Çarşamba, Aralık 23

Bir Zamanlar Bir Ülke Vardı





Kafasındaki kasketten dolayı suratı çok net belli olmayan adam büyük bir futbolcu....Daha doğrusu eski futbolcu. Alttaki stadyuma aldanmayın; bu futbolcu büyük topçu olma yolunda ilerlerken o stadyuma çok fazla çıkmadı ama ilk adımlarını da burada attı. İlk fotoğraftaki eski bina da futbolcunun doğup büyüdüğü ev...

Bosna tarafında doğan Sırp bir baba ile Hırvat bir annenin çocuğu olan Sinisa Mihajlovic eve döndü... Yaklaşık 25 sene  aradan sonra. Kurir Gazetesi, onu evine götürmüş. Yeni yıl hediyesi gibi bir şey herhalde. Burası Borovo şehri. Sırp futbolcu Mihajlovic'in büyüdüğü şehir. Şehir ise Hırvatistan'da. Zaten Mihajlovic de bir röportajında kendisini Sırp ama ülkesini Hırvatistan olarak gördüğünü söylemişti. 

Onun da Balkanlar'daki hemen herkes gibi karışık fikirleri ve duyguları var. Mihajlovic, savaştan sonra ilk kez buraya geliyor. 1988'e kadar şehrin takımında top oynadıktan sonra, Novi Sad'a ardından da Kızılyıldız'a yani Belgrad'a gidiyor.  Evine, mahallesine en son uğradığında tarihler 1991'i gösteriyor. Borovo, o zamanlar Yugoslavya'ya bağlıydı. 

Şimdilerde Milan'ın teknik direktörü olan Sinisa, ''Fotoğraflara bakarak anılarımı taze tutmak istedim. Harap bir şehir olarak hatırlamak istemezdim'' diyerek neden yıllardır şehrine dönmediğini açıklamaya çalışıyor. Gazetenin haberine göre, ziyareti esnasında zaman zaman gözünde yaşlar beliriyor.

Kusturica'nın Underground'ında evini arayan Ivan, BM görevlisine Yugoslavya'yı sorar. ''Yugoslavya yok'' cevabını alınca filmin en can alıcı anı oluşur. Bu Hırvatistan ziyareti de sanki o sahnenin devamı gibi olmuş.

Yeni Yaşam Biçimi


".... Şu günlerde İngiltere’de de durum aynı. Genel olarak insanların sabrı kalmamış durumda ve kısa vadede başarı görmek istiyorlar. Güzel arabaları hemen sürüp, güzel dairelerde hemen oturmak amacındalar. Geçmişte bunun farklı olduğunu hatırlıyorum. Ailemin yazlığımızı inşa etmesi neredeyse 10 yıl almıştı. Her şey yavaş yavaş... Şimdi insanlar hemen istiyor. Bu futbolda da böyle ve işe koyulur koyulmaz baskı altına giriyorsunuz. Bu yeni bir yaşama ve düşünme biçimi"

Slaven Bilic

Salı, Aralık 22

Daha Çok Genç



Ancelotti, yıllardır aynı tipte. Teknik direktörleri düşününce sanki Lippi, Trapattoni, Ferguson dönemindenmiş gibi... Babacan, Hulusi Kentmen tadında. Oysa sadece 56 yaşında. Mourinho ondan sadece 4 yaş küçük. Benitez ile aralarında bir yaş var. 

Şu fotoğraf da çok acayip Adamın suratı aynı. Sanki şimdiki halini 25 sene öncesinin Milan'ına fotoşoplamışlar gibi.

Pazar, Aralık 13

Sarıyer 0-0 Nazilli Belediyespor



Bu ne şimdi? Oysa bu maç geçen hafta sonu oynanmıştı. Ben ise bu maça dair postu bir hafta sonra yazıyorum. Bir haftadır çok mu yoğunum? Hiç alakası yok. Fakat artık böyle oldu.

Artık daha az maça gidiyoruz. Daha az maç izliyoruz. Daha az yazıyoruz. Futboldan soğuduk demek futbola haksızlık olur belki de. Birçok şeyden soğudum. Bunu mutsuzluk olarak algılıyorlar. Değil. Mutsuz değilim, gördüğüm ve anlamlandıramadığım manzara karşısında moralim bozuluyor.

Garip bir yaşlılık özelliği de değil bu. O yaşlı amcalar da olur ya, "Ah şu eski Ramazanlar'' ezberi. Bizdeki o değil. Tam tersi. Değişen hiç bir şey olmuyor. İnsan ilk kez yaşadığı bir şeyin heyecanını duyar. O heyecan hayattan zevk almasını sağlar. Merdivenleri tırmanarak yeşil sahayı görmenin heyecanı iyi bir metafordu. Defalarca aynı şeyi yaşayınca bir heyecanı kalmıyor belki de. Merdivenleri daha yavaş çıkıyorsun. Daha geç çıkıyorsun. Maçın başlamasına az süre kala stada giriyorsun, hatta başladıktan sonra giriyorsun. Bloga da postunu bir hafta sonra yazıyorsun.

Hayatımda ilk defa Yusuf Ziya Öniş Stadı'na girdim. Ama aynı adamlar, aynı esnaf, aynı jargon, aynı tezahüratlar, aynı ritüeller, aynı davul ritmi orada. Fark yok. Maç boyunca pozisyona giremedi iki takım da... Haliyle tartışmalı bir pozisyon olmadı. Buna rağmen maçın ardından tribünler 'Futbolun katili Türk hakemleri'' diye bağırdı. Maçın özeti, futbolun özeti, Türkiye'nin özeti.

Sarıyer tribünü diğer tribünlere benzemiyormuş. Yaş ortalaması 40 falan. Onun da nedeni, 0-10 yaş arası çocuklarını yeğenlerini getirenler. O çocuklar da olmasa 55'e çıkar herhalde. 

İnsan böyle bir ortamda; her şey aynı kaldığında, sahadaki oyunun da çok fazla tüketilmesini istemiyor. Sanırım futboldaki sıkıntının kaynağı bu. Devamlı değişen kadrolar, transfer olan futbolcular. Herhangi bir futbolcuyu bir sezon sonra aynı yerde görmek oldukça zor. Sen aynı stada, aynı takımın maçına geliyorsun ama bilmediğin insanlarla karşılaşıyorsun. Bir de o maçta pozisyon olmayınca; yazacak bir şey olmuyor.Yazacak bir şey olmayınca da bir hafta gecikiyor.

Aslında yine de 2.Lig daha iyi. 1.Lig'den daha iyi en azından. Daha dengeli, daha sert, daha iyi top var. 0-0'lık maçları severim. Nazilli zaten Udinese gibi top oynadı. Deplasman takımının olması gerektiği gibi. Sarıyer'de sıkıntı var. Ayhan Akman gelmişti sezon başında, ona yetişemedik. Yukarıda dediğim de tam olarak bu zaten. Aralık ayı gelmeden değişim. Devre arası bir kere daha. Biz bu değişime ayak uyduracak hızda değiliz. Alışık değiliz, sevmiyoruz. Kafamız karışık, gol olmuyor...

Pazar, Kasım 22

Çok Benziyor


Aslında normalde benzemiyor da burada benzemiş.

Benzemese daha iyiydi ama bu şarkıda benzemesi daha iyi olmuş.

Veya bu aralar sıkıntı var....


ıt's like a pain in the chest
we disappoint and let down
and though ı'm trying my best
we're not so different from convicts on the run
freedom could kill us but we'd rather go on

Salı, Kasım 17

Nota Gerek Yok



Devlet duvara imzasını atmış zaten, boşuna sprey tüketip yazmasına gerek yoktu.

Pazartesi, Kasım 16

Kötü Anılar Biriktirdik




Babam bana devamlı "Büyüyünce beni anlayacaksın'' derdi. Ben de ilerleyen zamanlarda; en azından onun yaşına geldiğim zaman onu anlayacağımı biliyordum. Dünya tarihi büyüyünce babalarını anlayan çocuklar sayesinde yazılıyordu. Bunun farkındaydım. Bütün kitaplarda öyle yazıyordu zaten. Fakat o günlerde sinirlendiğim bir nokta vardı; ben zaten büyümüştüm. Babamın bunu bana en çok söylediği dönemde ben 17, 18, 19 yaşlarındaydım. Çok büyüktüm, gerçekten!

Ama o laftaki 'büyümek' kısmını yeni yeni anlıyorum. Çok klişe gelebilir ama öyle. Zaten sinir bozucu olan da bu. Nasıl yetiştirildiysek, ya da biz dünyaya nasıl baktıysak, o gün söylenen her şey ve bu gün gördüğümüz çoğu şey bizi şaşırtmaya devam ediyor. O zaman da insan ister istemez isyan ediyor geçmişindekilere, 'Ulan o zaman, en azından biz 7-20 yaş arasındayken, bize ne bok öğrettiniz''

İnsan yaşayarak öğreniyor, yaşayarak büyüyor. Artık eminim ki, babamın istediği kadar büyüdüm. Hele bu sene, çok büyüdüm. Babamı yine de tam anlamıyla anlıyor muyum emin değilim. Tahminim, babamı babam bile zor anlamıştır. Ama birçok şeyi yaparken kendimi babam gibi yaparken buluyorum. En basit, gündelik şeylerde bile.. Evde yanan lambayı söndürürken veya markette alışveriş yaparken...

Şimdi burada size babamı falan anlatmayacağım tabi. Konu o değil. Bu akşamın meselesi; yaşamak zorunda olduğunu bilmek, hayatta kalmak zorunda olmak ve bunun için bedel ödemekle ilgili... Babam da bunu yapmıştı zamanında. O nedenle bu yazıda adı sıkça geçiyor. Başka birini gözlemlemiş olsaydım ondan bahsederdim. Yani, babalar ve oğullar yazısı değil. Sadece ortak bir kaygının ürünü olmamız bizi buluşturdu. Aslında Türkiye'deki çoğu erkek aynıdır. Hele belli bir standartın altında sıkışmışsa...

Neyse ki babam bir dönem sonra kendini biraz kurtardı. Şu anda mutlu, en azından huzurlu... Öyle söylüyor. Ama hiç değilse, yalan söylüyor bile olsa, eskisinden daha yumuşak bir hayat yaşadığını tahmin ediyorum. Bunda benim de payım olduğunu bilmek güzel. Zaten tek güzel şey de bu. Gerisi hayatla mücadele etmenin zorluğu. Bazen yıldığımı hissediyorum. 'Olmuyor' sancısı gelip saplanıyor. Babamı anladığım nokta da burası; o sancı geldiğinde ayakta durmak. Belki de balonun havalanması için bazı yükleri aşağıya atmak.

