Pazartesi, Haziran 30

4


Forması emekli edilen futbolcular kulübü > 100'ler kulübü...

Pazar, Haziran 29

The Life Aquatic with Steve Zissou



Royal Tenenbaums çok iyi filmdi. Wes Anderson filmlerinin bir kısmını henüz izlemesem de hala onun gibisini bulamadım. Sanırım bir yönetmen, bir üretici için en iyi işinin ilk işi olması kötüdür.

Bunlara çok takılır mı ondan da emin değilim. Adamın zaten farklı bir tarzı. Farklı tarzı olan adamların "beğenilmek" konusunda da farklı düşünceleri olabilir.

Bu filmde ağır ilerleyen bir konu var. Filmden sıkılmak kolay olabilir. Hatta hikaye yönünden zayıf kalınmış. Belki de "hikaye yok" demek mümkün. Fakat ilginç şekilde bağlanıyorsunuz. Aslında ilginç de değil. Oyuncular çok iyi, görsellik müthiş, müzikler muazzam. Garip bir hüzün var filmde. Tatlı bir hüzün. İnsanın hüzünlü olmaktan mutluluk duyacağını zannediyorsunuz. Garip işte. Bu Wes Anderson tarzı.. Bunu en iyi yapabilen oyunculardan biri Bill Murray olabilir.

Yine de Cate Blanchett yerine Gwyneth Paltrow'u tercih ederdim.

Sahne sahne ilgi çekici ve heyecan verici ama bir bütün olarak vasat kalmış bir film.. Hadi bakalım linç gelsin...

Ko-Ko


Dünya Kupası'nda Ko-Ko kardeşliği..

Tam Yiğit Yılmazlık foto...

Görüşemedi


Cumartesi, Haziran 28

Özkan Sümer



Özkan Sümer sinirliydi biraz.  En çok benim topu ayağımdan çıkarmamama delirirdi. Ben de o bağırınca daha çok kararsız kalırdım. Bir gün maçta,"Lemi!Lemi!Mavililer bizim adamlar, onlara at" dedi. Bir keresinde de "Rakibe ver rakibe, Onlardan daha kolay alıyoruz topu" diye bağırdı.


Birkaç kişi daha vardı kafayı taktığı. Bir seferinde Tarsus'la oynuyoruz. Gökhan Ersoy adından bir stoper arkadaşımız vardı. Özkan Hoca sürekli ona "Dripling yaparak ileri gitme" diyordu. Gökhan dinlemedi, topu götürdü ama gole çok yaklaştı. Hoca sesini çıkarmayınca cesaret alıp aynı şeyi bir daha yaptı ama az kalsın kontrataktan golü yiyorduk. Hoca tabi küfür etmeye başladı. Sonra da Gökhan'ı oyundan aldı. İşin komik tarafı oyuncu değişikliği hakkımız dolmuştu. Hoca bunu bile bile takımı 10 kişi bıraktı.20 dakika falan öyle oynadık.



Bir de Şeyhmuz Suna'ya çok kızardı. Bir maçta hoca sırayla bir bana bir Şeyhmuz'a bir de hakem Sadık Deda'ya küfür ediyordu. Biz de iyice sinirlendik, hakeme gidip "Durmadan sana küfür ediyor, atsana dışarı" dedik. O da "Size de ediyor" dedi. "Tamam işte at dışarı, sen de kurtul biz de kurtulalım" dedik ama atmadı. Biz ciddiydik ama o ciddiye almadı, güldü. Sonra başka bir maçta Özkan hoca yine küfür ediyordu, biz bir şey demeden Sadık Deda atmıştı dışarı. İyi gününde değildi herhalde...


Four-Four-Two / Lemi Çelik

Yatak


The Illusionist



Her son anda ters köşeye yatıran film güzel olmuyor. Bunun bir sistematiği olmalı. En azından o esnadan seyirci ters köşeye giderken kendi kafasında bir şeyler kurmalı... Bir de "muhteşem son" yaratıyorsan onu ince ince işlemek lazım. 3 dakikalık maç özeti gibi geçince "özgün" düşünceye de yazık olmuş.

Edward Norton için 2006 garip bir yıldı galiba. Bir bu film, bir de Painted Vail. O filmi de sinemada çok değer verdiğim biriyle izlemiştim. Bunu da seneler sonra kardeşimle beraber izledim. O sevdi filmi. Bana da bu yetti.


Perşembe, Haziran 26

Suarez'in Cezası


Kasımpaşa - Beşiktaş maçında da buna benzer şeyler yazmıştım. Donk'un topu eline almasından sonra yaşananlar, hadisenin büyümesi tamamen hakemin anlık karar verememesinden ve olayı geçiştirme güdüsünden kaynaklanmıştı. Olay yaşandığı anda halının altına süpürülmese, aslında herşey doğal akışında hakkaniyetli bir şekilde devam edecek.

Şu an gündem Suarez. Rakibini ısırmayı adet edinen bir oyuncuyu psikologlar inceler. Fakat bizim konumuz daha farklı. 1 yıl men cezası alsın isyanında olan da var, afaroz isteyen de, "ne yaptı ki" diyen de... 

Nike'ın bir önceki Dünya Kupası için hazırladığı "Write the Future" reklamı çok iyiydi. Futbolun, futbolcunun aslında ne kadar ince bir ip üzerinde oynadığının götergesi. Biraz mizah katılmış olsa da gerçekliği tartışılmaz. Şu an yaşanan durumu özetleyelim:

Suarez, Chiellini'yi ısırdı. Hakem görmedi. Maç 0-0 devam ediyordu, Suarez oyunda kaldı. Bir kişi fazla oynayan Uruguay biraz daha yüklendi. Son 10 dakika içinde golü buldu. İtalya'yı eledi. İkinci tura çıktı. Gündem Suarez oldu. İtalyan medyası dünya gündemini belirlemeyi yine başardı. Suarez yerden yere vuruldu. İngilizler eski defterleri açtı. Barcelona'nın Suarez'den vazgeçeceği iddia edildi. Suarez'e çok ağır bir ceza verilmesinin gerekliliği konuşuldu. Öte yandan Uruguaylılar Suarez'i korumaya geçti. İkinci tur coşkusuyla (ve Kolombiya karşısında ondan yoksun olmama isteği) onları biraz daha kenetledi. Herkes şu an FIFA'nın ne ceza vereceğini bekliyor. Sonuç olarak Suarez bütün maçın önüne geçti. Bir kısmın saldırdığı ,diğerlerinin koruduğu bir figür oldu.

