Cuma, Nisan 3

Once Upon a Time in Venice


Bu kadrodan (Bruce Willis, John Goodman, Famke Janssen) daha iyi bir film çıkabilirdi ama izlediğimiz de fena değildi. Herhalde bu beklentiden dolayı IMDB'de oy verenler puanı biraz kıt vermiş. Taken ve John Wick gibi filmleri alaya almış ama ben o filmleri izlemediğim için konuya hakim değilim. Birçok göndermeyi anlamamış olabilirim. Belki de o yüzden filmde 'zeka pırıltısı' göremedim. Komedi filmlerinde bu çok önemlidir ve benim puanımın düşmesine neden oldu. Yine de aksiyonu ve mizahı fena değil. Süreyi de çok uzatmaması, 'çıtır' bir film olmasını sağlıyor.

Çok fazla karakterin olması ise takibi zorlaştırıyor. Bu karakter sayısının ayarını iyi tutturmak gerekiyor. Bazı filmlerde o zenginlik filme renk katarken, bazen de konsantrasyonu yerle bir ediyor. 

Son sahnesiyle sanki devamı olacakmış gibi hissettim ama gelen kötü yorumlar herhalde varsa bile bu ihtimali ortadan kaldırmıştır. Yine de hiç izlenmeyecek bir film değil. Doğru zamanda, düşük beklentilerle koltuğa oturmak lazım.

Perşembe, Nisan 2

Başkalarının Hayatı


Başlık biraz kışkırtıcı olabilir. İçimizde bulunduğumuz günlerin hassasiyeti düşünülünce sanki evde kalma kampanyasına isyan ediyormuşuz gibi düşünülebilir. Öyle bir çabamız yok. Mecbur evdeyiz. Fakat bir itirazımız var. Evde kalma mecburiyetini, aslında hoş bir durummuş gibi gösterenlere, çocuk kandırır gibi konuşanlara, bunu romantize edenlere karşıyız.

Önce başa dönelim. Türkiye'de henüz karantina gündemde değilken, hatta ilk Covid19 vakası henüz görülmemişken İspanya ve İngiltere çoktan alarma geçmişti bile. İtalya ise zaten karantinayı yaşamaya başlamıştı. O dönemde birçok ünlü, popüler ve zengin isim halkı eve çağırıyordu. Bunları daha çok medyadan ve sosyal medyadan takip ediyordum. Açıkçası o toplumların nasıl tepki verdiğini gözlemlemedim. Fakat bir yandan da o paylaşımlara şaşırıyordum. Daha doğrusu düşünüyordum; benzeri bizde olursa ne kadar tepki çekerlerdi?

Beklediğim gibi oldu. Avrupa'da gördüğü hemen her akımı uyarlamaya çalışan Türkiye (misal tuvalet kağıdı ile top sektirme) yine benzer bir hamle yaptı. Devletin çağrısına kulak veren ünlüler, reklam kampanyası yapmak zorunda hisseden markalar, sosyal medyada geri kalmak istemeyen zenginler insanları evde oturmaya çağırdı. Bunu yaparken de muhteşem evlerinden manzaralara koydular. Ben servet düşmanı değilim. Dünyanın eşit bir yer olmadığını biliyorum. Bunu yıllar içinde kabullendim. O nedenle bahçeli evinden "Evde kal Türkiyem" diyene bir nefretim yok. Belki hafifçe iç geçiririm ama o da kısa sürer. Fakat daha fazla sert tepki gösterenler de beni şaşırtmıyor. Asıl ilginç olan ise doğduğundan beri Türkiye'de yaşayanların, bu tepkilerin geleceğini bilmeden böylesine özensiz paylaşımlar yapmaları çok enteresan geliyor. Neyse zaten bu sosyal medya ajanslarının ve onların müşterilerinin konusu; biz şimdilik teğet geçelim.

Zenginlerin çağrısı beni bağlamıyor. Fakat insanlara evde yapılacaklar listesi verenlerle sorunum var. Bunu kabullenemiyorum. Hatta son günlerde öfkemin arttığı bir kesim daha var. Mesela  insanların normal zamanda sokakta veya ev dışında yaptığı şeyleri küçümseyen, o meşgaleleri değersiz kılan bir kesim türedi. Bu kibiri, bu üstten bakmayı zengin tayfa bile yapmıyor. Onlar sahip oldukları imkanlara hemen hemen herkesin sahip olduğunu zannediyorlar. Biraz ortamdan kopuk olmakla alakalı. Yanılsama içindeler. Onlar kaymak tabaka. Fakat diğer kesim orta sınıfın tüm ikiyüzlülüğünü sergiliyor. Onlarınki yanılsama değil, küçümseme. Evrensel ve ulusal bir mücadeleye katkı verdiklerini zannederken, aslında başkalarını (maddi bakımdan olmasa da) kültürel, psikolojik ve başka alanlarda ezmek için fırsat kollamaya devam ediyorlar. Bu listeye dahil olanları çok fazla sayıda, biz hepsini aklımıza yazdık. Bugünler bitince, en azından listede yer alan tanıdıklarımızla hesaplaşırız.

