatistan ile bir derdim yok. Hatta bir Avrupa takımının, üstelik de bir Balkan takımının böyle bir işe imza atması güzel gelir bana. Fakat sanki hikaye böyle olmamalıydı.

Maçı izlemedim. Oyunun nerede ve nasıl Hırvatistan'a döndüğünü de bilmiyorum. Fakat senaryo gerçekten acıtıcı değil mi? Yani normal bir 90 dakika sonunda Hırvatistan kazansa, Brezilya için bu kadar derin hisler beslemezdim.

Bir tarafta 21 şut çeken bir takım, karşıda 9 şut çeken ve  tek isabet bulabilen bir rakip. 120 dakikalık maç 1-1 sona eriyor. Penaltılar artık işin kaderi.

Şampiyon adayı olarak turnuvaya geliyorsunuz. Bunun altını dolduran sonuçlar alıyorsunuz. Son 1.5 senede sadece, yedek oyuncularla çıktığınız grubun formalite maçında Kamerun'a son dakika golüyle yeniliyorsunuz. Son üç senede sadece iki maç kaybetmişsiniz. Ve tüm hayaller seri penaltı atışlarının ardından sona eriyor.

Tabi ki futbolda böyle anlar mevcut. Hem de çok sayıda. Fakat tüm hikayenin hiç beklenmedik bir anda, olmayacak bir yerde, ansızın sona ermesi ve son noktayı koyması da ayrı bir his; bunu paylaşabiliyorum.

Ne yalan söyleyeyim, hayatımda ilk defa Brezilya'ya üzüldüm. Belki maçı izlesem böyle olmazdı. Duygular değil mantık öne çıkabilir ve kazanana "devam aslanlarım" derdim. Fakat maçı izlemeyince ve sadece geniş zamandan gelen olay örgüsüne bakınca, ortaya dramatik bir film senaryosu çıktı.

Diğer yandan ezeli rakip Arjantin'in aynı gün penaltılarla tur atlaması var. Orada başka bir hikaye yazılıyor. Eğer oranın sonu farklı biterse, bu sefer Brezilya'nın elenmesi diğer hikayeye ayrı bir sos katacak. Belki o zaman Brezilya'nın elenmesine sevinmeye başlarım. En azından artık bir anlam kazanır bende. Onu da bir hafta içinde göreceğiz.

Fakat şunu eklemek ve hakkını vermek gerekir. 21.yüzyılın en olaylı, en fazla hikayeli, en maceralı Dünya Kupası oluyor. Keşke şu maçlar bir yaz gününe denk gelseydi...

Pazar, Temmuz 31

Kombinasyon

 


Bir orta sahada olması gereken, daha doğrusu olması zor ama olursa da tadından yenmeyecek iki özellik.

Brezilyalı yeteneği ve İspanyol bakışı.... Adam doğuştan önde başlamış zaten... Üstüne; doğduğu yerde İtalya

Dünyanın en iyisi mi emin değilim. O kadar gösterişli ve heyecan verici değil. Fakat dünyanın en iyilerinden biri.

Pazar, Ocak 9

Tersine Dünya

Brezilya'dan Portekiz'e, oradan da kıtaya dağılan futbolculara aşinayız. Fakat son dönemde tersine bir göç hamlesi var. Portekizli teknik direktörler, Brezilya'nın yolunu tutuyor. Üstelik son üç Libertadores'i de Portekizli hocaların çalıştırdığı Brezilya takımları kazandı.

Jorge Jesus (Flamengo) ve Abel Ferreira'dan (Palmeiras) sonra Paulo Sousa da güneye uçtu. Flamengo, takımı ona emanet etti. Hatta listedeki diğer isimlerden biri eski antrenörleri Jorge Jesus'tu ama son karar Paulo Sousa oldu.

Ayrıca tam da bugünlerde Carlos Carvalhal de A.Miniero'nun gündemine girdi ama Beşiktaş'ın eski hocası Braga'da kalmayı tercih etti.

Portekiz'in menajer ağı çok kuvvetli. Oyuncu konusundaki başarılarında, bundan faydalanıyorlar. Fakat özellikle Mourinho sonrası, aşırı sayıda teknik direktör ihracına başladılar. Türkiye'de bundan nasiplendi.

Biz genel olarak futbolu bilmediklerini düşünüyoruz ama dünya Portekiz'e açık. Paulo Sousa da Brezilya'nın yolunu Polonya Milli Takımı üzerinden tuttu. Yine de Brezilya Ligi'nin onları değil de onların ligi tercih etmeleri şaşırtıcı geliyor. Alışık değiliz.

Bu arada futbolculuk döneminde uzun saçları ve güçlü fiziğiyle kızılderili şefi gibi duran Paulo Sousa'nın şu anda emeklilik bekleyen fizik öğretmenine dönüşmesi de üzücü...




Cuma, Kasım 26

Amatörden Şampiyonlar Ligi'ne


 Junior Messias, bu yaz Milan'a katılınca hakkında birçok haber ve yazı okumuş olabilirsiniz.

Bu hafta Atletico Madrid deplasmanında oynanan Şampiyonlar Ligi maçında, benzer yazıları daha dokunaklı cümlelerle bir daha (veya ilk kez) okumuş olabilirsiniz.

Açıkçası burada da daha farklı bir konsept olmayacak. Zira adamın hikayesi çok güzel, başkasına gerek yok!

