Salı, Haziran 30

Tam kafanıza göre

Real Zaragoza'ya varlık gösteremediği maçta, Kadıköy'de 1-0 kaybetti Fenerbahçe, 3 gün sonra Kayserispor'a 7 tane attı. Kayseri nere Zaragoza nere değil mevzu. Bir tarafta kulübedeki koltuğu ısıtan Daum vardı, diğer tarafta sürekli kenardan takımına direktif veren Victor Munoz. Kayseri'ye atılan her golde kenarda coşan bir Daum vardı bu arada. Ve o yönetim, Fabio Luciano'ya emanet stoper mevkiine transfer yapmak yerine Van Hoojidonk, Tuncay, Nobre ve Alex'in olduğu hücum hattına Anelka'yı transfer etmişti yürüye yürüye şampiyon olmak için... Milan Arsenal'den önce Fenerbahçe'yi Kadıköy'de son kez mağlup eden takımdı. O Milan maçı da Daum'un Kadıköy'deki son Avrupa macerasıydı. 4-0 yenilmişti Fenerbahçe, yine 3 gün sonra son yıllarda Ali Sami Yen'de gösterdiği en dominant performanslardan birini gösterip 1-0 kazanmıştı, üstelik Alex'siz... Evet Aziz Yıldırım'ın 3 sene üstüste şampiyonluk hedefine en uygun teknik direktör Daum. Aragones değil, Daum'dur Aziz Yıldırım'ın tam kafasına göre olan teknik direktör. Ancak Daum asıl o er meydanlarında, Ramon Sanchez Pizjuanlar'da Zico duruşu sergileyebilir mi, ona pek inanmıyorum...

Bir Transferden Daha Öte


Vassel İstanbul'da. Akşam saatlerinde Ankara'ya geçecek. Türk futbolunda eşi benzeri görülmemiş bir transfer gerçekleşmek üzere.
Gecekondu, 19 Mayıs'ın suni çimleri, Melih Gökçek, Cemal Aydın, 100.yıl heyecanı, başkent.
Bildiğiniz tüm futbol filmlerini unutun. Başrolde Darius Vassel. Bir 100.yıl hikayesi.
Coming soon.

Çarşı Michael'a Karşı Değil



Aslında kısa bir yazı yazmıştım ama bunun altına o kadar yazı yazmak bile ters. Uzun uzun tartışılacak bir konu var elimizde ama yeri bu fotoğrafın altı değil. Aklımızda olsun, bu foto da arşivde bulunsun.

Transfer Nostaljisi #3


2000 yazına geri dönüyoruz. Türk futbolunun en güzel sezonunun başına. Tamamen subjektif bir cümle bu ama aksini iddia etmem, edemem. Her anıyla çok heyecanlı geçen bu sezonun transfer dönemi de oldukça sükseli olmuştu.

2000 yılının UEFA Şampiyonu Galatasaray, 5.şampiyonluğu kazanmaktan çok Şampiyonlar Ligi'nde başarı istiyordu. Güçlü ve kaliteli kadrosunu hocası ve santrforu dışında korumuştu. Türk futbolunun en önemli ikonlarından ikisi Fatih Terim ve Hakan Şükür İtalya'nın yolunu tutuyordu. Hoca açığı, Commandante'nin hemşehrisi Lucescu sayesinde dolmuştu. Geriye santrfor kalmıştı. Yedek forvet Arif Erdem, Real Sociedad'a geçmiş, onun açığı Samsunspor'un gol kralı Serkan Aykut ile doluyordu. Ama büyük hedeflere büyük golcülerle ulaşılırdı.

Gündemde 3 tane forvetin ismi vardı. Yanılmıyorsam Mehmet Cansun, bu 3 isimden 2 tanesini kadromuza katacağımızı beyan etmişti. Real Madrid'in belalısı Mario Jardel, Hırvatların yıldızı Alen Boksiç ve suyun karşı tarafından Viorel Moldovan. Açık söylüyorum ki 15 yaşındaki bir delikanlı olarak en çok Moldovan'ı istiyordum. Ezeli rakibin yıldız topçusunu almanın dayanılmaz hazzını yaşamak bir yana Moldovan hakikaten beğendiğim bir forvetti. Ve ondan bir önceki Rumen forvet Adrian İlie de bir o kadar sevdiğim isimdi. Rumen olsun çamurdan olsun Hagi-Popescu-Moldovan koysun Cimbombomun şampiyon olsun isterdim.

Üstelik Moldovan'ın Florya'ya geldiği haberleri o günlerde İstanbul dışında olan ben ve arkadaşlarımı oldukça heyecanlandırmıştı. O günlerde güneydeydim ve Fenerbahçeliler çok mutluydu. Çünkü o güne kadar yabancı transferini çoktan halletmişlerdi.

Galatasaray'ın şampiyonluk serisine son vermek isteyen Fenerbahçe, takımın başına milli takımın hocası Mustafa Denizli'yi, o ise takıma Revivo-Rapajç-Lazetiç üçlüsünü getirmişti. Hangisi hangi gün geldi çok net hatırlamıyorum. Ama mayıs ayının sonunda Andersson ilk gelen isimdi. Fenerbahçe'nin Hakan Şükür tipi santrfor arayışlarındaki son noktaydı. 1994 Dünya Kupası'nın yıldızı çubukluyu giyecekti. Andersson için harcanan para medyanın oldukça ilgisini çekmişti. İsveçlinin eski günlerinden uzak olduğu iddia ediliyordu. Ama sonuçta dünya futbolunun en önemli isimlerinden biriydi. Andersson transferi Fenerbahçe'yi transfer sezonunda -her zaman olduğu gibi- 1-0 öne geçirirken, Moldovan'ın yolunu açtığı için beni sevindiriyordu.

Fakat Moldovan gelmedi. Avrupa Gol Kralı Süper Mario Jardel transferi, Cem Uzan özneli haberlerle duyuruldu basın tarafından. Eleştirilecek hiçbir şeyi olmayan, leblebi gibi gol atan bir forvetti. Real'e attığı goller 25 Ağustos'ta oynanacak olan Süper Kupa Finali öncesi özgüvenimizi arttırıyordu. Ama ne yazık ki, ne Moldovan ne de Boksiç Galatasaray'a geldi. Lucescu'nun çalıştığı 4 sene boyunca zihinlere kazıdığı "takım içi denge" felsefesi bir başka pahalı forvetin Galatasaray'a gelmesini engelledi. Türk futbolunun o sezon geldiği nokta böyleydi. Jardel transferi bizi kesmemişti.

Fenerbahçe ve Galatasaray'ın transfer borsasını sadece ülkemizde değil Avrupa'da salladığı o günlerde Beşiktaş oldukça sönük kalan bir transfer gerçekleştirdi. Avrupa futbolunu yakından tanıyanlar gelen tehlikenin farkındaydı ama isim olarak Jardel'in de Andersson'un da bir satır altındaydı. Fransız siyahi futbolcu, Lens'ten ülkemize gelirken, kimse onun 9 sene sonra reklamlarda-filmlerde oynayacak kadar kült bir isim olacağını tahmin edemiyordu. Pascal Nouma, o yaz günlerinde Jardel ve Andersson haberlerinin arasında kaybolsa da, sezon başlangıcından itibaren, Türk futbolunun en unutulmaz figürlerinden biri olmaya başlıyordu. Jardel 1 sezonda 22 gol, Anderson ise 2 sezonda 19 gol atarak ülkemizden ayrılırken, Nouma 9 sene boyunca en çok konuşulan, hatırlanan isimlerden biri oluyordu.

Funchal


Portekiz'de bir futbol kulübü Funchal. Yıllar önce çekilmiş bu fotoğrafta 9-10 yaşlarındaki birkaç çocuk var. Funchal forması giymişler. Beyaz şimşek gibiler. Tıpki Real Madrid gibi. Kendilerini belki de Real Madridli futbolcuların yerlerine koyuyorlar çift kale maçlarda.

Hemen hemen hepsiyle aynı yıllarda doğdum. O yüzden biliyorum.O yaşlardayken Hierro gibi savunmacı olmak isteyen çocuklardan Funchal takımında da, Kadıköy'deki mahalle takımında da da vardır muhakkak. Gol atan Zamarano olurdu. Ben Redondo hastasıydım mesela. Laudrup ve Hagi Real-Barca arasında giderdi. Hagi sonra bizim mahalleyi yerinden oynattı, bizim mahalleden yerleri oynatan biri çıkmadı henüz. Oysa Funchal takımından çıktı.

Bu resimdeki çocuklardan biri C.Ronaldo. Hangisi olduğunun bir önemi yok. Bu takımdan Real Madrid'e bir topçu gitti, gerisi ayrıntıdır, o ayrıntı popüler kültürün işidir. Bu fotoğrafın çekildiği yıllarda genç bir adam hayallerine yeni yeni kavuşuyordu. Raul Gonzales Real'de kadroyu zorluyordu. Bu çocuklardan biri şimdi Raul ile aynı takımda olacak. Raul, Real'de takım kaptanı artık. Real'de Raul ile beraber oynama hayali o yıllardan beri içinde o yaş grubunun. Kendimden biliyorum çünkü. İşin sinir bozucu tarafı, ulaştığı bu yerin değerini bilemeyen, milyonlarca çocuğun hayali olduğunu idrak edemeyen (en azından ben öyle düşünüyorum), artık çocukların hayallerini değil, Tony Montana'ya özenen varoş gençlerin hayallerini gerçekleştirmeye çalışan bir kişilik yaşıyor bu hayali. O yüzden mi Messi ve Kaka çocuklar tarafından daha çok seviliyor acaba?

Marsilya'ya Gidemeyenler


Marsilya, güzel şehir, güzel takım, güzel tribün. Hepsinden öte güzel bir macera. Bu macerayı yaşaması güzel olur bir futbolcunun. Fakat bizim topçuların buraya imzası son anda yatıyor nedense. Böyle bir sıfat var artık Türk futbolunda. Marsilya'ya gidemeyenler.

Tanju Çolak'ın Marsilya'ya transferi son anda yatmıştı. En azından bize öyle anlatıldı. Okan Yılmaz imza atmaya giderken geri döndü. Servet Çetin imzası beklenirken başkan istifa etti. Evren istemiyor resmen, mitolojik bir durum var sanki. Gerekirse şimşekler çakar, yer yarılır o imza engellenir gibi. Oysa güzel olurdu Veledrome'da bir Türk, ekran başında biz.