Kısır döngü. Aşağıya attığın bütün yükler, senin hareket etmeni sağlıyor ama onlardan kurtulamıyorsun. Baktığın her yerde onları görüyorsun. Anılar ve insanlar... İnsanın bu kadar anı biriktirip, bu kadar olayı geride bırakıp, bir gün ölecek olması çok fena.

İnsan, günün sonunda o günü değil, geçmişindeki anılarını anlatacağı birilerini yanında istiyor. Ben de öyle en azından. Belki de sırf bu yüzden evleniyor. Evlendiği kişiye anlattıkları bitince bu sefer çocuklara sıra geliyor. En sonunda hafızası yeterse torunlara... Bencillik diz boyu ama başka türlü de çıkış yolu bulamazsın. Yoksa kendine hapsoluyorsun. Hedefsiz ve amaçsız.

Cuma, Kasım 13

Tek El



İyi foto...

Buradan daha iyi anlaşılıyor; adam biraz fazla büyük.... Buna rağmen baya iyi uçuyor.



Perşembe, Kasım 12

Çocukluk




Arafilboyu, limanın üst kısmı, Boztepe'nin altıdır. Sotka’da fuar vardı. Ben orada büyüdüm. Şimdi oradan yol geçiyor. Hem de iki yol birden. O yollar denizdi eskiden. Kumsal vardı, artık yok. Biz orada oynardık. Evimiz kilisenin yanındaydı. İki kızkardeşten kalma Rum eviydi. Şimdi yıkıldı. Midye yerdik, denize girerdik, öyle büyüdük... Fakir bir aileydik ama mahallede zenginler de vardı. Gelir bizde kalırlardı. Kapılar açıktı o zaman. Hafta sonları biz Görele’ye, Tirebolu’ya pikniğe giderdik. Aileler, anneler, babalar, kızlar... Deplasmana gitmek gibi bir şeydi aslında. Tanıdıklar vardı oralarda, ‘’Geliyoruz, sizde kalacağız top oynayacağız’ diyorduk. Farklı bir dünya vardı. Şimdi yok bunlar.

15 yaşında lisansım çıktı. Küçük bir kaleciydim. Kendi grubumda forvetim ama büyüklerin yanında kaleye geçiyorum. İkisinin de bakışı farklı. Hayata bakışın da değişiyor; büyüklerle ilişkin farklı, gençlerle farklı. Yönetenle ve yönetilenle ilişkilerini geliştiriyorsun. Kaba da olsa bir şeyler öğreniyorsun. 


Amatör takımdaydım, 50 lira prim verdiler. Ben de gidip babama verdim. O günden sonra eve para veren kişiydim artık. Aile reisi gibi oldum. Mahalle arasında takım yapan da bendim. O nedenle liderlik kendiliğinden geldi, takım kaptanı oldum. Sorumluluk alınca öne çıkıyorsun. Öne çıkınca da kendine göre hayat çiziyorsun. Bunu okulu yok ama hayatın kendisi sana dersler veriyor. Futbolun bana en büyük katkısı bu oldu. Yoksa oynuyorsun, zaman geçirip, enerjini atıyorsun.


Şenol Güneş 

Çarşamba, Kasım 11

Burdan Çeşmeye Kadar


Beşiktaş'ın altyapısında oynayan futbolcu

Cep telefonu

Akşam vakti mahallede toplanma

Kanka

Futbol topu

Çeşme

"Youtube'a atacağım ha"

Eşorfman altı

"O zaman bozalım..."

"Yap şu hareketi"

Kafasında top sektirdiği iddia edilen başka bir çocuk...


Kısacası; semti gibi semt

Salı, Kasım 10

Kürk Mantolu Madonna


Kürk Mantolu Madonna, ben bu kitabı hem sevdim, hem kızdım. Evvela niçin kızdığımı söyleyeyim. Kitabın birinci kısmı bir harikadır. Bu kısmın kendi yolunda inkişafı yani bir küçük burjuva ailesinin içyüzünü tahlili öyle bir haşmetle genişlemek istidadında ki, insan buradan ikinci kısma geçerken, elinde olmayarak, yazık olmuş, bu çok orijinal, çok mükemmel başlangıç ve imkân boşuna harcanmış, keşke bu başlangıç harcanmasaydı, diyor. Ben başlangıcı okurken yani Berlin’e kadar olan pasajı, senin benim anladığım manadaki realizmine hayran oldum. Beni dinlersen o başlangıcı almak ve kahramanın ölümünü kısaca tekrarlamak suretiyle o ailenin efradı ve eşhasının hayatları etrafında bir ikinci cilt, ayrı bir roman yapabilirsin, böylelikle de dinlemeye başladığımız harika musiki birdenbire kesilmiş olmaz. Gelelim ikinci kısmına, o kısım, başlı başına bir büyük hikâye olarak güzeldir ve böyle bir tecrübe gerek senin için gerekse Türk edebiyatı için lazımdı. Sen bu tecrübeyi başarıyla yaptın.


Nazım Hikmet böyle yazmış Sabahattin Ali'ye. Ali, öyküyü Büyükdere'de askerlik yaparken yazıyor. Naızm Hikmet ise bu mektubu Bursa'dan cezaevinden gönderiyor. 1930'ların sonu ve devamında 1940'lar çok entresan dönemler. O dönemin insanları da çok farklı, aydınları da... Dünyada savaş var ama buraya pek uğramıyor. Etkisinden kaçamıyorsun. Cumhuriyet köklerini salmış artık. Aydınlanma da var. Batı ile temaslar daha sağlam ama bir yandan da Anadolu'ya yöneliş var. Memleketimden İnsan Manzaraları da çıkıyor, Kuyucaklı Yusuf da. Öyle bir dönem, her şey yeni, her şey ilk...

Kürk Mantolu Madonna'da tasvir edilen Raif Efendi mesela, Türk edebiyatı için yeni bir karakter. Hayalleri olan, toplumdan ayrılan, resme ilgi duyan, sanatla ilgilenen, Almanya'ya giden bir Anadolu çocuğu. Genelde bu tip karakterler daha önceki yıllarda ''değerlerini kaybeden'' portrelerle yazılırken, Sabahattin Ali bunu kırıyor.

Belki de Nazım Hikmet'in ilk bölümü daha çok sevmesinin nedeni de budur. İlk bölümde daha Anadolu kaygıları vardır. İkinci bölüm ise Batılı yaşam tarzına uygun, dramatik olsa alışık olunmayan bir aşk hikayesi. Sadece Nazım Hikmet de değil... O dönem pek ilgi görmemiş yazılanlar. Daha sonra zamanla değer kazanan bir eser. Bugünlerde otobüste, instagramda, cafede bu kitabı görmeniz boşuna değil. Şaşılacak veya eleştirilecek bir konu da değil. Bugünün insanı bu kitapla daha çok bağ kuruyor. Çünkü Raif Efendi gibi hepsi. Sanata, estetiğe ilgisi olan, hayalleri olan, Avrupa görmüş, ufak aşk kaçamakları yaşamış ve sonra ülkeye dönmüş çocuklar çok fazla burada. 

Açıkçası aradan 70 sene geçse de ben Nazım Hikmet ile aynı düşüncedeyim. Biraz eski kafalıyım zaten ama yaşamadığım dönemin kafasını yaşamış olmam da benim bok yemem. Kitabın ikinci bölümü çok iyi cümlelerle yazılmış. İnsanın negatif yorumda bulunması haksızlık. Hatta insan düşünmeden edemiyor; üçüncü ve son kitabı böyle olan bir yazar (41 yaşında öldürüldüğünü de hesaba katarsak), yaşasaydı bir yirmi yıl içinde neler çıkarırdı acaba? Türkiye böyle bir ülke, ve kitabı okumayı bitirdikten sonra -ki oldukça çabuk ve kısa sürede bitiyor- akla hemen bu gerçek geliyor. Türkiye, aydınlarını, yeteneklerini, özel isimlerini harcamayı gelenek haline getirmiş bir coğrafyadır.

İlk bölümün kısa kalması bir daha üzüyor. Ben bu aşk olaylarına giremiyorum. Kendi hayatında insan buna bezer şeyler yaşıyor ve devamlı da bunu düşünüyor. Her gece yattığınızda eski sevgilinizi düşünür, geçmişte verdiğiniz kararları sorgularsınız. Bu bir rutindir ve bunu yaparken zaten bir sürü analizler yapar, bir sürü hikayeler kurarsınız. 

Fakat ilk bölüm; insanı daha çok sarsar, sarsmalı da... Yaşadığın yerde, yaşadığın toplulukta görmediğin, ihmal ettiğin, üzerine düşünmediğin gerçekler. İnsan gece yatarken, kendini Almanya sokaklarında Maria'nın peşinden koşan Raif gibi düşünebilir ama muhasebeci Raif'in ailesiyle ilişkisini gündelik hayatın içinde pek sorgulamaz. Oysa o Raif daha çok burada. O nedenle okuduğum ve izlediğim şeylerden beklediğim biraz da bu. Benim düşünmediğim, eksik kaldığım yeri tamamların.

Bu adam daha uzun yaşasaydı, tüm ülkenin eksik kaldığı yerleri biraz olsun tamamlayabilirdi...

Cumartesi, Kasım 7

Seçim 2015



Bu blogun en çok okunan yazılarının; iki farklı seçimin ardından yazılmış olması çok ilginç. Burada futbol, tribün falan yazacaktık. Baya şaşırmıştım o zaman. Hatta şimdi bile şaşırıyorum. Ama bu da ister istemez ufak bir misyon, daha doğrusu beklenti yükledi. Tamam, blog eskisi kadar takip edilmiyor, ben de çok bir şeyler atmıyorum ama hala birileri arayıp "Bu seçim hakkında ne yazacaksın" diyebiliyor. Hoşuma gitmiyor değil, ama bu seçimin ardından çok söyleyecek bir şeyim yok.