Eskiden bu tip hikayelere blogda daha çok yer veriyorduk. Daha çok heyecanlanıyordu. Daha az çiğneniyordu. Zamanla oyunun bu yönlerine bakışımız azaldı. Belki de bizim duygularımız köreldi. Artık o kadar etkilenmiyoruz. Fakat Junior Messias, bize o duyguları yeniden hatırlattı.

Nedir peki bu adamın hikayesi?

Brezilyalı futbolcu, aslında kısa bir zamana kadar profesyonel bir futbolcu değildi. Esasında hayali futbolculuktu. Ülkesinde Cruzeiro altyapısında yer aldı ama A takıma çıkamadı. O da 20 yaşında, eşi ve iki oğlunu yanına alarak ( o yaştaki sorumluluğa bak) ağabeyinin yaşadığı İtalya'ya göç etti. Amacı top oynamaktan ziyade hayatını kazanmaktı. Bunun için kuryelik, nakliyecilik ve benzeri işler yaptı. Zaman zaman da amatör takımlarda top oynamaya devam etti. 

Böyle böyle 24 yaşına kadar geldi. Peki, 24 yaşında halen amatör bir takımda futbol oynuyorsanız, en yüksek hayaliniz ne olabilir? Profesyonel liglere transfer olmak çok uç bir istek değil. Kendinizi gösterirseniz neden olmasın? Belki Serie B bile olabilir. Peki Serie A? Bu gerçekten zor duruyor. Şampiyonlar Ligi ise hayalin de ötesinde sanki...

Amatör liglerden en üst liglere giden yolculuklara aşinayız ama bunu başarmak için bile mesaiye erken başlamak lazım. 24, günümüz futbolunda çok geç bir yaşmış gibi duruyor. Yine de Junior Messias kısa sürede imkansızı başardı. Filme çekseler, izlediğimizde "Abartmışlar ama" diyerek kalkarız koltuktan.

Junior Messias önce Casale isimli bir takımda forma şansı buldu. O şansı da biraz şans ve ısrarla buldu. Torino'nun eski futbolcusu Ezio Rossi, onu amatör liglerde izleyip beğenmişti. Onu bir iki takıma önermişti ama Messias'ın hayatını idame ettirmesi için uygun fırsatlar değildi. Rossi, Casale'nin başına geçince de ilk transferi Messias oldu. Hemen onu telefonla aradı. Ayda 1500 euro'ya anlaşmışlardı.

Brezilyalı oyuncu, Casale'de iyi bir performans sergiledi. Sonrasında birkaç alt lig takımında daha oynadı. Serie B'de Crotone'ye transfer olduğunda sene 2019'du. 34 maçta forma giydi ve takımı sezonu ikinci bitirerek Serie A'ya çıktı. Acaba pandemi nedeniyle ligler ertelenseydi ve düşmeler-çıkmalar kaldırılsaydı ne olurdu? Bu hikaye yarım kalır mıydı? Bilmiyoruz. Ya da Crotone Serie A'ya yükselmeseydi, Messias da Serie B'de takılı kalır mıydı? Bunu da bilmiyoruz. 

Bildiğimiz tek şey, öykünün devam etmesi... Crotone ile beraber Messias da Serie A'ya yükseldi. İlk sezonunda 36 maça çıktı ve 9 gol attı. Bu yazın başında Milan onu kiraladı. Kulübün amacı onu rotasyonda kullanmaktı. Zaten şu ana kadar da öyle oldu.

Ligde sadece iki maça çıkabildi. Toplam 51 dakika... Şampiyonlar Ligi'nde ise hiç forma şansı bulamamıştı. Ta ki bu haftaya kadar...

Kritik Atletico deplasmanına yedek kulübesinde başladı. Pioli onu 65. dakikada oyuna sürdü. 22 dakika sonra Milan kariyerinin ilk golünü attı. Hayatındaki ilk Şampiyonlar Ligi maçında, Atletico Madrid deplasmanında...

Bu gol zaten Junior Messias için çok değerli bir gol. Fakat Milan için de çok kritik. O gol gelmeseydi Milan, Şampiyonlar Ligi'nde elenecekti.Şimdi son maçlar öncesinde bir şansı daha var.

Junior Messias zaten kendisi için bir peri masalı yazdı. Fakat Milan'ın sezon sonu geleceği noktayı gördüğümüzde bu golün değeri daha başka bir seviyeye de çıkabilir.

30 yaşında bir futbolcu için ne hikaye ama....

Çarşamba, Kasım 10

Kamp mı Futsal mı?

 


"Doksanların ortasındaki ve sonunda Borussia Dortmund'da teknik direktörlük yapmak zor bir görevdi. Bir grup çılgın ve tamamen farklı insandan oluşuyorduk. Her zaman alev alev yanan Matthias Sammer gibi adamlar vardı mesela. Ya da daha önceki yıllarda Serie A'da forma giymiş Andreas Möller ve Stefan Reuter gibi oyuncular... Ve tabi tatillerden düzenli olarak geç dönen, oldukça dik başlı bir Brezilyalı Julio Cesar... Ottmar Hitzfeld, bir yaz sezon başı kampını Brezilya'da düzenledi. Ve tahmin edin kim gelmedi? Julio! Onu, akşam televizyonda bir futsal turnuvası oynarken gördük."

