boks etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
boks etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Ocak 14

Grudge Match

Klasik bir şehir efsanesidir. 1976 Oscar'ını Rocky kazanınca, Taxi Driver'ın yönetmeni Martin Scorcese hafiften bir sinirlenir ve De Niro'yu yanına alarak Raging Bull'u çeker.

Bu hikaye doğru veya yanlıştır ama gerçek olan bahsedilenler, sinema tarihinin en iyi filmlerinden ikisidir. Ve boks filmlerinin en iyi ikilisidir. De Niro zaten o yıllarda şöhretti, Godfather ve Dear Hunter gibi Oscar kazanmış iki filmde boy göstermişti. Fakat Stallone, Rocky sayesinde şöhret merdivenlerinden çıktı

Tüm bu arka planın ardından, her sinemaseverin tartışmaktan hoşlandığı bir konu vardır. Ringde Rocky mi döver yoksa Jake LaMotta mı?

Bunu görmek pek mümkün değildi ama yapımcılar 2013 yılında vizyona bir film sokmuşlar. 60'ını aşmış De Niro ve Stallone'u yeniden (biri 70, diğeri 67 yaşındayken) ringe ve beraber kamera karşısına çıkarmışlar.

Daha proje aşamasındayken dahi bunları düşününce, karşımıza hoş bir filmin geleceğini hissedebilirdik. Fakat ilginçtir, benim böyle bir projeden hiç haberim yoktu. Belki benim gözümden kaçmıştır ama yine de isminin daha çok duyulması gerekiyordu. Gerçi ABD'de gişede bekleneni verememesi de önemli bir ayrıntı...

Tabi şahane bir fikir olmasına rağmen, şahane bir filmden bahsedemeyiz. Bazı sahneler bilgisayarda hazırlanmış gibiydi. İki ustanın yanındaki yırtık menajer Kevin Hart, izlediğim en zayıf Kevin Hart'tı. Kim Basinger ve Alan Arkin güzel renk katmışlar. De Niro'nun oğlunu oynayan Jon Berthal, mimiklerini, duruşunu ve hatta mizacını De Niro'ya çok iyi benzetmiş. Hiç yadırgamadık.

Filmde Rocky esintileri çok daha fazla. Harika bir mezbaha sahnesi var. Bir boks salonunda duvarda Rocky posteri görüyoruz. Hikaye de Rocky'nin hikayesini andırıyor. En sonda da Mike Tyson ve Evander Holyfield'ı görüyoruz.

Grudge Match'ı izlediğim akşam, diğer alternatifim I am not Madam Bovary isimli bir Çin filmiydi. Belki ikincisi daha kalitelidir ama günün sonunda yanlış karar vermediğimi düşünüyorum. Fena zaman geçmedi.

Perşembe, Mayıs 7

The Fighter


The Fighter proje aşamasındayken çok fazla aksilikle karşılaşmış. Mesela yönetmen koltuğunda oturması planlanan Darren Aronofsky (yine de yapımcılardan biri) çekimlere kısa bir süre kala vazgeçmek zorunda kalmış. Başrol için bir çok isme teklif gitmiş ama çoğu kabul etmemiş. Brad Pitt ve Matt Damon bu isimlerden bazıları. Hatta Eminem'e bile teklif gitmiş. Fakat sonrasında tercih edilen isim Christian Bale olmuş. İyi ki de olmuş. Zira oluşturulan kadroya rağmen ortaya pek de iyi bir film çıkmamış. Fakat oyunculuk performansları ve müzikler filmi izlenir hale getirmiş.

Filmin hem yapımcısı hem de başrolü Mark Wahlberg, projenin gerçekleşmesi için çok uğraşmış. Micky Vard ve Dicky Eklund adlı iki boksör kardeşin gerçek hikayesini anlatan 2010 yapımı film sadece 33 günde çekilmiş. Gerçi ondan önce çok uzun bir hazırlık süreci var. Aksaklıklar, ertelemeler derken ortaya bir film çıkarmışlar ama çok da hoşnut kaldığımızı söyleyemeyiz.