Bu seçim ve genel ülke siyaseti hakkında çok fazla yazasım yok. Aslında, hiçbir şey hakkında çok fazla yazasım yok. Eskiden, kendimi ifade etmek için yazıyordum. Sonradan bunun çok rahatsız edici bir şey olduğunu fark ettim. Kendini ifade etmeye çalışmak büyük bir risk. O denemenin sonunda kendini ifade edemezsen büyük bir dertle karşı karşıya kalıyorsun. O nedenle bazı konularda çok fazla kişiye ulaşmak iyi bir yöntem olmuyor. Bu konu da onlardan biri.

Yine de seçime gelelim. Ülkenin yüzde 49'uyla (hatta 60) aynı yerde değilim.Fakat şimdilik; bu ne beni, ne de karşı tarafı rahatsız ediyor. Rahatsız edici olan, geriye kalan kesimle daha çok ortak noktada buluşsam onlar kadar nefret dolu ve karamsar olmadığım için daha farklı bir dışlanmayla karşılaşmak Bu seçimde de aynısı oldu. Bu seçime dair çok olumsuz ve karamsar duygular beslemiyorum ve bu nedenle yanlış yolda olduğumu iddia edenler çoğunlukta.Onlara kalsa bu karamsarlıkla hemen bavulumu toplamam gitmem lazım. Bunu yapamadığım için şu an sadece umutlu olmam lazım; fakat o da çok görülüyor.

Türkiye'deki genç nüfus sabırsız, melankolik ve bencil. Bütün bunlar seçim sonrası oluşan atmosfere etki ediyor. Ama olayın özündeki asıl problem Türkiye toplumunun genel olarak seçimlere sonuç ekseninde bakması. Seçimi, bir şampiyonluk yarışının son haftasında oluşan puan durumu gibi tahlil ediyor. Oylama akşamını Eurovision gibi takip ediyor. Seçimde başarısız olunca ''Hoca bize taktı'' alışkanlığıyla başka sorumlular aranıyor. Bir sonraki sınavı düşünme gibi bir durum yok. Veya seçimleri şampiyonluk gibi değil de transfer dönemi gibi görmek gibi bir anlayış hiç yok. Oysa aslında tam bir draft dönemi. Birileri çok vekil alıyor, diğeri az alıyor. Ama ilerleyen süreçte belirleyici olan bu değil. Önemli ama tek başına yeterli değil.

Ezeli rakibin yüzde 49 almış. Sanki, 4. yıldızı takmış. Yok öyle bir şey. Seçimler, bir dönemin ilerleyişini şekillendirmek için yapılır. Yani bu bir son değil başlangıçtır. Ligin 34. haftasından çok, kumar masasında kağıtların dağıtılmasına daha çok benzer. Kağıtlar dağıtıldı, oyun başlayacak. Elimiz çok iyi değil belki ama kötü de değil.

7 Haziran'ı yok sayarsak, 30 yaşında ilk defa oy verdiğim bir parti meclise girdi. 7 Haziran'ı istatistiklere katarsak, ilk defa oy verdiğim bir parti bir sonraki seçimi gördü. Bunlar, yıllardır aynı partiye oy veren insanlar için şaşılşacak sevinçler. Devletin en derin köklerine inmiş, Cumhuriyetin geleneğinde yer edinmiş bir fikrin ve partinin seçmeni olunca anlamak zor oluyor. Parlamentoda bir vekilinin olması, hatta tam olarak 59 vekilin olması baya sevindirici bir durum. İnşallah mahçup etmezler. Bu sonuçlar 7 Haziran'da ortaya çıksaydı, memnuniyet seviyesi daha yukarılarda oluşurdu. 7 Haziran'dan sonra bakında oluşan karamsarlık ilk anda belki normal ama sürdürmek kesinlikle sağlıklı değil.

Lafı dolandırmayayım. Benim için en korkutucu olanı, 7 Haziran'da oluşan tablonun bir benzerinin oluşmasıyla ortaya çıkacak AKP-MHP koalisyonu olurdu. MHP'nin herhangi bir iktidar kanalında yer alması, AKP'nin tek başında iktidar kurmasından daha kötü olurdu. 

Burada bütün karamsarlığı oluşturan AKP'nin  5 ayda oy sayısını yükseltmesi. O oyların büyük bir kısmının MHP'den gelmesi aslında hesabın çok değişmediğini gösteriyor. Güneydoğu'dan giden oylar hoş olmadı. Ama o sıcak 5 aydan sonra bu da doğal. ''Olaylar kime yarıyorsa o yapıyordur'' diyenler şok! Olayların kime yarayacağını bile kestiremeyen bir sığlık var ortada. 

Türkiye, esnaf kültürünü damarlarında taşıyan bir ülke. Esnaf kavramı, sayıca çok olmasa da zihniyet olarak toplumun üzerinde yer alır. Çiftçi taşrada, diğer sektörler kentte yer alır. Ama esnaf, kentte de taşrada da vardır. Ülkede daha yaygındır. Ülkenin zaten esas problemi, kentli nüfus ile taşranın iletişim kuramamasıdır. Daha doğrusu taşranın muhafazakar (dini anlamda değil) kalıplarda sıkışması ve zaman ayak uydurmakta zorlanması... İki tarafın hayat tarzları ve iletişim şekilleri; fikirlerinden daha çok çarpışıyor. Esnaf zihniyeti ise çıkan her olayda yara aldığı için her daim 'istikrar'dan yana tavır alır. Yine öyle oldu. Evlerin tarandığı, sokağa çıkma yasaklarının olduğu bir dönemi, Batı, oldukça sessiz bir şekilde izledi. 90'larda büyüyen çocukların ezberden gelen alışkanlıkları... Hatta belki bir kısmı da Eylül ayında, sağ ideoloji ile beraber sokaklarda vatan kurtardı. Fakat oradaki yansıma farklı. Güneydoğu'nun bir kesiminin tepkisi farklı oldu (Yüzde 1-2).

Buralara girmeyelim. Özet olarak AKP-MHP olacağına, AKP olması daha iyi gibi. Başkanlık sorunu, kaygıları yükseltiyor olabilir. Haklılık payı var. Ama MHP, yüzde 18 oy alsaydı ve AKP'nin vekil sayısı düşük kalsaydı bu tehlike yine ortada olacaktı. İki parti arasındaki dirsek temasını son 5 ayda iyice gördük zaten. İki seçim arasındaki dönemden sonra belli bir kesim MHP'ye; Haziran'da hükümet kurulmasına destek olmadığı için tepki gösteriyor. Haklı olabilirler ve biraz da şanslılar; MHP 'ye tavır almak için bu kadar 'soft' bir şey yaşamış olmaları, onları ülkenin bir başka kesiminden daha ayrıcalıklı kılıyor.

AKP, 13 senedir ülke yönetiyor. Ne olursa olsun bir yönetme geleneği var. Olaya hakim olma durumu var. Erdoğan'ın dışladığı ama Davutoğlu'nun yeniden bünyesine kattığı isimler tekrar ana kadroda. Ülke selameti açısından faydası olabilecek hareketler. Fakat aynı zamanda AKP içinde de ikilik yaratabilecek bir durum. O tarafta ne olacağı belli değil; %49'un başarısının kime yazılacağı bile soru işareti. Üstelik dışarıda Abdullah Gül unsuru da bekliyor. Böyle bir dönemde yaşanacak krizler, koalisyon ile birleşseydi AKP, ''Bizi tek seçmediniz ondan böyle oldu'' diyerek işin içinden sıyrılabilirdi. Ekonomik krizlerin, Suriye'nin, çözüm sürecinin ve daha birçok meselenin baş tarafı zorlayacağını düşünürsek, böyle bir noktada tek bir partinin sorumluluk içinde olması, her açıdan daha sağlıklı. Üstelik öyle bir dönemde CHP ve/veya HDP'den biri hükümütte yer alırsa, olası bir ters gidişte halkın ''Ulan geldiniz iyice kötü ettiniz'' diyerek bir 15 sene daha oy vermeme refleksi ortaya çıkabilirdi.

O nedenle asıl iş şimdi başlıyor. Siyaset evden başlar. Çevreden başlar. Oradaki hareketler belirler geneli.

 "Bu ülkeden gideceğim" diyenler giderlerse büyük saygı duyarım. Bu dünyada bir tane ömrünüz var ve nerede huzurlu yaşayacağınıza inanıyorsanız oraya gitmelisiniz. Ya sev ya terk et dayatması yapılamaz. Hatta seçim özelinden çıkınca, imkanı olan herkesin gitmesi taraftarıyım. Fakat bu ''gideceğim'' tayfasının hali vakti yerinde olmasına rağmen, her seçimden sonra bu kadar karamsarlık yaydıktan sonra burada kaldığını görünce bunun 'Boş bir muhabbet' olduğunu düşünüyorum. Hele bir de kaldıktan sonra 'Bana ne abi herkes kendi bacağından asılır' dediğini görünce insanın içinde bir güvensizlik oluşuyor. Gidiyorlar, geri dönüyorlar, hatta bazen gitmeseler de standartın üstünde biraz iyi şartlarda yaşamaya devam ediyorlar. Ondan sonra de kendilerini ortamdan, 'biz'den, herkesten ayrıştırıyorlar. Bu ayrıştırma her zaman zarar olarak geri dönecek. Paragrafın başında dediğimiz gibi, siyaset çevreden başlar. Çıkıp TOMA'nın karşısında kahraman olmanıza ve hayatınızı riske etmenize gerek yok. Mahallenizde fark yaratırsanız, ülkede de değişiklik olabilir. Fakat bunun için sokağa çıkmanız gerekiyor. Yemeği Yemek Sepeti'nden söyleyerek evde değil, mahalle kebapçısında yemeniz lazım. 2-3 km'lik yol için arabaya binerseniz olmaz; yürümeniz lazım. Köşebaşındaki duvarda çekirdek çıtlamanız gerek. ''Ulan bunların bu seçimle ne alakası var'' diyeceksiniz ama bunu da en yukarıda söyledim zaten. Kendimi ifade edememem en büyük sıkıntım. Bu ülkede karamsar olmak için birçok neden var ama 1 Kasım seçimleri onlardan biri değil.

Cuma, Kasım 6

Fransız





Adam her zaman saha kenarında giydiği o montla dolaşmıyor... Çünkü o bir Fransız....

Çarşamba, Kasım 4

Sahne Performansı



Rihanna, Madonna veya Rolling Stones... Bunu yakalamak için yıllarını harcıyorlar ve anca bir kısmı kadarını başarıyorlar.