Knut Reinhardt / Borussia Dortmundlu eski futbolcu

Çarşamba, Nisan 14

Senna


Senna, 2010'da vizyona girdiğinde çok beğenilmişti. Birçok festivalden de ödül aldı. Hatta yönetmen Asif Kapadia'nın şöhretini geliştirmesine çok yardımcı olmuştu.

Aradan geçen 10 senede halen aynı sevgiye ve ilgiye mahzar. Hatta birçok belgesel fikrine de ilham oldu. Bu sayede bir 'devrim' yarattığı bile söylenebilir. Bu öyle bir devrim ki, tartışmak ve karşı çıkmak pek mümkün değil. Zira çoğunluk tarafından büyük bir coşkuyla korunuyor.

Senna'nın hayatını anlatan belgeselin zayıf olma gibi  bir şansı yok zaten. Çok başarılı, popüler ve renkli bir karakterin erken sonlanan trajik hayatına bakıyoruz. Buradan boş bir iş çıkmaz. Ayrton Senna'nın kendisi belgeseli sırtlıyor.

Kapadia'nın yarattığı devrim anlatım tarzında. Klasik belgesellerde sık sık olayın tanıklarına gidilir ve onların röportajlarını izleriz. Başka başka insanların konuşmalarını dinler, suratlarına bakarız. Fakat Senna'da bu 'konuşan kafalar' yok. Onun yerine sadece arşiv taramasından elde edilen görüntüler var. Hummalı bir çalışma olduğu aşikar. Bazı görüntüleri ilk kez görüyoruz. Belgesel kelimesinin adı 'belge'den geliyorsa, Senna'nın hayatındaki tüm belgeleri izliyoruz.

Fakat öykü mü belgeleri çıkarmalıdır yoksa belgeler mi öyküyü şekillendirir?

Çok zor bir işe kalkılmış. Bunun hakkını vermeme rağmen bence yukarıdaki sorunun cevabını ikinci şık olarak seçmişler. Bu sayede Senna'nın hayatına çok fazla giremiyoruz. Elimizdeki belgeler ve görüntüler neyse onu öğreniyoruz.  Onlar bizi nereye götürürse oradayız. Eksik kaldıkları yerlerde de yokuz. Mesela Senna'nın çocukluk ve gençliğine çok fazla giremiyoruz. Hayatı adeta karting pistinden başlıyor. Zira elimizdeki en eski görüntü orası.

O nedenle böylesine önemli bir sporcunun, bir figürün yetiştiği şartları, gerçeklerini, kökenini çok fazla göremiyoruz.

Haliyle bu tarzı beğenmediğimi söylemem lazım. Senna'nın hayatına çok fazla hakim değilim ama yabancı da sayılmam. Formula 1'e ucundan temas etmiş bir sporsever olarak, bu belgeseli izlediğimde pek yeni bir şey öğrendiğimi de söyleyemem. Mesela bu açıdan bakınca Kapadia'nın Maradona belgeselini hiç merak etmiyorum. Ya da şöyle ifade edeyim; 'Acaba hangi görüntüler var?' sorusu içimi gıdıklıyor ama belgeselin bana bir şey katmayacağından emin gibiyim.

Önyargılı olmamak lazım. Maradona'yı da izleriz. Fakat beklentimiz düşük.

Bu arada Senna'nın zayıf noktalarından biri de izlediğimiz olayların detaylarından yoksun bırakılmamız. Tamam Formula'yı biliyoruz ama "hangi sezon kim kaç puandaydı" gibi detaylı soruların cevaplarından yoksunuz. Belgesel boyunca Senna yarışıyor, kazanıyor veya kaybediyor. Fakat 'hangi yarış öncesinde kaç puanı var', 'rakipleri kimler', 'ona kaçıncı olmak yetiyor' gibi sorular yanıtsız kalıyor. Elinizde telefonlar Wikipedia'ya bakarak belgeseli izlemeniz gerekiyor.

Belgeselin merkezinde Senna değil Senna-Prost rekabeti var gibi. Bunun nedeni sanırım, Senna Vakfı'nın belgesele büyük katkılar vermesi ve o vakfın en önemli üyelerinden birinin Prost olması. Gerçi Prost biraz olumsuz bir figür olarak gösterilmiş. Rekabetin bir diğer kutbu olduğu doğru. Birçok izleyen, belgeselin ardından Prost'tan nefret etmeye başlamış. Açıkçası ben o kadar da 'kötü' gösterildiğini düşünmüyorum. Fakat yine de Prost'un ortaya çıkan film için yorumunu merak ediyorum.

Ayrıca aradan 10 sene geçtikten sonra filmi Netflix'te izledik. Vizyonda 2.5 saat olan belgesel, burada 1.45 gibi bir süreye sahipti. Bunu da izledikten sonra öğrendik. Oysa IMDB'de de süre 1.45 gözüküyordu. Oraya bakıp kandık ama yine de Netflix gibi platformların bunu yapması çok üzücü. Belki de yukarıda yazan satırları taca çıkaracak bir eserdi. Bilemiyoruz. Fakat önümüze çıkan da yapımcıların onayı dahilinde. Yani onlar da buna izin vermiş, o zaman biz de izledikten sonra öyle değerlendiririz.

Öte yandan Netflix'te alt yazılar da rezaletti. Jordan için yarışan Rubens Barichello'nun takımını 'Ürdün' diye çevirmeleri bahis reklamlı film sitelerinde bile yaşanmayan bir rezalet.