Oyuncu kadrosuna saygımız sonsuz. Bale son 10 yılda kalitesini çok daha fazla kanıtladı ama bu filmde en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü kazanarak 2010'lara giriş yapması önemliydi. Onun adına bir kilometre taşı diyebiliriz. O yıllar tam da Bale'in kilo alıp vermelerinin zirve yatığı dönemlerdi. Bu film için de kilolarını bırakmıştı. Bir uyuşturucu bağımlısını canlandırdığı için 30 kilo verdi. Sonrası ise resital...

Bale'e eşlik eden oyuncuların da hakkını verelim. Tek Oscar Bale'e ait değil. Yardımcı kadın oyuncu ödülü de bu filme; Melissa Leo'ya gidiyor. Leo filmde annelerini canlandırdığı Bale'den 11, Wahlberg'den 14 yaş büyük olsa da bu farkı hissettirmiyor.

Mark Wahlberg'in daha iyi performansları olsa da, durgun ve soğuk  yapısıyla, hayatı boyunca ipleri eline alamayan ve birey olamayan Micky karakterine uygun kaçıyor. Amy Adams da yeteneğini ortaya koyanlardan. Fakat onun doğru bir tercih olmadığını düşünüyorum. Adams güzel bir kadın. Ama çok güzel değil. Sevimli, şirin, hoş bir kadın. Bu roldeki karakter ise ona uygun değil gibi. Biraz agresif, biraz pis konuşan, belki daha seksi bir 'alt mahalle' figürüne Adams çok temiz kaçmış gibi. Gerçi canlandırdığı gerçek Charlene, onun kısa şortlu ve dekolteli giyim tarzını pek beğenmemiş. Gerçekte öyle giyinmiyormuş. Fakat Adams'ın bize gösterdiği karakter öyle birisiydi ve aslında Adams da öyle bir imaja sahip değildi. Yine de filme katkısı inkar edilemez.

Tüm bu iyi oyunculara ve performanslara rağmen film çok etkili izler bırakmıyor. Bir boksörün ve onun abisi olan eski boksörün öyküsünü anlatan filmde çok fazla boks sahnesi bekliyorduk. Oysa boks ve ringler işin arka planı olarak kalmış. Filmin adının The Fighter olması bu konuda bizi daha çok heveslendirmişti ama hevesimiz kursaklarda kaldı. Yine de film isminin doğru tercih olduğunu kabul ediyorum. Çünkü film boyunca bir kavga izliyoruz. Hayat kavgası...

Bu 'hayat kavgası' zaten boks filmlerinin klişesidir. Diğer boks filmleriyle çok fazla ortak noktası var. Yine yırtmaya çalışan bir karakter, boksla kendi yolunu çizmeye çalışıyor. Biraz Rocky gibi başlıyor yani. Fakat bu sefer kahramanımıza en büyük engelleri ailesi çıkarıyor, ona en sert yumrukları yolluyor. Bu açıdan baktığımız zaman, bir sene sonra vizyona giren ve nedense daha çok beğenilen Warrior'dan çok daha iyi olduğunu söylemek lazım. Fakat popüler film listelerinde onun gölgesinde kalıyor. Bunun en büyük nedeni büyük ihtimalle ringe çok fazla inilmemesi. Üstelik inildiğinde de oyuncularımız bu konuda bekleneni veremiyor. Warrior ise basit hikayesini, bolca yumruklu sahnelerle süslemişti.

The Fighter başka bir yola giriyor. Açıkçası güzel bir yoldan gidiyor ama türevlerinin sıkça kullandığı o yolda tökezlemesi ve yeni bir şey söylememesi eksiği oluyor.

Perşembe, Ağustos 22

Million Dollar Baby


Million Dollar Baby gösterime girdiğinde büyük etki yaratmıştı. Aradan neredeyse 15 sene geçmiş. Benim açımdan çok şaşırtıcıydı o etkileşim. Konusunu çok az öğrenmiştim. Zaten fragmanın ve afişleri de bir fikir veriyordu. Diyordum ki ''Öncekilerinin tıpkısının aynısı olan bir film neden bu kadar ilgi  çekiyor?"