Oysa olması gereken şuydu; write the future'u düşünerek okuyun..

Suarez, Chiellini'yi ısırıyor. Meksikalı hakem Rodriguez kırmızı kartını çıkarıyor. 10 kişi kalan Uruguay, rakip savunmaya üstünlük uramıyor. 0-0 biten maç sonunda İtalya tur atlıyor. Suarez ile bir iki şaka sosyal medyada yer alıyor. Ama Uruguay'da durum daha vahim. Suarez "vatan haini" olmak üzere.. Elenmenin bütün faturası ona çıkmış durumda. Bu arada FIFA 4 maç ceza veriyor ama zaten kimse önemsemiyor. Uruguay'ın elenmesine neden olmak Suarez'i baya etkiliyor. Barcelona transferden vazgeciyor. Liverpool'da mutsuz ve etkisiz bir sezon geçiriyor...

Ya da buna benzer bir şey...

Aslında olması gereken sadece kuralın uygulanması. Yani hakem alenen ortada olan bir pozisyonda hakedilen cezayı verse, gerisinin pek önemi kalmayacak. Bir oyuncunun diğerini ısırması, 1 yıl men almasını gerektirmiyor. Sadece hakettiği kırmızı kartı görse yeterli olacak.

Aslında buna benzer bir durum Bilica'nın penaltı noktasını kazdığı pozisyonda da yaşandı. Hakem orada Bilica'ya gereken cezayı verse olay daha farklı seyredecekti...

Hayat aslında çok basit, gerçekten...

Entelköy Efeköy'e Karşı



Film 2011'de gösterime girdiğinde pek dikkatimi çekmemişti. Vasat bir Türk filmi olarak tahmin ediyordum. Gerçi vasatlıktan keyif alan biri olarak beni çok da üzecek bir durum değildi. Ama beklentim düşüktü, o nedenle zaman harcamak istemedim. Bir de filmin yönetmeninin (Yüksel Aksu) daha önce Dondurmam Gaymak'ı yaptığını hatırlayınca hiç hevesim kalmadı. Üniversitede izlediğim Dondurmam Gaymak, bence baya başarısız bir filmdi.

Üniversiteden mezun olduktan sonra Bodrum'a taşındım. Yaklaşık 1.5 sene orada yaşadım. Yani bu filmde anlatılan bir kesimin kurmak istediği ütopyaya yüzde 1 oranında dahil oldum. Oradaki halkı da az çok tanıdım,onların arasına girdim. O iki kesimin çatışmasını devamlı gördüm. Haliyle seneler sonra filmi izleyince filmden tat almam kolaylaştı. Bildiğim, aşina olduğum bir hikaye vardı.. Doğal bir şekilde sunulunca da başarılı bir iş kotarılmış. Daha iyi olabilirdi ama o zaman da yönetmenin giderek oturmaya başlayan tarzına müdahale etmiş oluruz ki, buna da hakkımız yok. Mesele amatör oyuncu kullanmasa daha "iyi" film olabilirdi ama o zaman da adamın aklına fikrine saygısızlık olur.

Yine de bu filmin kırılma anı tabi ki benim Bodrum'da yaşamam ve o bölgeyi anlamam değil. Tamamen 31 Mayıs 2013... Evet Gezi Parkı olayları ile ilgili çok fazla şey barındırıyor. Çevre sorunu, iki kesimin karşı karşıya gelmesi, devletin bozguncu hali, kullanılan kelimeler (çapulcu, demokrat vs.), kurulan çadırlar, yapılan eylemler, siyasal din vurgusu, hatta filmde emeği geçenler (Mehmet Ali Alabora)... Neredeyse, muhafazakar ve yandaş bir medya kuruluşunun "Gezi Provası" diyerek ateş saçmasına yetecek kadar benzerlik var. Hatta Alman siyasetçi Claude Roth'un filmde olması tam bir pas olmuş o kanada doğru...

Gerçi tam bu noktada bize Onur Ünlü yardımcı olabilir. Onun da İtirazım Var filmi, Gezi ile ilgili baya - üstelik Entelköy Efeköy'e Karşı'dan çok daha açık - paralellik barındırıyor. Ünlü, filmi vizyona girdikten sonra bir röportajında şöyle demişti: 

Biz yazdık, sonra kızlı erkekli mevzusu denk geldi. Belki de sezdik, bilemiyorum. Bunlar birkaç senede açığa çıkan şeyler değil ki. Dünya zaten sağcı bir yerdir. Bu hükümet olmasa da bu görüş olacaktı; belki bu kadar dillendirilmeyecekti, ama içten içe olacaktı. Bunlar üstüne gitti, sömürdü. Asıl önemlisi ülkenin öyle bir ülke olması.

Özetle vaziyet buydu; biz belki de yeni farkedebildik. Daha doğrusu biliyorduk ama yeni yeni ciddiye aldık. Sanatçı sorumluluğu dedikleri şeyin belki de birazı bu olsa gerek...

İtiraf etmek lazım; bu filmi 31 Mayıs 2013'ten önce izleseydim burada çok olumlu cümleler kurmazdım. Ama şimdi izlenmeyi hakettiğini düşünüyorum.

Filmin kadrosunda bulunmasına şaşırdığım iki kişi var. Biri Selahattin Yusuf. Bir ara severdim, takip ederdim. Hala da dikkate değer buluyorum ama artık yavaş yavaş özgünlüğünü ve özgürlüğünü kaybettiğini düşünüyorum. O nedenle bu filmde oynamasına şaşırdım. Gerçi 2011 kritik bir tarih. Belki 2013'ten sonra rol teklifi gelseydi o da oynamazdı. Bir ara denk gelirsek soracağım. Belki de biri sormuştur, internette araştırmak lazım.