Davulcuların herhangi bir konservatuar eğitimi yoktur herhalde. Belki de vardır ama olmasa da olur, sadece basit bir (çok basit değil gerçi) bir ritm kulağı yeterli. Settekilerin liderliği, dünyanın her yerinde ayrı ve her yerde bir tez konusu. Tek bir hareket olayı. Aşağıdakilerin 'bağlılık' dürtüsü herhangi bir hayranın bireysel sevgisinden daha farklı, çünkü onları bireysellik paklamaz, beraber olma hissiyatı daha önemlidir. O yüzden önlerindeki pankartta, "Together&Forever'' yazıyor.

Bunları çok yazmaya da gerek yok. Tribün kültürüne dair yazılmış her yazıda bunlar var. İlginç olan - ki yakından takip edenler içn artık ilginç değil- bu olayın cereyan ettiği ülke. Burası İtalya veya Yunanistan değil. Güney Amerika ile alakası yok. İnternet fenomeni Lech Poznan'ın ülkesi de değil. Burası Fas. Arap tribünleri, son yılların en iyileri. Onları en iyileri de Winners 2005. 

Salı, Kasım 3

Frikik Dersi



"Bir keresinde bir lig maçında tehlikeli bir yerden frikik oldu ve topun başına her zamanki gibi Alex geçti. Fakat o sırada Mehmet Topuz da geldi, serbest atışı kullanmak istediğini söyledi. Tansiyonu yüksek bir maç olmadığından dolayı herkes Alex’in izin vereceğini düşündü ama Alex herkesten farklı düşündüğünü milyonlarca kişiye göstermekten çekinmeyecek kadar cesaretliydi. Kabul etmedi ve kendi kullandığı serbest vuruşu gole çevirdi.

Maç sonrası soyunma odasına girer girmez beni kolumdan tuttu ve derhal Mehmet Topuz’la konuşmak istediğini söyledi. Mehmet Topuz o an çok duygusaldı ve herkesin içinde, bu şekilde bir isteğinin reddedilmesi onu yaralamıştı. Alex soyunma odasındaki tuvalete ikimizi de götürüp, kapıyı kilitledi. Topuz’un gönlünü alacak cümleler kuracağını düşünüyordum. Ama ağzından çıkanlar ders niteliğindeydi. Belki ben ve Mehmet, bu konuşmanın tek canlı tanıklarıyız ama ana fikri aslında hepimize yeter. Alex şunları söyledi :

” Bir sonraki maç yine frikik olsun, yine topun başına gel… İnsiyatif bende olduğu sürece sana yine attırmam. Çünkü neden biliyor musun ? Ben her hafta antrenman sonrası onlarca frikik çalışırken, sen çoktan duşunu almış, odanda yatıyor oluyorsun. Bir kere seni yanımda görmedim. Bu yüzden kusura bakma, sen ne zaman benimle birlikte mesai verirsin, o zaman kendi ellerimle topu sana veririm. Senin duygularını anlıyorum ama şu anda frikik kullanmayı hak etmiyorsun."

Samet Güzel / Fitbol / Ekim sayısı

Büyük ihtimalle Fenerbahçe - Ankaragücü maçı. 2010-11 sezonunun sondan bir önceki haftası. Karşılaşma 6-0 bitmişti ve bu gol ya beşinci ya da son goldü. Samet Güzel'in eksik anlattığı bir şey var. Golden sonra Fenerbahçeli futbolcular gole sevinirken, Mehmet Topuz küskün bir şekilde sevince katılmamıştı. Gazetelerde de baya haber olmuştu. İşin ilginç yanı Mehmet Topuz'un iyi sezonlarından biriydi. İlk 11'de oynuyordu. 

Kapalı kapılar ardında böyle bir olay yaşanması olayı daha da etkileyici bir hale getiriyor. Alex de Souza'nın futbolculuğu herkes tarafından farklı bir yere konuldu ama ben hiç o gözle bakamadım. Fakat, giderken yaptığı basın toplantısı ve ardından ortaya çıkan bu tarz hikayeler ona olan saygımı her geçen gün arttırdı. Çok büyük figür, çok ilginç bir karakter. Takımda papaz olmayı hakedecek bir kişilik, dostun olursa sırtını dayarsın, düşmanın olsa kavga ederken zevk alırsın. Mehmet Topuz, Gökhan Gönül gibi futbolcular acaba ondan ne kadarını aldılar? Semih Şentürk'ün aldığını biliyoruz...

Pazartesi, Kasım 2

Dostluk Bozan Kupa!



O dönem bütün bir hafta gündemi takip edenler için, o meşhur 12 Mayıs 2012 gününde kazanan takımın kupa kaldırması gayet olağandı. Planlanan buydu. Beklenmeyen ise kupayı kaldıran takımın Galatasaray olmasıydı herhalde. 12 yıllık yenilmezlik serisi sayesinde bir kulübün yaşam damarı haline gelen 'Galatasaray ile hayata tutunmak sevdası' son bir senede yaşanan her şeyi silmeye yeterdi. Buna ilave olarak alakasız bir play-off sistemi ile unutulmayacak bir final ve gereksiz bir ikinci şans ortaya çıkmıştı. Tahmin edilen; bu saçma sistemin son maçında Fenerbahçe, Galatasaray'ı son yılların geleneğine uygun bir biçimde yenecekti ve sezonun bitiminden 6 maç sonra kupayı kaldırarak dosta düşmana 'Fenebahçe büyüklüğünü' havaya kalkan kupa üzerinden gösterecekti. Tam bu noktada duralım ve günümüze dönelim. Merak edilmesin; 12 Mayıs'a geri döneceğiz.

Aziz Yıldırım, kendi kongre üyelerini, taraftarlarını ve medyasını etkilemek için eskiden daha güçlü yöntemler kullanırdı. Artık bu konuda çok yetersiz. Fakat başardığı bir şey var. Hitap ettiği kitle, ağızdan çıkan her şeyi kabulleniyor. Muhakkak bu yolda vazgeçenler, inancını yitirenler, aydınlananlar oldu. Fakat geriye kalan güruh sayıca az olsa da; gerçekten olabilecek en saf kitle olarak alkış tutmaya devam ediyor.

İçindeki Galatasaray nefretini hiçbir şekilde saklamayan, konu sarı-kırmızı olunca zaman zaman sözlerine ket vursa da gözlerinden ateş saçılmasını engellemeyen Yıldırım, artık kelimelerini özenle seçmeye bile gerek duymuyor ve tebaasına direkt hedefi gösteriyor. Bu arada bu konuda Yıldırım'ı tek başına ele almak haksızlık olur. Mahmut Uslu, Murat Özaydınlı gibi isimler de bu konuda başkanlarını yalnız bırakmıyor. Neyse ki gazetecileri Twitter üzerinden tehdit yağdırmaktan çekinmeyen 'Troyka', hasbelkader denk gelip de bu yazıyı okursa hiç rahatsız olmaz, bizi de rahatsız etmez. Çünkü onlar için 'Galatasaray'dan nefret ediyorlar' denmesi rahatsız edici bir tartışma konusu değil. Tam tersi bir övgü ve gurur vesilesi.

Aziz Yıldırım, Divan Kurulu toplantısında tam olarak şöyle diyor:

Biz hapisteyken burada play-off oynandı. Şampiyon oldular, tebrik ediyoruz. Üzgün ve yönetimi olmayan insanlara, mücadele ettiği bir dönemde, inat için bir zevki tatmak için orada o rezilliği yaşatmamak gerekir. Bunlar o rezilliği yaşattılar. Ben hiçbir zaman unutmam. Onlar orada saygı göstereceklerdi, kupayı da almayacaklardı. O zaman ebedi dostumuz olacaklardı ama şimdi dost değiliz.

Maalesef, gücü eline alanın keyfine göre oynadığı hukuğu referans alarak, 'Siz o gün neden hapisteydiniz' diye soramıyoruz artık. Aslında yine de o oyuncak olan kanunlara rağmen en azından bir süre boyunca o soruyu sorabildik. Fakat spor mahkemesi denilen kavram bu soruyu sorma imkanını bile çok gördü. Fakat yine de 50 yılı deviren Süper Lig tarihini inceleyen en alakasız adam da bizle aynı soruyu hala sorabilir: ''O play-off neden oynandı?"

Bu soruya yine öznesi 'kumpas' olan uzun cevaplar hazırlanabilir. Artık sıkıldığımız için dinleyecek halimiz yok, o nedenle sormuyoruz. Fakat şu şampiyonluk kutlaması muhabbetini yeniden hatırlayalım.

O maçtan yaklaşık 11 ay önce, Abdi İpekçi'de Galatasaray tribünü polisle çatışırken 'İlla kupa alacağız' diyen Fenerbahçe yönetimi, 'Ama bize biber gazı sıktılar' demeden önce biraz hafıza tazeleyelim.

Evet Galatasaray'ın şampiyon olma ihtimali yüksekti. Bu nedenle kupanın Kadıköy'de Galatasaray'a verilmesi sembolik anlamları nedeniyle Kadıköy ahalisinde sıkıntı yaratabilirdi. Fakat o günden hemen hemen bir sene önce Abdi İpekçi'de basketbol şampiyonluğunun kupasını kaldırırken aynı kaygılar beslenmemişti. Galatasaray tribünü polisle husumet içindeyken Fenerbahçe yönetimi kupa almak için uygun ortamın hazırlanmasını bekliyordu.

Bu kupa törenleri uzun süredir sıkıntı oluyordu. TFF de ister istemez kararsız kaldı. Fenerbahçe kazanırsa sıkıntı yok, Galatasaray kazanınca da stadyum boşalır kupa bir şekilde verilirdi. O nedenle TFF, maçtan iki üç gün önce yaptığı açıklamada kupanın maçın hemen ardından verileceğini duyurdu.

Kimseden itiraz gelmedi. Galatasaray'dan zaten gelmesi beklenmezdi. Fenerbahçe ise bir gün sonra resmi siteden şu açıklamayı yaptı:


Bugün bazı gazetelerde, stadyumumuzda Galatasaray ile oynayacağımız Süper Final son maçının ardından yapılacak kupa töreni ile ilgili Türkiye Futbol Federasyonu'na başvuruda bulunduğumuz; Şampiyonluk Kupası'nın Kadıköy'de takdim edilmesine önlem almaya çalıştığımız haberleri yer almaktadır.