Yine de Senna güçlü bir figür, güçlü bir hikaye. İzlerken sıkılmak gibi bir durum kesinlikle söz konusu olamaz. Hatta, o bilinen sonu izlerken yine üzülmek çok büyük ihtimal. Gözler nemleniyor ve belgesel öyle bitiyor.

Salı, Haziran 4

Como Nossos Pais


Avrupa'da birçok festivalde gösterilen Brezilya filmi. Güney Amerika filmleri bizim gözümüzde 1-0 önde başlıyor. Kültürler benzediği için bazı durumları anlamamız daha kolay oluyor. Bu filmde de bize klişe gelecek olaylar mevcut. Mükemmel olmaya çalışan bir kadın (Maria Riberio), evini ve ailesini hizaya sokmaya çalışır. Fakat bir gün bir gerçekle karşı karşıya kalır. Bunun üzerine hayatı değişir. Daha doğrusu hayatını değiştirme noktasına gelir ama sonrasında bakış açısını değiştirmeye karar verir. 

Birçok Türk filmi ile benzerlikler kurmak mümkün. Fakat Como Nossos Pais, bütünüyle bir film gibi durmuyor. Aslında güzel bir dizi olabilirmiş. Rosa'nın hayatına, hayatında olan bitenlere hafta hafta bakmak daha keyifli olabilirdi. Film biraz hızlı geçişlere neden olmuş.

Yine de saygıyı hak eden bir film. Maria Riberio filmin yıldızı. Çok beğendim kendisini. Yan roller de iyi. Yönetmen de başarılı. Süresi ise 2 saatten az. Daha geniş bir süreye yayılabilirdi, zira hiç sıkmadı. IMDB puanı  7.3; hakkını veriyor.

Cumartesi, Mart 23

Tudo Que Aprendemos Juntos


Sinema çok da fazla çeşit barındırmaz. Hatta sadece sinema da değil; öyküler, romanlar. Konular az çok bellidir. Zaten kaç tane farklı hayat var ki? Kaç tane farklı hayat hikayesi? Milyonlarca sinema filmi var ama hikayeler en fazla yüz çeşittir; veya bin olsun...

Bir adam sorunlu bir mahallenin okuluna gider ve olaylar gelişir. Defalarca izledik. Daha da izleyeceğiz. Bazılarından çok sıkılacağız, bazılarını çok seveceğiz. Tudo Que Aprendemos Juntos  onlardan bir tanesi. Yani en azından benim sevdiklerimden biri oldu...

Aynı hikayenin Brezilya tarzı anlatışı. Bu sefer arka planda müzik var. Bir kemanist Sao Paulo Senfoni Orkestrası'nın seçmelerini kazanamayınca, hayatını devam ettirmek için çok da hoşuna gitmemesine rağmen sorunlu bir mahallenin okulunda öğretmenlik yapar.

Ergenlerin çoğunlukta olduğu filmleri izlemeyi seviyorum. Güney Amerika da etkileyici bir mekan. Tabi sadece bunları vermek yeterli olmayabilir. Sinemanın ayırt edici özelliği de burada geliyor. Seyirciyi öykünün içine almak, duyguları verebilmek çok önemli meziyetler. Film de bunu başarıyor. Sonunu az çok tahmin edebilmek bile önemli değil. Hikayeden ziyade karakterler merak ettiriyor. 

Sevdim...


Cuma, Şubat 16

Alkış


Hak yemek istemem. Paulinho, Barcelona'ya transfer olduğunda çok sallamıştım. Katalanlar zaten kötü bir sezon geçirmişti. Kadroları umut vermiyordu. O çok güvendikleri La Masia artık yeni bir yıldız üretemiyordu. Sağlam bir yeniliğe ihtiyaçları vardı. Fakat onlar Çin'den Paulinho'yu transfer ettiler.

27 yaşındayken para için İngiltere'den Çin'e giden bir Brezilyalı oyuncudan korkmalısınız. Açıkçası ben bir kulüp yönetseydim kesinlikle bu transferden önce iki kere düşünürdüm. Üstelik Barcelona gibi üst düzey bir kulüpte görev yapsaydım, kesinlikle bu riske girmezdim. Hatta o da şaşırmıştı ve ''Beni neden transfer ettiler anlamadım" minvalinde açıklamalar yapmıştı. Fakat bu sezon Barcelona'nın en dikkat çeken adamlarından bana kalırsa Paulinho'ydu.

Kendisi şu an, Lionel Messi ve Luis Suarez'den sonra takımın en golcü ismi. Üstelik çok fazla süre de alamıyor. İlk 11'deki yerini Aralık ayında yeni yeni garantileyebildi. Orta sahada oynuyor ama iki ceza sahasına da çok sık giriyor. Zaten o sayede bu kadar çok gol attı. Fazla şut çekmese de yüzdesi çok fazla. Emin değilim, istatistiğini bilmiyorum ama çektiği şutların büyük bir kısmı kaleyi tutmuştur. Onun dışında savunma direncini de ayakta tutuyor. Bence hâlâ çok iyi değil. Hatta hiçbir zaman da çok iyi olamayacak, çünkü temel konularda sıkıntıları var. Ama çok çalışıyor, çabalıyor. Böylelerine saygım ve sevgim var. Üstelik yaşlanan ve doğru takviyeleri yapamayan Barcelona orta sahası için iyi bir çözüm oldu. 