Asıl şaşırdığım isim ise Emin Gürsoy. Daha önce muhafazakar kanalların dizilerinde veya o tarafa yakın filmlerde izlediğimiz bir adamı böyle bir filmde, hem de anarşist tavırlı bir karakteri oynaması çok şaşırttı. Gerçi Şubat gibi bir dizinin kıvılcımını yakan adam her an her yerde olabilir. Yine de şaşırdım ama nedense sevindim de... 


-Önce sınıf bilinci edinmelisiniz. Köylü müsün, burjuva mısın, işçi misin nesin...???
- Köylüyüz, köylüyüz, evet tabi ya köylüyüz...
- Yarrak köylüsün! Sütünü, yoğurdunu şehirde marketten alıyorsun, üretmiyorsun, bütün gün kahvede okey oynuyorsun...


Çarşamba, Haziran 25

Kalk


Allah'ın dediği olur...

Bu arada Samaras'ı her gördüğümde aklıma, ona "Kansız manken" diyen Tolga abim akla gelecek...

Pazar, Haziran 22

48Alex



Yalana Kapılmış Kötü Çocuklar

10.30'a kurduğum alarmın çalmasını bekliyorum. Saat 10:27. Üç dakika daha var. Uyanığım ama kalkmıyorum. Ne yeniden uyumama yarayacak sürem var, ne de yataktan kalkmak için isteğim. Son dakikaya kadar kalma taraftarıyım. Yatakta kalmaya ne kadar hevesli olsam da saat çalınca hemen kalkıyorum. Beş dakika ertelemiyorum mesela. Yatağın kenarında üç dakika bekliyorum. Hem hakkımı sonuna kadar kullanıyorum hem de yapmam gerekenden kaçmıyorum, ertelemiyorum. 

Son zamanlarınn en zor günlerinden birine bunu düşünerek başlıyorum...

"Bizler alarm çalsın diye 3 dakika bekleyen insanlarız, bizde zarar gelmez...

Böyle bir edebiyat türedi son dönemde. Bok gelmez. Hepimiz, herkese zarar veriyoruz. Kötü adamlarız. Tamam adam öldürmüyoruz, kimseye fiziksel zarar vermiyoruz, hırsızlık yapmıyoruz ama çok kalp kırıyoruz be... Daha da kötüsü kırılan kalperi gördüğümüz zaman; eğer ortada bizim menfaatimiz varsa pek üzülmüyoruz. Daha da kötüsü; gelip iki süslü cümleyle kendi vicdanımızı rahatlatıyoruz.

Hayat bizi bu hale getirmiş olabilir. Olmayabilir de.. Ama bir nedeni vardır muhakkak. Bugüne kadar çok fazla şeyle yüzleştik. 

Küçük yaştan beri sorumluluklar vardı. Önceliklerim vardı. Gerçekleştirmem gerekenler vardı. Çirkinleşmeden mücadele ediyordum. Hayat veya dünya denilen sahada adil ve ahlaklı bir mücadele olmadığını farkedene kadar yaşım ilerlemişti. Herhalde benim de "kötüleşme" dönemim o günlere denk gelmiş olabilir. Ekmek aslanın ağzındaysa, aslanla değil ekmeği almak isteyen diğerleriyle kapışmak gerekiyordu. Hem onlarla hem aslanlarla kapışıyoruz. Onların üzerine basarak aslanların karşısında duruyoruz. Ben de isterdim kenarda durayım ekmeğimi alayım. Olmuyordu amına koyduğumun yerinde... Üstelik bunu fark etmiş olmama rağmen hala olmuyor... Zor oluyor.

Şimdi bağlıyorum metaforu...

Biz bu hayatla ve insanlarla mücadele  ederken, çok az şeye bağlandık. Bu bağlandığımız şeylere en çok kapıldığım zamanlar en temiz zamanlarımdı sanırım. İyilik isteyen, iyilik yapmalıydı. İyi olmalıydı. İyi şeyler isteyen, ve iyi şeyler yaşayandan zarar gelmemeli. 

Biri Galatasaray'dı bu bağımlı olduğum şeylerden... Hele 2002-2010 arası.. Çok güzel günlerdi. Sportif açıdan başarısız geçen günlerden böyle bashedince kazanma sevdalısı arkadaşlar tepki gösteriyor. Ama hayatım boyunca biriktiremeyeceğim anıyı belki de o dönemde biriktirdim. Hiç pişman değilim. Harcadığım zamana, harcadığım paraya, ihmal ettiğim insanlara, verdiğim kararlara.. Hiç biri için pişman değilim. Pişman değildim.. Ta ki geçen güne kadar...

Okuduğum okuldan, yaşadığım şehre, çalıştığım işe kadar, hayatımın belki de yüzde 80'ini Galatasaray'a göre oluşturdum. Bu bir Galatasarayölçerlik cümlesi değil. Sadece olan bu. Zaten eskiden bu övünülecek bir şey de değildi. Nasıl olduysa Twitter'ın yaygınlaşmasıyla bunlar övgü meseleleri oldu.Oysa o 2002-1010 arasının büyük bir kısmında  insanların bize bakışı daha farklıydı. O nedenle biz de normal ortamlarda biraz saklıyorduk kendimizi. Bu cümleyi kullansam afaroz edilirdim. "Ortamlarda futbolu sevmiyorum dersin nolcak"... O da olmuyordu, haftada 3 gün maça gidiyorduk herkesin göüz önünde...

 Neyse işte; böyle bir hayat. Çok şeye üzüldük, sinirlendik, sevindik, güldük ama tek bir şey bize yetiyordu. Galatasaray'ın varlığı. Galatasaray'ın bir yerde maçı var, Galatasaray yine birilerinin karşısında. Galatasaray oradaysa biz de oradayız. Orada olamıyorsak da onunlayız. Bugün sahada Galatasaray olacak. Yine ondan birşeyler öğreneceğiz. Yine mutlu olacağız. Kendi kendimize saçma sapan metaforlar üreteceğiz. Hasan Kabze son dakikada atınca "İyiler mutlaka kazanır" diyeceğiz, biz de iyi olalım diyeceğiz. şampiyonlukatan  uzan geçen senelerde "İlle de görmek için mi yaşanır güzel günler, uğruna beklemek de güzel" diyip sabredeceğiz. Bunu hayatımıza da adapte edeceğiz. Kötü günlerden korkmayacağız. Sabretmesini öğreneceğiz.

Böyle böyle gitti seneler... Sonrasında bir kopma yaşandı gerçi. Evi yıktıklarında, evsiz kaldığımda boşluktaydım. Belki de yukarıda anlattığım "kötü olma durumu"nun başlangıcı da o günlere denk geliyordur, düşünek lazım biraz daha. Evet koptuk ama sevgimiz de azalmadı.

Ve benim için kara gün geldi. Yazması bile zor. Galatasaray sahaya çıkmadı. Çıkamadı değil çıkmadı. Cümle bu kadar kısa, bu kadar sert, bu kadar acı. Fakat çoğunluk uzatıyor. "3 Temmuz'dan başlayan süreç, Mahmut Uslu, Aziz Yıldırım, tapeler, TBF, Ülker Arena, olay, güvenlik, eyyam, çifte standart..." Hiçbirini dinlemiyorum. Hiçbiri önemli değil. Hiçbiri benim hayatla kurduğum ilişkide yer almamıştı. Sadece Galatasaray vardı. Galatasaray da sahaya çıkmadı.

 Hayatımın en zor haftalarından birinde Galatasaray sahaya çıkmadı. Çok da sikinde benim dışımda kalan Galatasaraylıların...

Ben Galatasaray'ı örnek almayı severken, Galatasaray sahaya çıkmadı. Benim hayatımda hiç bir zaman böyle bir lüksüm olmadı. 

En son 10 yaşında falanken mahalledeki halı saha maçında ağlayarak oyundan çıkmıştım. Rakip (arkadaşlarım) çok sert oynuyordu ve bize topu vermiyorlardı. Ben çok haklıydım oysa. Dayanamadım sahadan çıktım. 

Her hafta aynı kadro maç yapardık, maçları da babam organize ederdi. Ben sahayı terk edince, birkaç hafta boyunca, babam, benim arkadaşlarımla yaptığım maça beni almadı. İyi ki de öyle yapmış. Sahayı terk etmek, sahaya çıkmamak; affedilmesi zor bir günahtı. Öyle bir lüksümüz yoktu. Bunu öğrendiğimde en fazla 11 yaşındaydım ve 29 yaşına kadar o şekilde geldim.

Galatasaray'ın maça çıkmadığı haftayı da kendi hayatıma yaşadığım bazı meseleler nedeniyle hiç unutmayacağım. Mecburdum ve sahaya çıktım. Sahaya çıktım ve kendimin de aslında o kadar iyi niyetli biri olmadığını gördüm. Keşke ben de istediğim maça çıkmama şansına sahip olsaydım. "Ama arkdaşım bak, kirlenen spor dünyası ve mahkeme kararlarının uygulanmaası...." 

Abi geçin, gerçekten geçin... Kendinize anlatın ama bana anlatmayın... Hiçbir zaman, bu dünyanın hiçbir yerinden ve hiçbir kurumundan adalet beklemeyen biri olarak bunlara şaşırmam veya bunlara göre tarzımı değiştirmem mümkün değildi... Biz her daim sahaya çıkmak zorunda kalan çocuklardık.

"Biz, Zafere Kaçış filmini 100 kere izlemiş adamlarız. Hangi bahane bize sahaya çıkmamayı açıklayabilir ki...."

Ve işte böyle bir yazı yazdıktan sonra ve geçmişe dönüp bakınca; ne yaşadığımdan ne buraya yazmamaı sağlayan hislerimden pişmanım... Ama gerçekten kurduğum bütün ilişki benim yarattığım bir safsatadan ibaretmiş. Benim kendi içimde yarattğım bir şey varmış; ve aslında o büyük bir yalanmış. İnandığım şey aslında yokmuş... Bunu  yavaş yavaş farkediyordum aslında ama itiraf da edemiyordum. Artık görmemek için kör olmak lazım. Bu acıyı ve hissetiğim bu duyguyu unutturacak bir şeyin olduğunu da sanmıyorum.

Sağdan girip soldan çıkmışım. Aslında onca paragraf yazı yazıp da bir bok anlatamamışım. Ama zaten hissettiklerimi ben bile anlamadım hala, bana bile yabancı.

Özetle; bundan sonra herkes yesin birbirini... Ben de yemeye başlamışım zaten...

Perşembe, Haziran 19

Hayaller Rio Hayat Zincirlikuyu



Kafiye üreteleim istedik hiç olmadı. Belki Refet bulur buna göre bir şey...

Arjantin'e gitme hayali tam olarak ne zaman içime düştü emin değilim ama Brezilya, Dünya Kupası'na ev sahipliği yapma isteğini 2006'da duyurduğunda biz de bazı planları (plan demek de büyük haksızlık) daha fazla dillendirmeye başladık. Şuydu aklımızdan geçen;

2007'de mezun olacaktık, 2008'de askere gidip dönecektik, 2009-2012 arası çalışıp, para kazanıp Arjantin'e yerleşecektik. İki sene de Arjantin'de çalışıp, yaşayıp, eğlenip, para biriktirip, 2014 yazında (orada kış) araba kiralayıp Brezilya'ya gidecektik. 

Güney Amerika'ya dair hiçbir şey bilmiyorduk. Hatta İstanbul sınırları dışındaki yerlee dair bile hiçbir şey bilmiyorduk. 2012-2014 çok uzak bir tarihti, o zaman kadar kendimizi geliştirebilirdik. Motosiklet Günlüğü'nü yeni izlemiştik ve içimiz kıpır kıpırdı.