Yine araya girelim. Bugünlerde evde kalmak zorundayız. Mecburuz. Dışarı çıkan insanları da artık 'hastalık' korkusuyla içeri sokamayacağımızı anladık. Onların işin sağlık kısmını önemsemediklerini görüyoruz. İşe gitmek zorunda olan, çalışmak zorunda kalan insanlara lafımız olmaz, olamaz. Fakat özellikle güneşli havalarda sahilleri dolduranların büyük bir kısmının çalışan kesimden değil. Onlara salgından bahsettiğimiz zaman büyük ihtimalle 'Bana bir şey olmaz' derler. Belki de gerçekten olmayacaktır. Güvendikleri bir bünyeleri vardır. Ya da sevdiklerini de düşünmüyor olabilirler. Ya da kimseyi çok fazla sevmiyor da olabilirler. Herkes, ailesini ve akrabasını bizim ailemizi sevdiğimiz kadar sevmek ve düşünmek zorunda değil. Başka insanları, kendi hayatlarımızın öncelikleriyle korkutamayız.

Fakat diğer yandan birçok insan eve girerek işlerinden oldu, oluyor, olacak. Geçen her süre birçok insanı salgın sonrası dönemde daha zor durumda bırakacak. O nedenle artık toplumsal bir refleks geliştirilmeli ve insanlar bunlara zorlanmalı. Bugün dışarıda olanlar, yarın hayat normale döndüğünde sosyal yaşamın nimetlerinden uzak tutulmalı belki de. Bu devlet zoruyla olmamalı ama herkes kendi çevresinde bu 'dışlama'yı sağlayabilir. "Sen dışarıda gezerken, ben evde işimi kaybettim. O yüzden şimdi benimle bu lokantaya giremezsin" diyebilmeli veya işler ters giderse diyeceğini belirterek tehdit etmeli!

Tabi bunlar ütopik düşünceler. Ne de olsa insan ne kadar beylik laflar ederse etsin, sınırın dışına bir tanıdığı çıktığı zaman "Ama o benim sevdiğim biri" diyerek sınırlarını esnetir. Twitter'da çok görürüz bunu. İnsanlar, deli gibi savundukları görüşleri sayesinde bir kimlik edinir, daha sonra bir arkadaşları o görüşlerin dışında bir tavır takındığı zaman "Ama o böyle demek istedi" diyerek korumaya geçer. O nedenle yukarıdaki düşüncemiz de toplumsal hayatın dinamiklerine çok uymayacak.

O nedenle biz asıl konuya dönelim. Evde kalmalıyız. Evdeyiz de zaten. Sıkılıyoruz, bunalıyoruz. Gerçi günlerdir evden çıkmayan biri olarak beklediğimden daha iyi durumdayım. Senede sadece 4-5 günü evden hiç çıkmadan geçiren biri olarak tahminimden çok iyi dayandım. Daha da bir süre giderim. Ramazan'a kadar dayanırsam gerisi de gelir gibi düşünüyorum. Zaten evimde mutluyum. Güzel bir düzenimiz var. Zaten evde olmak sorun değil ama daha önce dışarıda yaptıklarımızı şimdi yapamamak can sıkıyor. Üstelik bunun ne kadar süreceğini de bilmiyoruz. "Sayılı gün çabuk geçer" sözü bir kez daha doğru çıkıyor. "Şu gün bitecek" dense ona göre hazırlar insan kendini. Fakat bilinmezlik, belirsizlik insanı daha da geriyor. Zaman zaman askerlikle kıyaslıyorum. Orada da sosyal hayatın nimetlerinden uzak kalıyordu insan. Hatta bir evin konforu, aile sıcaklığı da yoktu. Ama insan ne zaman biteceğini bilince kendini şartlara daha iyi hazırlıyordu. Bugünlerde böyle bir şansımız yok.

Bu belirsizlik hissinin yarattığı gerginlik giderek sertleşiyor. Asıl sıkıntı da burada. Tuzu kuru kesimin (kaymak tabakadan bahsetmiyorum) daha rahat olması ve sayesinde çevresine daha rahat akıl vermesi, öfkenin adresini şekillendiriyor.

Şimdilerde "Karantinada neler yapılır?" diyerek akıl verenleri de duyuyoruz. Liste veriyorlar. Kitap okuyun, klasikleri bitirin, film izleyin, Tarkovski filmleri için en güzel zaman, spor yapmayı ihmal etmeyin, işte evde yapabileceğiniz hareketler, yemek yapın, yemek yaparken deneysel takılın.....

İnanılmaz. Akıl almaz. Dışarıda dünya salgından kırılırken, insanlar ölürken, insanların sevdikleri kalabalık ortamlarda çalışmaya devam ederken, ekonomiler sarsılırken, iş yerleri kapanırken, insanlar işsiz kalırken, insanların geleceği ertelenirken onlara Tarkovski izlemelerini mi öneriyorsunuz? Üstelik bunu da öyle bir dille yapıyorsunuz ki, sanki bunu yapmayan kültürel anlamda eksik kalacakmış veya karantinayı boşa geçirmiş gibi...