Beklenmedik bir transferdi, beklenmedik bir katkı yaptı. Şu an onun hakkında merak ettiğim tek şey var, bu performans ne kadar devam edecek. Brezilyalı oyuncuların Dünya Kupası öncesi böyle çıkışları meşhurdu. Acaba yazdan sonra nasıl dönecek? Belki de dünya şampiyonu madalyası ile döner...

Perşembe, Nisan 21

Rio'ya Az Kala




Olimpiyat oyunları çok fazla ilgilendiğim bir organizasyon değildi. 2012 bende bunu değiştirdi. Kötü futbol ortamının getirdiği o 2011-12 sezonunun ardından, olimpik sporcuların çabasını izlemek çok büyük keyif vermişti. Gerçi o dönem inanılmaz bir tempoda çalışmak zorunda kalmıştım. Fakat yine de, bazen kafamı kaldırıp sportif bir şeyler görmek, büyük keyif vermişti.

Olimpiyat aslında önemli olan kısmı değil. Asıl gerçek olan spor. Spor iyi bir şey ve bunu en iyi yapanlar olimpiyatta. Tek fark bu. Olimpiyatın katkısı da bu. İnsan izledikten sonra dışarı çıkıp, zıplamak, koşmak, hareket etmek, rekabet etmek, kendisini zorlamak istiyor.

Olimpiyata sayılı gün kala yayınlanan bu video bile aynı hissi verdi. Merakla bekliyorum. Bugün Olimpia'da olimpiyat meşalesi de yanmış. Umarım güzel bir yaz olacak; 5-21 Ağustos...

Londra'nın açılış ve kapanış töreni de; açılış ve kapanış törenlerini umursamayan beni bile sarmıştı. Bakalım Brezilya'da bu sefer ne olacak, o kısmı da merak ediyorum.

Pazartesi, Haziran 29

At Abinin Kıllı Göğsüne


Bobby Moore, Copacabana'da...

Dünyanın tadını 70'lerde çıkarmışlar. Futbolcular, hippiler, şarkıcılar... Bize de onlara bakmak kaldı.

Çarşamba, Haziran 24

Ronaldinho - Dunga




Çalımı atan Antalyaspor yolunda

Çalımı yiyen Copa America'da

Pazar, Kasım 16

Kumda Futbol



2002 yazı... Hayatımın en güzel yazlarından biri. Bunun en büyük nedeni tabi ki hoş anılar bırakan Dünya Kupası. Grup maçlarını İstanbul'da izledikten sonra, haziran ortasında Bodrum'a gitmiştim. Turnuvanın geri kalan maçlarını, orada çocukluk arkadaşlarımla izlemiştim. 

O yazı diğer yazlardan ayıran en önemli ayrıntı Dünya Kupası'ydı, çünkü geri kalan her şey hemen hemen aynıydı. Yazdan yaza görüşen arkadaşlar, beraber geçen güzel ve eğlenceli günler. Hemen hemen, 10 senedir aynı grupla aynı şeyleri yapıyorduk.

Bunlardan biri de gündüzleri kumda top oynamaktı. Sahilimizin o zamanki halini kısa bir şekilde özetlemem lazım. Sahilin dörtte üçlük kesimi, içinde arkadaşlarımın evlerinin de bulunduğu siteye aitti. O geniş tarafta, site sakinleri için şenzlonglar konulduğu için hareket alanı kısıtlı. Sahilin diğer tarafında ise bir otel var. Otelin alanı daha küçük olmasına rağmen orada da benzer şekilde şenzlonglar ve şemsiyeler yer alıyor. 

İkiinin arasında ise biraz daha ufak ama aslında çok geniş bir boşluk var. Bizim gibi lise öğrencileri ve bizden biraz daha büyük gençler orada oturuyor, havlusunu seriyor. Senelerdir olduğu gibi. Şenzlong yok. Gençlik var. Voleybol filesi var. Mesela, akşam saatlerine doğru güneş etkisini kaybedince ve sahil biraz daha boşalınca voleybol maçları dönerdi. Biz ise gündüz sıcağında futbol oynardık. Senelerdir öyleydi. Fakat o sene öyle olmadı.

Hem otel yönetimi hem de site çalışanları, top kendi taraflarına kaçıyor ve müşterileri rahatsız gerekçesiyle top oynamamızı yasakladı. Yasak dinleme meraklısı değildik ama en sonunda voleybol filesinin kaldırılması tehdit edilince vazgeçmek zorunda kaldık. Çünkü voleybolu oynayanlar daha fazlaydı, onların eğlencesinin kalkmasını istemedik. 

Yetkili abilerle, son tartışma anını hatırlıyorum, yarı final maçının bir gün öncesine denk gelmişti. Otel idresinden abiler, bizim top oynamamızı istemiyordu. O zamanlar 16-17 yaşında olan ben de onlara şöyle demiştim:

"Sen yarın bizim takımın Brezilya'yı yenmesini bekliyorsun değil mi? Yenemeyiz. Çünkü onlar kumda top oynarken kimse karışmıyor. Burada karışıyor. Adamalar bizi yener"

Çok geçerli bir kıyas olmayabilirdi ama böyle bir tepki adamı şok etmişti. Bizim çocukların da baya hoşuna gitmişti. Senelerce bunun muhabbetini yaptıkları için hem hikayeyi unutmadım hem de dönem dönem gururlandım. Fakat sonuç almamıza yeterli olmadı. Bir daha o sahilde futbol maçı oynanmadı.