Pazartesi, Haziran 29

Bir Gazi daha geçti

Miramis kazandı Gazi Koşusu'nu. Sonuç aslında anormal değil, fakat beklenmedik performanslar oldu, Monte Negro mesela değil tabela yapmak ilk 10'a bile giremedi ve eküriyi hayal kırıklığına uğrattı. Çok fazla irdeleniyor bazı şeyler, İnderesi için ne yapacağı belli olmaz falan deniyordu, yahu o kadar da belli değil değil işte. İnderesi bu sonuçta fazla da birşey beklememek lazım. Eğer Gazi'yi bu tay kazanacaksa o zaman seviye düşük demek lazım.
***
Günün başlangıcında Oğlumemre Pan River'ı, Inspector'u ve ekürileri geride bırakarak iyi iş başardı. Sabırlı'nın kazanması belki de günün olayıydı. Çünkü koşabileceği en sert grupla koştu tekrar ve toparlandığını gösterdi. Salvatore'nin jokeyini düşürmesi de talihsizlikti. The Rising oldum olası tutmadığım bir attır ama dün 1600'de favori çıktığı yarışı kazandı. Kısrak Koşuları'nın havasından mıdır suyundan mıdır nedir, genelde sürprizle bitiyor. Öyle tahmin ediyorduk zaten. Invincible Son zorlandığı yarışı aldı götürdü iç kulavardan, kumda henüz geçilmişliği yok. Turbo da 1400 metreyi yürüye yürüye bitirdi. Haftaya 4 yaşlı Araplar'ın Gazi'si diye nitelenebilecek İstiklal Savaşı Koşusu var. 2100 metreye çıkacak Turbo. Eğer yıkılırsa birinciyi tahmin etmek zor olur, bu kez Turbo bitiremezse bitirecek tek isim Kafkaslı diyebilceğimiz bir durum olmayacak ortada. Bu arada Kafkaslı demişken dün Bursa'da kaybetti ve kazanan Sönmezalp'in ganyanı 106 lira idi. Bursa'da ne olacağını yalnız Allah bilir.

Mucize İçimizde


Frank Rijkaard, Hollanda'daki muhteşem kamp havasından etkilenmiş olacak ki şöyle bir cümle kullanmış: "Başarısız olmamız için sanırım bir mucize lazım."

Hoca daha yeni, farkında değil herhalde. Mucize Galatasaray'ın olmazsa olmazıdır. Yeri gelir 3-0 biten ilk maçın rövanşını 5-0 alır, yeri gelir yüzyılın başında olmazı olur yapar, yeri gelir son hafta şampiyon olur, bazen de yeri gelir müthiş bir kadroyla ortada rakip yokken ligi 5.bitirir, son yarım saatte 2-0'dan turu verir.

Hele bir NTV Spor ve TRT yeni yayın dönemine başlasın, bakalım o zaman ne diyecek Rijkaard?

Engin Baytar Memleketinde


Türk futbolunun en çok konuşulacak isimlerinden biri olamaya aday Engin Baytar memleketinde. Ateş ve barut yanyana. Ama bu sefer bu birleşmeden sorun çıkmaz diye tahmin ediyorum, En azından öyle umuyorum. Trabzon kentine, tabir-i caizse "deli" topçular lazım. Yalnız Engin'in de biraz kendini frenlemesi lazım. Hem gurbetçi hem Trabzonlu. Avni Aker için bile fazla kalan çılgınlık işaretleri bunlar. Üstelik sabıka dosyası bir hayli kabarık.

Türkiye'deki kariyerine Maltepespor ile başlayan ve kısa sürede kendini parlatıp 2 lig birden atlayan Engin, en kritik döneminde. Ya Anadolu'nun kralı olacak, ya da Anadolu yollarının. Tıpkı Trabzonspor gibi.

Nuri Alço Desteği


Ümit Karan Eskişehirspor'da yeni bir başlangıç yapacak. İmzasını 5 bin kişinin önünde attı. Ümit Karan gibi 3 büyüklerde üst düzey top oynayan bir futbolcunun Anadolu'ya gitmesine çok rastlamayız. Sonuçta 1 sezon evvel Galatasaray'ı şampiyonluğa taşıyan isimlerden biriydi. İstanbul misyonunu futboldan öte gece hayatı sebebiyle doldurmuştu.

Şimdi ESES için mücadele edecek. Ve artık ironi mi diyelim, tesadüf mü diyelim bilemedim. Açtığı bar ve gece yaşantısı nedeniyle sürekli eleştirilen Ümit Karan'ın imza törenini, 80'lerde gençleri gece hayatının gerçekleriyle yüzleştiren filmlerin (tanıma gel) ikonu olan Nuri Alço da izledi. Ümit Karan'ın hikayesinin şimdilik son sahnesidir bu resim, 80lere ustaca yapılan bir gönderme de var üstelik.

Ne alaka?

Sabah gazetelere göz attığımda Juan Sebastian Veron'un Bursaspor'a transfer olacağına dair haberler gördüm. Daha önce Davids'in Kocaelispor'a ve bugünlerde Çin'de top koşturan Denilson'un Manisaspor'a transferleri ile ilgili çok şey yazılıp çizilmişti. Birşey çıkmamıştı nihayet işin ucundan. Gerçi üç büyükler haricinde Anadolu'ya böyle bir transfer olsa en azından tarnsfer eden takımın şehri için bile büyük sükse olurdu bu. Haberle ilgili Bursa cephesinden "ilgilenmiyoruz" diye açıklama gelmiş. Bursaspor'un Veron'la ilgilenmemesi de güzel. Ama ben olaya oradan bakmıyorum. Bugün futbol piyasasında isim yapmış ve yaşları kemale ermiş futbolcuların, istedikleri parayı alabilecekleri en kaliteli liglerden birisi Turkcell Süper Lig. Öyle ya hala daha geldikleri yerde kral olduklarını ispatlayacakları, olgunlukla önderlik ettiklerini ispatlayacakları bir Şampiyonlar Ligi mevcut. Üstelik ciddi bir futbol seyircisi de cabası. Şu an bu durumda olan birçok futbolcu sayabiliriz. Fiorentina'ya gitmeden önce Crespo bunlardan biriydi mesela, Katar'a giden Juninho öyle. Dedikodu bunlarla da olabilirdi. Neden özellikle Veron ismi üzerine dünya kadar şey yazılıp çizildi bugün? Ve neden Bursaspor? Ben bir anlam veremedim bu işe. Bursa ağırdan satınca 34 yaşındaki Veron'un piyasası mı düşecek? Gazetelerde Bursa'yı gezmeye geleceğine kadar vardırılmış iş. Fanatik gazetesinde de Veron ve Messi'nin fotoğrafları yanyana. Manşet "işte Bursaspor'un bombası". Acaba "ulan Messi'yi mi alıyoruz" diyen Bursalı var mıdır? Ne diyelim Veron gelsin toparlasın Bursa ortasahasını, "en sevdiğim yemek de iskender" diye demeçler versin...

Süleyman Daum


Oğlunun adını Can'a benziyor diye Jean-Paul koyacak kadar bir Türkiye sevdalısı olarak tanıtıyor kendini. En azından dışarıya öyle gösteriyor. Ne de olsa bazıları onun İstiklal Marşı okumasını şov olarak yorumluyor. Bilemeyiz içindekileri. Ama şu bir gerçek artık bizden biri oldu. Christoph Daum Türkiye'den 3 defa ayrıldı, bu hafta 4. gelişini gerçekleştirdi. Süleyman Demirel'in futbol versiyonu olma konusunda Coşkun Özarı ile yarış halinde.

Bir de Koch var. Bu kadar uzun süren bir birliktelik azdır. Daum nereye Koch oraya. 1-2 hafta içinde Fenerbahçe sayfalarının manşetleri hazır: "Koch, Pestil Çıkardı" Benim bildiğim, son15 senedir itinayla pestil çıkarıyor.

Pazar, Haziran 28

Flamenkocu

"FIFA Konfederasyon Kupası’nda bugün ev sahibi Güney Afrika ile üçüncülük maçına çıkacak İspanya Milli Takımı’nda bulunan Güiza, basın toplantısında, Michael Jackson’un ölümüyle ilgili de görüş bildirdi. Jackson’un ölümünden dolayı üzüldüğünü, ancak sanatçının büyük bir hayranı olmadığını söyleyen golcü, “Ben Flamenkocuyum” dedi."

Cumartesi, Haziran 27

Philly Falzone

Philly Falzone, Prison Break 1. sezonda Fox River'a gelip gelip John Abruzzi'nin canını sıkardı. Tehditlere pabuç bırakmadı Abruzzi. Severdik Abruzzi'yi. Tünel kazılırken "aaahh Sicille" demesini unutmayız. Falzone ise Michael'ın katakullisiyle Fibonacci'ye ulaşacağım diye tutuklanmıştı. İyi de olmuştu, sevmezdik Falzone'yi...

Kızıl Almanlar

Alman ümit milli takımı. Kırmızı renkte bir Almanya forması enteresan geldi.

Vassel


Darius Vassel Ankaragücü'nde. Dedikodu veya gerçek. Bu cümle kullanılıyor iki gündür. Düşüncesi bile güzel. Bebbe'ye bile katlanabilen Ankaragücü taraftarı, Vassel'ı kral yapar. Bir de Nii Lamptey gerçeği vardı gerçi. Transfer kesinleşirse, doğrulanırsa yazarız bir şeyler. Gerçekleşmezse Davids-Kocaelispor gibi kalır akıllarda. Olsun, o da yeter.

Edebiyat Fakültesi


"Dünyanın bütün edebiyat fakültelerinde olduğu gibi burada da buram buram bir kasvet kokuyor. Sanki dünyanın ışığı azalıyor birdenbire. Bu kentte edebiyat fakültesinin en büyük özelliği asla iyi edebiyatçı yetiştirememmesidir. Fakülteyi her dönem saran sağcı, muhafazakar, arkaik fikirler de cabası. Hiçbir dönemde atılım yapıp bu sarmaldan çıkamamıştır bu köklü geçmişe sahip kentin edebiyat fakültesi. Bu belki de bir nebze anlamlı, daha iyi... Tarih dondurulmuş oluyor bu şekilde. Bir sosyal bilim laboratuarı gibi, içine girdiğinde kenti yüzyıllar öncesine taşıyan binbir fikir akımının, meyvesinden çıkmış, ortada kalmış kurtçuklar gibi zavallı bir şekilde etrafta gezindiğini görüyorsun. Bu, nostaljik bir duygu veriyor insana. Bir de öğretim üyeleriyle filan karşılaşıp, onların Kafka karakterlerini andıran kıtıpiyos, küçük hesapçı, depresif görüntüleriyle yüzyüze gelin mi herşey tamam oluyor."

Aşkı, temiz kalpli, genç adamları öğüten kadınlara mahsus bir tezgah olarak tanımlayan bir roman kahramanının İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi hakkındaki düşüncesi.