Haberlerde bahsi geçenin aksine, Türkiye Futbol Federasyonu'na herhangi bir başvuruda bulunmadığımız gibi Federasyonun vereceği her karara saygı ile yaklaşacağımızın da bilinmesini isteriz.



Hal böyle olunca maçın başlangıcına kadar, hatta maçın sonuna kadar kimse kupanın nerede verileceğini düşünmedi. Kararlar verilmişti ve kimse karşı çıkmamıştı.

Maçın hemen ardından stadyum karıştı. Fakat bu gerginliğin ne Galatasaray ile ne de saha içiyle alakası vardı. Galatasaray'ı bağlayan bir durum söz konusu olmadığına göre, şiddet olayları birçok kupa töreninde yaşandığına göre, ortam sakinleşince kupa töreni yapılabilirdi. Hem zaten bu olaylar da çok önemli değil. En azından Aziz Yıldırım için. Çünkü onun için asıl önemli olan; 'bu şiddet ortamında o kupa niye verildi' değil. Asıl önemli olan ve sorduğu şu: 

'Biz içerideyken o kupa töreni niye yapıldı'

Kendi yaptığı stadyumda Galatasaray'ın kupa kazanması oldukça rahatsız edici bir durum. Fakat olayın aslında anlatıldığı gibi "Bir anda kupayı istediler'' şeklinde değil.

İnsan Türk futboluyla zaman geçirdikçe, çok kesin fikirlere sahip olamıyor. Bildiğimiz bir şey varsa o da bilmediğimiz çok şey olduğu. Türkiye'de sahada oynanan bir futbol var. Ondan keyif alıyoruz. Fakat bir de başka bir maç var. Saha dışında, kapalı kapılar ardında. O nedenler herhangi bir taraf seçemiyoruz. Herhangi bir fikri savunmıyoruz. Ertes gün savunduğumuz fikir bizi hayal kırıklığına uğratabilir.

Ama bu konuda kolay kolay yanılacağımı sanmıyorum. "Onlar orada saygı gösterecekti" Abdi İpekçi'de kupa alanlar için yersiz bir çıkış. Aslında Aziz Yıldırım görev süresi boyunca bu cümleyi kullanmak istiyordu; ''Galatasaray ile dost değiliz'' demek istiyordu. Fakat buna uygun bir ortam yoktu. 3 Temmuz süreci buna zemini hazırladı. Son mahkeme de tamamlanınca ilk ciddi konuşmasında bunu dile getirdi. Kadıköy'de kupa kalkması falan işin sosu. Aslında çok da önemli değil Şaşırtıcı değil. Üzücü olan, sinir bozan, buna inanan, buradan yola çıkan birçok insanın olması.

Play-off olmayacaktı, Galatasaray'da Kadıköy'de 9 puan farkla şampiyon olacaktı, ertesi hafta kupasını alacaktı. Bu da olabilirdi. Fakat play-off'u isteyen, son maçta kupa kaldırılmasını kabul eden ve en sonunda 'Ayıp oldu' diyen hep aynı. Bu işte hiç mi çelişki yok?

Pazar, Kasım 1

Dünya Lideri ve Verilmeyen Penaltı



Aynı anda hem geleceği hem geçmişi düşündü. Bir çarşamba akşamıydı ve çalışma odasında yalnız kalmıştı. Uzun zamandır bu kadar sakin bir ortamı bulamamıştı. Eskiden olsa bu sakinliği bulduğu için mutlu olur, Allah'a şükrederdi. Öyle akşamlarda huzur içinde uyurdu. Fakat şimdilerde o huzuru düşünecek durumda bile değildi. Dört gün sonra hayatının en önemli günlerinden biri yaşanacak. Bütün hayatını, bağlı olduğu siyasi hareket üzerine kurmuştu. Uzun uğraşlar sonunda ülkenin başına geçmişti. Gençlik yıllarında yaptığı ateşli konuşmalardan beri bu günleri hayal etmişti. Kolay olmadığını hatırladı. Basamakları tek tek basarak yukarıya çıkmıştı, hatta bazen düşmüş ama ayağa kalkmasını bilmişti. Sonunda istediği yerdeydi. En yukarıda. Fakat artık azımsanmayacak kadar düşmanı da vardı. Onu sevenler ve sevmeyenler üzerine ülke ikiye bölüneli yıllar oldu. Bazen çok sinirleniyordu ama bugün öyle günlerden biri olmayacaktı. Zaten sağlığı da iyi değildi. Aslında tüm bunları düşünüce terlediğini de hissetti.

Çok şeyi bir daha düşündü. ama en çok geçmişini düşündü. Neler yaşadığını... Kasımpaşa'da geçen günler. Beyoğlu'na ilk çıkışlar. Toprak sahalarda top oynadığı yıllar. Sonrasında siyasi hareket içinde kendine yer bulmalar. İlk nutuklar, ilk hitaplar. Teşkilatlar, dönemin önemli figürleriyle tanışmalar. Buraya uzun bir yoldan gelmişti. Hapis bile yatmıştı. Kolay bir süreç yaşamamıştı. Geç bulduğu kudreti ve gücü yavaş yavaş kaybettiğini söyleyenler vardı. O buna inanmıyordu fakat aklının bir köşesinde yer edinmişti. O nedenle dört gün sonraki seçim onun için çok önemliydi.

Bu yüzden son dönemde çok daha fazla çalıştı. Meydanlarda, kameralar karşısında, masa başında, kapalı kapılar ardında. Yüzlerce plan yapıldı, yüzlerce analiz yapıldı. Yüzlerce insanla bir araya gelerek stratejiler şekillendirdi. Ülkenin gözü o pazar gününde olacak. Sadece ülkenin de değil, Avrupa hatta dünyanın büyük kısmı bile merakla bekliyor. Bunun bilincinde olduğu için stresi, heyecanı her geçen gün daha çok artıyordu. Boş geçirecek bir dakikası bile yoktu ama şu an içinde bulunduğu sessizlik ve sakinlik ona yeni bir güç aşılayabilirdi.

Derken odasına üç tane takım elbiseli adam girdi. Onun görev adamları... Dışarıyla bağlantıları. Onları görünce hemen morali bozuldu. Yine bir şey olmuştu! Yoksa bunlar böyle, bu saatte kolay kolay içeri girmezdi. Gerçi son yılları düşününce bu tip sahneleri çok defa yaşamıştı. Bu sakinliği bozacak bir olay yaşanmıştı ama acaba neydi? Yine bir bomba patlamış olabilir mi? 'Patlasa haberimiz olurdu' diye geçirdi içinden. Dolar mı yükseldi yoksa? Saat gece yarısına yaklaştı, bu da olamaz. Suriye? Daha yeni konuştuk o meseleyi. Oğlan mı acaba bir şeyler yaptı? Belki de eski ortaklar, yeni düşmanlar bir kontra atak yaptı. Bütün akşamı uğraştıracak o konuyu, o sorunu sormaya çekindi. Ne kadar çok sessiz kalırsa, o sessizlik o kadar uzardı. 5 saniye ve 15 saniye. Hepsi kâr. Stresli seçimin öncesinde ne kadar az gerilirse  o kadar iyiydi.

Sessizliği üç takım elbiselinin ortada duranı bozdu. Bir adım öne çıktı ve;

- ''Büyüğüm, Trabzon'dan aradılar'' dedi.

Bir an doğruldu. Hiç beklemediği bir şeydi ve genelde hiç beklemediği şeyler tadını kaçırırdı. 'Devam et' manasına gelen bir el hareketi yaptı.

- Trabzonspor'un maçı vardı bu akşam. Hakemler Trabzonspor'un penaltısını vermemiş. İbrahim Bey de hakemleri soyunma odasına kitlemiş. Bırakmıyormuş. Size haber vermemiz istendi.

Hiç bir şey demedi. Elini alnına götürdü.. Gözlerini kapadı. Normalde sinirlenebilirdi ama içinde bulunduğu stres onu engellemiş olsa gerek. Derin bir nefes almakla yetindi. Son bir haftadır konuştuğu, düşündüğü her şeyi bir daha aklına getirdi. Film şeridi gibi... Olabilecek en kötü senaryoları kısa kısa hatırladı. Bir gün İstanbul'da evine giderken arabasında dışardaki bir duvar yazısını görmüştü, 'Yargılanacaksınız'. Aklına bir kez daha o geldi. Hayatındaki en önemli sorunları düşündü sırayla.

Bir sürü derdi vardı ve bu dertlerin çözümü için en kritik bir haftaya girmişti. Trabzonspor'un penaltısının bu konularla hiç ilgisi olmamalıydı. Fakat Trabzonspor'un penaltısı verilmediği için kendisine telefon gelmişti. Bir yerde hata yaptığını fark eder gibi oldu ama bunu düşünmek için artık çok geç olduğunu biliyordu.

 Telefonu istedi...

Cumartesi, Ekim 24

Mimarlık Yüksek Lisans




Pirlo'nun pası, Roberto Baggio'nun golü... Böyle yazınca normal ve kolay gibi. 

Savunma anlayışının en yüksek olduğu liglerden birinde, en iyi zamanlar oynanırken ve en iyi takımlardan biri sahadayken; savunma kurgusunu ve takım sahaya dağılmayı başarmışken; bir pas, bir koşu, bir çalım... Müthiş matematik, müthiş geometri. Pirlo'ya biz burada 'Başbakan' diyoruz ama İtalyanlar "Mimar" diyor. Haklılar.

Kaledeki adam da Van der Sar... Boş çalım değil yani o da...

Çarşamba, Ekim 21

Düşmanca Bir Stadyum




"Upton Park’taki son sezonumuz ve bu durum özel hissettiriyor. Bir açıdan bakınca, West Ham taraftarları buraya gelmeyi özleyecektir. Eski stadyum, çevresindeki eski pub’lar... Çünkü olay sadece maçtan ibaret değil, maç günleri de başlı başına bir etkinlik. Ancak kulüp ilerlemek istiyor ve başka seçenek yok. Bazen bu büyük arenalarda o “ev” avantajını kaybedebiliyorsunuz çünkü sahibine o hissi veren eski tip stadyumlardan olmuyorlar. Bunu Galatasaray da yaşadı. Ali Sami Yen Stadyumu çok daha “düşmanca” bir atmosfere sahipti. Bunu yanlış anlamayın çünkü olumlu bir durum. Schalke ve Arsenal’e de bakın. Deplasman takımı için Emirates’te kırmızılar içinde 60-70 bin kişi oluyor... Buna rağmen Highbury’de bambaşka bir kalabalık ve atmosfer vardı"

Slaven Bilic - Socrates Ekim sayısı

Pazartesi, Ekim 12

Bodrumspor 3 -2 Kemer Tekirova




Siz bu satırları oturduğunuz esnada, Bodrumspor, bu maçın ardından üç maç daha oynamış olabilir. Ben geç kaldım yazmakta. Bir hafta tatille geçti, dönüşteki bir haftaya da iki maç sığdı. Yoğunluk, iş güç, tatil mayışması derken anca yazabildik.

İşin aslı maç yazıları yazmayı da unuttum. Son iki sezonda gittiğim üçüncü maç. Bütün heyecanımızı, hevesimizi öldürdükleri için insanın kalkıp maça gitmesi mümkün değil. En üst iki lig bize kapalı, alt tarafın stadyumları da İstanbul'da çok uzak yerlerde. Gidebileceğim en yakın yer Kartal; tren olmadığı için iki saat sürüyor. Beylerbeyi daha kısa ama o da iki vasıta sürüyor. Bodrum'da da ulaşım kolay olmadı. 45 dakika sürüyor köyden merkeze gitmek ama o biraz da bizim durumumuzla alakalı. Stadyum aslında şehrin merkezinde, uzak olan benim. Fakat bu sefer de bilet parası hoşuma gitmedi. 10 lira normal belki veya çok; ama 3.Lig maçı için....? Emin olamadım.

Hatta son anda maça girmekten vazgeçiyordum. Fakat sonra Bodrum'da yapacak daha iyi ne olabilir ki diyerek girdim. Daha doğrusu Bodrum'da bir 3.Lig maçını izlemekten daha iyi alternatifleriniz mevcut. Tabi ki sayıları İstanbul kadar çok değil ama olsun. Fakat kentin yaşam tarzı size öyle bir olanak sunuyor ki; diğer alternatifleri yapmak için haftanın belli bir gününü ve belli bir saatini ayırmanıza gerek kalmıyor. Maç çıkışı, ertesi gün, sonraki hafta sonu... Eğer orada yaşıyorsanız yapmaya devam edebilirsiniz. İstanbul'da öyle değil. Eğer Boğaz'da balık tutmak istiyorsanız, bir sonraki pazarı beklemeniz lazım. Sinema için şartların oluşması lazım. AVM'ye gidenler bile aklına esince gidemiyor, park sorunu vs... Ulaşım, kalabalık, yoğunluk hepsi size 'en uygun zamanda direkt yapma' zorunluluğunu mecbur kılıyor.

Yine de küçük çaplı bir özeleştiri. Benim Bodrum'da yaşadığım dönemde, Bodrumspor amatördeydi. Haliyle ilgi çekici değildi. Şimdi 3.Lig'de olması bambaşka bir heyecan, bambaşka bir sosyal aktivite. Belki benim yaşadığım dönemde takım profesyonel olsaydı, kentten ayrılışım biraz daha gecikebilirdi.

Stadyumun merkez tribünleri kenarlar. Tribün grupları oradan stadı yönetiyor. 'Curva' anlayışı burada yok. Biz de çekirdekçilerle beraber kale arkasına geçiyoruz. Kalenin hemen arkasına oturunca da biraz korkuyoruz. Tribün ile saha arasında herhangi bir tel örgü veya file yok. Taşkınlık olması pek mümkün değil belki ama 3. Lig futbolcularının isabetsiz şutları bizi tedirgin edebilir. İhtimaller maç başlayınca sona eriyor. Bu oyuncuların neden 3.Lig'de olduğunu daha iyi anlıyoruz. İsabetsiz şut çektikleri için değil; kaleye şut çekmedikleri için! Gerçi Bodrumspor 3 şutta 3 golü buluyor. Karşı kaleye atılan golleri net göremesek de rahat bir maç izleyeceğimizi tahmin ediyoruz ve ikinci yarı bizim önümüzdeki kaleye atılacak golleri düşünmeye başlıyoruz.

Bu arada tribün kendine bir eğlence ararken bir düşman kazandı. Burası gerçekten komik; ama anlatması zor... Kemer Tekirova'nın bir atağında ceza sahası içinde çaprazda topla buluşan genç forvet kaleye şut çekti va top yan ağlarda kaldı. İçeride boşta bekleyen takım kaptanı Alican, genç takım arkadaşını sert bir dille haşladı. Kale arkasındaki Bodrumsporlu taraftarlardan 2-3 tanesi de, rakip de olsa genç oyuncuyu kollama moduna girdi ve ayaklanarak Alican'a ''Ne bağırıyorsun çocuğa'' isyanına kalkıştılar. Alican 'Size ne lan'' şeklinde bir cevap verince (ve mimikleriyle ortamı kızıştırınca) tribünün geri kalanı da olaya dahil oldu. Dahil olunan olay defalarca tekrarlanan bir şekilde tam olarak şuydu; Kemer atak yapar, Alişan forvet oyuncusu olması nedeniyle kaleye doğru (haliyle tribünün önüne doğru) koşu yapar, tribüne yaklaşır, tribün Alişan'a küfür etmeye başlar, pozisyon sona erince Alican tribüne karşılık verir. Bir sonraki pozisyonda uğultu biraz daha artarak aynı olay bir kez daha tekrarlanır.

İkinci yarıda da Alican duran toplarda savunmasına yardım geldiğinde aynı silsile tekrar yaşandı. Fakat bu sefer iş, herkesin eğlendiğin bir duruma geldi. Alican'ı bile gülerken görmek mümkündü. Hatta bazı yaratıcı küfürler, kale arkasında ısınan Tekirovalı yedekleri bile güldürdü. Ya gerçekten çok klas küfürlerdi, ya da onlar da kaptanlarını pek sevmiyordu.

Bu arada maç ilk yarının tersine döndü. Kemer ekibi iki gol attı ve maça ortak oldu. Biz yine golleri uzaktan izlemekle yetindik. Goller gelince Alican'ın ve Kemer'in hırsı da arttı. Fakat son bölümü Bodrum iyi oynadı. BAL'dan yeni çıkan bir takım olmasına rağmen panik yapmadı, skoru korumasını bildi. İleride Mümin top tutan ve takımı hızlı atağa çıkaran isim olarak parladı. Ve çok yoruldu. Bir pozisyonda tribünden biri, topu biraz tutup, hemen akabinde geriden gelen arkadaşına pas veren Mümin'e ''Mümin geçsene oğlum topla içeriye, ne dolandırıyorsun' diye bağırdı, Mümin de gayet alttan alarak 'Dur be abi, biraz sakin' dedi. Gerçekten Mümin'in tanıdığı bir abisi miydi yoksa tribün-futbolcu ilişkisi her zaman bu kadar içiçe mi test edemedik. Bunun için bir-iki maça daha gitmemiz lazım ama o da yakın zamanda mümkün değil.

Deplasman takımını alıcı gözle izlemedik ama Bodrumspor'un oyuncularına iyi baktığımı düşünüyorum. Hiçbirinin adını maçtan önce bilmiyordum. Formalarda isim yazıyordu ama o da kale arkasında olmamız nedeniyle faydalı olamadı. Buna rağmen tribündekiler hemen her futbolcuya seslenerek isimleri öğretmiş oldu. Sezon başında neredeyse tamamen yenilenen ve iç sahada henüz 4. lig maçına çıkan bir takım için bu kadar bağ kurulması takdir edilesi.

Mümin bir gol atsa da ve çok çalışsa da benim en beğendiğim isim, - sanırım kaptanlık pazubandını da takan- Erkan oldu. Orta sahanın her yerine yetişti, top kaptı, top taşıdı. Oyuna ikinci yarıda giren Yasin'in enerjisi ayrı bir övgüyü hak ediyordu ama kendisi çok fazla top kaybetti. Buna rağmen enerjisi tribünün hoşuna gitmiş olacak ki sık sık alkışlandı. Mehmet Bağlı 22 yaşında ama sahadaki duruşu çok olgun. Belki de genç oyuncuların bu olgunlukla sahada yer alması skorun 3-3'e gelmesini engelledi. 3-2 biten maç sonunda Tekirova sezonun ilk yenilgisini yaşadı. Bu da ne kadar önemli bir galibiyet olduğunun göstergesi.

Sezonun geri kalanında takımın alt sıralara çok yaklaşmayacağını tahmin ediyorum. İç sahada da kolay kolay yenilmez. Bu da ilk sezonda iyi bir başarı sağlanması demek. Takipte olacağız.

Cumartesi, Eylül 26

Kafa


2001: A Space Odyssey



Uzun zamandır sinema ile ilgili bir şey yazmıyordum buraya. Zaten son zamanlarda genel olarak da ihmal ettik. Zaman ayıramıyordum. Buraya seyrek yazmamın bahanesi bu. Fakat sinema-film eksenli bir şey yazamamış olmanın nedeni zaman değil; direkt bu film.

İzlediğim filmlere dair bir post atıyorum buraya. Bazen sadece afişi bile geçiştiriyorum. Ama sırayla yazıyorum. Geriye dönüp bakması oluyor. Geçen gün Sinan ve Uğur film tavsiyesi istedi; döndüm ne izlemişim diye buraya baktım mesela. Faydası büyük. Ama son dönemde kanal tıkandı. Tam bu noktada tıkandım.  2001: A Space Odyssey hakkında hiçbir şey yazamayınca, tükendim. Nedeni tam olarak bu.

Üzerinden zaman geçince insan daha dürüst, cesur ve net oluyor. Bütün toplum baskısına ve yaklaşık 45 yıldır bu filme duyulan sevgiye rağmen mesafemi koyuyorum. Bilmkurgu benim işim değil. Çok ısrar ettim, belki ileride yine ısrar ederim ama yok, olmuyor. Bir yerden sonra kopuyorum. Geleceğe Dönüş'ten bir tık yukarısı beni bozuyor. İşin açıkçası Kubrick'i de sevemedim. 

Aslında konunun saran bir yanı da var. Hatta ilgimi devamlı çeken bir tartışma konusu. İnsanlık nereden geldi, nereye gidiyor. Uzun uzun otur konuş, sıkılmam. Ama filminde sıkıldım. Sanırım Otomatik Portakal'da olduğu gibi kitaba yönelmem lazım. Orada da önce filmi izlemiş ve 'İnsanlar galiba biraz abartmış' demiştim. Sonradan kitabı okuyunca hem bir başyapıtla karşılaştığımı anladım hem de filmin aslında başarısız bir uyarlama olduğuna kanaat getirdim. 