Aradan seneler geçti. Sanırım 2012 yazında, artık voleybol filesi de yoktu orada. Üstelik senelerce öğrencilerin oturabildiği, bir araya geldiği o geniş boşluk da şenzlong istilasına yenik düşmüştü.

2 gün önce, 4-0 biten Brezilya maçından sonra cumhurbaşkanı maçı değerlendirdi. 2002'de Bodrum'un bir köyünde yaşanan olaydan 5 ay sonra seçim kazananan ve 12 sene boyunca ülkeye başbakanlık yapan adam şunu dedi:

"Brezilya'da deniz kenarında kumda top oynuyorlar. Kum kasları güçlendirir. Kumda koştukları için atak ve güçlü oluyorlar. Bizim gençler halı sahada, sentetik yerde maç yapıyor."

Doğru. Ama bunun sorumlusu kim? Bizi halı sahalara mahkum eden kim? Hangi zihniyet, hangi güç, hangi idare mekanizması? Bunun nedenini düşünen oldu mu? Bu sahillerde niye top oynanmıyor? Bu sahillerde neler var? 3 tarafı denizlerle çevrili ülkede hemen hemen bütün sahilleri peşkeş çeken, bunlara göz yuman kim?  

Gençler sadece kendi zevkleri için mi halı sahada top oynuyor? Sınırsız saha imkanına sahip olmalarına rağmen, isteyerek ve keyif alarak para verip halı sahada top mu oynuyorlar?

Soruları cevaplamaya bile gerek yok aslında ama...

Bu açıklama, bu kıyas Türkiye'nin Brezilya'dan 4 gol yemesinin birinci sebebi olamaz. Ama madem bunlar konuşuluyor, detaylandıralım konuyu. Sorunun özüne inelim. Ortada bir maç var evet, üstelik skor 4-0 gibi ağır ve farklı. Peki bu maçın kazanan, Türkiye'yi yenen Brezilya mı; yoksa sporu yenen rant mı?


Perşembe, Kasım 13

Türkiye 0-4 Brezilya



Doğup büyüdüğüm ilçenin stadyumunda Brezilya hazırlık maçı oynayacak. Seneler sonra bile anlatılacak bir maç, bir anı. Stadyum eve yürüyerek yarım saat. Fakat ben, 7 yaşından beri futbolu seven, hayatını bu sevgiyle şekillendiren insan, maça sıfır ilgiyle günü yaşıyorum.

Akşam 17.00 gibi telefon geliyor. Fazla bilet çıkıyor bir yerlerden. Bu sayede maça gitme imkanı oluşuyor. Aslında maça gidip gitmeme konusunda kararsızım, çünkü akşam halı saha maçı da var. Brezilya maçını es geçecektim ama son anda halı sahada 1 kişinin fazla olduğu ortaya çıkıyor. Feragat ediyorum, stadyumun yolunu tutuyorum. Yoksa aslında önceliğim yine de halı sahaydı. Bu ülkede futbolu yönetenlerin karışmadığı tek yer halı sahalar ve parklar, sokaklar. Orası daha güzel...

Maça dair hiçbir beklentim yok. İki şey beni stadyuma götürüyor. Yalana gerek yok, birincisi, günümüzün ortak düşüncesi; "Oradaydım" diyebilmek için. Belki check-in yapmıyorum ama olsun. Tarihi bir an yaşanırsa hazır olmak lazım. İkincisi ise passolig nedeniyle uzak kaldığım "maça gitme"  duygusuyla hasret giderebilmek. Bundan sonra bir daha ne zaman turnikelerden geçeriz belli olmaz. Belki alt ligler ama bu seviye için çok ümitli değilim.

Futbolu seven, bu uğurda hayatını şekillendiren, sevgisini mesleğe dönüştürmeye çalışan ama iğrenç ülke düzeni ve futbol ortamı sayesinde kaygılarla ve korkularla yaşayan, belki de bu nedenle hobisinden nefret etmeye başlayan 5 Türk, Brezilyalılara ayrılan tribününde maç izliyor. 

Milli takımlar aslında bir aynadır. Bir ülke sporunda sistem, yetenek, birlik, huzur ve diğer iyi kelimeler yoksa, milli takım başarılı olamaz. Milli takım sporcuları tek başlarına bir çıkış yaratamaz. Bir şeyler üretilir, bir emek verilir, bir çaba gösterilir, bir kültür yaratılır ve en sonunda da bunların sonucu milli takıma yansır. Milli maçlarda görülenler, o karşılaşmalarda alınan skorlar bu üründür. Hatta belki de sadece ülke sporu ile daraltmak da eksik kalabilir. Futbol gibi kitleleri sürükleyen bir spordan bahsediyorsak, ülkenin genel yapısı da bu duruma etki edebilir.