Küçük Şeytan - 1999 -Hikmet Temel Akarsu

83. Gazi Koşusu

Gazi Koşuları'nın farklı anlamlar taşdığını belirtmiştim hep. Bu yıl ki biraz öyle olacak. Hepsini ayrı ayrı olaylarla hatırladım, bu yıl koşulacak olanı da "abimin evlendiği gün koşulan Gazi" diye hatırlayacağım. Koşuda bana göre şanslı olan isimlerle, şanslarını değerlendirelim:
1) Monte Negro: Safkan, Selim Kaya ile başladığı sezonun en önemli yarışında Karataş'la start alacak. Karabeyhan yavrusu bu tay, Eliyeşiller'e Popular Demand'dan sonra yakın zamandaki ikinci Gazi birinciliğini kazandırmak için ter dökecek. Sait Akson'da teslim olduğu Miramis'ten rövanşı alabilir diye düşünüyorum.
2) Miramis: Üstüste gelen birinciliklerden sonra Erkek Tay Deneme'de aldığı 6.lık ile hayal kırıklığı yaratsa da gelecek vadeden jokeyi Gökhan Kocakaya ile içten gelerek kazandığı Sait Akson'la yeniden favori haline geldi. Sait Akson Koşuları Gazi için son büyük provadır. Onu kazanan Gazi'ye favori girer genelde. Kısmet...
3) Rokoko: Bu tayın iki yaşlılığında yaptığı hemen hemen tüm yarışları izlemiş ve pek beğenmemiştim stilini. Ne bileyim bir Aydın Abi'yi daha çok tutmuşumdur her zaman. Ancak iki yaşlılıkta yapılan yarışların ölçü olmadığını Grand Ekinoks'tan biliyoruz. Rokoko, daha önce Gazi kazanma başarısı gösterememiş Selim Kaya ile yarışın ağır toplarındandır.
Bu üç safkanı eşit şansta değerlendirmek gerekse de Monte Negro'yu bir adım önde görüyorum. Gelelim bu ağır favorilerin altında şanslı olabilecek sürpriz isimleri değerlendirmeye:
4) Distant Flight: Kitapçı ekürisine Wolf's Son'dan dolaıy bir sempaitm vardır her zaman. Distant Flight güçlü kan hattıyla önemli bir tay. Yarıştaki tek dezavantajı uzun mesafe olacaktır çünkü Fantasy Flyer yavruları genelde kısa mesafelerde etkili olagelmişlerdir. Yine de uzun mesafeye intibak etmesi halinde başarılı olabilir.
5) Chi: Dünaynın en iyi jokeyi olarak kabul edilen Lanfranco Dettori'nin bineceği tay, hatırlayacağımız üzre Dişi Tay Deneme'de sürpriz bir sonuca imza atmıştı. Gazi'de de iddialı olacaktır.
6) Transacoustic: Fazla şans verilmeyen bu ismin Gazi'nin bombası olabileceğini düşünüyorum. Yalçın Akağaç sever bazen sürpriz yapmayı. Kazadnığı son yarışı yine Gökhan Kocakaya ile içten gelerek kazanmıştı. Aynı jokey, Miramis'le Sait Akson'u kazanmıştı, jokey tarzını kavramak açısından önemli bir done. Velhasıl, kabiliyetli bir tay.
***
Günün diğer yarışlarında, mesela 1400 metrede Turbo'nun yarışı uzak kazanacağını düşünüyorum yine. Anafartalar Koşusu'nda, Velociraptor ve Fairson'dan sonra gördüğüm en iyi üçüncü kumcu olma yolunda hızla ilerleyen Invincible Son da ağır favoridir. Kısrak Koşusu'nun sürprizle sonuçlanabileceğini, altılının ilk ayağındaki Zübeyde Hanım Koşusu'nda da bu koşuyu 4 kez kazanan Ribella'yı gözlerimizin aradığını belirtelim. Altılı haricinde koşulacak iki büyük yarış daha var. 1600 metredeki Grup I koşuda, uzun mesafelerde daha iyi koştuğunu düşündüğüm Salvatore, Kurtiniadis ve Sabırlı arasındaki mücadele güzel geçecektir.

Yurdum okuyucusu

Bu gazetelerin internet sayfalarındaki okuyucu yorumları için ekşisözlükten tutun da diğer birçok sözlük ya da benzeri oluşumlarda veya televizyon programlarında çeşitli yorumlar getirildi. Dalga geçildi çoğunlukla. Youtube'da bile alakasız yabancı bir klibin altında küfürleşen Türkler gördük, tebessüm ettik. Benim örneğim milliyet okuyucu yorumlarından. İngiltere'de 15 yaşındaki bir çocuk kendisine emanet edilen bebeği döve döve öldürmüş. Gelen yorum ise ilginç "çocuk çocuğa emanet edilmez, nasıl baksın"... Sanki çocuk bebeğe yemek yedirirken, bebeğin nefes borusuna birşey kaçmış gibi bir yorum. Ulan döve döve öldürmüş işte psikopat. Çocuğun mahkemede verdiği demeç de enteresan: "Hiç bir kurum benim kendimi cezalandırdığım gibi beni cezalandıramaz."

Okeye dördüncü şimdilerde...

Bir bilgisayar oyununda 4. nakavtta ünlü bir rap şarkıcısına mağlup oldu Mike Tyson geçtiğimiz günlerde. Okeye dönmeye başladığından beri hayatını ve demeçlerini daha yakından takip ettim. Küçük kızının talihsiz ölümünden sonra yavaş yavaş hayata dönmeye başlamış. 90'ların sonlarında uzun uzun reklamı yapılırdı bu adamın maçlarının, sabahın köründe kalkar, maçı izlerdik, 45-50 saniye sürerdi bütün hikaye ve yatardık gerisin geri. Hemen nakavt olan adamlara çok kızardım o an. Biraz daha dayak ye dimi, ne hemen düşüyorsun?
***
En unutulmaz maçı ise "çocuklarını yemek istiyorum" dediği Lennox Lewis'ten yediği bir araba sopanın yanına kar kaldığı maçtı. 38 yaşında çıktığı o maçtan sonra toparlanamadı bir daha. Yaklaşık iki-üç yıl boyunca birbirlerine atıp tutmuşlardı basın toplantılarında. Hatta Lewis bir ara ünvanı kaybetti, sonra tekrar kazandı falan, maçtan önceki tanıtım toplantısında kavga çıkmıştı ve Mike, Hollyfield'ın kulağından sonra Lewis'in g.tünden de ısırık almıştı... Şimdilerde öyle sıcak kavgalar, basın toplantısı esnasında birbirine giren korumalar kalmadı. Klitschko da zaten soğuk bir adam. Bu arada Mike Tyson'un Lennox Lewis'e 8. roundda nakavt olduğu maçtan 2-3 saat sonra Türkiye - Kosta Rika maçı oynanmıştı. 1-1 berabere kalıp ümitsizliğe düşsek de son maçta Çin'i mağlup etmemiz ve her zaman bizim milletin sempatik yaklaştığı Brezilya'nın kıyağı ile gruptan çıkmayı başarmıştık.

Cuma, Haziran 26

Gazi öncesi kısa hatırlatmalar # 2

En son 2002 yılında kalmıştık. Bu yazı serisi de Ömer Güvenç'in Beşiktaş'ın şampiyonluk öyküsü gibi öykülerinden değil. Ama işte 10-12 yılı aynı yazıda anlatmayalım diye kısım kısım gidelim istedim. 2003 yılı Gazi Koşusu farklı anlamlar taşıyordu benim için. Gazi Koşuları'nın seneler içinde her zaman okulların kapanmasını çağrıştırdığı, Enternasyonel Yarışların ise açılmasını çağrıştırması 2003 yılında değişti ilk defa. Çünkü o yıl ÖSS sınavı vardı ve Dinyeper'in Grand Ekinoks'u burun ucuyla geçtiği yarışın olduğu gün sınava girmiştim. Ayrıca okulların eylül ayında açılması gibi bir sıkıntı olmadığından daha bir keyifle izlemiştim Enternasyonel yarışları. Kaldı ki o sene Malazgirt Koşusu'nu da Ersanhan kazanmıştı, ekleyelim. Bu özel yılda şimdiye kadar hiç bir tay Perfect Storm kadar favori girmemişti yarışa. Zaman zaman ciddi sürprizlerin de yaşanabildiği böyle bir yarışta 1.15 gibi bir muhtemel, Perfect Storm'un ne kadar ağır favori olduğunun en bariz ispatıdır sanırım. Ancak yarış beklenildiği gibi gelişmedi ve bültenlerin sert jokeyi Bekir Gökçe ile dış kulavrdan kopan Sufi kariyerinin tek başarısını elde etti belki de.
***
2004 yılında yine enteresan bir haftasonuna denk geldi Gazi Koşusu. ABD başkanı Bush'un ziyareti dolayısıyla koşu cumartesi gününe alındı ve belki de ilk defa bir Gazi Koşusu cumartesi günü koşuldu. Açıkçası benim şimdiye dek gördüğüm en verimli jenerasyonlardan biriydi 2004 jenerasyonu. Orta mesafede bütün rekorları altüst eden Sabırlı, o yılın erkek tay deneme galibi ve gazi'nin de favorilerinden olan Kaneko ve o ana dek koştuğu hiçbir çim yarışında geçilmeyen YavuzStar aynı koşudaydı işte. Aslan Birdal 2000 yılında Sheer Honor'la teptiği fırsatı bu kez tepmedi ve YavuzStar'la muradına erdi.
***
2005 yılı 9 yıl aradan sonra tekrar Halis Karataş ve 17 yıl aradan sonra da bu kupayı en çok kazanmış eküri olan Eliyeşil ekürisinin yılı oldu. Gladyatör, Golden Sun ve özellikle de Süleyman Akdı'nın izlediğim en iyi üç İngiliz atından biri dediği Champs to Champs'li renkli bir gruptu o grup. Popular Demand Gazi'yi kazansa da Anakara Koşusu ve bir sonraki yıl Mahsun Kurmızıgül'ün konser verdiği gün koşulan Başbakanlık Koşusu'nda Champs to Champs'in gerisinde kalıp karizmayı çizdiriyordu. Ayrıca kupa töreni sırasında Melisa Eliyeşil hanımefendinin gözyaşları da dikkatlerden kaçmadı.
***
2006 yılı Gazi Koşusu'nun son düzlüğü Ertül Cankılıç & Halis Karataş ikilisinin 7 yıl önceki mücadelesinin rövanşı gibi oldu. Yarışın sürprizlerinden sayılabilecek Annosh içeriden gelip bir anda liderliği aldıysa da Hızelbeyi'nin ataklarına direnemeyip fotoda vermişti yarışı. Bors, Lovely Doyoun, Out Of Control gibi vasatın biraz üstü isimlerin yer aldığı garip bir jenerasyondu.
***
2007'de Inspector'un sürükleye sürükleye kazandığı Gazi mi daha kötüydü yoksa 2002'de Fernando'nun kazandığı mı, buna bugün bile karar vermek oldukça güç. Herşeye rağmen kumda daha başarılı koştuğunu düşündüğüm Arsenic, kısa mesafelerde iyi yarışlar yapabilen Topor ve bana göre günümüzdeki en başarılı İngiliz olduğunu düşündüğüm Salvatore gibi safkanlar Inspector'u geçmeye çalıştılar o gün, başaramadılar.
***
Geçen sene için şunu söyleyeyim, Nihalim'in farklı bir anlamı vardı. Bir kere 8 yıl aradan sonra ilk kez bir dişi Gazi kazanmaya bu kadar yaklaşmıştı, diğer etken ise jokeyler içinde kendine çok fazla güvenmesine rağmen stilini beğendiğim Selim Kaya'nın bu tayı tercihiydi. 8 yıl aradan sonra belki bir dişi kazanamadı ama Sadettin Boyraz Pan River ile tekrar Gazi sevincini yaşadı. Geçen yıl hatırlanacağı gibi Appiah ve İzmir'de başarılı yarışlarını izlediğimiz John Carew de bu yarışta ter dökmüşlerdi. Ancak 2008 jenerasyonundan asıl akılda kalması gerekenler Nash Bishop ve özellikle de Genghis Khan'dı. Yarın 28 Haziran gününü detaylı biçimde değerlendiririz.

