Pazar, Haziran 22

Yalana Kapılmış Kötü Çocuklar

10:30'a kurduğum alarmın çalmasını bekliyorum. Saat 10:27. Üç dakika daha var. Uyanığım ama kalkmıyorum. Ne yeniden uyumama yarayacak sürem var, ne de yataktan kalkmak için isteğim. Son dakikaya kadar kalma taraftarıyım. Yatakta kalmaya ne kadar hevesli olsam da saat çalınca hemen kalkıyorum. Beş dakika ertelemiyorum mesela. Yatağın kenarında üç dakika bekliyorum. Hem hakkımı sonuna kadar kullanıyorum hem de yapmam gerekenden kaçmıyorum, ertelemiyorum. 

Son zamanların en zor günlerinden birine bunu düşünerek başlıyorum...

"Bizler alarm çalsın diye 3 dakika bekleyen insanlarız, bizden zarar gelmez...

Böyle bir edebiyat türedi son dönemde. Bok gelmez. Hepimiz, herkese zarar veriyoruz. Kötü adamlarız. Tamam kimseyi öldürmüyoruz, kimseye fiziksel zarar vermiyoruz, hırsızlık yapmıyoruz ama çok kalp kırıyoruz... Daha da kötüsü kırılan kalpleri gördüğümüz zaman; eğer ortada bizim menfaatimiz varsa pek üzülmüyoruz. Daha da kötüsü; gelip iki süslü cümleyle kendi vicdanımızı rahatlatıyoruz.

Hayat bizi bu hale getirmiş olabilir. Olmayabilir de.. Ama bir nedeni vardır muhakkak. Bugüne kadar çok fazla şeyle yüzleştik.

Küçük yaştan beri sorumluluklar vardı. Önceliklerim vardı. Gerçekleştirmem gerekenler vardı. Çirkinleşmeden mücadele ediyordum. Hayat veya dünya denilen sahada adil ve ahlaklı bir mücadele olmadığını farkedene kadar yaşım ilerlemişti. Herhalde benim de "kötüleşme" dönemim o günlere denk gelmiş olabilir. Ekmek aslanın ağzındaysa, aslanla değil ekmeği almak isteyen diğerleriyle kapışmak gerekiyordu. Hem onlarla hem aslanlarla kapışıyoruz. Onların üzerine basarak aslanların karşısında duruyoruz. Ben de isterdim kenarda durayım ekmeğimi alayım. Olmuyordu. Hala olmuyor.

Şimdi bağlıyorum metaforu...

Biz bu hayatla ve insanlarla mücadele  ederken, çok az şeye bağlandık. Bu bağlandıklarımıza şeylere en çok kapıldığım zamanlar en temiz zamanlarımdı sanırım. İyilik isteyen, iyilik yapmalıydı. İyi olmalıydı. İyi şeyler isteyen ve iyi şeyler yaşayan, oyunu iyi oynayan kazanırdı.

Biri Galatasaray'dı bu bağımlı olduklarımdan... Hele 2002-2010 arası.. Çok güzel günlerdi. Sportif açıdan başarısız geçen günlerden böyle bahsedince kazanma sevdalısı arkadaşlar tepki gösteriyor. Ama hayatım boyunca biriktiremeyeceğim anıyı belki de o dönemde biriktirdim. Hiç pişman değilim. Harcadığım zamana, harcadığım paraya, ihmal ettiğim insanlara, verdiğim kararlara.. Hiç biri için pişman değilim. Pişman değildim.. Ta ki geçen güne kadar...

Okuduğum okuldan yaşadığım şehre, çalıştığım işe kadar hayatımın belki de yüzde 80'ini Galatasaray'a göre oluşturdum. Bu bir Galatasarayölçerlik cümlesi değil. Sadece olan bu. Zaten eskiden bu övünülecek bir şey de değildi. Nasıl olduysa Twitter'ın yaygınlaşmasıyla bunlar övgü meseleleri oldu. Oysa o 2002-1010 arasının büyük bir kısmında  insanların bize bakışı daha farklıydı. O nedenle biz de normal ortamlarda biraz saklıyorduk kendimizi. 

"Ortamlarda futbolu sevmiyorum dersin nolcak"... O da olmuyordu, haftada 3 gün maça gidiyorduk herkesin gözü önünde...