Plan ilk başta tıkır tıkır işledi. Mezuniyet, askerlik, iş bulma hepsi halloldu. Daha sonra ise sanırım büyüdük. Veya korkularımız çıktı ortaya. Hayaller kurduğumuz günlerde kaybedecek hiçbir şeyimiz yoktu. O yüzden kaybetme korkusundan bihaberdik. Şimdi ise elimize ufak tefek şeyler geçince onları kaybetmekten korktuk.

Hayat da bize adil davranmadı tamam ama yalan yok biz de bir bok yapamadık. İspanyolca öğrenemedik, öğrenmek için çaba göstermedik, sadece her yerde "çok istiyorum ya..." diyebildik. Pasaport çıkarmak bile 2013'ü buldu. Tamam paramız olmadı, maaşımızı alamadık, İstanbul'da hayat pahalıydı ama biz de Galatasaray'ın deplasman maçlarına en az 50 lira atacağımıza kenara üç-beş birşeyler koyabilirdik.

Bugünlerde Dünya Kupası maçlarını izlerken, Dünya Kupası'nı Brezilya'da izlemek istiyor muyum, ondan da emin değilim. Ama mesele tam olarak bu değil. Volkan Ağır ile yeni tanıştık, 1 seneden biraz fazla oldu, çat diye Brezilya'ya gitti. O da geri dönecek belki ama müthiş saygı duyuyorum. Çünkü gitti.

İşin aslı 2012 için hayal kurarken bile aslında o hayalin gerçekleşmeyeceğini biliyorduk. Hayalin gerçekleşememsi çok koymuyor da, hedef olarak belirlediğimiz tarihin suratmıza çarpması müthiş sarsıyor.. Caddebostan'da 5e 5 minyatür kale maç yaptıktan hemen sonra Cappy vişne eşliğinde  "2014'te Brezilya'da olacağız ehehe" demek, Brezilya'da olmaktan daha güzeldi belki de. Sonra bir baktık 2014'teyiz. Aradan 7-8  sene geçmiş ve hala aynı yerdeyiz. Ekstradan, her gün Zincirlikuyu'daki iş yerine gidip, senelerdir devam eden bu hayatın biraz daha devam edebilmesi için para kazanmaya çalışıyoruz. 2018, 2022...

Bu kadar acı bir Dünya Kupası izlememiştim....


Çarşamba, Haziran 18

Anneler Çocuklar Hayatlar



"Annem kendi halinde bir ev hanımı ama çok güçlüdür. Babam yıllarca Libya'da kamyon şoförlüğü yaptığı için annem bizi tek başına büyüttü. Babamı iki üç yılda bir görüyorduk. Nevşehir'de başkalarının işlerinde ırgatlık yapıyorduk. Mesela komşunun bağına üzüm toplamaya gidersin, bir gün için sana iki kasa üzüm verirler. Biz de o şekilde geçiniyorduk. Zordu. Bir defasında babam bizi görmeye geldiğinde gitmesine izin vermedik. Sonra da babamın gitmesini istemedik, İstanbul'a yerleştik...

Lisedeyken hep üniversite hayali kuruyordum. Dersaneye gitmeden, özel ders almadan iyi bir puan kazanmıştım. Okuduğum liseyi de birinci olarak bitirdim. Üniversiteyi bırakmak içimde bir ukdedir. Belki futbolu bıraktıktan sonra devam ederim. Annem de sevinmiş olur. Kayserispor'da futbol oynarken her gün arayıp, "Bırak orayı okuluna git! Öğretmen olursun ne güzel" diyordu..."


Köksal Yedek / 4-4-2 Mayıs sayısı


Midnight in Paris



Yanılmadım. Bu film hakkında yazacağım her şeyi daha önce burada yazdım. Daha farklı yazacağım hiçbir cümle yok. Belki zorlasam çıkarırım da gerek yok. Anafikir aynı kalacak.

Filmde benim ilgimi çeken tek kişi Corey Stoll oldu. Kendisi Ernst Hemingway'i canlandırdı. Adamı izlerken "Vay be yakışıklı adammış" dedim. Sonra saçlarımın seyreldiğini hatırladım. Keşke benimkiler de bu adamınki gibi olsaydı dedim. IMDB'de baktım adam benden daha kelmiş.

Böyle de ilginç bir olay işte... Bu filmin de başka olayı yok...

Salı, Haziran 17

Galatasaray 85 - 77 Fenerbahçe



Geçen sene 15 Haziran'da şampiyon olmuştu Galatasaray. Seri 4-1 sona ermişti. Rakip Banvit güçlüydü ama çok rahat geçmiştik seriyi.

Bu sefer 16 Haziran'da kapatıyoruz salonu. Sadece kadın ve çocuk taraftarlar var. Faul düdüğünden sonra oyuncunun öylesine attığı atışa bile sevinenler var. Kadın sesi baya sıkıntılı. Hele tribünde baya sıkıntı. Sanki vuvuzela dinliyoruz. Şahsen ben ilk kez yaşadım bu deneyimi. Maç başlamadan başıma ağrılar girdi.

Oysa maça rahat başladık. Her zamanki gibi... Seride içeride her maça rahat başladık ama sonra zora girdi her maç. Yine de yapılması gereken yapıldı. 3 maç 3 galibiyet. Arroyo'nun önce asistleri ve ardından sayıları gelince Galatasarat farkı açtı. Serinin en belirleyici adamıydı.

İkinci periyod yine yakalandık. rakip Fenerbahçe gibi güçlü bir takım olsa da öyle bir duruma düşmek beni üzüyor. En azından korkutuyor. Fenerbahçe seri boyunca bize yakın oldu. En azından bizim kazandığımız maçlarda öyleydi. Kendisinin kazandığı iki maçta da yanına bile yaklaştırmadı.

Arroyo müyhiş oynadı Zaten biz de onu bekliyorduk.Serinin başlarında durgundu. Bu sefer sazı eline aldı. Önce asistlerle takımı oynattı, moral kazandı. Ardından çat çat çat vurdu. Büyük saygı...Büyük topçu. Maçın sonunda rakibin kendisine faul yapamaması (biraz da hakem çalmadı) onun yeteneğini gösteren en net işaret.