Morardığım An


Brezilya serbest atış kazandı. Topun başına Dani Alves geçti. Spiker, sanırım Erdoğan Arıkan'dı, "Bir frikik ustası Dani Alves topa vuracak, bakalım ne yapacak." dedi. Ben içimden, "hadi be ne frikik ustası, Alves kim" dedim. Kaka, Robinho falan varken hele. Ama herif tabir-i caizse "haşırt" diye yazdı golü. Morardım resmen.

Böyle bir anı en son 2002 Şampiyonlar Ligi Finali'nde yaşadım. Carlos soldan ortaladı, Zidane sol ayağıyla vurmaya hazırlanırken ben, "lan olm iyi topçusun da sen de sol ayak yok ki, vuracan o topa dağlara taşlara yollayacaksın." dedim. 5 saniye sonra Şampiyonlar Ligi tarihinin en güzel golünü kutluyordu Real Madrid taraftarı.

Rakip Brezilya


Güney Afrikalı taraftarlar Brezilya maçını izliyor. Son dakikalarda gelen golle maçı kaybedecekler. O ana kadar maç çok çekişmeli. Belki kazanacaklar ama olmuyor. Brezilya bir duran topla kazanıyor.

Bu fotoğrafa bakıp da akla 3 Haziran 2002 gelmez mi? Geliyor illa ki. İşten-okuldan kaytaran insanlar bulunan bir televziyonun başında toplanıyor. Bugün, yani 26 Haziran da ise yarı finalde yenildiğimiz maçın yıldönümü. Şu saatlerde maç çoktan sona ermiş, finale çıkamamanın hüznünü yeni yeni atıyorduk. Konfederasyon Kupası'da olsa Güney Afrikalılar'ı en iyi biz anlarız herhalde. Brezilya'yı elinden kaçırmanın dayanılmaz hafifliği.

Bernd Schneider


Bernd Schneider futbolu bıraktı. Çizgide oyanayan futbolculara ayrı bir sempatim vardır. Orada oynayanlar farklı olur. Hem takım oyununa uymak zorundalar hem de yaratıcı olmalılar. Schneider de futbolu bıraktı. Figo, Maldini, Tugay ve diğerlerinin kervanına katıldı.

Bir de Fenerbahçe'ye attığı gol vardır ki, Fenerbahçe'ye olduğu için değil harbi güzeldir. O golü atmış olmasaydı bu yazı yazılmazdı belki de.

Oralar Bırakılır Mı Be

Tamam bizim vatan cennet vatan. Ben de çok seviyorum. Ama Nihat'ın şu yaptığı da hiç akıl karı değil. Ulan o Akdeniz sahilleri bırakılıp İstanbul'a gelinir mi be? Biz memleket sevdasına kapıldığımız için dışarı gidemiyoruz. Semtimiz, mahallemiz diyerek hareket edemiyoruz. Gidip burayı özlemekten korkuyoruz. Hal böyle olunca da gidip geri dönene de anlam veremiyoruz. İnşallah para için değil sevda için dönmüştür. Biz de öyle yaptık çünkü. Güneyi bıraktık İstanbul'a döndük.
Ulan Akdeniz sahilleri lan. Ne işin var senin Ümraniye Tesisleri'nde. O trafiğe girince "yaşanmaz bu şehirde, gideceğim San Sebastian'a, Castellon'a, domates ekeceğim" dersin ama. Gerçi İbrahim Üzülmez de organik sebze yetiştiriyormuş, ondan kaparsa birşeyler 40ında hayatını yaşar oralarda.



Ümit Karan


8 sene süren fırtınalı bir ilişki sona erdi. Fırtınalı diyorum çünkü Ümit Karan-Galatasaray ilişkisi hakikaten diğerlerinden farklıdır. Sadece Galatasaray'da değil, Fenerbahçe ve Beşiktaş'ta bile böylesi yoktur.

Ümit Karan bir Sergen Yalçın, Tugay Kerimoğlu gibi altyapı yıldızı değildi. Anadolu'dan gelmişti. Anadolu'dan gelip sembol olan Hakan Şükür, Tuncay Şanlı olamadı. Takımın bayraklarından olmadı. Ama bir anlık parlayıp sönen Ahmet Dursun, Fatih Akyel gibi de olmadı. Sürekli eleştirildi, sürekli parlatıldı. An geldi düştü an geldi tribünler adını sayıkladı. Galatasaray'ın yıldızı da oldu Fenerbahçe'nin kapısından da döndü. Ama hep vardı, hep gündemdeydi. İşte 2001-2009 arası Ümit Karan hikayesine kısa bir bakış.

2000-2001 sezonunda şampiyonluğu iyi kadrosuna rağmen kaybeden Galatasaray, yeni sezonda takım içindeki dengeleri korumak adına yepyeni bir kadro kuruyordu. Bu kadronun forvetinde Gençlerbirliği ile 3 büyüklere özellikle Fenerbahçe'ye korku salmış, nisan ayında Türkiye Kupası'nı kaldırmış Ümit Karan yer alıyordu. Ümit Karan'ın gelişi bile takım içindeki dengeleri bozmuştu oysa. Rivayete göre Samsunspor-Fenerbahçe maçında "aslan" gibi oynayan İlhan Mansız, sözleşmek imzalamak üzere Ali Dürüst'ün bürosuna geldiğinde Ümit'in sözleşmesini ve aldığı parayı görür. Kendisinden daha yüksektir. O nedenle Galatasaray ile imzalamaz ve Akaretler'in yolunu tutar.

İlhan Mansız 1 senelik topçuydu İstanbul taraftarı için. Oysa Karan adından sürekli söz ettiriyordu. "Galatasaray efsanesi bitti" sözleri eşliğinde parçalı formayı giydi. İlk sezonunda yanında bazen Sergen Yalçın bazen Serkan Aykut bazen de Radu Niculescu oynadı. Ligde sadece 7 gol atabilidi. Bir Galatasaray forveti için hiç de tatmin edici olmayan bir rakam. Ama o sene Avrupa maçlarında attığı gollerle kredisini oldukça yükseltti. Eindhoven'da PSV karşısında ofsayt rekoru kırsa da, Sami Yen'de Lazio'ya attığı golle başlayan seri Nou Camp'a, Roma Olimpiyat'a kadar uzandı.

2002-03 sezonu Özhan Canaydın'ın ilk senesiydi. Başkan takımı yenilemek istemiş bunun için Terim'i getirmişti. İmparator kadroda değişikliğe gitmiş Karan'ı genelde yedek soyundurmuştu. Bir önceki senenin gol kralı Arif Erdem ve Brezilyalı Christian daha çok tercih ediliyordu. Buna rağmen Ümit, 16 golü yolluyordu rakip filelere. 6 Kasım'ın rövanşında 8 Mart'ta Fenerbahçe'yi yıkan 2 golü de atınca taraftarın gönlündeki yeri iyice sağlamaşmıştı. Şampiyonluğun kaybedildiği Beşiktaş maçının son dakikasında gördüğü kırmızı kart da taraftarın hoşuna giden bir hareketti aslında.

2003-04 sezonu hem Ümit hem Galatasaray için fiyaskoydu. Öncelikle bu sene Ümit'in kariyeri için apayrı önemliydi. Çünkü iki senedir giydiği 9 numaralı formanın asıl sahibi Kral Hakan Şükür bu sezon yuvaya geri dönüyordu. Formayı Kral'dan kapan Karan, daha sonra da Terim engeline takılıyordu. Sözleşme uzatmadıkları için Berkant Göktan ile beraber kadro dışı kalıyordu. Uzun süren sıkıntı Villareal ile oynanan Uefa Kupası maçından öncesinde çözülüyordu. İki Villareal maçı arasında bir Fener derbisi vardı ve kötü giden sezonda Ümit Karan'ın takıma dönmesi tribünlerde büyük coşkuya neden olmuştu. Fakat beklenen olmamıştı. Kadıköy'de Fenerbahçe'ye kaybettikten sonra soyunma odasından tribüne çağrılan takım, İspanya'da 3 gollü bir mağlubiyet alınca Terim döneminin sona ereceği anlaşılıyordu. Ümit Karan ve GS için oldukça verimsiz geçen bu sezonda golcü(!) futbolcu ligde sadece 1 gol atmıştı.

2004-05 sezonu yeni hedefler yeni bir hoca. Hoca Galatasaray'ın en büyük 10 numaralarından Hagi. Ve sezon forma numarası sıkıntısıyla başlıyordu. Kral eski numarası 9'u alıyordu Karan'dan. Karan ise Hagi'nin 10 numarasını devralıyordu Hakan'dan. Bu dönem basına yansıyanlar hep Hakan ve Ümit'in arasında bir husumet olduğuydu. Hakan'ın yanında oynayan isim Necati Ateş olunca bu iyice alevlenen bir dedikodu oluyordu. Ümit Karan için kötü olan ise Hakan-Necati ortaklığı kusursuz işlemesi ve bir önceki sezonu çok kötü geçiren takımı zirve yarışında tutmalarıydı. Sezonun devre arasında beklenemdik bir şey oluyordu ve Hagi, Ümit Karan'ı Ankaraspor'a (kiralık olarak)yolluyordu. Herkes şaşkındı. Ümit gibi adam kiralık gider mi, geri döner mi, geri dönünce ne yapar.. Bunlar hep kafa kurcalayan sorulardı. Ankaraspor formasıyla 5 gol atan Karan, yeni sezonda takımdaki yerini yine almıştı. Ankara'ya geri dönmek onu biraz olgunlaştırmıştı.
2005-06 sezonu Galatasaray'ın unutulmayacak sezonlarının başında geliyordu. Sezon başında Karan-Şükür kavgası yine satır aralarından kamuoyuna yansıtılıyordu. Ama Gerets'in hücüm futbolu bu ikilinin ve Necati'nin ekmek yemesine olanak sağlıyordu. Karan o sezon 16 gol attı. Hakan 10 golde kaldı. Necati ise 18 gol atıyordu. Atılan bu gollerden en anlamlısını belki de Hakan Şükür Rizespor'a atıyordu. Bir önceki gün Manisaspor'dan 5 gol yiyerek büyük avantaj kaybeden Fenerbahçe'den liderliği kapmak isteyen Galatasaray, Karadeniz ekibi karşısında oldukça zorlanırken Kral sahneye çıkıyordu. Takımı rahatlatan golü atınca Ali Sami Yen adeta yıkılıyordu. Bu esnada bir Türk futbol geleneği olarak Hakan Şükür golün sevincini paylaşmak için kulübeye doğru koşuyordu. Kral yaklaşık 1 aydır sakatlığı nedeniyle oynamayan Ümit Karan'ın yanına gidiyordu. Araları bozuk olduğu söylenen ikili şampiyonluk için vütün sorunları ertelemişlerdi. Şampiyonluk kazanılınca ikisi de kazanmış oldu.