Önyargılı olmamayı zaman içinde öğrendim. Fakat hayat devamlı bana yeni tecrübeler sağlıyor. Million Dollar Baby, çok fazla tutan boks filmlerine yenisini ekleme ve "Hadi bu sefer de başrolü bir kadına verelim, öyle çekelim" çabasına ait değilmiş. Ben öyle sanıyordum.

Sinema ile spor ilişkisi çok sancılı olmuştur. Zira spordaki hikayeler ne kadar gerçek olursa olsun sinemaya aktarılınca bir soru işareti ile karşılaşılır ve "Bu kadar da olmaz" denir. Bir de futbol, basketbol, tenis gibi sporların çekimleri çok zordur. Bir çok futbol filminde, başroldeki muhteşem yetenekli çocuk topa düzgün vuramaz bile.

Fakat boks hepsinden ayrılıyor. Boksun metaforları, şiirselliği ve ayrıca ringin küçüklüğü ve her insanın en azından yumruk atmaya meyilli yapısı boks filmlerini öne çıkarıyor. Tabi bu sefer de, milyon tane boks filmi çekilince (o kadar futbol filmi yoktur) ayırt edici bir hikaye ve anlatım öne çıkmak zorunda. Yoksa devamlı 'dipten gelenin başarısı' (Rocky) veya 'zirvedekinin disiplinsizlikten dolayı çöküşü' (Raging Bull) temalı filmler ortaya çıkıyor.

Million Dollar Baby öyle değilmiş. Bir boks filmi demek de kolay değil. Tamam bir boks salonu, boks antrenörü ve boksör var. Ara sıra boks yapılıyor. Hatta bu boksör yavaş yavaş zirveye de çıkıyor ama o kadar... Zaten filmin saf boksla ilgili bölümleri biraz rahatsız edici. Tıpkı diğer spor filmleri için dediğimiz gibi, gerçeklikten uzak. 31 yaşındaki bir kadının bu kadar çabuk gelişim göstermesi akla mantığa sığmıyor. Veya Mavi Ay'ın diskalifiye bile edilmemesi.. Fakat bunlar, filmin genel derdini düşününce ayrıntı olarak kalıyor.

Film ilk başlarda Unforgiven'i çok hatırlattı. Eastwood ve Freeman yalnız adamlar. Hayatlarında radikal bir karar alıp bir kadının hayatını kurtarmaya çalışıyorlar.  Müzikler bile benziyor. Sonlarda ise Mar Adentro'ya dönüyor. İnsanın zorlanarak izleyeceği bir 40 dakika... İlginçtir iki film de aynı sene vizyona giriyor ve aynı Oscar'da en iyi film ödüllerini alıyor.

Hilary Swank beğendiğim ve sevdiğim bir oyuncu değildi ama burada ben bile kaynadım. Eastwood yine üzerine düşündürecek bir iş çıkarıyor. Unforgiven'dan sonra burada da Oscar kazanıyor. İyi ki de kazanıyor. Efekte, görselliğe dayanmadan çekilen filmlerin ödüllendirilmesi hoşumuza gidiyor. Ayrıca Cumhuriyetçi Eastwood'un Amerikan rüyasını pataklaması da olukça şaşırtıcı ve takdir edilesi. Daha sonrasında Gran Tornio'da da (2008) benzerini yapmıştı ama işte tüm sempatisini American Sniper'da (2014) harcadı.

Yine de bu kadar çok Oscar alacak film midir? Bence değildir. Fakat filmi sevdim. Sevdiğim filmin de ödül alması hoşuma gidiyor. Sonuçta spor müsabakası değil. İyi oynayan değil, izleyicinin (yani benim) hoşuna giden kazanmalı...

Azim, pes etmeme, mücadele ve hepsinin sonunda başarma temalı filmleri severiz. Bu film de bir müddet öyle ilerliyor. O nedenle o süre boyunca aynı ezberde olmanın sıkıcılığını hissediyoruz. Sonrasında da yumruğu yiyoruz. Hayat her zaman filmlerdeki gibi olmuyor. Bunu biliyoruz zaten ve o yüzden bazen filmlere kızıyoruz. Fakat o gerçekliğin acısını bu sefer bir filmde görünce de yine hoş duygularla kalkmıyoruz koltuktan. Fakat en azından kandırılma hissi olmuyor içimizde. Sadece sert bir yumruk yemenin acısı kalıyor. Şikayetçi değiliz.

Pazartesi, Mayıs 8

Efsanelerin Doğuşu



"Profesyonel olma kararını aldığımda, babam bana “Fenerbahçe’den ayrılma, düzenini bozma” demişti. Baba sonuçta... Oğlunun risk almasını istemiyor, garantici davranıyordu. Baktığında haklıydı da;o dönem hem kulüpteydim hem de milli takımla Avrupa şampiyonalarına gidiyordum, olimpiyata hazırlanıyordum. Ama ben farklı bir yol çizdim, hedefimi büyüttüm, bir çılgınlık yaptım. Federasyonu, kulübümü, hatta ailemi karşıma aldım ve profesyonel oldum. Ancak maç yapamayıp zor duruma düştüğüm 10 aylık bir süreç yaşayınca, ailemden de ister istemez “Neden düzenini bozdun, neden bu yolu seçtin?” diye tepkiler aldım. Ama efsaneler de böyle doğuyor işte...

O dönem babamla pek görüşmedim, psikolojik travma yaşıyordum. Dedim ya; sonuçta bir baba, oğlunun kötülüğünü istemez. Hatta o dönem için haklıydı belki. Ona karşı saygımı hiç kaybetmedim, anlayabiliyordum. Şimdi de aramız gayet iyi zaten."

Avni Yıldırım- Socrates Mayıs sayısı

Cumartesi, Aralık 17

Manny



Manny Pacquiao'yu geçen sene 'asrın maçı' olarak adlandırılan ama sonunda fare doğuran müsabaka ile tanımıştım. Filipinler'den çıkan, nispeten daha çelimsiz gözüken, sıfırdan gelip her kulvarda şampiyonluk kazanan sempatik adamı, Floyd Mayweather gibi sektörün beslediği soğuk siyahi boksör imajına tercih etmiştim. Tabi herhangi bir bilgiden dolayı değil, sadece dış görünüşleri ve temsil ettikleri imajları buna sebep olmuştu.

Manny yenilince de biraz üzüldüm.  Ardından Manny'nin çok da sempatik olmadığımı öğrendim. Maçtan sonraki aylarda eşcinsellik ile ilgili yaptığı açıklama dünya çapındaki sempatisini düşürmüştü. Sonrasında 2014 yılında çekilen (tüm bunların öncesinde) belgeselini izlemeye karar verdim. Genelde böyle belgeseller (sporcunun kendisinin, ailesinin de konuştuğu) tek taraflıdır. O nedenle sporcu büyük bir kahraman gibi yansıtılır. Artık belgesel ekibinin çabasından mı yoksa bizim satır aralarından okumamızdan mıdır anlamadım ama belgeseli izledikten sonra Manny'e biraz daha ayar olmaya başladım.

Siyaseti kullanması, dini sık sık öne çıkarması, menajerlerine ipleri vermesi; bunlar kötü şeyler. Günümüzde sporcuların çoğu buna benzer sorunlar idare edemiyor. Ama en azından madem öyleler; 'kötü adam' imajlarını tercih ederim. Sahici olmaları iyidir. O nedenle belgeselde de o yönüyle, şeffaflığı ve dobra olmasıyla dikkat çeken Floyd Mayweather benim nazarımda bir adım öne geçti.

Pazartesi, Kasım 21

30 Sene Önce

 


Mike Tyson; 22 Kasım 1986'da tarihin en genç dünya ağır siklet boks şampiyonu olmuştu. 

Cuma, Ağustos 22

The Hurricane



Bir pazartesi günüydü... 18 yaşındaydım. Başım çok ağrıyordu. Haftanın ilk günü olması sebebiyle olsa gerek zor bir gün geçmişti benim için. Yemek yedikten hemen sonra yattım. Hikaye böyle başladı.

O zamanlar hayatım bir ritüeller bütünüydü. Bütün o ritüeller tek tek gerçekleştikten sonra, günün sonunda, yatağın yanına radyoyu koyar, uyuyana kadar açık bırakırdım.

O gün de öyle oldu. O kadar yorgun ve güçsüzdüm ki, kısa sürede uyuyacağıma emindim. 3 şarkı dinleyip radyoyu kapatmayı düşünüyordum.

 İlk iki şarkı neydi, hatırlamıyorum. Üçüncü şarkı çıktı. Bob Dylan olduğunu onun kendine özgü sesinden hemen anladım. Ama şarkıyı ilk defa dinliyordum. Zaten Dylan külliyatına da çok hakim değildim o zamanlar.

Bir yandan sızma aşamasına doğru adım adım gidiyorum, bir yandan şarkıya kulak kabartıyorum. İlginç de bir şarkı, her mısrada dikkatimi biraz daha çekti. "Champion of the world" falan diyor. Garip bir hikaye var. O zamanlar İngilizcem çok iyi değildi, gerçi şimdi de çok iyi değil, şarkıda anlatılan hikayeyi tam kavramam mümkün değildi. 

Bu arada şarkı da bitmiyor. Bitse kapatacağım ve uyuyacağım. Devam ediyor sürekli. Fakat her bitme beklentisini boşa çıkardığında benim uykum biraz daha kaçıyor ve heyecanlanıyorum. Sürekli bir "ayağa kaldırma" gücü veriyor.  Aynı zamanda gözüm kapalı olduğu için kendimce bir senaryo üretiyordum şarkıyla alakalı.

Müthiş hazlarla dolu bir sekiz dakika sonra başımın ağrısı geçmişti. Uykum hala vardı ama yorgunluğum alınmıştı.

Ertesi akşam eve gelince direkt şarkıyı öğrenmeye çalıştım. O zamanlar internetim de yok, bilenlere sordum. En sonunda öğrendim; Hurricane. Hikayesini de öğrendim. Ve dediler ki, "Onun filmi de var"

Çok ilgimi çekti. İzlemem lazımdı, öyle düşünmüştüm, çok heveslenmiştim. Şarkı bu kadar güzel, hikaye ilgi çekici, film güzele benziyor. İzlenmeli... 

Ama bir türlü fırsat olmadı. Nasıl bir fırsat yaratma yeteneği ise nerdeyse 11 yıl sonra denk geldi. 11 yıl. Üniversite 1'de şarkıyı dinledim, heyecanlandım, filme heveslendim, mezun oldum, askere gittim, işe girdim ve filmi izledim.

Film de çok iyiymiş. Sağlam bir yapım. İzlenir, hiç sıkmaz vs... Ama be aga, sen bu 11 senede ne yaptın ya???

Hayatın; unutamadığın sıradan, olaysız pazartesi akşamlarıyla dolu ve 11 seneyi "Fırsat bulunca yaparız"la geçirdin. 

Kaybettiğin zamanı kimse geri vermeyecek.


Pazar, Haziran 3

Dövüşmezse İşe Yaramaz



Bir müslümanla bir ateist, Muhammed Ali'nin maçına gitmişler. Ali, maç başlamadan önce ringin köşesinde ayağa kalkıp eldivenli ellerini açarak dua etmiş. Ateist, yanındaki Müslüman'a sormuş:

- Ne yapıyor?

- Allah ile konuşuyor. Maçı kazanmasına yardım etmesini istiyor.

Öteki şaşırmış:

- İşe yarar mı dersin?