Şimdilik, 'Başarısız' demiyorum. Kitabı bir gün okursam değerlendirmeyi o zaman yaparım. Fakat film oldukça zorladı. O nedenle buraya yazmak daha da zor oldu. Şu an yazdım (yaklaşık 7 ay sonra) ve resmen rahatladım. Yük kalkmış gibi hissettim. 

Perşembe, Eylül 24

Lanet Olsun Öfkenize



Artık her geçen gün Galatasaray'dan biraz daha uzaklaşıyorum. Kulüp pek önemli değil ama sahadaki oyuncuların ve teknik direktörlerin başarılı olmasını istiyorum. Hataları olsa da iş yapanlar onlar. Ben her zaman tribündeydim. Olaya hep tribünden baktım. Ama bulunduğum tribün eskiden daha başkaydı. İnsan yaşlanınca geçmişi daha aydınlık ve renkli hatırlar, kötü özellikleri hafızadan siler. Öyle derler, doğru olabilir. Ama bu seferki gerçek. Şu anki tribün, taraftarlık, takım tutma bir rezalete doğru ilerliyor. Eskiden biz de sağlıklı değildik ama kendi hayatımıza zarar veriyordu o sağlıksız olma durumu. Şimdi çevresine kötülük yayan, nefret saçan, linci alışkanlık haline getiren bir güruh var. Üstelik hiç bir şey yapmadan. Pankart asmadan, bilet almadan, tezahürat bestelemeden, deplasmana gitmeden. Oturduğu yerden, maç izleyerek, forma alarak, Tweet atarak.

Her geçen gün Hamza Hamzaoğlu'nu daha çok seviyorum. Eskiden sevdiğim adamların Galatasaray'da olmasını, çalışmasını isterdim. Oysa artık her geçen gün Hamzaoğlu'nun istifa etmesini istiyorum. Çıksın bu delilik oyunundan. Kurtulsun. Akhisar'da sakin kafayla kalsın istiyorum. Bu azgın çoğunluk, kötülüğü, kaosu, karmaşayı, öfkeyi, nefreti hakediyor. Hamzaoğlu, çok fazla buraya. Ya da eksik!

İnsanlar gerçekten bir teknik direktörün çıkıp "Bu kafayla şampiyon olamayız, bizden bir halt olmaz. Sakın güvenmeyin bize" falan demesini bekliyor. Taraf olmaya o kadar kapılmışlar ki, kendileriyle aynı tarafta olana bile sırf aynı cümleyi söylemediği için, aynı tarzda konuşmadığı için sallıyor. Oysa adam ne kadar örnek bir profil. Kendi hayatınıza o adamın özelliklerini entegre etseniz siz de belki bir şeyler başarabilirsiniz. Veya başaramazsınız ama en azından içiniz rahat olurdu, bu öfkeniz kaybolurdu.

Ulan bu dünyada herkes karşısına çıkan sorundan sonra ağlayıp başkasını suçlayacağına, 'Neyse önümüze bakalım' dese daha iyi olmaz mı? Her problemden sonra itidal çağrısı yapan, "Bunu da çözeriz, altından kalkarız" diyen insanlara sallıyorlar. Ulan bu çağda böyle adamlar bulunmaz Hint kumaşı. Ama yok, zaten önemli olan sorun çözmek değil. Sorun yaratmak. Sorun yarat hoca, bize kaos yarat. Yönetime salla, Fenerbahçe'ye salla, transfer yap, para saç, federasyona atarlan... Böyle böyle biz de rahatlarız, düşman üretmemize gerek kalmaz, onu da sen üret.. Ama sen böyle akil davranırsan, insanlar da sana sallar. Düşman lazım çünkü herkese.

Sadece Galatasaray mı böyle? Fatih Terim'in doğum gününü kutladığı için Caner'e küfredenler var. Her yerde, en yakınımızda. Yalan yok, eskiden ben de o tarz düşünüyordum. Gerçi en azından futbolcuya devamlı küfür etmiyordum. Ama insan para kazanmaya başlayınca, bir mücadele içine girince, hayatın zorluklarını görünce, hayatın zorluklarında yanında olan hiç ummadık adamları tanıyınca herkese hak veriyor.

İş yapanı "klas yapmadığı" için sevmiyorlar, mücadele edeni "şov yaptığı" için sevmiyorlar, para kazananı "çok kazandığı" için sevmiyorlar, sakin kalanı "masaya yumruk koymadığı" için sevmiyorlar, lafa kalsa öfkeli olanı da sevmiyorlar ama aslında hayranlık besliyorlar.

Ben sıkıldım artık. Öfkenizden, kininizden, nefretinizden. Uzaklaşamıyorum da. Bir yere kadar kaçıyorum ama sonra yine beni buluyor. Futbol bu kadar büyütülecek bir şey değilmiş onu anladım. Ama asıl anladığım futbol dışı konularda, başka alanlarda ahkam keserken ne kadar ikiyüzlü olunduğu. Umarım bir gün tamamen kopabilirim şuradan...

Çarşamba, Eylül 23

Sahne Set Sokak


Fellini, Satyricon çekimleri için Roma'da....

Perşembe, Eylül 17

Çarşamba, Eylül 16

Kırmızı Duman




Bunun altına satırlar dolusu yazı yazabilirdim ama kendimi üzmekten başka bir şeye yaramaz. Ekranı büyüt ve dinle, gerisini düşünme...

Salı, Eylül 15

Yaz Günü Ne Maçı



Akşam saat 12 gibi buluştuk. Altımızda şort. Onun ayağında terlik var hatta. Tişörtleri çekmişiz ama imkan olsa onu bile çıkaracağız. Hava sıcak. Ertesi gün iş yok ama olsa bile o saatte buluşurduk. İki nedeni var, birincisi hava o saatlerde serinliyor. İkincisi az önce maç vardı. Maçın bitmesini bekledik. Benim için değil, onun için.  İlk sorusu da haliyle şu oldu:

- Maçı izledin mi?

İzlemediğimi söyledim. Çok şaşırdı. Oysa çok hevesliydi. Bütün gece takımı masaya yatırıp, sezon tahminleri yapacağımızı sanmıştı. Heves kırdım. Nedenini sordu. ''Yazdayız'' dedim. Anlamadı. Oysa hala arkasındayım, dünyanın en geçerli sebebiydi.

Oturduğumuz çay bahçesinin yanındaki caddeden birçok güzel kız geçiyor. Gece 12 olmasına rağmen küçük çocuklar oyun oynuyor. Bisiklete binen, paten kayan gençler var. Hayat cıvıl cıvıl. Yapacak birçok şey var. Böyle bir ortam varken neden bir mekana girip, sigara dumanı ve küfürler altında maç izleyeyim? Ağustos sıcağında neden 8 ay daha sürecek bir maratona başlıyayım.

Biraz daha küçükken, ciddi ciddi sezon takvimini buna bağlıyordum. Yazın maç olmazdı, çünkü yazın insanlar tatil yapmalı. Yazın insanlar maç izlemez. Maça gerek yok. Maçlar, ligler sıkıcı kış aylarını doldurmamız için düzenlenen organizasyonlar. İki senede bir milli maçlarla yazın bir ayını değerlendirebiliriz. O da haziran işte; temmuzun sonu falan değil yani.

Meğer öyle değilmiş. Hava sıcak olduğu için, futbolcuların sağlığını etkiliyor diyeymiş bütün mesele. Bunu kendi kendime fark ettiğim için çok büyük şok yaşamadım. Ama hala daha alışamadım.

Yaz günü oturup nasıl maç izliyorsunuz? Heyecanlanıyorsunuz, strese giriyorsunuz, yoruluyorsunuz ve 90 dakika bitince 'Ben ne yapıyorum' demiyorsunuz. Sigara dumanlı kahvelerde, sıcağın bastığı evlerde oturup maç izlemek. Bir insanın kendisine yapacağı en büyük kötülük. 3-4 ay sürecek yaz günlerinden zaman çalmaktan başka bir şey değil. Güzel günleri israf etmek.

İnsan maç izlemek yerine gidip kendi top oynasa daha iyi değil mi? Ekimde başlarım maç izlemeye, o da denk gelirse. Maç izlemek için program yapıyoruz bazen, ya gerçekten manyaklık. Neyse ki passolig çıkmış, yoksa bir de stadyuma gidecektik her hafta...

Şimdi bunları yazdım ama belki akşam Atletico maçını izlerim. Belki de izlemem. Halı sahaya çağıran olursa oraya giderim. Çok boşta kalırsam açık hava bir yerde izlerim belki. 

Pazar, Eylül 13

Büyük Topçu


Şota arada idmanlarda gaza gelip topla şov yapıyor. Geçen idmanda yine yaptı. Omuzuyla falan top sektiriyor. Arada direkt çift kalelere falan giriyor. Ama biraz arka planda kalıyor. Oyuna çok girmiyor. Maç, futbolcuların maçı diye düşünüyor herhalde, rol çalmakistemiyor. Fakat istese fena oynar, maçın da yıldızı olur.

Gürcü ve komik diye ve biraz da eskide kaldı diye bu adama çok değer verilmiyor sanki. Daha doğrusu başka konulardan övülüyor. Oysa adam baya baya topçuydu. Buralarda oynadığı zaman muhteşemdi ve henüz 23-24 yaşlarındaydı. Biz de 10-11'dik. Keşke bizim gözümüz daha net açıldığı zamanlara denk gelseydi de öyle izleseydik. Gerçi çocuklar, futbolcunun maharetini daha net anlar ve çözer. Şimdi izlesek, savunmaya yardım etmiyor, bloklar arasında bağlantıda yetersiz, topsuz oyunda kısıtlı, koşu mesafesi falan düşük derdik. Öyle miydi onu bile bilmiyorum zaten. Hatırladığım tek şey; adam iyiydi ve izlemesi çok keyfilydi.

Şu fotoğrafta hocaya dikiz yapan futbolcular; Marko Marin ve Özer. Belki de takımın en teknik elemanları. Fakat hayranlık besledikleri gözlerinden belli. 