2006-07 sezonuna Karan 18 gol atmasına rağmen şampiyonluk gelmiyordu. Kötü bir sezondu Galatasaray için. Bu sezonu unutturmak lazımdı. Gerets yerine Kalli gelmişti. Sezon başında hazırlıklar sürerken bir anda Ümit Karan'ın adı Fenerbahçe ile anıldı. Kalli onu idmana almadı. Üzerine çok konuşulması gereken günlerdi. Fazla girmiyorum. Karan takımda kaldı. Verimsiz olması, küsmesi bekleniyordu. Ama belki de kariyerinin en muhteşem sezonunu yaşadı. Hakan-Nonda ve o birbirlerine yakın sayıda gol atarak müthiş bir ortaklık kurdular. Hatta bazı maçlarda sağ açık bile oynamıştı yılların santrforu. Ümit Karan artık olmuştu. İnişli çıkışlı grafik son bulmuştu. Takımın has adamlarından biriydi. Ankaraspor'a kiralanmalar, kadro dışı kalmalar, çok konuşulan gece hayatı maceraları, Fenerbahçe ile anılmalar.. Hepsi son bulmuştu. Ümit Karan takımın yıldızından da öteydi artık. Egolarından arınmış, sorunsuz futbolcuydu.

Sadece bir yaz sürdü bu olgunluk dönemi. 2008-09 sezonunu hep beraber yaşadık. Benfica maçı dışında gol atamadı Ümit. Ligde 0 çekti. Ve Galatasaray ile sözleşmesi sezon sonunda feshedildi.

Geçen sene bu zamanlar taraftarın gözbebeği olan Ümit Karan, fırtınali bir aşka son noktayı koydu. Eskişehirspor forması giyecek bundan sonra. Faal Galatasaraylılar arasında Fenerbahçe'ye en çok gol atan futbolcu artık Galatasaray'da yok. Bir değişimin sonrasında, Mario Jardel'in yerini doldurmak için Galatasaray'a gelen Ümit, kaderin cilvesi olarak Lincoln'ün Jardel ile aynı akıbeti yaşadığı bir senenin sonunda takımdan ayrılıyor.

Oliver Stone'un bu 8 seneyi film haline getirmesini isterdim. Any Given Sunday kadar sportif, Scarface kadar inişli çıkışlı, Platoon kadar gergin, Nixon kadar dramatik bir film çıkar bu hikayeden. Ama kimsenin hatası, yanlışı,etkisi yok bu hikayede. Aslında sadece; Screenplay by 99 Ümit Karan

Oyuncu Alışverişi


Aziz Yıldırım'ın Arda için yaptığı teklif şaka mı ciddi mi belli değil ama boş kalan yaz gündemini doldurmaya yetti. Şu anda tartışılan 3 büyükler arasında oyunu alışverişi olsun mu olmasın mı? En son diyeceğimizi ilk söyleyelim: Olmasın.

Olmasın ki bu oyunun tadı devam etsin hala. Fenerli Ümit, Galatasaraylı Tugay, Beşiktaşlı İbrahim gibi adının başına sıfat alan topçular çoğalsın. Avrupa Gol Kralları, 3.sınıf televizyon programlarında muhabirlik yapmasın.

Bugün sormuşlar 3 büyüklerin eski başkanlarına. Konu hakkındaki düşünceleri açıklamış. Ali Şen yine almış sazı eline. Türkiye'deki herşeyi ilk yapan o olduğu gibi bunu da ilk o yapmış. Erdoğan Arıca, Engin Verel transferleri ilkmiş. Şenol-Birollar, Kadri Aytaçlar daha önce yaşanmamış sanki. Konu bu da değil zaten. Ali Şen Figo, Laudrup örnekleri verip şunu diyor:

"Bence hiç bir mahsuru yok, tersine tribünlere de büyük heyecan gelir."

Bunun Türkçesi, "tribünler gerilir, olaylar çıkar futbol endüstrisi ekmek yemeye devam eder. Avrupa'dan örnekleri verir Türk taraftarını vandal olarak gösteririz aradan sıyrılırız."

Figo'ya kesik domuz başını Ahmet, Mehmet atsa ne olurdu acaba?

Futbolun güzelliği, naifliği adına mahallenin abileri başka mahallerde top oynamasın mümkünse. Artık babalar çocukların futbolcu isimleri koyamıyor. Korkuyorlar çünkü. Çocuklar isimsiz kalmasın, Ardalar, Tuncaylar, Nihatlar renk değiştirmesin.

Siyahla Beyazı Ayıran Çizgi


Yaptığı herşey tartışmalı olan bir Pop ikonu hayatını kaybetti. Michael Jackson hayranı değilim. Hatta birçok yaşıtım şu ara onunla büyüdüm diyerek sızlansa da ben hiç onunla büyümedim. 1998'de Livin La Copa de la Vida diyen, Televoleler'de Emre Aşık'a Un Dos Tres şarkısını söyleten, Hülya Avşar'a kıçını elleten Ricky Martin'in üzerimde emeği daha fazladır.

Neyse efendim Jackson'a dönelim. Popüler kültürde bir yas havası hakim bugün. Normal tabi sonuçta biri hayatını kaybetmiş. Her ölüm hüzünlüdür, üstelik bu popüler kültürün en önde gelen ismi olunca üzülmemek elde değil. Ama bir devir kapandı, şu oldu bu oldu söylemleri biraz ters değil mi?

Klasik olacak ama bir sanatçı son nefesini verdiği zaman ölmez. Ve ne acı ki MJ çoktan ölmüştü. Dünyayı zamanında yerinden oynatan bir adam 50 yaşında (genç yaş denilebilir) ölünce çalan şarkılşarın en yenisi 15 sene önce ise kusura bakmayın o adam çoktan ölmüştür. Bir de tabi öldüğü anda eski şarkılarının çalınma olayı vardır. Bizim Barış Manço'da falan yaptığımız gibi. Ona hiç değinmiyorum.

Bugün Madonna ölse (Allah gecinden versin, Allah nazardan saklasın) daha büyük bir üzüntü kaplardı içimi. Hatun çalışıyor çünkü. Yapıyor birşeyler. Madonna bu alemin Tugay'ı ise MJ Tarık Daşgün olur anca.

Fazla uzatmaya gerek yok. Ten renginden açılan davalara kadar sürekli tartışılan bir isimdi. Siyahla beyazı ayıran çizgi ölümle yaşamı ayıramıyor işte. Sen zaten ölmüştün be Maykıl. Kendini aklıyordun o sıralar, farkedemedin.

Ölünün arkasından konuşulmaz diyen olursa diye, Nihat Genç'in Duygu Asena öldükten sonra dediklerini yazalım: "Mahalleden Hatice Teyze ölmedi ki, Duygu Asena bu, o kadar şey bırakmış, izin verinde arkasından iki kelime edelim."

Tuba

"Beğensin diye gelirse ölüm, makyajsız gezmezdi..."
Rıdvan Dilmen: Messi ve diğerleri...
Peralta: Tuba Büyüküstün ve diğerleri...

Perşembe, Haziran 25

Gazi öncesi kısa hatırlatmalar # 1

Fotodaki Bold Pilot'ın 1996 yılında bu koşuyu kazanırken yaptığı 2.26.22'lik derece bir rekor olarak tarihe geçti ve o yıldan sonra bu rekoru kırabilen olmadı. İki tip Gazi birincisi var bence. Birinci tipin yarış hayatındaki en büyük ve belki de tek başarı Gazi Koşusu'nu kazanmak. Benim de şahit olduğum yakın geçmişte Bartrobel, Caprice, Fernando ve Sufi gibi isimler bu gruba dahil. Diğer grup ise sadece Gazi'yi kazanmakla kalmayıp yarış hayatları boyunca muhteşem işlere imza atmış isimlerden oluşuyor. Başta Bold Pilot olmak üzere Grand Ekinoks ve YavuzStar bana göre bu gruptalar. Bir de Gazi kazanamamasına rağmen yine başarılar kazanmış Trapper, Champs to Champs ve Medya gibi isimler de var, ekleyelim.
***
Fair Tail'in Gazi Koşusu'nu kazandığı 1997 yılındaki grup Bella Otero, Trapper ve Islambol'un da içinde yer aldığı gruptu. Islambol o güne dek hep kısa mesafelerde başarılı olduğundan Gazi'de sürününce eküri bir daha onu uzun mesafelere yazmadı. Trapper ise belki de Gazi kazanmayı en çok hakeden isimlerin başında gelir, Süleyman Akdı ile özdeşleşmiştir, gönüllerdedir.
***
Fuat Çakar'ın Fernando'dan önceki göz nuru Kavranhan'dı. Trapper'ın en formda günlerine denk gelen yarış hayatında genelde onun gölgesinde kalan bu safkan 1998 yılı Gazi Koşusu'nda Rüzgarın Kızı ve Villa Real'i geride bırakmıştı.
***
Gazi Koşuları'nın sürpriz ismi Ertül Cankılıç'ın Talaria & Halis Karataş ile çok iddialı olan Atman ekürisini şoke ettiği ve son 13 yılda yağmur yağan tek Gazi günü olan 1999 yılı Gazi Koşusu'nun olduğu gün birincilik payesine erişen tay Bartrobel'di. Grupta kuru çimi seven Free Man, kumcu Başpilot, Medya ve Maynatay da vardı. Halis Karataş bundan tam 7 yıl sonra, geriden gelip burun farkıyla Ertül Cankılıç'ın bindiği Annosh'u, favori Hızelbeyi ile geçerek rövanşı alıyordu bir anlamda.
***
Mustafa Sandal'ın Tek Geçerim şarkısının klibinde bir bölüm 2000 yılı Gazi Koşusu'nu barındırır içinde. İddaa'nın henüz hayatımıza girmediği, at yarışlarının popüler olduğu dönemlerdi. Geçen sene Pan River ile alkışlanan Sadettin Boyraz, o gün ilk ayakta Nasıl ile herkesi yatırdığı için Caprice ile yuhalanmıştı. Üstelik Caprice de sürpriz sayılırdı. Grupta yarışın favorilerinden biri olmasına rağmen Gazi'den sonra ortalıktan kaybolan Top Play ve Best Diamond gibi isimlerin yanısıra Sheer Honor gibi şanssız safkanlar da vardı. O yarışta ise benim en çok tuttuğum isim Be My Baby idi. Bu arada ekleyelim, Caprice Bold Pilot'un rekoruna 2.26.71 ile en çok yaklaşan taydı.
***
2001 yılı Grand Ekinoks'undu. Her atyarışı yazımda alakalı alakasız lafı hep ona getirdim. At yarışı futbolsa, Grand Ekinoks, Diego Armando Maradona idi.
***
2002 yılı Dünya Kupası finallerinin olduğu yıldı ve final maçının olduğu gün Gazi Koşusu koşuldu. Bu yıl ise Gazi Koşusu'nun olduğu gün abim evleniyor, bunu da ekleyelim notlara bari. Fuat Çakar Fernando ile yarışı kazandı. Bana göre en zevksiz Gazi Koşusu o yıl koşulmuştu ve Master Vere, Klubnika gibi bugün isimleri hiçbir anlam ifade etmeyen taylar start almıştı koşuda. Bugünlük bu kadar olsun... Kısa notlarla yakın tarihte Gazi Koşuları'nda neler olup bittiğini yazmaya yarın devam ederiz.