İşin tekniğinden, saha içi siteminden anlamıyorum. Fenerbahçe ve Obradovic, böyle maçlarda geri dönmeyi nası başarıyor bilmiyorum. Umarım 7. maçta erkenden öne geçeriz ve geri gelme imkanlarına izin vermeyiz.

 Perşembe akşamı oraya gideceğiz. Şampiyonluk maçı. Daha önce böyle bir seri olmamıştı. Bütün ülke yöneticilerin seviyesiz açıklamalarına ve barkovizyon gösterilerine odaklanmışken aslında sahada inanılmaz bir mücadele vardı. Gerçi iki tane üst düzey koçun da deplasmanda maç kazanamaması ayrı bir soru işareti. Yine de kıran kırana bir seri izledik.

Düşünüyorum da 10 sene önce kendi halimizde oynarken, şimdi iki takım da finalde karşılaşıyor. Daha önce defalaca yazdık, konuştuk. O bakımdan 2011 finali çok anlamlıydı. Fakat 4-2 yenildik. Son maça kalan bir Galtasaray - Fenerbahçe serisi çok ilginç oldu. Bu  final ezeli rekabet tarihine de geçti belki de lig tarihine damga vuracak.

Böyle bir öneme sahip bir şampiyonluğun son maçını nasıl bir atmosferde oynayacağız? İşimiz hiç kolay değil. Ama bu oyuncuların, iyi konstrane olduklarında neler yapabileceğini biliyorum. Bilmesem de güveniyorum. Yüzde 49 şampiyon oluruz sanki. Son maçta şampiyonluğu kaybetmek nasıl oluyor bilmiyorum. Alışkın değiliz. Karşı tarafın bu konuda tecrübesi daha fazla...

Ercek 37, Arroyo 35, Sinan 32 dakika oynamış. Fenerbahçe'de Emir 32 dakika sahada kalmış. Bjelica 19, Kleiza 20 dakika oynamış. Çok az süre almış onların kilit adamları. Perşembe günü daha dinç olacaklar.Taraftar baskısı da birleşecek. İşimiz zor... Ama bugün 60-58 gerideyken bir anda 71-62 yapan takıma (hatta buna izin veren rakibe) güvenebilirim.

Bitse de kurtulsak. Haziran 17 olmuş, yaz başlamış, Dünya Kupası başlamış biz hala ezeli rekabet batağına saplanıp kalmışız....


Pazartesi, Haziran 16

Yalnız Gerrard


Şu duruşa dikkat? En önde neredeyse tek başına. Yanındaki Rooney de olmasa "eskilerden" kimse yok. Tamam İngiltere hep başarısızdı ama hiçbir zaman da bu kadar sönük bir kadroyla gelmemişti.

Stoperde Rio-Sol'un olduğu, ortada Beckham-Gerrard-Lampard-Joe Cole'un olduğu, Scholes'un kenarda kaldığı, Fowler'in Owen'in oynadığı milli takım yok artık. Yedekteki Lampard'ı saymazsak, sadece Gerrard var eski kuşaktan.

Dün maça çıkarken Gerrard'ın suratına baktım. İsteksiz, keyifsiz geldi yüzüme...

Bir işyerinde veya okulda uzun süre bulunursunuz.

Zaman geçer. Bir bakarsınız çevrenizdekiler değişmiş. Eskilerden kimse kalmış. Yeni çocuklar var. Hepsi iyi çocuklardır belki ama bir kan uyuşmazlığı olur. Belki yaş sıkıntısı, ufak çaplı bir kuşak çatışması. Kendinizi yalnız hissederseniz. Bıkkınlık gelir, ortamdan soğursun.

İtalya maçına çıkan Gerrard'ın suratında gördüğüm oydu.. "Biz  eskiden Beckham'la Joe Cole'la ne eğlenirdik, şimdi duruma bak" diyen üniversite öğrencisi.. Okulu uzattı, kampüste kaldı. Aynı sınavı bir kez daha veriyor, bildiği konular ama mental olarak çok zorlanıyor.



Pazar, Haziran 15

İbadet Ayı



Şu heykelin kadrajda olduğu herhangi bir kötü fotoğraf yok.

Brezilya'da Dünya Kupası oynanınca daha çok fotoğraf görür olduk. Maçlardan önce böyle fotoğraflar düşüyor ajanslara, devre arasında da TRT "Bismillah ilahisi" giriyor. Kupa devam ederken de Ramazan başlayacak... Dünyevi zevklerin en hası (futbol) ile ruhani işler birbirine karışıyor.  Ay da futbol topu gibi çıkmış maşallah...

Biz bunları yazarken IŞİD, Ortadoğu'daki ilerleyişine devam etti. Konu dışı oldu galiba. FB tişörtlü ve Galatasaray formalı militanlar acaba Dünya Kupası'nı izliyor mudur???

Bizi Zafere Taşıyacak Ruh


Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu şu turnuvada yapılması gerekendi...

Cumartesi, Haziran 14

El laberinto del fauno


Daha önce adını defalarca duyduğum bir filmi neden izlemedim? Fragmanından, afişinden ve o tarz şeylerden edindiğim önyargı, benim ilgimi çekmeyecek bir filmle karşı karşıya olduğumu gösteriyordu.

Fena yanıltmışlar, fena yanılmışım. Muhteşem bir film. Hayıflanıyorum, keşke daha önceden izleseydim. Ve aslında biliyorum ki, bilgi birikimim metaforların ve göndermelerin çoğunu kıskıvrak kavramama yetmedi. Bu filmi 20 sene sonra falan, "tam" olduğum zamanda bir daha izlemek gerek. 

Sadece "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" okuyarak kotarılacak bir film değil. O nedenle yorum da yapamıyorum. Çap yetmez. Ama şahane işte yani, o belli...

Cuma, Haziran 13

Tövbeler Olsun




Dünya Kupası'na dair hiç motivasyonum yoktu. İzlemek istemiyordum. Zaten ofiste mesai oldukça izleyeceğim, yine nereden baksan yarısını takip etmek zorunda kalacağım. Fakat boş zamanımı Dünya Kupası'nı izleyerek geçirmeyi istemiyordum.

Nedenleri çok. Birincisi; Dünya Kupası overrated oldu. 2002'de Türkiye'nin olmasını bir kenara bırakırsak,  futbol olarak tatmin edebilen sadece 1998 oldu. Onun da değerini sonradan anladım. İzlerken çok keyifli gelmemişti. Gerçi, bu kupanın Brezilya'da oynanacak olması beni heyecanlandırıyordu ama o da bir yerden sonra kayboldu, yetersiz gelmeye başladı.

Bir diğer neden de sezon içinde çok fazla maç izliyor olmamız. Zaten 10 ay boyunca kafayı yiyoruz, bari iki ay dinlenelim.

Sağda solda bu görüşlerimi dile getirdim. Tabi ki çok dışlandım.

Perşembe günü... İzin günüm. Normalde İzi ile buluşacaktık ama vazgeçince kaldı. Sahilde biraz bisiklet, biraz top derken akşam eve döndüm. Yapacak bir şey yok. Çay demleyip maç izleyebilirim. O kadar da tavırlı değilim. Televizyonu açtım. Bozuk...

Olacak şey değil... Sabah çatır çatır çalışan alet bir anda bozuldu. Dünya Kupası'nın başlamasına 90 dakika kala... Resmen pişman oldum. Futbola şirk koştum ve kandil günü cezalandırıldım. Pişmandım. Tövbeler ettim. Televizyonu kapattım, tekrar açtım. Fişi çektim. Beyhude çabalar olduğunu biliyordum ama öyle elim kolum bağlı da oturamazdım. Türk işi yöntemlerle aklıma gelen her şeyi yaptım.

Derken bir mucize oldu... Bir anda, nedensiz bir şekilde televizyon düzeldi. Canavar gibi oldu. Maçı da izledik. Yoldan çıkıyorduk ama geri döndük. Değerini anladık.

Gerçi yine her maçı izlemem ama olsun... Bundan sonra sözlerime dikkat edeceğim...



Süper Başlangıç



Premier Lig'in temposuna, İtalya'nın taktiğine, La Liga'nın pas oyununa saygım sonsuz Ama ben bir Süper Lig dilencisiyim. Damarlarımda gezinen kaos futtbolu sevdasını yok edemezsiniz.

Futbolun zirvesinde de, en gelişmiş futbol organizasyonunda, Dünya Kupası'nda, taktik savaşlarının tam ortasında, ekollerin ve sistemlerin çarpışmasında benim gözüm yine Süper Lig'i arıyor.

Nedir Süper Lig? Kabaca bir özet, daha doğrusu bir örnek... 

Şampiyonluğa oynayan bir takım ile başaltılardan biri, favorinin stadyumunda karşılaşır. Favori maça tutuk başlar. Anadolu takımı rakibi erkenden ısırır. Şok bir golle de öne geçer. Böyle maçlarda erken atılan gol, golü atan zayıf takım için sıkıntı olur aslında. Çünkü rakip uykudan uyanır. Baskıyı kurar. Sağlı sollu gelmeye başlar. Bazen çok bilinçli olsa da, genelde her geçen dakikada kaosa doğru evrilir. Skor bozulmazsa son dakikalar doldur boşalta döner. Ondan öncesinde de yetenekli ayaların sürprizine ihtiyacı vardır.

Devre bitmeden 1-1 olursa çok iyi olur ev sahibi için. Soyunma odasına yenik girmemek önemli. Fakat ikinci yarının başında gol gelmezse sıkıntı artar. Dakikalar geçtikçe önce tribün sabırsızlanır, ardından oyuncular gerilir. Fakat inceden de golün geleceği bilinir. En azından sahip olunan kazanma alışkanlığı o duyguyu verir. Zaten rakip de o ilk dakikalardaki baskısını kuramaz. Yavaş yavaş geriye yaslanır. Beraberlik iyidir onlar için.

65'ten sonra inanılmaz bir baskı başlayacaktır. Sonuç getirir mi belli olmaz, ama bazen de hakem devreye girebilir. Tecrübeli oyuncular faulleri aldırabilir, tecrübesiz hakemler ani kararlar verebilir. Penaltı gol olursa maç bir daha dönmez. Ev sahibi ekip de son dakikalarda geriye yaslanır, skoru koruma beceresini göstermeye çalışır. O arada bir gol daha atıp iyiyce rahatlar. Bu tam bir Süper Lig maçıdır..

Dünya Kupası tam da böyle bir maçla başladı. Tamam belki "tam" değil. Ama olsun. Bu kadar zevk alacağımı tahmin etmiyordum. Çok keyifli oldu. Umarım turnuva böyle devam eder. Böyle maçlar olsun.


Salı, Haziran 10

Nasihat



"26 yaşındaydım, kadın takımı antrenörü olmuştum....

Aydan Siyavuş'u aradım. "Seni ehlileştirmelerine izin verme" dedi. 

Gelmiş geçmiş en büyük yerli koçun nasihatıydı bana. Ben bunu gördüm, tecrübe ettim. Antrenmanlara başladım, en önemli antrenörlerden  biri olan Cavit Altunay geldi seyretemeye. Problemlerden bahsetmeye başladım. Dinledi. 

"Sen bu işi bırak" dedi. 

"Niye ağabey" dedim. 

"Antrenörün işi problemi görüp çözmek, ağlamak değil" dedi. 

Hayatımda hep bu iki sözün yolunda gittim."

Pazartesi, Haziran 9

Tavır



Aradan 30 sene geçtikten sonra hala birilerini ikna etmeye çalışmak veya o tarafın ezberci ve devletçi refleksine şaşırmak çok saçma geliyor...