En büyük eğlencesi futboldan bile uzaklaşamaya başlayan insanların ülkesi Türkiye... Rakip ise eğlenmek için bahane üretmekte zorlanmayan ve futbolla yaşayan insanların ülkesi Brezilya. 4-0 gayet normal sonuç. Maça bakmaya bile gerek yoktu. Sadece tribüne göz ucuyla bakmak bile yeterliydi. Her takımın bayrağı ile maça gelen güzel ve eğlenceli Brezilyalılar... Neden Türkiye'de yaşıyorlar bilmiyorum. Bizim kulağımızın dibinde 10 dakika arayla "Bir başkadır benim memleketim'' çalıyor, aklıma Ahmet Kaya geliyor. Ülkenin yaşadığı bütün sıkıntılar, bütün ayrımcılıklar, bize dayatılan bütün çileler ve o şarkı... Bu insanlar ise gelip burada yaşıyor. Şarkının tadını da onlar çıkarıyor. Sözlerini anlasalar ne derlerdi acaba?

Brezilya tribününde oturan az sayıdaki Türkler, henüz 2. dakikada yapılan yan pasa "Gerizekalı bu adam" derken, adamlar kaçan gole seviniyor. Böyle anlayışa böyle milli takımlar. 

Aslında normal şartlar altında bile Brezilya'ya 4-0 yenilmek sorun değil. Fakat baştan aşağıya iflas etmişken de var olanı normalleştirmeye gerek yok. Islıklar mı? Kaçarı yoktu. En ucuz bileti 60 lira yaptıktan sonra insanların önüne etkisiz ve yetersiz bir milli takım çıkarırsanız, karşındaki rakibin de pek önemi kalmaz. Üstelik grubunda 1 puanı dahi zor almışken.

Brezilya'ya, Türkiye'de maç yapması için milyon eurolar verilmesi normal... Fakat zamanı şimdi mi olmalıydı? Neyi göstermeye çalıştılar? Biz buraya Brezilya'yı getiriyoruz, parayı neyse veriyoruz algısını yaratmak mı? Neyi görmemiz isteniyor, muhteşem ekonomimiz, sarsılmaz gücümüz mü? Stadyum dolu, insanlar futbola aşık imajı mı? O zaman bu pr çalışmaları iflas edip, insanlar "yeter" diye bağırdıklarında şikayet etmeyeceksiniz. Çünkü kimse yemiyor artık.

Brezilya'nın Türkiye'yi yeneceği az çok belliydi. Normali oldu. Peki ne oldu şimdi? Sizin muhteşem imaj yaratma çabanız, Kazakistan maçı öncesi futbolcuların da taraftarın da moralinin bozulmasına neden oldu. Harika iş...

 "Kimse gücümüzü test etmeye kalkmasın" ezberiyle yönetilen ülkenin, kukla olmuş bir kurumu, gücünü test etmeye kalkınca ezildi. 

Keşke bu teste girmeseydi. Fakat iyi de oldu. İnsanlar biraz olsun güzel futbol izledi. Adamların ısınmada oynadığı ortada sıçan bile büyük kaliteydi. Isınma hareketlerini bile topu ortaya koyarak yaptılar. Tek pasları, çalımları, golleri... İyi ki sağa sola sponsor biletleri dağıtıldı da 55.000 kişi bu şöleni izledi. Aksi durumda, el altından dağıtılan o biletler olmasa, ya da büyük icat passolig bu maçta da uygulansa, Brezilya'nın kalitesini çok az kişi izleyebilecekti.

Dünyanın ufak bir noktası Şükrü Saracoğlu Stadı. Ama güzel bir buluşma oldu. Bu sayede Brezilya ile Türkiye aynı mekanda bir araya geldi. Aralarından, 10.000 km fark olan iki ülkenin tüm özellikleri bir ufak stadyumda, bir 90 dakikaya sığdı. İki farklı zihniyet. İki farklı anlayış. İnsan Brezilya tribününe otururken  "Bir başkadır benim memleketim"i duyunca gülmeden duramıyor. Sinirleri bozuluyor çünkü...

Cuma, Temmuz 11

Ilha Das Floresm


"Özgürlük" insanların düşlerini canlı tutan bir sözcüktür. Ne ifade ettiğini kimse açıklayamaz ama herkes anlar.

Salı, Temmuz 1

Ağlaya Ağlaya Finale


Bu seneki Brezilya'yı seviyorum. Aslında 2010'dakini de seviyordum. Hatta 2010'dakini daha çok seviyordum. 2010'daki Brezilya, Dünya Kupaları'nda bana en çok sempatik gelen Brezilya'ydı. 1994 - 1998 - 2002 ve 2006 takımları çok şey vaad edip az şey sunan takımlardı. O neden bana biraz riyakar geliyorlardı. Yerin dibine sokulan 2010 takımı ise, az destek ve ufak beklentilerle doğruyu yapmaya çalışıyordu. 

Güney Afrika'da oynanan Hollanda maçı gerçekten çok ilginç bir maçtı. Bu kadar farklı bir 45 dakika nasıl oynandı aklım hala almıyor O gün devre arasında, o soyunma odasında ilginç şeyler olmuş olabilir.

2010'u geride bırakalım. 2014 takımı, 2010'dan daha zayıf. Savunma hattı daha güçlü olmasına rağmen, sadece Neymar'a bağlı kalan bir takımın ilerlemesi mümkün değil. Ama ilerliyorlar. Benim de ilgimi çeken bu. İnanılmaz bir motivasyon var. Ve inanılmaz bir baskı.

Milli marşlarda ağlayan futbolcular grubu.. Ev sahibi baskısı. 1950 takımının neler yaşadığı nesilden nesile aktarılmış ve şimdi o hikayelerle büyüyen bu oyuncular aynı şeyi yaşamamak için uğraşıyorlar.

Scolari ve Parreira ne yapıyorsa yanlış yapıyor sanki. Hoca eleştirmeyi sevmem ama oyuncuların bu mental açıdan zorlanışlarını görünce, sanki ana-babalarıymışım gibi kızıyorum. Belki başarı gelecek ama insani açıdan yanlış bşir şey var.

Brezilya'nın saha içinde kötü ve zevksiz futbol oynama nedenini Parreira'ya bağlıyorum. 1994 ve 2006 hatta yakından gördüğümüz Fenerbahçe günleri buna işaret ediyor. Futbolcuların mental açıdan baskıya maruz kalmalaının nedeni ise sanırım Scolari.

Henüz 22 yaşında olan Neymar, turnuva öncesinde "Futbolun baskı yarattığını düşünüyorsanız kendinize başka bir spor dalı bulmalısınız" diyordu. O böyle söyleyince, bununla başedeceğini sanmıştık. Ama herhalde o da Scolari'nin onu bu kadar zorlayacağını tahmin etmemişti. Bütün takımı Neymar'ın üzerine kur, en kritik maçın 5. penaltısını ona attır... Zor işler. 22 yaşındaki bir futbolcu için oldukça zor. Maradona'nın İspanya'daki turnuvada kırmızı kart gördüğü yaşta...

Sırf bu nedenle; Scolari ve Parreira'yı ne kadar sevmesem de saha içinde didinen Brezilyalı topçulara saygım artıyor. İtalya da elendikten sonra turnuvada başarılı olmalarını istediğim takım onlar. Üstelik normalde evsahiplerinin başarılı olmasını pek istemezdim. Fakat bu sefer ev sahibi olmak, deplasmanda olmaktan daha zor galiba...

Perşembe, Haziran 19

Hayaller Rio Hayat Zincirlikuyu



Kafiye üreteleim istedik hiç olmadı. Belki Refet bulur buna göre bir şey...

Arjantin'e gitme hayali tam olarak ne zaman içime düştü emin değilim ama Brezilya, Dünya Kupası'na ev sahipliği yapma isteğini 2006'da duyurduğunda biz de bazı planları (plan demek de büyük haksızlık) daha fazla dillendirmeye başladık. Şuydu aklımızdan geçen;

2007'de mezun olacaktık, 2008'de askere gidip dönecektik, 2009-2012 arası çalışıp, para kazanıp Arjantin'e yerleşecektik. İki sene de Arjantin'de çalışıp, yaşayıp, eğlenip, para biriktirip, 2014 yazında (orada kış) araba kiralayıp Brezilya'ya gidecektik. 

Güney Amerika'ya dair hiçbir şey bilmiyorduk. Hatta İstanbul sınırları dışındaki yerlee dair bile hiçbir şey bilmiyorduk. 2012-2014 çok uzak bir tarihti, o zaman kadar kendimizi geliştirebilirdik. Motosiklet Günlüğü'nü yeni izlemiştik ve içimiz kıpır kıpırdı.

Plan ilk başta tıkır tıkır işledi. Mezuniyet, askerlik, iş bulma hepsi halloldu. Daha sonra ise sanırım büyüdük. Veya korkularımız çıktı ortaya. Hayaller kurduğumuz günlerde kaybedecek hiçbir şeyimiz yoktu. O yüzden kaybetme korkusundan bihaberdik. Şimdi ise elimize ufak tefek şeyler geçince onları kaybetmekten korktuk.

Hayat da bize adil davranmadı tamam ama yalan yok biz de bir bok yapamadık. İspanyolca öğrenemedik, öğrenmek için çaba göstermedik, sadece her yerde "çok istiyorum ya..." diyebildik. Pasaport çıkarmak bile 2013'ü buldu. Tamam paramız olmadı, maaşımızı alamadık, İstanbul'da hayat pahalıydı ama biz de Galatasaray'ın deplasman maçlarına en az 50 lira atacağımıza kenara üç-beş birşeyler koyabilirdik.

Bugünlerde Dünya Kupası maçlarını izlerken, Dünya Kupası'nı Brezilya'da izlemek istiyor muyum, ondan da emin değilim. Ama mesele tam olarak bu değil. Volkan Ağır ile yeni tanıştık, 1 seneden biraz fazla oldu, çat diye Brezilya'ya gitti. O da geri dönecek belki ama müthiş saygı duyuyorum. Çünkü gitti.

İşin aslı 2012 için hayal kurarken bile aslında o hayalin gerçekleşmeyeceğini biliyorduk. Hayalin gerçekleşememsi çok koymuyor da, hedef olarak belirlediğimiz tarihin suratmıza çarpması müthiş sarsıyor.. Caddebostan'da 5e 5 minyatür kale maç yaptıktan hemen sonra Cappy vişne eşliğinde  "2014'te Brezilya'da olacağız ehehe" demek, Brezilya'da olmaktan daha güzeldi belki de. Sonra bir baktık 2014'teyiz. Aradan 7-8  sene geçmiş ve hala aynı yerdeyiz. Ekstradan, her gün Zincirlikuyu'daki iş yerine gidip, senelerdir devam eden bu hayatın biraz daha devam edebilmesi için para kazanmaya çalışıyoruz. 2018, 2022...

Bu kadar acı bir Dünya Kupası izlememiştim....