Die Hard


Aksiyon filmlerini sevmezdim. O nedenle Die Hard serisinin yanından geçmedim. Bruce Willis de sevilecek bir aktör değildir. O nedenle Die Hard serisinin yanından geçmedim. Ama yanlış yapmışım. Die Hard'ı çok sıkılıdığım bir zamanda izledim ve çok beğendim. Günümüz aksiyon filmlerinin atasıdır bence. Komedi filmi olarak bile izlenebilir. Diyaloglar şahanedir.

1988 yapımı ilk film bence en güzeli. IMDB'de 123.sırada. 1990'da çekilen 2.film de fena değildir. Havaalanının mekan olarak seçilmesi ilk filmdeki otelden daha çok renk katmıştır. Aynı zamanda ilk filme yapılan göndermeler oldukça hoştur. 1995'deki film Samuel L. Jackson ve Jeremy Irons'u da barındırır. Bambaşka bir güzelliktir bu iki adamın kadroda olması. Bruce Willis yerine çok sevdiğim Mickey Rourke olsaydı daha güzel olmaz mıydı diye düşünürüm bazen. Ama en azından Bruce Willis'in de bu dünyada hoş bir işi olmuş bu sayede. Film afişindeki 11 Eylül benzerliğine dikkat çekerim.

Yerlinin Yerlisi


Gün itibariyle 3 büyüklerde yerlinin yerlisi topçu kalmadı. Nedir yerlinin yerlisi. Beşiktaş doğumlu Beşiktaşlı, Kadıköy doğumlu Fenerbahçeli, ve mektepli Galatasaraylı. Liseli topçu günümüz şartlarında oldukça zor zaten. Olsa keşke, isterdim ben. Turgay Şerenler, Coşkun Özarılar olsun isterdim. Hem liseye yağ çekmek zorundayım biraz çünkü başta 138'ler olmak üzere burayı ilk zamandan beri sürekli okuyanların çoğunluğu liseli.

Beşiktaş'ta da çarşı'dan alışveriş yapan, Dolmabahçe'de gezen topçu yoktu uzun süredir. Eskiler daha iyi bilir o tip topçuları.

Can Arat'a o yüzden hep sempatiyle baktım. Fenerbahçe'den gitmesini hiç istemezdim. Bu ekolün son temsilcisiydi çünkü. Moda'da doğmuş, Yoğurtçu'da yürümüş, Moda Sahil'de çay içmiş, caddede gezmiş, haliyle Dereağzı'nda idmana çıkması, semtin stadyumunda top oynaması çok romantik hisler doğurmuştu günümüz futbol piyasasında.

Modalı Can artık İBB forması giyecek. Futbolu mu? Bence kötü bir topçu değil ama talihsiz. Yoksa bugün şampiyonluğa oynayan Sivasspor'u lige çıkaran en önemli isim oydu. Ümit milli takımda hep iyidi. Umut vaadeden isim oydu. Ama olmadı. Kiralık olarak Sivas'a gittiğinde her gece ağlayan Can, bu sefer bir daha geri dönemeyebilir.

Nihatlı Beşiktaş


Bu seneki Beşiktaş takımının kadrosunu, sistemini ve geri kalanını Beşiktaşlılar düşünsün. Hatta onlar bile düşünmesin. Ne de olsa taraftarın söz hakkı yok artık. Gerçi Erman Güraçar, Çağdaş Atan gibi mevzularda gördük ki Beşiktaş taraftarı bu konuda diğer tribünlere göre daha etkildir. Ama yıllar ilerledeikçe tribünün oyuna etkisi giderek azalıyor. Bu bir gerçek.

O yüzden biz geleceği düşünmeyelim, geçmişe bakalım. Burada defalarca vurgu yaptığımız muhteşem sezonun Beşiktaş takımına. 2000-2001'e yani. Nihat'ın kadroda olduğu bir Beşiktaş. Bu Beşiktaş ligde çok hatırı sayılır iş yapmadı ama bir Barcelona maçı vardır ki 9 senedir hala konuşulur. Bir sonraki hafta oynanan Leeds maçı ise, Liverpool maçından sonra unutuldu.

Kadroya bakalım. Resimde üst tarafın ortasında düğün sahibi gibi duran futbolcu Nihat Kahveci. Ne de olsa Özkaynak'tan gelen odur. O toplama takıma evsahipliği yapacak sempatikliğe ve geçmişe sahiptir. Onla beraber altyapıdan çıkan Yasin her an gidecekmiş gibi duran bir ürkeklikle bakıyor fotoğraf makinasına. Fakat Nihat'tan daha fazla kalmıştır. Tabi Nihat bugün geri dönerken Yasin'i hatırlayan olmaması da gayet doğal.

Fotoğrafta Nihat kadar gülen ve mutlu olan isim Ahmet Dursun. Ahmet durmuş, Seba gitmiş. Nasıl gülmesin. Bu fotoyu sezon başında çekilmiş kabul edersek, Ahmet'in hayatının en muhteşem günü kısa bir süre sonra yaşanacaktı. Barcelona'ya 2 gol attığı gece Ahmet Dursun ismini ezberletti herkese. Nisan ayında Samsunspor maçında kaçırdığı penaltı ise lale devrini sona erdirdi. Bavulunu toplamaya o maçla başladı belki de.

2001'den bahsedip (sadece Beşiktaş için değil, Türk futbolu için) Nouma'dan bahsetmemek olmaz. Ortanın ortasında çok efendi bir şekilde duruyor. Bu resme bakıp Nouma ile tanışan kişi kesin "efendi, sessiz bir topçu aldık baksana nasıl duruyor" demiştir. Yaptıklarını, yaşattıklarını iyi biliyoruz. Bir de o dönemin fırtınalı aşkının baş aktörüydü Nouma. Nouma-Ahmet ikilisi o kadar farklı muhabbetlere konu oldu ki hiç değinmek bile istemiyorum.

Fiziğiyle fotoya damga vuran isim kesinlikle Sead Halilagiç. 2 ay önce mayıs ayında kayıtlara kendi kalesine gol atıp şampiyonluğun gitmesine neden olan futbolcu diye geçen şair stoper. Sakatlıklar peşini bırakmadı. Bu sezona dair akıllarda kalan tek şey Milan'a San Siro'da attığı penaltı golüdür.

Halilagiç olmayınca defans hattı, Rahim Zafer'e, Ali Eren Beşerler'e kalmıştı. İkisi de aynı sırada fotoğrafta. Bir de Erman Güraçar var. Ertuğrul Sağlam'a karşılık Samsunspor'dan alınan hızlı savunmacı.

Ön sıra ustalara saygı kuşağı gibi. Ağır abiler orada. Ama Ayhan'ın ne işi var çözemedim. Herhalde şu düşünülmüş. Takımın iki kaptanı, en yetenekli yabancı futbolcusu ve en pahalı futbolcusu aynı sırada olsun. Şifo ve Tayfur yanyana. Şifo o sene Pascal ile beraber top oynayan tek futbolcu Beşiktaş'ta. Tayfur liderliği öğreniyor, 2003'te takımı şampiyonluğa taşıyacak. Münch 1 sene kalıyor ki bana göre 21.yüzyılda Beşiktaş'a gelen en güzel iki yabancıdır. Diğeri de Giunti'dir. Ayhan ise Beşiktaş'taki son sezonunda. Anadolu turuna çıktı çıkacak diye bekliyoruz. Ama "Galatasaray'a gitmek istiyorum" diyince bizim yönetim boş durmayacak ve onu kadroya dahil edecekti. Şu an bizim takımın kaptanı. Alt sıra hakikaten ağır abilermiş öyleyse.

Yasin ile Nouma arasındaki isim Fazlı Ulusal. O yaz döneminde transfer oluyor İstanbul'a. 3Mayıs 2000'de Diyarbakır'da Antalyaspor ile kupa finali oynayarak geliyor Dolmabahçe'ye. İmza attığı hafta gazetelerde şunu dediğini okuyoruz ve arkadaşlarla hala gülüyoruz: " Çok klasım 30 gol atarım." 3 tanesi Üsküdar Anadolu'ya olmak üzere 6 gol atıyor tüm sezon boyunca.

Kaleciler en altta. Ike Shorunmu, Leeds faciasına kalede olan isimdi. Fevzi ise başlı başına bir faciaydı. O sezon çok sıkıntılı değildi belki ama bir sezon öncesinde yaptığı hata ve bir sezon sonra yaptığı hatalar oldukça başını ağrıtmıştı. Teknik Direktör Nevio Scala beyninden rahatsız olduğu gerekçesiyle gönderilmeden önce İstanbul'un güzel güneşli günlerini yaşıyor.

Bir de Nihat'ın yanındaki İbrahim'e değinelim. O Nihat, Beşiktaş'tan gidip bugün geri dönerken aradan yılar geçiyor. Aynı gün İsmail Köybaşı sol tarafa transfer ediliyor. Fotodaki Markus Münch'ün bile kesmekte zorlandığı İbrahim'i 19 yaşındaki bu oğlan kesmeye çalışacak. Daha önce gelip kimsenin başaramadığı olayı gerçekleştirmek için uğraşacak. O zaman şunu diyebiliriz: Beşiktaş'ta değişmeyen tek şey İbrahim Üzülmez'dir.