Blogu takip eden bilir; bilmeyen de şöyle bir göz gezdirirse anlar. Film izlemeyi çok seviyorum. Haftada 4-5 film izlerim herhalde. Salgın başladığından beri ise 20 günde üç film izledim. Dergi, gazete, kitap okumayı çok severim. Son 20 günde toplam 20 sayfa okuyamadım. İş yoğunluğunda bile bloga yazı yazmak için uğraşır, "Keşke daha çok vakit ayırsam" derdim. O vakit geldi ama bu sefer de yazı yazmak zül geldi. Nedeni çok basit. Çünkü kafayı toparlamak kolay değil. Kitap okumak, film izlemek, yazı yazmak ne olursa olsun ciddi bir konsantrasyon ister. Bu günlerde, eve hapsolmuş birileri olarak bu konsantrasyonu bulmak kolay değil. Bu konsantrasyonu bularak bu işlere zaman ayırdıklarını söyleyenler varsa, kesinlikle kafaları ve gelecekleri çok rahattır. Maalesef bizim değil!

Bir de veba salgını zamanının üretimleri çıkıyor karşımıza. Shakespeare, Kral Lear'i veba günlerinde yazmış. Doğrudur. Yazabilir. Bu dönemde de bazı evlerde şu an çok iyi romanların ilk sayfaları yazılıyor olabilir. Fakat Shakespeare ile aramızda büyük fark var. Mesela veba salgını zamanı şöyle bir site yoktu muhtemelen. Televizyonu açtığında kırmızı bantla son dakika haberlerini görmüyordu. Whatsapp gruplarından yalan yanlış bilgiler akmıyordu. Felaket tellalı arkadaşları da kafasını rahatsız etmiyordu.

Peki ben ne yapıyorum? Askerden alışık olduğum gibi; işin sırrı zaman geçirmekte değil zamanı geçirmekte. Zaman en hızlı şekilde nasıl akacaksa öyle hareket ediyorum. Yaptığım faydalı işlerin üzerinden sadece bir saat geçecekse pek bir faydası yok.

Zamanı geçirmek de ancak basit işlerle oluyor. Mesela oyun oynuyorum. Hayatım boyunca oyun oynama konusunda istikrarlı olamadım. Şimdi Kelimelik'e sardım mesela. Bir oyun 45 dakika sürse tamam işte. Ara ara temizlik yapıyorum veya bulaşık yıkıyorum. Hem bu sebepten hem de kişisel hijyen nedeniyle ellerim 60 yaş eline dönse de zamanı akıtıyor. Tarkovski yerine Survivor izliyorum. Acun yine bizi kurtardı. En önemlisi ise uyumak. Zamanı öldürür. Gece 2'den önce uyumayan ben artık 12'de yatağa gidiyorum. Hatta herhalde son 1-2 senede ilk defa gündüz vakti uyudum. Twitter ve Watsapp'ta da çok fazla zaman geçirdiğimi kabulleniyorum. Biraz sinir bozsa da, zaman öldürmek için işe yaradığını söylemek gerek. Bu böyle gidecek.

Bir de liste tutuyoruz işte. 10 gün önce sokağa çıkıp muhabirlere röportaj veren ama sonra Bambi ile Evde Kal temalı reklam yapan Hülya Avşar bile beni çok rahatsız etmedi. Fakat kendi hayatının konforundan başkalarına pay vermeyen ama kendi hayatını model olarak sunarak diğer yaşamları küçümseyenler aklımıza kazındı. Şu günler bitsin de...

Çarşamba, Nisan 1

Stranded


Maalesef son dönemde izlediğim en kötü filmlerden biri. Ki son dönemde çok fazla kötü film izledim. Sanırım bu konuda kendimi frenlemem lazım. En azından zamanın ve hayatın ne kadar değerli olduğunu daha iyi anladığımız bir dönemden geçerken bazı alışkanlıklarımı değiştirmem iyi olacak..

Bir kere bu filmin ismi bile şaibeli. Stranded Dawn Patrol mu o bile belli değil. Hadi isim konusunu hallettik diyelim; kurgu-öykü rezalet. Daha ilk dakikalardan sonu tahmin ediliyor ki ben genelde bu konuda Ekşi Sözlük yazarları kadar başarılı değilimdir. Filmin gideceği yeri kolay kolay anlamam. Fakat burada her şey çok belli ilerliyor, çok fazla klişe barındırıyor.

Yönetmen zaten klip yönetmeni gibi, hızlı hızlı akıtıyor her şeyi gözümüzün önüne. Oyuncular yetersiz. Clint Eastwood'un oğlu başrolde ama Clint Eastwood'un oğlu olmanın üzerine çıkamamış. Yaratılan karakterlerle de bağ kuramıyoruz. Çocuklarıyla beraber esrar çeken ebeveynler ile ırkçı, kıskanç ve ergenlikten kurtulamamış gençler bize çok uzak.

Normalde böyle bir cümle kullanmam ama nasıl denk geldiysek, ömrümüzden 88 dakikanın gitmesine engel olamadık. Bu satırlara bile gerek yoktu ama en azından blog canlı gözüksün diye karalamış olduk bir şeyler...