"Ama Gezi'de öyle değillerdi, birşeyler değişiyordu"... Değişmiyordu canım kardeşim. Üzgünüm ama kafanı Efes'ten veya kestiğin kızdan kaldırsaydın farkedebilirdin.

Farketmediğin için bir de seçim döneminde onların peşinden gittin. Canın sağolsun.  Yine de senin vicdanına saygım var.

Türkiye'deki milliyetçiliği ikiye ayırırsak; ülkücü damardan beslenenleri de anlıyorum. Gezi zamanında da "Beyler polise molotof atılmaz" diyorlardı. Ezberleri her zaman aynı. Fakat kendisine olan saldırıyı ulvileştirip, ülkenin diğer tarafında vahşileşenlere ne diyecek cümlemiz ne de onları dinleyecek gücümüz var.

Belki fırsatçılık olarak algılayan çıkacaktır ama olsun içimde kalmasın... Çok şükür; "Sırrı Süreyya nerede" yazarak, "Bas Geç" diyerek akıl verenlerin peşinden gitmemişiz...


İtirazım Var


 
Onur Ünlü'nün eserleriyle kurduğum ilişki çok başka. Bir kız arkadaşımın bana "Resulullahla benim aramdaki farklar" şiirini okutmasıyla başladı herşey. Ah Muhsin Ünlü kim ki? Afili Filintalar ile devam etti. Orayı çok kişi önceden sezmişti. Çok yazarı vardı. Okuyuculardan bir kesim vardı, bazı yazarları daha çok seviyordu. Onur Ünlü o kesim için daha dışarıdaydı. Polis de o yüzden tutmadı. Onur Ünlü gibi sevdiğim birkaç kişi daha vardı. Mesela Murat Menteş. O da sevildi, okundu ama biraz da hor görüldü. Ben kendimi onlara yakın hissettim. Yeteneklerinin yanında, verdikleri bir duygu vardı. Arada kalmış olmanın güzelliği...

Anlatması zor durum. Aslında zor da değil, cesaret gerektiriyor sadece. Çünkü anlaşılması zor. Karşı taraf(lar) her daim ellerinde sopayla bekliyor. Ülkedeki çoğunluğun, hiçbir fikrinden kıl aldırmadığı, kendisi gibi olmayana linci hazırda beklettiği düşünülünce şaşılacak bir durum yok. Aranızda şaşıran varsa, çok güzel bir yerde yaşıyor demektir.

Onur Ünlü gibileri, cesur adamlar benim için. TRT'de dizi yapmaları veya Yeni Şafak'ta yazmaları sorun olmadı hiçbir zaman. Hatta hoşlarına gidecek iki cümle yakalayınca onlar sayesinde ukalalık yapanların ezberlerini hemen ardından bozdukları için de memnundum. Hala daha memnum. Ama İtirazım Var'a itirazım var...

Belki de benim hatam. Bir yerde ben de aynı yanılgıya düşmüş olabilirim. Filme bakınca sıkıntılı bir durum yok. Yine de bir Polis değil benim için ama olsun. Hikaye, senaryo, karakterler, daha teknik konular kotarılmış. Ama biz bu adamların eserlerinde alt metin arıyoruz. Hatta alt metinin de altını... Bir kitabın tamamı değil, iki satırı bile yetiyor. İşte bu filmin "iki satırları" sanki biraz tek taraflıydı.

Anlatması zor. Ülkede yaşananlar ortada. Onur Ünlü'nün kayıtsız kalmaması sevindirici ve normal. Sırrı Abe'yi de seviyorum. İkisi bir arada, güzel. Ama ikisi birleşince ortaya İhsan Eliaçık çıkmış sanki. Benim baktığım pencere o tarafta değildi. Eliaçık da eskiden benim hoşuma giderdi gerçi. O da her tarafı rahatsız ederdi. "İslam" kelimesini duyunca rahatsız olan bir kitle vardı zaten. Hem onların hem de diğer tarafın ezberlerini bozuyordu. Güzeldi. Sonradan kendini ilk gruba ait hissetmeye başladı. Onlara bir şeyler vermek yerine, onların hoşuna gidecek şeyler söylemeyi tercih etti son bir yılda. İşte sanki bu filmde de Onur Ünlü benzer bir duruma düştü.

Eleştirmek istemiyorum. Ona haddim de yok. Film de çok güzel. Hem her insanın kendi hayatıyla ve çevresiyle yaşadığı çatışmalar var, bunlar ürettiklerine yansıyabilir. TRT'den kovulan, yaptığı işleri engellenen, hatta bu filmde bile sansüre uğrayan bir adamın kılıcını tek yönlü çekmesini nasıl eleştirebilirsin. Ama endişeleniyorum işte. İçinde olduğumuz o görünmez birliktelik kaybolacakmış gibi hissediyorum.

İki taraftan birine dahil olma zorunluluğu olunca seçeceğimiz taraf belli. Fakat o zaman da algılarımız kapanıyor. İlişkiler kısıtlanıyor. Bizi de ezberci reflekslere yönlendiriyor. Herkes gibi olma korkusu... Alışkanlık işte, sürekli çizgilerin dışında kalmayı tercih etmek, dışlanmış olmayı sevmek, ve bunun övgüsünü yapan adamları görmek, o adamları bulmak çok güzeldi. Hem başka bir yöntem de bilmiyorduk. Sanki alıştığımızın dışında bir şeyler yapmak zorundaymışız gibi hissediyorum.

Neyse işte, film çok güzel. Serkan Keskin harika. Hazal Kaya ilk defa sempatik. Umut Kurt ve Serdar Orçin şaşırtmadı. İzlemediğimiz ama fragmanıyla hasta olduğumuz tiyatro oyunu Aut'un Zehir'i Erkan Kolçak Köstendil en az Serkan Keskin kadar başarılı ama gölgede kalmış...

Herşey güzel, herkes başarılı. Ama bir eksik var sanki... Bu sanki biraz Leyla ve Mecnun filmiydi...

O yüzden ben bitmesine rağmen göden kaçırdığınız Şubat'ı izlemeye devam edeceğim