Salı, Eylül 8

Dert



eğri büğrü bakar oldum
şaşkın oldum, sakar oldum
ikide bir yüreğimi dağa taşa diker oldum
şunca yıldır karanlıkta göz kırpmaktan bıkar oldum

benim annem şeker annem gençlik elden gitti gider
gece gündüz dolaşırım tenhalarda menhalarda
benim annem güzel annem 
beni beni beni koyver

sağ yanımda bir sızı var sol yanımda dağlar duman
altı patlar, altı patlak 
bu dert beni 
bu dert beni verem eder

dama çıktım damdan düştüm
kılıç kestim rakı içtim
şahin oldum, keloğlanın külahını kaptım kaçtım
yare ağlar, güler uçtum
yarı yolda yorgun düştüm

benim annem kadın annem bu nasıl iş bana de hele

gece gündüz düşünürüm tenhalarda menhalarda
aman annem güzel annem beni beni beni koyver

sağ yanımda bir sızı var sol yanımda yandım allah
altı patlar altı patlak 
bu dert beni 
bu dert beni adam eder




Cuma, Eylül 4

Anormal ve Sefil Bir Hayat



Daha önceki sürgünler ile zamanımızın sürgünleri arasında bir ölçek farkı olduğunu vurgulamakta fayda var. Modern savaşlar, emperyalizm ve totaliter yöneticilerin yarı-teolojik hırslarıdır bu ölçek farkını yaratan. Gerçekten de mülteci çağıdır bu içinde yaşadığımız çağ, yerinden edilmiş kişi çağı, kitlesel göç çağı... Sürgün bir kere sürgün edildikten sonra üzerinde yabancı olma damgası taşıyarak anormal ve sefil bir hayat yaşar. Oysa mülteciler yirminci yüzyıl devletinin yaratımıdır. ''Mülteci'' sözcüğü acilen uluslararası yardıma ihtiyaç duyan çok sayıda masum ve sersemlemiş durumda insanı kasteden siyasi bir sözcük haline gelmiştir.


Edward Said - Kış Ruhu


Aslında, Bodrum'da karaya vuran Suriyeli çocuğun fotoğrafını koyacaktım, ama o kare çoğunluğu rahatsız ediyor. Bu çocuk -en azından bu foto çekilirken- henüz yaşıyor. O nedenle çok fazla rahatsızlık vermez. Oysa vermesi lazımdı...

Cumartesi, Ağustos 29

Sağ-Sol Turnike



Galatasaray'da yetiştim, büyüdüm. Antrenörlüğe de orada başladım. 25 yıl basketbol okuluyla uğraştım Galatasaray'da. Her sene 500 kişi gelse 25x500, siz hesap edin, 12.500 kişi yapar. Hepsinin birer arkadaşı olsa 25.000 kişi. Annesi babasıyla 75.000 kişi. Yani 100.000 civarında insana ulaşabildik. Biz bu insanlara ne öğrettik? Sağ turnike, sol turnike. Sonra paralarını aldık. Biz bunlardan Galatasaray kadın basketbol takımı için seyirci kitlesi olabilecek bin kişi bile üretemedik. Bu kültürü veremedik, böyle bir müfredat oluşturamadık. Çok büyük hata. Şimdiki aklım olsa ve aynı işi yürütsem, sağ-sol turnikeden önce ilk bunu öğretirdim.

Ekrem Memnun - Socrates Temmuz sayısı

Cuma, Ağustos 28

Koş Quaresma



Bu yazıyı yazdığım için pişman olabilirim. Bazı yazılarımda çok büyük olmasa da pişmanlıklarım var. Onların yanında bunun olası pişmanlığı çok da önemli değil. Meselenin aslı bu şarkıyı sevmiş olmam. Aslında sevmemem lazımdı. Ama melodisi falan çok güzel. Enstrümanlar çok uyumlu. Sözleri hiç dinlemesem çok daha fazla severdim. Sözler biraz kötü. Quaresma için şarkı yazılmış olması bir kenara (buna birazdan değineceğiz), ortada çok etkileyici bir cümle yok. Ne kadar kilişe spiker sözü varsa şarkıya yedirilmiş. Ama o da olsun, Manu Chao yapınca dileniyoruz. Manu Chao'nun Maradona şarkıları falan da böyle. Tamam 'La Vida Tombola' tam olarak böyle değil ama 'Santa Maradona' böyle mesela.

Neyse sonuçta bir şarkı var. Melodi,sound, tını; ne denirse o güzel. Beşiktaş taraftarı da Quaresma'yı şımartıyor olabilir. Ama tribün lideri onun hakkında kitap yazmışken Hollanda'da yaşayan 4-5 tane Beşiktaşlı şarkı yazsa ne olacak? Bırakınız yapsınlar.

Aslında böyle dememem lazımdı, ama değişiyoruz işte. Güzelse sorgulama işte. Mesela geçen farkettim; gençliğimde çok az Justin Timberlake dinlemişim. Dinle lan ne olacak işte. Neyse o da ayrı konu.

Sonuçta, bu tip şeylerin sayısı da kesinlikle artmasın. Ondan sonra, muhabbetler, internet, hafıza; her şey çöplüğe dönüyor. Bu kalsın burada. Quaresma bügün yarın Türkiye'den gitse bile dinlenir. Zaten belli olmaz, belki yine gelir.

Cumartesi, Ağustos 22

Semtte Tarihi Gün




Bodrumspor 3. Lig'de oynayacak bu sezon Daha önce de oynamıştı (20 sene önce) ama maçlarını kendi beldesinde değil. Milas'taki stada gitmişler. Şimdi hasret sona erecek. Sezonun ilk haftasında rakip Derince Belediyespor... Bu ara yolumuz düşerse stadyumda bir maç izlemeyi amaçlıyorum ama bakalım. Altıncı haftadaki Kemerspor maçı olabilir. 

Çarşamba, Ağustos 5

Geç Öğrenilen Dram



İnternet dipsiz bir dünya. Bu kadar bilginin burada olması, herhangi bir yerde toplanması ve insanların bunları paylaşıyor olması oldukça korkutucu. Sevdiğim bir şey hakkında birşeyler öğrenmeye çalışırken dramatik durumlarla karşılaşıp üzülüyorum. Oysa, bilgi edinirken amacım bu değildi!

Tsubasa'nın şarkısını bilirsiniz. Bölüm başlamadan önce çalan, futbol seven her çocuğu gaza getiren, duyduğu anda topunu alıp sokağa çıkartan şarkı. Ulan yıllarca dinledim bu şarkıyı, çocukken saçma salak telaffuzlarla söylemeye çalıştım. Bu beni baya mutlu ediyordu. Sonra dedim ki, "madem çok sevdiğin bir şarkı, sözlerini, Türkçesini falan öğrenelim" Demez olaydım.

Dünya üzerindeki futbol seven çocuğu etkileyen bu şarkının adı Moete Hero... Hiroyuki Okita tarafından söylenmiş; videodaki ağabey... 1999'da 36 yaşında intihar etmiş. Bu video da ölümünden kısa bir süre öncesi. Adamın suratında bile hüzün var sanki o anda. Belki de her önüne gelen adama bu şarkıyı sordu, bu şarkıyı söyletti. Okita, aynı zamanda oyunculuk falan da yapmış. Muhakkak başka şarkıları da vardır ama etiketi Tsubasa olmuş.

Tahminim; Japonya 2002 Dünya Kupası'nı beklerken ülkedeki Tsubasa ilgisi de üst seviyeye yükselmiştir. Öyle bir atmosferde Okita'nın üzerindeki Tsubasa algısı da artmıştır.

Yaşanmış bir olay, yapacak bir şey yok. Aradan 16 sene geçmiş. Bunu öğrenmeye gerek var mıydı? Vallahi üzüldüm, garip oldum. Kesin bu adamla ilgili daha çok bilgiyi internette bulabilirdim ama korktum.

Cuma, Temmuz 24

Burada Sizi Öldürmek İstiyorlar



Türkiye'de doğup büyüyünce insanların öldürülmesine alışıyorsun. Gerçek bu. Küçüklükten beri böyle bu... "Çok fazla sivrilme canın yanar'' sirayet etmiştir herkese. Bu can yanma da öyle sıradan bir can yanması değildir. Sınırı geçersen canından olursun. O nedenle bu katliamlar, bu patlamalar, bu acılar bu ülkenin olağan hâli gibi geliyor. Fakat artık daha sinir bozucu bir şey var. İnanılmaz bir nefret. İnsan, ne kadar tehlikeli olursa olsun bu ülkede sokağa çıkmaktan vazgeçmez belki ama artık yeni bir insan tanımak da istemiyor. 'Olayları kendi cephesinden yorumlamak' bile değil bu. Daha farklı bir durum. Haber altı yorumları, twitter paylaşımları, facebook iletileri, bire bir muhabbetler... Ölenin, öldürülenin ardından bu kadar nefret.

Şu insanların fotoğraflarına bakıyorsun. Hepsi sen ben... Bize benziyorlar, bizim gibiler. Bizim gibi olmasalar ne olur zaten, ne fark eder. Bu nefret o yüzden böyle sinir bozucu. Metrobüste yanında oturan kadın, maçta arkandan omuzuna tutunan adam, üniversite kantininde gördüğün kız, bakkalda ayak üstü muhabbet ettiğin çocuk...

Hayat seni farklı bir yola çizseydi belki bu insanları tanıyor olacaktın. Senden daha farklı değil. Senin giydiğin pantolonu giyiyor, senin yediğin yemeği yiyor. Aynı filmleri izleyip, aynı şarkıları dinliyorsun. Ama tanımıyorsun. Tanıyabilirdin ama hayatına girmemiş. Ve sırf bu yüzden öldürüldükten sonra çok rahat bir şekilde nefret etmeye başlıyorsun.

Biliyorum ki bu ülkede bombalar patlamaya devam edecek. Bundan kaçış yok. Bu ülkenin değişme ihtimali de yok. Fakat bu nefret, bu çılgınlık en sakin en huzurlu anı bile zehir ediyor.

Eskiden "seni öldürmek isteyenler"i hayal gücün ve bilinç altın; maskeli, gizlenmeye çalışan, yüzü gözükmeyen, takım elbiseli karanlık adamlar olarak tasvir ederdi. Artık öyle değil. En yakınındaki, en iyi tanıdığın, her gün yüzünü gördüğün insan bile seni öldürmek isteyebilir. Senden nefret ediyorlar. Bombalara alışabilirsin, alışıyorsun da ama bu paranoya ile bu topraklarda nefes almak daha da zor!