Herşeyin Başladığı Maç


Futbol Smart'ta şu an 2005-06 sezonununda Fenerbahçe'nin Schalke 04 ile oynadığı Şampiyonlar Ligi maçı var. Onu izliyorum. Çok enteresandır böyle maçları izlemek. Gelişimleri, değişimleri görmek için önemli. Mesela bu maçta 11'de olmayan Servet, grubun bir sonraki Kadıköy maçında Milan karşısında dökülecekti adeta. Servet'in dibe düştüğü zamanlar. Şu an transfer rekorunu kırmasını bekliyoruz.

Fenerbahçe yedek kulübesinde Daum var. Onun da geri dönmesini bekliyor Fenerbahçeliler. 2005-06 sezonu, FB, kadrosunun en iyi olduğu dönemlerden biri olmasına rağmen o sezonu kupasız kapamıştı. Daum o takımın hocasıydı. Son iki seneyi kupasız kapatan takım, takımın başına Daum'u getirecek bu sene.

İleri ikilide Anelka ve Nobre. Anelka yine müthiş, Nobre saç baş yolduruyor. Ama tribünler Brezilyalı. Nobre'ye sevgi oldukça fazla. Sezon sonu Nobre Beşiktaş'a giderken, Anelka önce Bolton'a sonra Chelsea'ye, en sonunda da Premier Lig gol krallığına gidiyordu.

Konumuz bunlar değil ama. Brezilyalılara yenik düşen Anelka'nın yeniden doğuşunun tam zıttı, Türkiye'de yenik düşen bir Brezilyalı yıldız var sahada. Schalke forması ile Fenerbahçe'yi madara eden Cassio Lincoln.

Lincoln'ün gözü kapalı savunucusu olmadım hiç bir zaman. Hele şu günlerde, sezon başı kampına katılmamış olan Lincoln'ü savunmak oldukça abes kaçar. Ama şu maç, Fenerbahçe-Schalke maçı oldukça önemlidir.

Lincoln bu maça damgasını vurunca, Fenerbahçe tribünleri Alex'i sorgulmaya başladı. "Alex'in koşanı" lakabanı ona takan Galatasaraylılar değil, Fenerbahçeliler olmuştu. Bir çok Fenerbahçeli Lincoln'ü, Alex'e tercih eder olmuştu. Bu anda Fenerbahçe camiasının en çok beğendiğim yönü ortaya çıktı ve olayların akışını değiştirdi. Kendi futbolcusunu başkasının karşısında yenik düşürmemek. Eğer bir topçu kötüyse, ıslıklanırsa Kadıköy'de ıslıklanır. Başkası laf diyemez, başkasının önüne yem olarak atılmamalı. Bu bağlamda her zaman futbolcu savunulur. Alex'in karşısına C.Ronaldo'yu koysan Alex derler. Tabi ki doğru değildir, Alex Ronaldo'dan daha iyi değildir ama bunu demek, bunu ortaya koymak gayet önemlidir. Yanlış diyemeyiz. Bu sene hiç bir top oynamayan Alex'i sezon 11'lerine sokup Kewell'ı unutan Galatasaraylı topçulara selam olsun. Herhalde Alex bu haliyle Galatasaray'da olsa, Kewell Fenerbahçe'de olsa şu an sezonun kralı ilan edilmişti.

Bunu için Fenerbahçe camiası objektif olmadığı için suçlanamaz. Hatta takıma sahip çıkma konusunda oldukça başarılıdır. Baklava götürmekten, yeni gelen topçuyu karşılamaktan daha önemlidir bu hareketler. Ve işte Lincon, bu maçın ardından Galatasaray'a geldiğinde, Alex'ten daha iyi bir topçunun geldiği düşüncesiyle hava alanı tarihi günlerinden birini yaşarken Fenerbahçe camiası Alex'e olabildiğince sahip çıkıyordu. Bunu yaparken de Lincoln'ü yerden yere vurma fırsatını kaçırmadılar tabi.

Lincoln gelince, Fenerbahçe taraftarının görevini Fenerbahçe basını üstlendi. Fenerbahçeli basın diemiyorum, Fenerbahçe basını diyorum. Keşke varolan Galatasaray basını da bu kadar etkili olsaydı ama tufaya Galatasaray camiası hep birlikte düştü.

Lincoln'ü ezmek için en ufak fırsatlar kollandı. Kadıköy'de Schalke forması ile oynanan oyunun hatıraları daha tazeydi çünkü. O Lincoln'ün aynı şekilde hem de üzerinde parçalı ile oynayacak olma düşüncesi oldukça korkutucuydu.

Tekrardan aynı şeyleri yazmaya gerek yok. Top sektirmesinden, sayılmayan golüne kadar yaptığı her hareketle günah işledi Lincoln. Lincoln'ün günahı kendisine yeterdi zaten ama bir de bunlar eklenince verim almak zorlaştı. (Tam bu esnada Lincon golü atıyor Fenerbahçe'ye dakika 59).

Lincoln'ün başarısız olmasında, Lincoln'ün, Galatasaray tribünün, Galatasaraylı yerli futbolcuların, yönetimin herkesin payı var. Belki de en az etkendir Fenerbahçe camiası. Ama ilk taş oradan atıldı. Peki bunun için Fenerbahçe camiası suçlanır mı? Bence suçlanmamalı. Doğrusunu yapmıştır. Ezeli rekabet bunu gerektirir. Psikolojik savaş önemlidir.Bu savaştan galip çıkan çubuklu olmuştur. Galatasaray'ın içindekiler bu konuda rakiplerinden ders almalı. Fenerbahçe-Schalke maçında dökülen Alex hala takımın beyni, o maçın yıldızı Lincoln Türkiye'ye giremiyor. Galatasaraylı futbolcular da gönül rahatlığıyla ligin en iyi futbolcusu Alex demeye devam etsin. Emre Belözoğlu'nu es geçmesinler ama ayıp olur yoksa.( Lincoln 2.golü de yuvarladı Fenerbahçe kalesine dakika 62).

ABD 2-0 İspanya

ABD'nin kazanmasını istedim diye Amerikan sempatizanı mı olduk bilmiyorum. Bildiğim iki şey var; birincisi bu millet her zaman güçsüzden yana oldu. O 90 dakikada güçsüz taraf ABD idi. Nihayet biz de Obama'nın selamın aleykümüne, coğrafyadaki bütün antipatiye rağmen aleyküm selam diyebilmiş topakların çocuğuyuz. Bu işin ayrı bir boyutu. İkincisi ise, bu oyunu dünyada en iyi oynayan milletin, milli takımının rekorunun kırılmasını Allah istemedi sanırım. Hadi üçüncüyü de ekleyeyim, Sergio Ramos'a iyi oldu anasını satayım...

Gölgede Aynı


Hayatımda ilk ve tektir bir albümün çıkışını deli gibi beklediğim. Henüz 13 yaşındaydım, yine böyle yazın başlarında, hatta daha da erken bir vakitti. Mustafa Sandal'ın 3.albümü Detay raflardaki yerini alacaktı. Ben de çıkar çıkmaz onu satın alacaktım. Aynen öyle oldu. Kız gibi davrandığım anlardı evet kabul ediyorum. Ve o iğrenç albümden sonra bir daha hiç bir albümü beklemedim.

Ama suç bende değildi. Mustafa Sandal'ın ilk 2 albümü o kadar güzeldi ki, 3. de muhteşem olacak diye bekledik. Ama o Detay albümü Mustafa Sandal'ın şimdikini yolunu çizen albümdür. O gün aldığım kasette doğal olarak takipteyim ve aramızda top var yerine bambaşka şarkılar olsaydı Mustafa Sandal çok daha başka bir yerde olabilirdi.

Gelelim muhteşem albüm Gölgede Aynı'ya. Yanında neden +-x vardı onu hala çözemedim. Gölgede Aynı, rekor üsütüne rekor kırar. İlk haftadan ülke gündemine otururur.
Araba isimli kült şarkıyla başlar albüm. Mustafa Sandal ilk 2 albümünde de, en kötü şarkılarıyla çıkış yapar. Bu Kız Beni Görmeli ve Araba şarkıları oldukça kötüydü. Üstelik albümdeki diğer şarkılar düşününce baya bir altındaydı ortalamanın. Ama o şarkılar baya ilgi çekti ve albümler oldukça fazla sattı.

2.şarkı Benim Aşka İnancım Kalmadı. Şarkının sözleri bir bütün olarak incelendi mi içinden çıkamazsınız ama bu zaten Musatafa Sandal şarkılarının en ayırt edici özelliğidir. Enfes bir melodi ve vurucu bir cümle yetiyor. Benim Aşka İnancım Kalmadı, karşı cinsten yenilen her siktirden sonra dinlenen ve msn iletilerine yazılan bir şarkıdır.

3.şarkı Denize Doğru. İçinde Deniz kelimesi geçen bir şarkıyı sevmemek mümkün değil zaten. Hele bir de denize doğru gelmemiz isteniyorsa şarkıya kayıtsız şartsız teslim oluyoruz. Rivayete göre Onno Tunç'a yazılmıştır. Çok enfes bir şarkıdır. Her depresif zamanda zihinde bu şarkı çalar, denize doğru gitme isteği doğar.

4.şarkı Bir Tanem. Belki de albümün en zayıf şarkısı. Ama bu şarkıyı Mustafa Sandal bugün yapsaydı, "vay be adam ne şarkı yaptı, hiç beklemezdim bu adamdan" derdik. 2000lerdeki en iyi şarkısı "Gönlünü Gün Edeni" olan bir şarkıcıdan bahsediyoruz. Oluyor işte böyle kader yazıları.

5.şarkı Bir Anda. Bu şarkı daha çok remix hali ve James Bond sahnelerini aratmayan klibiyle hatırlanır. Mustafa Sandal kendini konuşturur ve çok güzel giden şarkıya son cümle ile damgasını vurur: Kanayan şu yaramın adı yok bilimde. Bir de oyunculuğunu konuşturur tabi. Belki de ilk defa saçma danslarını yapmaz ve kısa metrajlı bir filmde(!) başrol oynar.

6.şarkı ve A yüzünün son şarkısı Gidenlerden. Herhalde 90lı yılların Türk pop müziğinde klibi çekilmemesine rağmen en çok bilinen şarkı budur. Üzerine denilecek bir şey yok. Ezbere bilinir, ezbere bilmek ayıp değildir.

B tarafı Jest Oldu ile başlar. Bu aynı zamanda albümün klip çekilen 2.şarkısıdır. Mustafa Sandal'ın en kötü şarkılarına klip çekme hobisi burada da devam eder. Ama bu şarkıya ve klibe hiç kızamayız. Çünkü klibinde bizi Duygu Dikmenoğlu ile tanıştırır. O günden haber spikeri olana kadar Duygu Dikmenoğlu bizim için çok başka biriydi. Uzun süre öyle bir kız görsem de aşık olsam diyordum. Ergendim, ve öylesini göremedim. O da haber spikeri oldu ve hayatımızdan çıktı.

Albüm Karanlığa Veda ile devam eder. Hüzünlü bir parçadır. Arkasından Oyalama gelir. Oyalama değerini sonradan kazanmıştır. Sözleri bizim gibi hatun kişilerden sürekli darbe yiyen salaklar için motto olacak şekildedir. Ama o zamanlar ergendik zaten. Anlamadık. Zaten bizi oyalayan da yoktu. Ve asıl önemlisi bu şarkı bir an önce bitsin isterdik ki bir sonraki şarkıyı dinleyebilelim.

Bir sonraki şarkı çok çok güzel bir şarkı çünkü. İki Tas Çorba. Mustafa Sandal'ın gelmiş geçmiş en güzel albümünün en güzel şarkısı. Ama ne yazık kı az bilinir. Bu albüme sahip olmayanlar bilmez. Radyoda çalmaz, klibi yoktur. Tarkan'ın Her Neredeysen adlı şarkısyla aynı kaderi yaşar bana göre.

Daha Çok Vaktin var albümün Mustafa İzzet'i olmuştur. Sözlerinin İngilizce olması dışında hiçbir özelliği yoktur. Büyük umutlarla albüme alınmıştır. Ama kimse de suratına bakmamıştır.

Albümün adını taşıyan şarkı son sırada yer alır. Albümde katkısı bulanan isimler Mustafa Sandal'a eşlik ediyordu. Reyhan Karaca falan vardı benim hatırladığım. Bir kardeşlik, dosltluk duygusuyla şarkı ve albüm sona ererdi.

Peki bu gereksiz albüm tanıtım yazısını niye yazdım? Çünkü yıllardan beri dinlediğim bu albümü ( 1996'da çıkmış yani nereden baksan 12 yaz dinlemişim) genelde haziran ayında okul kapanınca dinlerdim. Bu seneyi klasik haziranlarımdan daha farklı geçirmek zorundayım. Haliyle bu albümü de dinleyemiyorum. Hislendim bir anda gece yarısı, Bob Dylan dinlerken bunu yazdım. Yazı güzel değil belki ama bu şarkılar güzeldir. Dinlenmeli.

St.Petersburg'u gösteren oklar ve Fenerbahçe'nin muhtemel ilk 15'i

Zenit'in teklifi 10 milyon euro artı Fatih Tekke. Alex'in Semih'ten sonra belki de Türkiye'de en çok övdüğü adamdır Fatih Tekke, çok röportajında onu övdüğünü, tarzını beğendiğini bilirim. Transferin gerçekleştiğini varsayalım, bence büyük bir yükten kurtulmuş olur Fenerbahçe. Yoluna Semih ve Fatih Tekke ya da başka bir yerli forvetle devam edip, o paraya da Lugano'nun boşluğunu doldurması, transfer haberini okuyunca aklıma ilk gelenler oldu. Guiza'nın geçtiğimiz yıl vazgeçilmez bir performans göstermediği aşikar. Ama Guiza satılsa bile, gider bir yabancı forvet alır yönetim. Yabancı forvet oyuncusu transfer etmek Fenerbahçe'nin geleneklerinde var. Atkinson'lardan Moldovan'lara, Washington'lardan Anelka'lara irili ufaklı çok yabancı forvet ekmeğini yedi bu kulübün. Gelir gelmez "Galatasaray maçlarının önemini arkadaşlarımdan öğrendim, kesin golüm var" gibisinden açıklamalar duymayalım bu yaz. Yine öyle olur sanırım transfer gerçekleşirse. O yüzden şahsen pek istemem Guiza'nın gitmesini, yaz sıcağında "kim gelecek acaba" diye kafayı yemeyelim biz de...
***
Öte yandan bu yıl nasıl bir oyun dizilişi, nasıl bir Fenerbahçe sahada olacak çok merak ediyorum. 6 yıldır Selçuk Şahin'in top koşturduğu ortasahada Mehmet Topuz ve Özer Hurmacı çok rahat oynar. Bir yabancı önlibero istendiği de biliniyor. Poulsen diye tutturmuş durumda Fenerbahçe yönetimi. Sevilla'daki ekürisi Keita'yı isterdim ama neyse. Ayrıca sözleşme yenilenmiş Alex, Deivid ve Roberto Carlos da cabası. Muhtelif gazetelerde Daum'un sol kanat istediği de yazılıp çiziliyor. Gittiği takdirde Guiza'nın boşluğunu yine yabancı bir forvetle değil de, kaliteli bir stoper ya da orta saha ile doldurmak daha makul bir saha içi planlaması gibi görünüyor sanki. Bakalım ilerleyen günlerde neler göreceğiz...

Çarşamba, Haziran 24

Prekazi

"Solağım, kalbim solda, solcuyum..." Cevat Prekazi'nin sol açıktaki başarısının sırrı...
Siyah Beyaz / Türkiye Newsweek

Oynayın Çocuklar...


Güneşli günleri görüp top oynamak sadece çocuklar için geçerli olmamalı. Güney Afrika ile Türkiye arasında ne kadar ülke varsa, hepsinde top peşinde koşmaktan zevk alan milyonlarca insan var. Ne kadar çok olursa o kadar iyi. Yazmak, izlemek, konuşmak bir yere kadar. Oynamak lazım. Çıkıyorum ben de şimdi, sahilde iki tekme vuralım topa.

Eve Dönüş


Lukas Podolski Köln'e geri döndü. Sezon ortasından beri bilinen bir transferdi. Münih'te tutunamadı ve başladığı yere geri döndü. Böyle geri dönüşleri severim. Başladığı yerden tekrardan start almak. Parladığı stadyumda tekrardan topa vurmak, tekrar sivrilme. Büyüklerin arasına yine oradan zıplamak. Kendi insanının önünde yeniden doğmak. Bonservis falan önemli bir sorun tabi ama mesela Gökhan Emreciksin Ankaragücü'ne, Burak Yılmaz, Volkan Yaman Antalyaspor'a dönseler güzel olmaz mı? Burak Yılmaz'ın Podolski'den daha iyi olduğuna da hala inanıyorum. Herkesin bir takıntısı vardır. Bu da benim olacak. Burak Yılmaz'a hala güveniyorum.

Efes Pilsen'den İlk Bomba


Hayranlıkla izlediğimiz bir adam daha İstanbul salonlarında boy gösterecek. Efes Pilsen, geçen seneki büyük hüsranı unutturmak için ilk bombasını patlattı. Tau Ceramıca'nın yıldızı Igor Rakocevic'i takıma dahil etti.

Efes'in yabancı oyuncularının Euroleague için yetersiz olduğunu düşünüyordum. Bu senenin ilk transferini ise kimsenin ilk etapta birşey diyemeyeceği, tartışılmayacak bir yabancıyı getirerek halletti. İlk etapta diyorum, çünkü sezon başaldıktan sonra eğer beklenen verim sağlanamazsa eleştirmek kaçınılmaz olur. Ama burada eleştirilecek Efes yönetimi veya teknik heyeti olmaz. Oyuncu bekleneni verememiş olur.

Türk baketbolu 2010'a hazırlanırken, 2001'de Türkiye'den altın madalya ile dönen Rakocevic İstanbul'a geliyor. Euroleague sayı kralı Igor bakalım Abdi İpekçi parkelerinde neler yapacak?

Bu arada bayan basketbolda da Galatasaray Sophia Young ile anlaştı. 3.senesini yaşayacak İstanbul'da. Yazı WNBA'de geçirdikten sonra İstanbul'a gelecek. Young iyidir severiz. Marina Kress'i de en son Belarus formasıyla izledik. Peki Augustus nerede? Kalacak mı gidecek mi hiçbir şey bilmiyoruz.

Transfer Nostaljisi #2


Ertuğrul Sağlam yıldız gençleri Volkan ile Sercan'ı sattırmamaya çalışsın, biz onun gençliğine gidelim. Benim çok net hatırladığım bir transfer öyküsü değildir ama zamanında rekorları alt-üst etmiştir.

1993-94 sezonunu 17 golle tamamlayan Samsunspor'un 25 yaşındaki futbolcusu Ertuğrul, İstanbul takımlarını peşinden koşturur. Transfer döneminin en çok konuşulan ismi olacağı sezon bitmeden belli olmuştu. Öyle bir hava oluştu ki Ertuğrul'u alan şampiyon olacak sanıyorduk. Bu transfer için en çok istekli olan takım Galatasaray'dı. Şampiyonlar Ligi için güçlü bir kadro kurmak isteyen camia Hakan Şükür'ün yanına Ertuğrul Sağlam'ı alıp harika bir ikili oluşturmaya çalışıyordu. Altyapısından yetişen Fenerbahçe'de istekliydi forvet oyunucusu için. Ama Beşiktaş'ın Ertuğrul'a baya bir ihtiyacı vardı.

Metin-Ali-Feyyaz dönemi sonlanıyordu çünkü. Hatta Feyyaz o yaz Fenerbahçe ile imzalayacaktı. En fazla parayı veren Galatasaray'dı. Galatasaray'ın transferi bitireceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Ertuğrul röportaj yapmaya gelen muhabirlere 3 takımın formasıyla da poz veriyordu.

Rivayete göre Ertuğrul'un Beşiktaş'a imzaladığı günün öncesinde, Samsunspor Başkanı İsmail Uyanık, futbolcuyu 3 takıma da sattı. Yani olayı açık arttırma moduna sokmuş. Önce Galatasaray astronomik bir teklif veriyor. Uyanık, "sattım" derken araya Fenerbahçe giriyor, Galatasaray teklifi yukarı çekiyor. Ama en sonunda nasıl olduğu hala muamma olan bir şekilde Beşiktaş Ertuğrul'u kadrosuna katıyor. Bedel tam 70 Milyar. Böylece Türkiye'de transfer rekoru 1994 yılında kırılıyordu. Gazeteler 1 gün sonra, 70 milyara kaç tane ne alınır haberlerini sıralıyordu.

Ertuğrul'un Beşiktaş'a, Galatasaray'ın önerdiğinden daha az paraya imzaladığı konuşulur. Ve imza öncesi söylenen "Ertuğrul'u alan şampiyon olur." önermesi doğru çıkıyor. Ertuğrullu Beşiktaş 1994-95 sezonunu şampiyon tamamlar. Ertuğrul da siyah-beyazlı camianın sembol isimlerinden biri olur.