Bizimki şöyle demiş:

- Dövüşmezse hiçbir işe yaramaz

Salı, Temmuz 21

Bir acayip adam

NtvSpor'da yayınlanan Mike Tyson belgeseli son yıllarda izlediğim en mükemmel otobiyografi. Otobiyografi çünkü Mike Tyson'ın iki tane maçını koyup, bir dışsesle anlatılmamış olay. Kendisi anlattı bütün hikayesini. Gazetelerin spor sayfalarında çocukluğum boyunca rekor nakavtlarıyla, skandallarıyla, meydan okumalarıyla gördüğüm adam dünyanın en samimi insanı olarak işte bütün hikayesini odamda bana anlattı. Cus D'Amato ile olan baba-oğul ilişkisi, nasıl bir ortamda büyüdüğünün hayatına olan etkisi, Robin Givens'la olan evliliği ve Givens'ın canlı yayında Tyson'u rezil etmesi, horoz misali cinsel hayat, tecavüz davası ya da ona göre iftirası, küfürlü konuşmalar vesaire... Dandun bir adam işte, kendisi söyledi bizzat bana. Menejerlerin sülük olduğunu, ama kendisinin de onlardan farksız olduğunu söyledi. Bu belgesel değil, insan bunları günlüğüne yazamaz. Hataların ardından "20 yaşında herşeyi elde ettim, bu erken bir yaştı" diyen adam tekrar o hataları nasıl yapıyor, bir irade zayıflığı heralde. Lewis'ten itibaren yaptığı bütün maçlar para için, bunu da söyledi. Ha ben inanmıştım o dönemde ona, mesela Julius Francis'i yendikten sonra "çocuklarını yemek istiyorum, Allah büyük" demesini bile vahşi bulmamıştım, kırgınlığımı belirttim. Benim en hoşuma giden kısım nakavtla mağlup olduğu Lewis için maçtan sonra söyledikleriydi:
***
- Lewis'in yüzündeki kanı sildin maçtan sonra... İç dünyanda ona bir dostluk mu besliyorsun?
+ Lennox benim 15 yıllık arkadaşım. 10-15 yıldır beslediğim güvercinlerim var. Sürekli birlikteler, birlikte yaşıyorlar. Ama bir tutam yem için birbirleriyle kavga ediyorlar, birbirlerini öldürüyorlar. Lennox'la ben de öyleyiz. Boksörler de güvercinler gibi...

Cumartesi, Haziran 27

Okeye dördüncü şimdilerde...

Bir bilgisayar oyununda 4. nakavtta ünlü bir rap şarkıcısına mağlup oldu Mike Tyson geçtiğimiz günlerde. Okeye dönmeye başladığından beri hayatını ve demeçlerini daha yakından takip ettim. Küçük kızının talihsiz ölümünden sonra yavaş yavaş hayata dönmeye başlamış. 90'ların sonlarında uzun uzun reklamı yapılırdı bu adamın maçlarının, sabahın köründe kalkar, maçı izlerdik, 45-50 saniye sürerdi bütün hikaye ve yatardık gerisin geri. Hemen nakavt olan adamlara çok kızardım o an. Biraz daha dayak ye dimi, ne hemen düşüyorsun?
***
En unutulmaz maçı ise "çocuklarını yemek istiyorum" dediği Lennox Lewis'ten yediği bir araba sopanın yanına kar kaldığı maçtı. 38 yaşında çıktığı o maçtan sonra toparlanamadı bir daha. Yaklaşık iki-üç yıl boyunca birbirlerine atıp tutmuşlardı basın toplantılarında. Hatta Lewis bir ara ünvanı kaybetti, sonra tekrar kazandı falan, maçtan önceki tanıtım toplantısında kavga çıkmıştı ve Mike, Hollyfield'ın kulağından sonra Lewis'in g.tünden de ısırık almıştı... Şimdilerde öyle sıcak kavgalar, basın toplantısı esnasında birbirine giren korumalar kalmadı. Klitschko da zaten soğuk bir adam. Bu arada Mike Tyson'un Lennox Lewis'e 8. roundda nakavt olduğu maçtan 2-3 saat sonra Türkiye - Kosta Rika maçı oynanmıştı. 1-1 berabere kalıp ümitsizliğe düşsek de son maçta Çin'i mağlup etmemiz ve her zaman bizim milletin sempatik yaklaştığı Brezilya'nın kıyağı ile gruptan çıkmayı başarmıştık.