Neyse işte; böyle bir hayat. Çok şeye üzüldük, sinirlendik, sevindik, güldük ama tek bir şey bize yetiyordu. Galatasaray'ın varlığı. Galatasaray'ın bir yerde maçı var, Galatasaray yine birilerinin karşısında. Galatasaray oradaysa biz de oradayız. Orada olamıyorsak da onunlayız. Bugün sahada Galatasaray olacak. Yine ondan bir şeyler öğreneceğiz. Yine mutlu olacağız. Kendi kendimize saçma sapan metaforlar üreteceğiz. Hasan Kabze son dakikada atınca "İyiler mutlaka kazanır" diyeceğiz, biz de iyi olalım diyeceğiz. şampiyonluktan  uzan geçen senelerde "İlle de görmek için mi yaşanır güzel günler, uğruna beklemek de güzel" diyip sabredeceğiz. Bunu hayatımıza da adapte edeceğiz. Kötü günlerden korkmayacağız. Sabretmesini öğreneceğiz.

Böyle böyle gitti seneler... Sonrasında bir kopma yaşandı gerçi. Evi yıktıklarında, evsiz kaldığımda boşluktaydım. Belki de yukarıda anlattığım "kötü olma durumu"nun başlangıcı da o günlere denk geliyordur. Evet koptuk ama sevgimiz de azalmadı.

Ve benim için kara gün geldi. Yazması bile zor. Galatasaray sahaya çıkmadı. Çıkamadı değil çıkmadı. Cümle bu kadar kısa, bu kadar sert, bu kadar acı. Fakat çoğunluk uzatıyor. "3 Temmuz'dan başlayan süreç, Mahmut Uslu, Aziz Yıldırım, tapeler, TBF, Ülker Arena, olay, güvenlik, eyyam, çifte standart..." Hiçbirini dinlemiyorum. Hiçbiri önemli değil. Hiçbiri benim hayatla kurduğum ilişkide yer almamıştı. Sadece Galatasaray vardı. Galatasaray da sahaya çıkmadı.

Hayatımın en zor haftalarından birinde Galatasaray sahaya çıkmadı. Çok da umrunda benim dışımda kalan Galatasaraylıların...

Ben Galatasaray'ı örnek almayı severken, Galatasaray sahaya çıkmadı. Benim hayatımda hiç bir zaman böyle bir lüksüm olmadı. 

En son 11-12 yaşlarında mahalledeki halı saha maçında ağlayarak oyundan çıkmıştım. Rakip (arkadaşlarım) çok sert oynuyordu ve bize topu vermiyorlardı. Ben çok haklıydım oysa. Dayanamadım sahadan çıktım.

Her hafta aynı kadro maç yapardık, maçları da babam organize ederdi. Ben sahayı terk edince, birkaç hafta boyunca, babam, benim arkadaşlarımla yaptığım maça beni almadı. İyi ki de öyle yapmış. Sahayı terk etmek, sahaya çıkmamak; affedilmesi zor bir günahtı. Öyle bir lüksümüz yoktu. Bunu öğrendiğimde en fazla 12 yaşındaydım ve 29 yaşına kadar o şekilde geldim.

Galatasaray'ın maça çıkmadığı haftayı da kendi hayatıma yaşadığım bazı meseleler nedeniyle hiç unutmayacağım. Mecburdum ve sahaya çıktım. Sahaya çıktım ve kendimin de aslında o kadar iyi niyetli biri olmadığını gördüm. Keşke ben de istediğim maça çıkmama şansına sahip olsaydım. "Ama arkadaşım bak, kirlenen spor dünyası ve mahkeme kararlarının uygulanmaması...." 

Abi geçin, gerçekten geçin... Kendinize anlatın ama bana anlatmayın... Hiçbir zaman, bu dünyanın hiçbir yerinden ve hiçbir kurumundan adalet beklemeyen biri olarak bunlara şaşırmam veya bunlara göre tarzımı değiştirmem mümkün değildi... Biz her daim sahaya çıkmak zorunda kalan çocuklardık.

"Biz, Zafere Kaçış filmini 100 kere izlemiş adamlarız. Hangi bahane bize sahaya çıkmamayı açıklayabilir ki...."

Ve işte böyle bir yazı yazdıktan sonra ve geçmişe dönüp bakınca; ne yaşadığımdan ne buraya yazmamı sağlayan hislerimden pişmanım... Ama gerçekten kurduğum bütün ilişki benim yarattığım bir safsatadan ibaretmiş. Benim kendi içimde yarattığım bir şey varmış; ve aslında o büyük bir yalanmış. İnandığım şey aslında yokmuş... Bunu  yavaş yavaş fark ediyordum aslında ama itiraf da edemiyordum. Artık görmemek için kör olmak lazım. Bu acıyı ve hissettiğim bu duyguyu unutturacak bir şeyin olduğunu da sanmıyorum.

Sağdan girip soldan çıkmışım. Aslında onca paragraf yazı yazıp da bir halt anlatamamışım. Ama zaten hissettiklerimi ben bile anlamadım hala, bana bile yabancı.

Özetle; bundan sonra herkes yesin birbirini... Ben de yemeye başlamışım zaten...

Hiç yorum yok: