Salı, Eylül 26

80'lerde Bodrum




Eğer olağanüstü bir şey olmazsa; veya uçağım falan düşmezse (zaten bu da olağanüstü bir durum) siz bu satırları okurken ben Bodrum'da olacağım. Üst üste 28. sene. Eskiden coşkuyla gittiğim, şimdi yıllık izin haftalarında bir memuriyete dönen ama daha iyisini bulamadığım için vazgeçemediğim bir alışkanlık olan o yer...

90'ların başında çocuktuk ve o yaşlarda yolumuz nereye düşse zaten keyif alacaktık. Aile büyükleri ve onların çocukluk arkadaşları olan diğer ailelerin büyükleri, nedendir bilmez (az çok anlatmaya çalışsalar da) Bodrum'u seçmişlerdi. 

Tatil için gidilecekti ve bir günden ( O gün bile belliydi, aralarında bir şifreydi) sonra artık orada kalacaklardı. Aralarında bu planın gerçekleşmesini en çok isteyenin halen İstanbul'da kalmış olması, geri kalanların ise İstanbul'da kalmadan Bodrum'a yerleşmesi çok büyük ironidir. Fakat yine de hepimiz; yani bir mahallenin birbirine yakın tüm bireyleri; büyükleri ve küçükleri oraya gittik.

Yıllarca yaptığım tatillerden ve benimle aynı hayalleri olan (en azından öyle diyorlardı) arkadaşlarımı tanıdıktan sonra, 20'li yaşların hemen başında ben de, tıpkı mahallenin büyükleri gibi, yanıma aile büyüklerini alarak yola çıkmıştım. Hedef kalıcı olmaktı.

O güne kadar devamlı, tarif edemediğim bir hayat tarzının hayalini kuruyor ve bunun orada gerçekleşeceğine yürekten inanıyordum. Riske girdim, denedim ve sonunda olmadığını gördüm. Büyük ihtimalle sorun bendeydi ama o kentin bir dönemler bizim istediğimiz gibi yaşandığının, artık o çemberden çıktığının farkındaydık. Belki hâlâ o hayali gerçeğe dönüştürmüş olan insanlar var orada. Belki de sadece bizim cesaretimiz yeterli olmadı. O nedenle de pes ettik(m). Haklı nedenlerim de vardı ki, biri yalnız olmaktı. Bir önceki kuşak, bana yetmemiş, bizim kuşak da ortada yoktu.

Yine de; bir dönem benim gibi hissedenlerin ama hislerine daha çok sahip çıkarak benden daha farklı şekilde deneyenlerin olduğunu biliyorum. Onların başka bir şansı daha vardı. İklimi ile, nüfusu ile, uzaklığı ile, özgürlüğü ile buna en uygun ortamda denemişlerdi. 80 sonu 90 başıydı. Ucundan yakaladığımız, anlamasak da hissettiğimiz, o hislerden yola çıkarak hayaller kurduğumuz dönemlerdi. Sonlarına yetişmiştik ve hayatımız boyunca aklımızda kalacaktı.


Socrates'in Eylül sayısında hazırlanan Kemal Merkit dosyasının bir kısmında o hisler ve o günler yeniden çıktı ortaya. Kemal Merkit ve arkadaşlarının 80'lerde Bodrum'a yerleşmeleri, dosyanın en ufak bölümü ama benim için en değerlisi. Okuyanların büyük bir kısmı "Ne güzel hayatlar, keşke biz de denesek" diyeceği, azınlığın bir şey hissetmeden geçeceği, benim ise en acı şekilde "Yaptım, denedim ama olmadı" diyerek kendimi daha da kötü hissettiğim kısım...

Yine de hâlâ umut var. Henüz hiçbir şey bitmedi. İyimser olamasam da; aklımda hayata dair çok başka hedefler veya arayışlar yok.

---- 

Abla Mine Merkit: Kemal aslında ABD’ye gelecekti, benim yanıma. O sırada babamdan bir mektup geldi. Kemal’in gitmesine izin vermediğini, maddi olarak da yardım etmeyeceğini söylüyordu. Çünkü onun kanısına göre Kemal okumayacaktı. ABD’ye gelemeyince Bodrum’da sörf hocalığına başladı, orada da eski eşiyle tanıştı. Ben annemden gelen haber üzerine Bodrum’a gittim, oturup konuştuk. “Ben âşık oldum, okumayacağım” dedi. Annem çileden çıkmış, babam da rahat, “Zaten biliyordum okumayacağını” diyor.


Zeynep Özbatur (Eski eşi): Avusturya Lisesi’nden tanışıyoruz biz. Sonrasında da flört ettik, 1983’te evlendik. Mayıs ayında bir dükkân açtık, yaşamımızı Bodrum’da kurduk. 1978’de sörf hocalığına başlamıştı. Sörfü Türkiye’de popülerleştiren ilk insanlardandı.

Ozan Alacalıoğlu (Arkadaşı): İlk işleri de şarküteriydi. Hepimiz yardım ederdik Kemal’e. Müşteri gelir, peynir isterdi, Kemal “Yok” derdi. Adam “Peki bunlar ne?” diye peynirleri gösterirdi, Kemal de “Peynir” diye cevaplardı. Nasıl eğleniyorduk. Hiç alakası yok işle.

Doğan Akçura (Arkadaşı): Bodrum’da hayat mükemmeldi o dönemler, 1980’lerde...

Ozan Alacalıoğlu: O günlerde bir akşam Gümbet’in tepelerinde oturuyoruz, bir arkadaşımız “Düşünebiliyor musunuz, bir gün buralar hep bina olacak” dedi. Biz “Yok” dedik, güldük. Aradan 15 sene geçti, her taraf bina oldu.

Mert Merkit (Oğlu): Ben çocukluğumu hatırladığımda babamı sörfle anıyorum. Hep sörf vardı hayatında. Beni her gün sahile yollardı Bodrum’da yaşarken: “Mert, kuzucuk var mı? Git bak, bana haber ver.” Kuzucuk dediği de dalgaların üzerinde rüzgârla oluşan beyazlar…


Doğan Akçura: Sörf, hayatıydı; sörf dükkânı açtı, sörf malzemesi satıyor, arabalarının üzerinde sörf var. Karı-koca tam bir ‘surfer gibi’ yaşıyorlardı. O ‘beach life’ hayat tarzı çok sonraları geldi Türkiye’ye.

Mert Merkit: Sörf dükkânı varken babama haber gelirmiş “Rüzgâr çıktı” diye, kapının önüne bir sandalye koyar gidermiş.


Kızı Mine Merkit: Dükkânı kapatmak falan yok yani...


Pazartesi, Eylül 25

Proof


Proof, hem konusu hem de oyuncu kadrosunu düşününce beklentilerin altında kaldı. Ama yine de fena film değil. Kaybedilen puanları son kısımdan kaynaklanıyor. Her şey çok iyi ve çok derin giderken, salça bir sonla kotarmaya çalışmışlar.  

Açıkçası, filmin en tecrübeli ve dikkat çekici ismi Anthony Hopkins, en vasat performanslarından birini ortaya koymuş. Gwyneth Paltrow ise şahane... Canlandırdığı Catherine karakteri, gönlümü kazandı. Hafif ruh hastası, net tepkileri olan, her şeyden uzaklaşmaktan çekinmeyen, sevdikleri için (babası) fedakarlık yapabilen, hafif korkak, hafif güçlü muhteşem bir karakter.

Film matematik alt metni üzerinden ilerlese de Steve Nash gibi bir karakter veya A Beautiful Mind gibi bir film beklenmesine gerek yok. Ki bence bu tarz daha iyi olacaktı. Matematik sadece filmin bir kısmı, lokomotifi değildi. Kafa karıştıran teorilerle beynimiz bulanmıyordu. Fakat keşke yine de sonları daha iyi bağlayabilselerdi. Filmin büyün büyüsü orada kaçtı. Puanlar çok düştü. Yine de Gwyneth...

Cumartesi, Eylül 23

La Vache



90 dakikalık muhteşem film. Yol filmi ise en iyilerinde, komedi ise en keyiflilerinden... Fransız sinemasının son dönemdeki en sıcak işlerinde. Cezayirli Fatah'ın ineği ile beraber köyünde Paris'e gidişini ve yolda yaşadıklarını izliyoruz. La Vache; inek demek. Filmin adı ve konusunu anlamak için ilk adım. 

Başrolde olmasa da filmin önemli rollerinden birinde; oyunculuğunu beğendiğimiz ama Melissa Theuriau ile nasıl evlendiğini anlamadığımız Jamel Debbouze var. Oldukça renkli yine. Ama tabi ki filmin yıldızı ve başrolü Fatsah Bouyahmed; şahane iş çıkarıyor. Müzikler de güzel ve onun da altında Ibrahim Maalouf imzası var. Filmin her anı büyük bir keyif ama bir Galatasaraylı olarak tabi ki katıla katıla güldüğümüz ve duygulandığımız yer çok netti.



Hakkında daha çok yazmak isterdim. Her karakter muazzam. Fatah'ın küçük kızları, okuldaki dersleri, köylüler, yolda karşılaşılan her karakter... İzleyip de keyif almayan birinin çıkacağını sanmıyorum. IMDB puanı 6.8 ama bence kesinlikle 7 barajını geçmeliydi.

Cuma, Eylül 22

Durmuş Saat Yazı Dizisi #3



Yazar: Refet

"Bütün kötü huyları, hatta güzel dostları"


Bizim neslin, eve bilgisayar aldırmada kullandığı en büyük yalandı; "Amerika'ya, İngiltere'ye, bütün büyük kütüphanelere bağlanabiliyorsun. Ödevlerimde yardımcı olacak"

Ödevlerimizde bu yolu hiç kullanmadık ama sonucunda İSMEK sertifikalı stalkerlar olduk çıktık. 

2008'in yaz ayları, yıllar önce söylediğimiz yaptığımız o halk avcılığı ile yüzleşiyoruz ve internetin iyi yönlerini alıyoruz. Bir hafta bağımsız İspanyol sineması izliyoruz mesela, Süryani bir kuyumcu gibi ince ince işliyoruz iç yapısını. "Elbar-Almeria maçı ne olur?" diye soranlara "Biri Bask, biri Endülüs. Bizdeki Kayseri-Sivas derbisi gibi. Uzak durun!" diyerek panterleşiyoruz iddia bayisinde. Ve saygı görüyoruz.

Bu tarz keşifler hep saygı görmek için mi sahi? Ne için izliyoruz, dinliyoruz, yiyoruz? Daha önce hoşlanılmış/hoşlanılan/hoşlanılma adayı olan karşı cinsi etkilemek için mi? Yoksa kendimiz için mi? Ya da gündemden kopmamak için mi? 10 kişinin olduğu bir mecliste, 9 kişinin konuşup yorum yaptığı bir durumda telefonumuza gömülmek zorunda kalmamak için mi? "Başladığımız ama sarmayan bir kitabı ne pahasına olursa olsun bitirmek" ile açıklarsam biraz naif kalır. Konudan uzaklaşırız. 2008'den uzaklaşmayalım.

O günlerde farklı bir İspanya keşfediyoruz. Tarih derslerinden hayal meyal hatırladığımız Endülüs kokulu filmler hoşumuza gidiyor. Orada kullanılan soundtrack'lere dileniyoruz. Full albümler indiriyoruz, bloglara giriyoruz. Yeni sesler, yeni nefesler... Bir kadın çıkıyor karşımıza, aşık oluyoruz. Sesine, ruhuna, hikayesine... Ayşegül Aldinç gibi, Seyyal Taner gibi... Ortalık yıkılıyor, sözlüklerde entry entry takip ediyoruz. Belki bir yerden halasının oğlu falan çıkar da ekstra bir bilgi verir diye...

Derken bir duyuru geliyor: "Yasmin Levy konser için Türkiye'ye geliyor" 

Biletler ilk gün bitiyor. Sanatsevicilerinin kombinesi gibi bir kart var. O kartı olanlar girebiliyor. Gidemiyoruz tabi. Atv'nin laik, Sabah Gazetesi'nin Hıncal Uluç için alındığı yıllarda birden bir rüya beliriveriyor: "Yasmin Levy sevilen şarkılarıyla bu akşam İbo Show'da"

Türkiye'ye gelen ünlülerin, PR kapsamında böyle büyük yapımlarına çıktığı doğrudur ama Yasmin Levy o tarz bir kadın değildi. İnanamıyordum. Menajer oyunlarında keşfettiğin adamın takımına transfer olması ya da dilendiğin futbolcunun A Milli Takım kadrosuna çağrılması, ya da ne bileyim Eyüpsporlu Atakan'ın bir anda Güntekin-Rıdvan-Cem Yılmaz ile "en sevdiğin tezahurat nedir?" sorusuna ''Sümüklü kız'' cevabı vermesi gibi bir şaşkıniyet.

O gün tüm romantikler gizli gizli İbo Show izlemişti. Ahmet Kaya'yı gizli gizli dinleyenlere yenileri eklenmişti. Çoğu kişi "Beni benden alırsan, seni sana bırakmam"ı ilk kez duymuştu. Yıldız Tilbe sözleri olduğunu ilk kez öğrenmişti. 

Tabi ki İbo dememişti "Böyle bir kız dinliyorum. Konsere de geliyormuş. Bu hanımı alın getirin, düet yapalım" diye. Ama biz bu hikayeye inanmak istedik senelerce, yazılan tüm şarkıları o şarkıyı söyleyenin yazdığını sandık. Çalınan tüm enstrümanları, hatta Orhan Gencebay'ın hiç canlı konser verememesini sorgulamadık mesela. 

O gün PSENISANA yazıp 2222'ye göndermedik belki ama evrene güzel bir mesaj gönderdik herhalde 'boomerang' misali karşımıza çıktı Türkiye Cehennemi'nde.

Ve karşınızda İbrahim Tatlıses...


1-) Hesabım Var




Bu şarkı çıktığında ilkokula yeni başlamıştım. Tatlıses'i tabi ki biliyorduk. Çocuk şarkılarının kirlenmeye başlamadığı dönemdi. O dönemde "mavi mavi masmavi / Allah Allah Allah bu nasıl sevmek" dinleyerek konuşmayı öğrenmiştik. Video kasetlerden izlediğimiz filmlerden tanıyorduk. "Bence Bmc" diye bir reklam vardı. O reklam furyası ile birlikte çıkmıştı bu albüm ve bilmemkaçliralık benzin alana bu kaseti veriyorlardı. Bizde araba yoktu ama pederin çalıştığı yerdeki şoförlerden biri vermişti. Dinlerdim, üzerine şarkı çekerdim. O günlerden yadigardır. "Uğraş biter, gün savuşur" sözü ilk yakalayandır.

Şarkının sözü Atilla Ergün. Bu adamlar da o isimsiz kahramanlardan. Hani ismini bilmediğiniz , ismi söylenince "O kimdi?" dediğimiz ama sinemada oynadığı rolü söyleyince "Haaaa tabi ya" dediğimi adamlardan. Avanak Apti ve Hanzo'da komiser, Sakar Şakir'de Limoncu Şükrü...

Yakın zamanda Onur Ünlü tarafından bir filmde kullanılacaktır ve  yeniden keşfedilecektir. Fav'a atıp bekleyebilirsiniz. İtirazım Var - Hesabım Var.. Tam orta saha iki şarkı... Hesabım Var daha geriye dönük oynuyor, İtirazım Var ileriye dönük. İtirazım Var daha agresif, sarı kart sınırında. Hesabım Var ise görülmesi gereken yerde kart gören bal yapmayan ama bal yapmak için uğraşan bir arı tadında, ANAP'tan sonra siyasette tutunamayan.



2-) Leylim Ley



Doğru saat dizisini yazarken işler spontane ilerler. Önce şarkı seçilir, sonra deşilmeye başlar, o kumların arasından yakalarız tesadüfü zaten. Bu şarkının bestecisi Zülfü Livaneli'dir ama yazarı sanki Yaşar Kemal gibi kalmış aklımda. Sabahattin Ali olduğunu öğreniyorum. Meğerse bu sözler, üstadın Ses isimli bir hikayesinde geçermiş. Ankara'ya yapılan bir yolculukta araçları bozulan ve dere kenarından gelen bir türkü söyleyen birinin (Sivaslı Ali)  sesine aşık olurlar. Sonra Ali'yi Ankara'ya götürür ve konservaturda hocalara dinletirler. Ali o atmosferde bocalar, bu günkü PopStar jürisi gibi moralini bozarlar. Rahmetli Sabahattin Ali'nin tarifleri Tatlıses gibidir aslında. Bilmeden yıllar sonrayı tarif etmiştir. Hikayenin sonu şöyle bitiyor :

Ben bunları düşünürken kebapçıdan çıktık. Ali bir şey söylemek ister gibi birkaç kere yutkundu ve boynunu bükerek:

“Sizi mahcup çıkardım, beyim, sakın kusura kalmayın!” dedi.

Sonra, hayret edilecek bir şeyden bahsediyormuş gibi gözlerini hafifçe açarak devam etti:

“Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım!”

Ve yanımızdan ayrılıp gitti.

Ertesi sabah, aramızda topladığımız birkaç lirayı kendisine vermek ve onu Konya otobüslerine bindirip selametlemek için Haymana hanına giden arkadaşıma hancı, Sıvaslı Ali'nin, sazını iki liraya satıp yol parası yaptığını ve şafakla kalkan bir kamyona binip Konya yolunu tuttuğunu söylemiş.

Bütün bu olmamışlıklar. Sabahattin Ali'nin şüpheli ölümü, Kürk Mantolu Madonna'nın popülerleşmesi, Zülfü Livaneli'nin sürgünleri, Tatlıses'in vurulması... Ses hikayesinde ki Ali olarak devam etseydi "Tatlıses" ne olurdu acaba.

Haa bir de şiirin orjinali "Sekiz yıldır uğramadım yurduma" der, neden "Yedi yıldır uğramadım yurduma" yapılmıştır bilinmez. Vardır bir hikmeti. 


3-) Gideceğim Bu Ellerden



Delilik ile velilik arasında bulunan ince kırmızı çizgilerde dolaşan insanların hastasıyız ve olmaya da devam edeceğiz.  "Derviş dergahına çöktüm, yara dilendim" sözünün bizi vurması da buradan. Çoğu şımarıklığımızın akabine yaptığımızın, 'Buralardan gitmeli' triplerimizin, 1 Lira isteyen tinerciye gider yapmayı düşünüp "Ne olacaksa olsun, vursun bıçağı da öleyim kurtulayım" travmalarımızın tek anti-depresanlarıdır: "Ya günah öbür dünya var , anay/babay üzülür" lafları.

Bu şarkı da "Hesabım Var" gibi ilkokul bilinçaltımızın şarkılarından. Aynı albümdeler ve sözün güzelliği. Derviş dergahına çöküp , Yâr'a dileniyor veya 'yara' dileniyor. Off Allahım off nedendir hep zorda sana gelişimiz!


4-) Yalan / Yalan






Kolpçanio Final'e yaklaşırken kullanılan ve cuk diye oturan şarkıdır ve geniş kitlelere ulaşmıştır.
O değil de yalan üzerine, içinde yalan geçen o kadar çok şarkı var ki. Her telden, her türden. Ayrı bir Yalan Ligi yapmak lazım.



5-) Dönmüyor Geri



Bilmediğimiz , dinlemediğimiz bir yerlerde sıkışıp kalmış Tatlıses şarkılarından biri. Sektörün kanayan yarası cover olayına tokat gibi cevap belki de. Ya da bazıları için "Cover yapılınca utanmadan dinlenebilen şarkı"lardan.  


6-) Nankör Kedi



Evet bugün mağaradan yeni çıktık galiba. Leylim Ley'den sonra bir şok daha yaşıyoruz. Nankör Kedi'nin sözlerinin Yusuf Hayaloğlu'na ait olduğunu görüyoruz. Hatta bacanağının şarkısını işte böyle söylüyor Ahmet Kaya.  Bu şarkı ilk ona gitseydi nasıl olurdu acaba? 94'te stadyumların diline düşen Haydi Söyle albümünün en baba şarkılarındandır. Şarkının sonunda yer alan minik şiirde geçen "her acının bir ahı vardır, bir of çekersin biter her şey" bugün alternatif tıpta rahatlama terapilerinde kullanılmaktadır.


7-) Haydi Söyle



Semtte (Caddebostan Işıklar) çekilen klibi ile bu listeye girmeyi zaten hak ediyor. İlk gidilen maçta Kapalı ile karşılıklı söylemenin verdiği mutluluk, "Her maçına gelmedik mi?" diyerek yalan söylemek (zaten ilk gidişim), tezahüratın son mısrasında yer alan "Haydi söyle, X ile cinsel ilişki kurmadık mı?" ile stadyumda küfür etme özgürlüğünün tadına varmak, şarkının arasında geçen klavye nağmelerini Hürriyet'ten alınan orgda çıkarmaya çalışmak...

Seneler sonra Kalben'in coverlaması, reklamlarda kullanılması, bir saatlik versiyonları yapılması....


8-) Benim Hayatım



Seni Sevmeyen Ölsün'ün yazarından... Bu adamlar işte! Şarkıları/şiirleri tribünlere düşen, kimsenin ismini hatırlamadığı ama yazdığı şarkıları ezbere bildiği kıyıda köşede kalmış adamlar işte. Bu şarkıda Şakir Askan'ın işte. Şimdi ne yapar? Bursa'da inzivada, Facebook gruplarında mutlu.

Işıklar altında sönmüş gibiyim, 
Dostların içinde yalnız biriyim, 
Bilinmez yollara girmiş gibiyim, 
Nerede bitecek benim hayatım…



9-) İbo Show-Türkülerle Gömün Beni (1:39'daki meçhul surat)



Umay Umay'ın dediği gibi "Gösterişsiz insanın yanına sokul, hikâye orada" 

Bu sefer zorlandık, bu sefer yazamadık, kişisel hikayelerimizde aradık ama bulamadık.

1:39'da duran yüz gibi duruyoruz bu tarz şarkılarında, zapping yaparken durur gibi duruyoruz, dalıp gidiyoruz, o dakikalarda doğru saat görünmeye başlıyor.

"Zamana önem vermemen" lazım zamanları. Ne geçmiş, ne gelecek, ne şimdi. 


Yalan şarkısına ilham ararken şöyle bir sözle karşılaştım : 

“Kötü bir durumun en kötü yanı, bize yalan söyletmesidir.” (G.G.Marquez)

Yazıya başladığımız pembe yalanlar gerçeğe dönüştü, renkleri soldu, söküldü, yerine yenileri yapıldı.

Tıpkı zamanında semttte açılan ve kapanan "Caddebostan Future Kids Computer Learning Center" gibi. Hatta Bir Kulunu Çok Sevdim klibinin başında da kullanılmıştı arka fon olarak.

Şimdilerin Future Kids'leri x-y-z kuşakları İbo Show caps'leri ile eğlenirken yine bir yerlerde bir şeylerin tohumları atılıyor bence. Tesadüf değil hiç bir şey.

Belki bir gün yolumuz Endülüs'e düşer, bitirdiğimiz yerden yeniden başlarız yine Akdeniz Akşamları eşliğinde...


Durmuş Saat Yazı Dizisi #2

Durmuş Saat Yazı Dizisi #1

Perşembe, Eylül 21

Up at the Villa



"Sean Penn kötü filmde oynamaz" diye düşünmemek gerekiyormuş. çok bilinmeyen ama iyi kadroya sahip bazı filmler vardır ve izlendikten sonra "Vay arkadaş, millet değerini anlamamış. Nasıl böyle tenhada kalmış" denir. O filmleri bulmak büyük bir keyif benim için. Fakat çok da riskli. Çünkü çoğu tatmin etse de; kötüsü de hiç çekilmiyor ve iki saati boşa gidiyor insanın. 

Bu sefer ikinci seçeneğe denk geldik. Sean Penn neyse de bir iki istisna dışında Kristin Scott Thomas'ın olduğu iyi film pek görmedim zaten. Bayık simasıyla zaten daha en başından insanı bir sıkıyor, filmden soğutuyor. Hem zaten film de romantik drama diyebileceğimiz türden, hem de 1930'larda geçen bir konu... Çok maharetli bir iş çıkmazsa çamura bulanacağı belliydi. Olan bizim iki saate oldu. Akılda kalan tek bir şey bile olmadı. Yazık...

Çarşamba, Eylül 20

Ayın Golü



Bu sezon TFF 1.Lig, tarihinin en sıkıcı ve kalitesiz sezonunu yaşıyor. Tamam haksızlık etmeyelim; son 2-3 yıl sezon da bundan çok farklı değildi. Giderek dibe vuran bir ligden bahsediyoruz. Buna rağmen, ligin ilk 5 haftasında çok güzel goller atıldı. Röveşatalar da beklenenden çok fazlaydı. Röveşata, benim en sevdiğim gol vuruşlarından biri olmasa da; herkesin hayranlık duyduğu kadar ilgimi çekmese de, pozisyon gelişimi sayesinde benim dahi tekrar tekrar izlememe neden olan iki gol atıldı. İlki haftalar önce kaçan penaltıdan dönen topu tamamlayan Axel Meye olmuştu.

Meye bu sezon Manisaspor forması giyiyor ama geçen sezon Eskişehirspor’daydı. Türkiye macerasına Eskişehir’de başladı. Buna rağmen geçen sezon tribünlerin istemediği adamdı. En azından Alican kardeşimiz, ne zaman bir araya gelsek kendisine çok fazla sallıyordu ki Bienvenu'yu bile seven bir adamdan bahsediyoruz. Sonuç olarak bu sezon Meye Eskişehir’den ayrıldı (Konuyla alakası yok ama Alican da ayrıldı). Takım, Meye gidince daha iyi olmadı, hatta işler sarpa sarıyor devamlı. Üç ay önce play-off finali oynayan takım şu anda ligin alt sıralarında. Kadroya bakıp, umut veren belki de tek şey ise Bruno. Bir dönem bu ligde gol kralı da olan Bruno, geçen sezon 17 gol kaydetmişti. Bu sezon ise ilk dört maçta golü yoktu. Beşinci maçta attığı gol, şahane oldu. Üstelik puan da getirdi.

Goldeki ani vuruş muazzam. Kesinlikle kimse buradan bir röveşata beklemezdi. Top da müthiş geliyor. Ortayı yapan Bilal Aziz. İzlemesi çok keyifli.  Golden sonra tribünlerden çıkan ses da en sevdiğimiz ayrıntılardan. Lig fena seviyede ama goller güzel…

Meye’nin golünü de buraya koymuştum ama liglerimizin yeni sahibi beIN Sports, Youtube videolarını kaldırdığı için 3-4 kere linki yenilemek zorunda kaldım. Bruno’nun golü için daha uzun ama sağlam; bir o kadar da riskli bir yolu tercih ettim. Youtube’daki bir videoyu bilgisayarıma indirdim ve bloga öyle attım. Bu sayede dost Katar’ın zenginleri video silmekle uğraşırsa sıkıntı yaşamayacağım. Fakat, diğer yandan gol videosuna izin verdiğimiz için bu blogu veya komple blogspot’u yasaklayabilirler. Daha önce bunu başaranlar oldu. Bakalım şimdi ne olacak? Neyse ki blogu 30 kişi falan okuyor, merkez stüdyolara kadar ulaşmaz diye tahmin ediyorum. Ama yine de belli olmaz bu işler. Her ay anlamsız bir şekilde artarak 140 liraya ulaşan faturamın içinde bloga bir gol koymak da olmalı. Zaten ligin kendisi değer kaybediyor, atılan güzel golleri yayalım da insanlar tamamen üstünü çizmesin. Marka değeri böyle böyle oluşur diye tahmin ediyorum…

Salı, Eylül 19

Die Brücke am Ibar


Almanya, Yugoslavya İç Savaşı’nda yan rollerden birine sahipti. Birçok insan; onların fazla müdahil olduğunu iddia ediyor. Doğru veya yanlış ama belki de Almanların o çatışmaya dahil olmalarından doğan en iyi şey; bir film olabilir. Die Brücke am Ibar'ı, tesadüfen, hem de sinemada, bir Alman filmleri etkinliğinde izledim. Sanırım son dönemde izlediğim filmler arasında en güzeli. Bu sefer 90’ların başında Bosna'da değil, 90’ların sonunda Kosova’dayız. Daha önce defalarca işlenen bir konu belki ama işte... 

Duyguları abartıya kaçmadan hissettirmek, karakterleri anlatabilmek, kendini onların yerine koyabilmek, düşündürmek… Bunlar çok önemli. Alman yönetmen Michaela Kezele, nedense sadece iki film çekmiş. En sonuncusu (2012) bu. Üstelik senaryo da ona ait. Böyle bir bakış açısıyla, daha fazla filmini izlemek isterdim. Ama sanırım çok beğenilmemiş. Ekşi'sde film hakkındaki tek yorum bile çok kötü. Yine de ben çok sevdim. Üstelik o etkinliğe gitmeseydim, bu filmden haberim bile olmayacaktı. Siz de büyük ihtimalle internette bile zor bulacaksanız.

Nedense filmin Almanca ismi ile İngilizce çevirisi birbirinden farklı. Almanca'dan çevirince Ibre'deki Köprü gibi bir şeye dönüşüyor. İngilizce ise My Beautiful Country olarak anılıyor. Bence sorun yok, bu hali daha çok yakışıyor. Bu tarz iç savaş filmlerinde böyle isimlere soğuk değilim. Militarist veya milliyetçi olduğunu da düşünmüyorum. İnsanın ülkesinin değişmesi, yok olması, evinin dağılması, huzurun kaçması, arka mahalledeki komşusuyla silah silaha gelmesi her şeyden çok daha kötü gibi duruyor ve insan doğduğu, geçmişte kalan o güzel ülkeyi daha büyük özlemle anabilir.

Filmde en güzel olay, müziklerdi. Bajaga ile tanışmış olmak bile güzel oldu; ki çaldığı sahne de güzeldir. Sırf bu nedenden dolayı filme fazla not verebilirim. 




Pazartesi, Eylül 18

Slovenya 93-85 Sırbistan


Bütün bir turnuva maç izlemeden final için salona gidenleri pek sevmem. Zamanında onlara çok fazla salladığıma eminim. Fakat artık biz de öyleyiz. Kulübe katıldık. O sene bu sene, o turnuva EuroBasket 2017’miş. 

Maça gidebileceğimi anladığımda biraz üzüldüm. Son yıllardaki en vasat Sırbistan ile yarı sürpriz adayı Slovenya arasındaki maç, isim olarak çok da ilgi çekici değildi. Son dönemini yaşayan oyunculara sahip İspanya gibi bir takıma denk gelmek ve o winner oyuncu grubuna veda etmek daha cazip duruyordu. Fakat işin sonunda taş gibi bir maça denk geldik. İspanya veya başkası da olsa; bu kadarını bulamayabilirdik.

Maç zaten güzeldi ama uzun süredir yarı yarıya bir atmosferde bu kadar etkili iki tribüne denk gelmemiştim. Sırplar zaten bu işi biliyorlar. Slovenya’dan ise iki günde onlarca uçak İstanbul’a gelmiş. Hatta çok sayıda taraftar gelememiş bile. Zaten Sırplardan daha kalabalık ve daha coşkuluydular. Takımlar tribünü etkiler. Sırbistan tribünü çok ateşli değildi ama tecrübesiyle maça müdahale etmesini biliyordu. Takımları da Bogdanovic dışında yetersiz isimlerden oluşuyordu ama bir şekilde finale kadar geldiler. Finalde de maçın sonuna kadar tutunmayı başardılar. Bu tamamen Sırbistan kültürü ile alakalı. Yetenekli bir kuşağa sahip olmasalar bile maç kazanmayı, turnuva götürmeyi, empoze etmeyi başarıyorlar. Zaten ekol buna deniyor. Milan Macvan, Vladimir Stimac gibi TBL’nin iyi ama Avrupa’nın vasat oyuncuları kıtanın en büyük maçında sahadaydı.

Slovenya ise daha başka bir takım. Tribündeki coşku sahaya, sahadaki istek tribüne yansıdı. Müthiş desteklediler takımlarını. Takım da buna karşılık verdi. Sırbistan’ın yapamadığı ve Slovenya’nın başardığı; sahaya ve oyuna duygu katabilmekti. Bunu her sayıdan sonra görmek mümkündü. Turnuvanın MVP’si Goran Dragic kadar hızlı çok oyuncu gördüm ama onun kadar hızlıyken dengesini kaybetmeyen hatırlamıyorum. Muhakkak vardır ama bizim basketbol repertuarımız o kadar geniş değil ve o yüzden Dragic’i başka yere koymak zorundayım artık. Luka Doncic’e son Euroleague sezonunda ayar olsam da Slovenler çok seviyor. Onun adını duyduklarında çıkardıkları ses; diğer oyuncuların iki katından bile fazla. Ona, Uzakdoğu’ya gelen Justin Bieber gibi ilgi gösteriyorlar. Bence yine de bu sevgiye yakışan bir oyun ortaya koyamadı. Muhteşem bir sayısı var ki, o da ne kadar yetenekli olduğunun kanıtı. Zaten maçın son bölümnünde sakatlandıktan sonra, ne kadar önemli bir olduğunu gösterdi. O dakikadan sonra Sırbistan oyunda dengeyi kurdu. Doncic, kafasında havlu, elleri başında maçı izlerken “Altın madalya gidiyor” izlenimi vermemeliydi belki ama o da henüz 17 yaşında!

Slovenya’nın büyük coşkusu ve muhteşem hücumlarına rağmen ne zaman skor tabelasına baksam beklemediğim farklar buldum. "Slovenya 20 fark atmıştır" derken bir bakıyordum ki Sırplar sadece 6-7 sayı gerideydi. Muhteşem bir inat! Hele bir de Doncic çıkınca ibre resmen Sırbistan’a döndü. Fakat son toplarda başarısız olan Bogdanovic, maçın ilk yarısındaki iyi oyununu gölgeleyerek Slovenya’yı şampiyonluğa taşıdı! Kenardaki Sasha Djordjevic, o dakikalarda sahada olacaktı işte. Müthiş karizmasıyla kenarda, eline top gelince bile insan bir heyecan yapıyor. Oyunculuğu döneminde böyle anlarda ceza kesmeyi çok severdi.

Fenerbahçeli Bogdanovic nedeniyle maç öncesi gönlüm Slovenya’daydı. Fakat Sırpların inadı ve Bogdanovic’in karakter koyması yavaş yavaş taraf değiştirmeme yol açtı. Fakat herhalde benim için en iyi senaryo oldu. Bogdanovic’in boş şutları şampiyonu belirledi. Aksi olsaydı, Bogdanovic güzellemelerine maruz kalacaktık. Avrupa Şampiyonası finalinde bile yerel rekabeti düşününce maçı da ara ara o gözle izledik. Fenerbahçe’nin geleni ile gidenini görünce, Bogdaovic ile Guduric arasındaki farkı anlayınca önümüzdeki sezonun Fenerbahçe için daha zor geçeceğini anlamış olduk.

Bu arada herhalde maçın en iyi oyuncularından biri Gaspar Vidmar’dı. Muhteşem bir savunma yaptı. Uzun TBL kariyerinde 10 dakikada aldığı 3-4 faullerle saç baş yoldurtan Vidmar, 27 dakika oynadığı bu maçı tek faulle tamamladı. O faul de maçın son periyodunda alındı. Çok önemli katkı yaptı. Vidmar, Türkiye’ye ilk ayak bastığında herkes “Bu çocuk gelecekte Avrupa şampiyonu olur” derdi ama geldiği nokta hiç de beklendiği gibi olmadı. Fakat eğrisi doğrusuna denk geldi. Vidmar, artık bir Avrupa şampiyonu.

Zaten herhalde dünya üzerindeki en güzel duygu, bir sporcu olup Avrupa, Dünya şampiyonu gibi apoletlere ulaşmaktır. Slovenyalı oyuncuların gözümün önünde yaşadığı duygular kıskandırdı. Dünyaya bir kere gelme hakkınız var ve henüz 20’li yaşlarınızda hayattaki en güzel şeyi yaşıyorsunuz. Uzun bir sezon, uzun bir geçmiş ve en yüksek mertebe. O an nasıl bir duygu patlaması veya his boşalması oluyordur çok merak ediyorum. Dünya üzerindeki milyarlarca insanın büyük bir kısmı bunu yaşamadan ölecek. Yapacak bir şey yok; yetenekli ve çalışan insanlar bunu başarıyor. O yüzden sporculara bu kadara hayranlık duyuluyor.


Önümüzdeki sezon daha çok basketbol maçına gideceğimi düşünüyordum. Bu maç da, başlangıç için iyi bir adım olabilirdi. Fakat Galatasaray’ın Sinan Erdem’i tercih etmesi beni biraz korkuttu. Zaten İpekçi gibi bir atmosfer olmayacağını biliyorum ama uzun metrobüs yolculuklarını; hem de tam Marmaray’ın hizmete girdiği dönemde yeniden yaşamak sezon içinde pes ettirebilir. Tabi oralara Ahmet Cömert için metrobüsün bile olmadığı dönemde gittiğimiz yıllar hala akıllarda. En azından Kazlıçeşme’nin boş ve ıssız sokaklarından daha iyi Ataköy’de olmak. Bir de buna benzer maçlar izleyeceksek, sorun yok demektir.


Cumartesi, Eylül 16

Terminal



The Terminal, 2004’te vizyona girdiğinde çok ilgimi çekmişti. Sadece fragmanı ve kaba hatlarıyla konusu çok farklıydı. Filmi senelerce izleyememiş olsam da ne anlattığını az çok biliyordum ve o nedenle birçok muhabbete örneğini bile verebiliyordum. Fakat izlemek için 2017'ye kadar bekledim. Geciktiğim için de izlediğim için de pişman değilim.

Zaten böyle bir mekana sıkışmış karakterlerin öykülerini seviyorum. Bu bir havalimanı da olabilir veya bir otobüs muavini de veya başka bir şey de... Bir alışveriş merkezinde çalıştığım dönemde buna benzer hisler yaşamıştım. Muhakkak buradaki gibi tüm hayatını tek bir mekana adayan biri değildim. Yine de öyle yerlerin kendine has bir işleyişleri vardır. Onu yakalamak önemlidir. Farklı bir dünyaya ait olma durumu. Yaşarken korkutucu ama sonrasında düşününce (veya filmini çekince) çok iyi bir anlatım çıkmaması çok zor.

The Terminal ise film gösterime girdiğinde pek beğenilmemiş. Spielberg hayranları çok sallamış. Ben de açıkçası beklediğim kadar muhteşem bir film göremedim. Fakat yine de fena değildi. Spielberg’in abartılarını sevmezdim, bu onun sinemasında gayet doğal kaldı. Belki de adamın en sevdiğim işlerinden biri oldu. Bir de ikinci yarısında ABD sineması ezberlerine başvurup kaliteyi düşürmeseydi daha da iyi olurdu.

Tom Hanks müthiş. Zeta Jones’un güzelliği de önemli.  Tabi bir de çok sevdiğimiz ve o dönemde en iyi yıllarını geçiren Diego Luna faktörü var. Zaten yukarıda bahsettiğim o anlatım için en önemlisi birbirinden farklı yan karakterlerdir ki; burada da Luna’nın Enrique’si ile Gupta, Dolores gibi yırtamamış ama çabalamaya devam eden 'silik' karakterlerin payı büyük.


Filmin konusuna neden olan gerçek bir insan da varmış. İranlı Mehran Karimi Nasseri, yıllar boyunca Fransa’daki Charles de Gauelle Havalimanı’nda yaşamış. Güzel veya özenilecek bir hikâye değil ama ilgi çekici. Bulunduğun ortama adapte olabilmenin en sağlam meydan okuması. Birden çok hayatım veya sınırsız vaktim olsaydı; bir yerinde denemek isterdim. Güzel kısımları da vardır. Zaten dünyan o kadar küçülüyor ki; küçük bir şehirde yaşamış gibi oluyorsun. Tam denenecek bir risk olurdu. Ama şimdi düşününce, bu süresi belirsiz hayatta kimse evinden çok fazla uzak kalmasın ve tek bir yere saplanmasın!

Cuma, Eylül 15

Kara Kış



Bu fotoğrafı bundan birkaç sene önce; ama bugünden çok da uzak olmayan bir dönemde telefonumdan çekmiştim. Kalitesinden de belli olduğu gibi, telefonumun kamerasının iyice işlevini kaybettiği günlerdi. Hatta çektiğim son fotoğraflardan biriydi.

O dönem; haftada birkaç gün bir pizzacıda çalışıyordum. Paraya ihtiyacım vardı, işim yoktu ve geçici olarak bana olanak sağlayan birine yardım ederek günü kurtarıyordum. Kurtardım da. O 'küçük iş' sayesinde biraz olsun rahatladım, sonrası için zaman kazandım ve devamında çok daha iyi bir duruma geldim. Yine de bir başarı hikayesi denemez sanırım. Çünkü geldiğim durum, benimle aynı durumda olan birçok insan için bu konum ve maddi güç, yetersiz görülüyor. Daha iyisi isteniyor. Haklılar da. Daha çok çalışmamız lazım. Ama bugünü korumak bile çok değerli benim için. Belki de önemli olan, daha iyisini isteyen ve insanın durmasını engelleyen, gözünü yukarıya diken o duygudur. Bende de aynısı var; ama amaç sadece var olanı kaybetme korkusu ve eldekini koruma içgüdüsünden kaynaklanıyor.

Her şeye rağmen; otobüse para vermemek için karda yürüdüğüm ve Yoğurtçu Parkı'nın önünden geçerken telefonla fotoğraf çektiğim günler geride kaldığı için mutluyum. Umarım bir daha benzerlerini yaşamam. Ama yaşanırsa da nasıl mücadele edebileceğimi az çok biliyorum. Bu açıdan da o günleri saygıyla anıyorum. 

Telefonun kamerası hâlâ bozuk, ama çok da önemli değil. Bir gün o da olur. Aynı telefonu uzun süre kullanmak hoşuma gidiyor. Pestili çıkana kadar devam ederim. Yine de iyi ki o an bu fotoğrafı çekebilmişim. Bu sayede insan nereden geldiğini unutmuyor.

Pek sevilmeyen Ercan Saatçi'nin de dediği gibi....

Perşembe, Eylül 14

El Critico


Son yıllarda izlediğim en vasat Arjantin filmi. Romantik komedi sevenler için ise iyi bir ürün. Sıkıcı değil ama bir Güney Amerika filmine yakışmayacak kadar da tutkusuz. Üstelik 'aşk' filmi... Ama tabi işin aslı, 'romantik komedi' algısıyla da dalga geçen bir film olmasında yatıyor. O kısmını iyi kotarmış. Özellikle yeğen karakteri ile kurulan köprü çok başarılı ve hoş. Akılda kalan ve en çok güldüren, havai fişek sahnesiydi. Yine de daha heyecanlı bir film olabilirdi. Bunu da yönetmen ve senarist Hernan Guerschuny'nin bugüne kadar yaptığı iki filmden biri olmasına bağlayabiliriz.

Çarşamba, Eylül 13

Sığınak #1



Yeni bir seriye başlıyoruz. Ne kadar gideriz emin değilim ama deneyeceğiz, yapacağız....

Seriye başlama nedeni tamamen bu videoyu koyma isteğimden kaynaklandı. Fakat buna karar verdikten hemen sonra blogun geçmişinin 10 yıla yaklaştığını fark ettim. Belki de, 10 yıl içinde, bu videoyu daha önceden koymuş olabilirdim.

Aynı videoyu iki kere koyarak kendimizi tekrar edemezdik. Bu blog, her zaman yeni bir şeyler söylemek için var oldu. Fakat bu idealist hedefi gerçekleştirmek için de kalkıp 10 yıllık arşivi tek tek arayamazdık. O zaman bir çakallık yapıp, bir seriye başlayacağız.

Bu seri; yıllardır tribünde olmayan bizim gibilerin uzak kaldığı ama unutamadığı o sığınak duygusunu yeniden hatırlamak içindir. Hayattaki birçok şeyden kaçıp, sığındığımız tribünleri özlüyoruz. Şu an eksikliğin hissediyoruz, bir daha bulamayacağımızın farkındayız ama aklımızdan da çıkaramıyoruz. Bazılarımız devam ediyor. Onlar aynı tada devam ediyorsa ne mutlu, devam edemiyorlarsa buraya uğrayabilirler.

Kısacası, bu seri esnasında bazı tribün videoları göreceksiniz. Fakat öyle, "Recpect from Serbia", "Desibel rekoru kırdığımız o gece" gibi görüntüler olmayacak. Onları görmek isteyenler yallah Ultras Tifo'ya...

Burası, kışın ayazında 3000 kişinin olduğu ve hayattaki her meselesini bir kenara bırakıp maçta ve tribünde olmak isteyenlerin yeri olacak... Başlıyoruz...

Serinin ilki benim en sevdiğim tribün videolarından... Zaten tezahüratın kendisi de şahanedir. Kalbinin en orta yerinde alevler içinde büyük bir yangın olan ve her gece efkarlanan adamın; gözündeki yaşıyla, sigara dumanıyla, damardaki kanıyla, alnındaki yazıyla bir tuttuğu ve mezarında bile bitmeyecek o güçlü sevdası Beşiktaş çıkıyor. Böyle bir ters köşe Fight Club'ta yok. Bu sözlerin, kanlı canlı insan gibi bir sevgiliye yazılması gerekirken, karşımıza bir futbol takımı çıkıyor.

Sözler muhteşem ama bu video ayrı bir güzel. Daha önce defalarca söylenen ve birçok farklı görüntüsü olan tezahüratın, muadilleri arasındaki en güzeli bence budur. Ne zaman canım sıkılsa açar bu beş dakikayı dinlerim ve daha da canım sıkılır. Bu beş dakikada insanlığın bugüne kadar keşfettiği her duyguya ulaşabilirsiniz. Aşk var, nefret var, şaşkınlık var, merak var, bıkkınlık var, var oğlu var... Hepsi orada, Kapalı'nın tam ortasında...

Maç 2009'daki Beşiktaş - Ankaragücü karşılaşması. Yani Beşiktaş'ın Mustafa Denizli ile şampiyon olduğu sezonun hemen sonrası. O dönemde de fena değiller. Üst üste galibiyetler alıyorlar. Fakat videoyu izlerken, Beşiktaş tarihinin en kötü sezonu gibi hissediyorsunuz. Bu muhteşem zıtlık için ilk önce 43. saniyede "Siktir git artık, amına koyayım senin ben ya" diyen arkadaşa çok büyük teşekkürler yolluyorum. Kimden bahsettiği çok belli olmuyor ama olağan şüpheliler Nihat Kahveci, Nobre, Tello ve Bobo... Onun dışında da sahaya taktik verenler, şikayet edenler ve diğer çeşit çeşit mutsuzlar var. Fakat her mutsuz, isyanının hemen ardından tezahürata katılmaya devam ediyorlar.

Tezahürat dakikalarca devam ediyor. Beşiktaş taraftarı, bu tezahüratı en çok, maçların ikinci yarısı başlarken söylerdi. Büyük ihtimalle burada da böyle oldu. Ama tabi ki, tezahüratın her saniyesinde aynı şiddet ve tempo mümkün olmuyor. Bazen hakem kararını ıslıklamak için, bazen girilen gol pozisyonunu takip etmek için, bazen de oyunculara taktik vermek için tezahürattan kopanlar çıkıyor. Fakat başta kutudakiler olmak üzere, birçok vefakar çocuk besteyi sürdürmeye inat ediyor. Onların çabası muazzam. Bir de tabi geçişleri sağlayan ve "..... mezarımda bileeeeeeaaaaa" diyerek uzatanlar var. Onlar da videonun gizli kahramanlarıdır. O tezahüratları sürdürmeye yarayan geçişler esnasında saçma sapan bağıran çocukların kopma anını da çok iyi biliriz. Hele takım öndeyse çok daha eğlencelidir.

Yıllar önce Alen Markaryan, Tribün Dergi fanzinine verdiği röportajda, "En büyük hayalim bir maçta 90 dakika Kapalı'nın gözlerini bağlamak ve maç boyunca skoru bilmeden tezahürat yaptırmak" minvalinde bir cümle kullanmıştı. Eğer bunu tek bir tezahüratla yapması gerekecekse, bence en iyisi buydu. Sadece 90 dakikada değil, sokakta, balkonda, otobüste, sevdiğin kız pas vermeyince, aileden ayrılınca, babadan azar yiyince, gurbete gidince, askerde nöbet bekleyince; yani her yerde söylenebilir. Modern stadyumlarda artık pek söylenmeyen ama vadedilen modern stadyumlar gibi 7/24 yaşayan bir tezahürat.

Meraklısına not; maçı Beşiktaş İsmail Köybaşı'nın golüyle 1-0 kazanıyor.

Salı, Eylül 12

Darağacı




Bu postun 12 Eylül’e denk gelmesi ilginç bir tesadüf oldu. Bilerek de olmadı.

Ezel sayesinde okumak için heveslendiğimiz kitaplardan biriydi. Fakat uzun süre hiçbir kitapçıda bulamadım. Daha sonra Tanıl Bora’nın Ankara Rüzgarı adlı kitabını almak için girdiği sahafta buldum. Sahafın başında duran, eski Ankaralı ve devrimci abi de bu kitabın hem istenmesine hem de hâlâ dükkanda olmasına şaşırmıştı. 

Vasil Bikov’un kitabı neden bu kadar az bilinmiş anlamadım. İnternette dahi kitaba dair bilgi bulmak oldukça zor. Oysa oldukça güzel ve etkileyici bir kitap. En özet haliyle, İkinci Dünya Savaşı esnasında cephelerin arasında baş başa kalan ve bir çıkış yolu arayan iki farklı karakterin hayata, ahlaka, dünyaya bakışını anlatıyor. Sert ve vurucu olduğunu söyleyebilirim. Tavsiye edeceğim ama zaten büyük ihtimalle hiçbir yerde bulamayacaksınız. Sırf bu nedenle evimden çıkmayacağım nadir kitaplar arasına girdi.

Pazartesi, Eylül 11

Pendikspor 0-0 Fethiyespor

Albert Camus, futbol sayesinde öğrendiklerini tam olarak nasıl öğrenebildi, ona farkındalık katan ne oldu bilmiyoruz ama bizim varoluşumuzu en çok sorguladığımız yerler kesinlikle alt lig maçlarını izlediğimiz tribünler.

Bu bağlamla, 2017-18 sezonunu bu hafta resmen açtık. Ama keşke biraz daha bekleseymişiz.

Pendik Stadı'na ilk kez gittim. Yerini bilmiyordum, ararken çok zorlanacağımı sanmıyordum. Genelde semt stadyumları, semtin merkezi yerlerinde olur. Semtlere, İstanbul'un karmaşasında ve büyüklüğünde ulaşmak zor olabilir ama muhite geldikten sonra artık stadyum oldukça kolay bir yerde karşınıza çıkar. Pendik Stadı bu geleneğin dışındaymış. İstasyonun oradan sora sora stadı bulacağımı düşünmüştüm. Esasında öyle de oldu. Mahalle sakinleri çok net tarifler sundu. Fakat her tarif, daracık ve tenha mahalle aralarına gidiyordu. Yanlış yol tarif edildiğini, hatta kaybolduğumu düşünürken, en olmayacak bir sokağın sonunda stadyuma ulaştım.

Stada tam maç saatinde girmek hedefimdir. Ne öncesinde boşluğa düşmek, ne de bir dakikasını kaçırmak. Ama sezonun ilk ilginçliği bizi buldu bile. Maçların saatinde başlaması normaldir. Zaman zaman geç başlayan da olur. Bize ise erken başlayanı denk geldi. 16.27'de başlayan maça geç girmiş olduk haliyle. Stadyumlara gittiğimde, geç kalıp da maçın başında atılan golü kaçırdığımda çok üzülüyorum. Bu sefer aynısı olmadığı için çok sevindim ama bu sevincim yavaş yavaş azaldı. Çünkü zaten 90 dakika boyunca hiç gol atılmayacaktı!

İki ekip de maça klasik 2.Lig takım dizilişleri ile başladı. Arkada dörtlü ve yamuk bir savunma, önde tamamen kaotik bir altı kişi. Bu kaosa, Eylül ayının yaz sıcağı da eklenince maç boyunca pozisyon görmek, çöldeki vaha gibi oldu.

Maça dair anlatacaklarımız çok sınırlı. Stada girdikten sonra, kendini sahada belli eden ilk şey uzun yıllardır top oynarken gördüğümüz ve hâlâ top oynadığını gördüğümüz 37 yaşındaki Ertuğrul Arslan'dı. Tecrübeli orta saha oyuncusu, artık beyaza çalan sakalı ve orta yaş göbeğiyle savunmaya gelip top çıkarıyor ve Fethiyespor'un hücumlarını kuruyor. Bir tanıdığı görünce verilen selam gibi Ertuğrul'u izledikten sonra TFF.org'dan bakarak (kadroları girmiş olsaydı Maçkolik'ten bakardık) diğer oyunculara tanımaya başladık. İlk 11'lerde alt liglerin kaşar oyuncuları göze çarpıyordu. Yedeklerde ise, bir zamanların paraları ezen yıldızı Yiğit Gökoğlan... Zevksiz maçın akılda kalan, heyecan yaratan tek gelişmeleri bunlardı. Bir de ikinci yarıda Pendikspor'dan Mehmet'in kaçırdığı penaltı vardı. O penaltı gol olsaydı maçın temposu artar mıydı emin değilim ama en azından bir umuttu. O top, sahil yoluna doğru giderek bizim yaptığımız hataya düşmedi ve doğru kararı verdi.

Karşılaşmayı tribünlerde ve stadyum çevresindeki evlerin balkonlarında izleyenler oldukça sıkılırken, büyük ihtimalle stadyumun hemen arkasında mahalle arası basketbol sahasında basketbol oynayan ve ara ara maça bakan çocuklar daha çok zevk almıştır. İnsan "Türkiye nereye gidiyor?" diye sormadan edemiyor. Bu ülke böyle değildi. Bir zamanlar 2.Lig maçı oynanırken onu izlemek için duvarlara tırmanan çocuklar yerine; sahaya zoraki  göz atıp basketbol oynayan yeni bir kuşak geliyor. Belki de henüz yersiz ve erken bir genelleme oldu. Ne de olsa tribünlerde de yarısı Pendikspor altyapısından olsa da hatırı sayılır bir çocuk kalabalığı vardı.

Sahanın en iyisi Fethiyespor'un teknik direktörü Eser Kardeşler'di. Oyuna müdahaleleri ve stratejisi bir yana asıl ilham veren özelliği kıyafeti oldu. Takım elbisenin ve slim fit gömleklerin teknik direktörler arasında giderek yaygınlaşmasına 'dur' diyebilen Kardeşler, maça tişörtü ve bermuda şortuyla çıktı. Şahsen bu tercih, sahadaki yorucu futbolu izlediğim anlarda zihnimi dinlendirdi. Fakat, maçtan sonra Kardeşler görevinden alındı ve yerine Feyyaz Uçar getirildi.

Bu hafta Türkiye'nin en üst üç seviye liginde oynanan 35 maçtan (bir maç henüz oynanmadı) sadece biri 0-0 sona erdi. Oradaydık. Güzel bir 10 Eylül günü başka bir yerde değildi, Pendik'teydik. Sanırım al lig maçları en çok hava biraz daha soğukken güzel oluyor. Yapacak başka bir alternatif olmuyor ve insan en azından daha sert ve vurucu bir ruh haline giriyor. Bir de sezon ilerledikçe takımlar daha çok form tutuyor. 

Maç bittikten sonra, bütün sahil hattından geçen otobüsle Erenköy'e döndük. Yazın son günleriydi, günlerden pazardı, hava güzeldi. Yapılması gereken en son işlerden birini yaptık, sayısız faul görüp tek gol göremeden eve döndük ve akıllanmadığımızı göstermek istermiş gibi Antalyaspor - Galatasaray maçını izledik. Asıl 'bulantı' budur ve birçok insan da buna cesaret edemez!


Pazar, Eylül 10

The Road Within


100 dakika sona erdiğinde, ilk etapta ne düşüneceğimi bilemedim. Güzel bir film izlemiştim ama bir şeylerin de eksik kaldığını hissedebiliyordum. Gençler var, yol var, müzikler güzel; gayet hoş bir Cuma akşamı filmi gibi duruyordu ama daha fazlası da olabilirdi. Film fazla hızlı akıyordu, ben de çok hızlı geçişlerle filmden uzaklaşıyordum. Duygu eksikliği vardı, doğallık yetersizdi sanki. Bunlar da herhalde yönetmene yazılacaktı, zira oyuncular, özellikle de Dev Patel, başarılıydı.

Sonrasında bu filmin aslında orijinal bir yapım olmadığını, Almanya'dan Vincent will Meer adlı filmin Hollywood uyarlaması olduğunu öğrendim. Hata bendeydi belki ama sevindim. Sinemayı baştan yaratan ama sonrasında tüketerek yok eden Hollywood bu filme de el atmıştı. Film sona erdiğinde "Güzeldi ama tekrar izlenir mi emin değilim" derken, şimdi tekrar izlemek için bir nedenim oldu. Aynı konuyu bu sefer orijinal halinden izlemek istiyorum. O da hemen olacak tabi ama olsun.

Acaba ilk paragraftaki eksiklikler Almanya'da da var mıdır? O zaman çok üzülürüm işte...

Cuma, Eylül 8

Imperium



Imperium, Türkiye’de Köstebek adıyla gösterime giren 248. film olabilir. Bu köstebeklerin hepsinin ortak bir özelliği var; bir topluluğun içine sızıyorlar. Böylece, her halükarda heyecan dozu yüksek bir film izlemenin garantisini alıyoruz. Sonuçta, köstebeğin yakalanıp yakalanmayacağını, fark edilip fark edilmeyeceğini görmek filmin sonuna gelmemizi sağlıyor.

Imperium da aynı avantajı taşıyor. Üstelik baş kahraman Nate’in (Daniel Radcliffe) fiziksel olarak bir köstebek gibi durmuyor olması bu heyecanı ikiye katlıyor. Amerikan faşistlerinin arasına sızan 1.65 boyundaki pısırık elemanın, dövmeli dazlaklardan çok büyük dayak yememesi bu açıdan ilginç. Ama aynı zamanda da senaryonun inandırıcılıktan yoksun kalmasına da neden oluyor. İyi başlayan film yavaş yavaş basitleşiyor ve sonuyla da tatmin etmiyor.


Filmin herhalde en vurucu anı açılışı. Sizi bir cümle karşılıyor: “Kelimeler, keşfedilmemiş yörelere köprüler kurar”. Güzel bir cümle. Okur okumaz, diyalog, iletişim, barış üzerine düşüncelere çok kısa sürede ilerliyorsunuz. Hatta az sonra izleyeceğiniz filmin konusuna az çok hakimseniz, yani faşist grupların toplumda yarattıkları tahribat ve şiddet üzerine bir şeyler göreceğinize eminseniz, aklınızdan hemen “Filmi yapanlar, mesajı şimdiden vermiş” fikri geçiyor. İki – üç saniye sonrasında ise sözün sahibinin ismi çıkıyor; yani Adolf Hitler.

Bu bağlamda iddialı bir film izleyeceğini düşünenler yanılıyor. Fena da değil gerçi ama o kısmını tamamen aksiyonundan ve heyecanından alıyor. Gerisi tekdüze ve hatta sığ...

Perşembe, Eylül 7

Olmadık Zamanda



Olmadık Yerde Rastlananlar baya güzeldi, İşteyiz kadar olmasa da...

Pendik Köprüsü'nden Aydos'a giden minibüslerden birine bindiğimde, yol üzerinde olmadık bir şeyle karşılaşacağımı tahmin edebiliyordum. Fakat artık olmadık her şeyle karşılaştığımızdan mı, yoksa yaşadığımız yerin olmadık şeyleri karşımıza çok fazla çıkarmasından dolayı sahip olduğumuz alışkanlık hissinden mi bilmiyorum ama yol boyunca pek bir şey olmadı. 

Hayatımda üçüncü kez gideceğim bir mezarlığın yolundaydım ve algılarım da biraz kapalıydı. Muhakkak bunun da etkisi vardı. Hayatta en çok korktuğum şey bir kez daha yanı başımdaydı. Çevreyle ilgim çok kısıtlıydı. Minibüsü hızlı ve devamlı durdurarak kullanan şoför bir Alevi gibi gözükmüyordu ama son dönemde iyice azalan Alevi radyolarından birini açmış bize dinletiyordu. Bağlamalar, türküler... Bildiğimiz tonlar, alıştığımız sözler... Değişik bir durum yoktu. Bir mezarlık yolu için de fena değildi açıkçası. O anda başka bir minibüste Kral Pop da açık olabilirdi ve kesinlikle böyle bir anda hiç çekilmezdi o karışık ruh hali

Derken; bir önceki müzisyenlerin ses tonundan, ses renginden, tarzından çok daha farklı bir ses çıktı radyoda. Şarkı, türkü; o radyo kanalına uygundu ama ya ses? Tabi müzikle haşır neşir olunca akla direkt Cem Adrian geldi. Onun sesine çok benziyordu da ne işi vardı ki Alevi radyosunda. Zaten hiç dinlemediğim bir adamdı, böyle bir türküyü ne zaman söylemiş olabilirdi? Türkü bitince, kısa bir google sorgusuyla yanılmadığımı gördüm. Gerçekten de Cem Adrian'dı...

Cem Adrian'ın ilk çıktığı günleri çok net hatırlıyorum. Bilmemkaç oktavlık ve bilmemkaç uzunluğundaki ses telleriyle gündemdeydi. Seneyi hatırlamıyorum ama 2005-06 sezonuydu. Herifin tipine ayar olmuştum, sesi itici geliyordu, şarkıları beş para etmezdi. Bunların tek bir nedeni vardı; sevdiğim kız bir gün okula gelip onu övmüştü.

20 yaş için normal tepkiler... 13 yaşımdayken de annem Emre Belözoğlu'nu çok seviyordu ve o yüzden tüm ülkenin gözbebeği olan, alyanaklı ve yetenekli genç Emre'ye ayar olmaya başlamıştım. Günün sonunda, yani yıllar sonra, Galatasaray'dan sonra Fenerbahçe'ye gitt. ve haklı çıkan ben oldum. Ama haklı çıkmam da bir işe yaramadı, bunu kanıtlayacağım kimse yoktu.  Bu bağlamda Cem Adrian'ın da seneler içinde bir suçlu, katil, sapık, en olmadık eroinman falan çıkması gerekiyordu. Hiçbiri olmadı. Olsaydı da bir işe yaramazdı, zira yanımda haklılığımı gösterebileceğim kimse kalmamıştı.

Aradan yıllar geçti. Önce Şubat'ta çıktı, sonra daha çok dinledik. Fena değilmiş dedik. Çok haksızlık etmişiz. Gerçi o bu değişikliklerin farkında değildir, onu çok etkilenmemiştir. Fakat olan bize oldu, gereksiz yere tavır almışız. Bunu zaten çok önceden fark etmiştim ama yine de bir mezarlık yolunda, karşıma çıkmayıp da bütün geçmişimi hatırlatmasaydı iyiydi. 

Olmadık yerde olabilecek en kötü şeydi belki de... Keşke Kral Pop açılsaydı. Hiç olmazsa, minibüsten indiğimde yine ölenleri anımsar, onlara saygı duruşunda bulunurdum, onların anısına gözlerim nemlenirdi. O anda ise uzun bir süre her şey birbirine karışık kaldı ve ortaya anlamsız, gereksiz, nedensiz bir bencillik, bir kendini düşünme hali çıktı. Hem çok uzak zamanlara gittim hem de o Aydos yolunu da boşuna teptim. Ölmüşlerin ruhuna bir Fatiha bile okunmadı. Bir türkü ve bir ses bunlara neden olmamalıydı.

Yalnız güzel söylüyor çocuk gerçekten... Oktavı da ses teli de önemli değil. Türkü güzel, adam ne yapsın?

Çarşamba, Eylül 6

Sydney - Hard Eight



Paul Thomas Anderson'a The Master ile başladık, hata ettik. Bu, çevremdeki en sıkı Anderson takipçisi insan olan İnan Özdemir de kabul etti. Başkası olsa, bize bok atardı ama İnan kardeşim, eskilerden başlamanın daha iyi olacağını da söyledi. Birkaç film ismi de verdi. Sydney (Orijinal adı bu, vizyona Hard Eight ismiyle giriyor) o önerilerden biri değildi ama ben yine burnumun dikine gittim. Üstelik en eskisiydi. Baştan başlanacaksa, en baştan başlanmalıydı.

Ve fakat yine olmadı. Anderson'un 26 yaşındayken çektiği ilk uzun metrajlı film olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bir çıkış işi için hiç fena sayılmaz. Kamera teknikleri; adamın alamet-i farikasının habercisi gibiydi. Sadık oyuncuların bazıları da yanında.

Sinema sektöründeki sevmediğimiz bir alışkanlık burada da karşımızda; filmin yaklaşık 1 saatlik bölümü gişe düşünülerek kesilmiş. Bu da önümüzde iki ihtimal var demek: Birincisi film gerçekten çok daha güzel olabilirdi ve biz o eksiklik yüzünden tat alamadık. İkincisi, film uzun ve sıkıcı olacaktı. Ben, izlediğim şeyden çok büyük verim alamasam da hâlâ birincisine güveniyorum ve izlediğim iki Anderson filminden sıkılsam da Boogie Nights, Magnolia ve There Will Be Blood için sabırsızlanıyorum.

Bu arada filmde yer alan birçok kişinin, yönetmen dahil üç isimli olması da ilginç bir tesadüf. Sanırım benim için en akılda kalıcı durum buydu.

Salı, Eylül 5

Yoruldum




15 saniyelik, kısacık videolardan deli çıkarımlar yapılabilir mi? Yapılır tabi. Ben de yaptım. Ama en azından o anlarda, o görüntülerden huzurlu, ilham verici, motive edici şeyler arıyorum. Öyle olması gerekmez mi zaten? 15 saniyeyle dünyayı kurtarabilecek bir tespit çıkar mı? Peki insan gördüğü her görüntüden, her andan, her simgeden kendi ideolojisini, fikrini ve savaşını yüceltmeye çalışır mı? O da oluyor. Oysa ne kadar yorucudur...

Ümit Milli Takım oyuncuları, toplanmışlar. A Milli Takım oyuncuları Ukrayna'ya deplasmanda 2-0 yenildikten bir gün, yabancı sınırı tartışmaları iyice alevlendikten haftalar, ülkedeki siyasi rejimin çatışmayı arttırmasından yıllar sonra... Tam o toplanma esnasında Fransa'da yetişen gurbetçi oyuncu Umut Bozok'un 15 saniyelik piyano resitali çıkıyor...

Ve tabi hemen Twitter'a düşüyor. Zaten bir başka milli oyuncu Oğulcan Çağlayan kendi hesaplarından görüntüyü paylaşınca yayılmaması mümkün değildi. Güzel de görüntüydü. Herkesin hoşuna gider bu tip şeyler. Bir oyuncu piyano çalıyor, arkadaşları dinliyor. Yıllarca Quiz'i sırf bu tip şeylerden haberdar olmak için izledik zaten. 

Hemen yorumlar düşmeye başladı tabi. "İşte örnek futbolcu, sakın abilerine benzeme, böyle oyuncular yetiştirmemiz lazım...." Tabi ben biraz özet geçiyorum. Yazılan cümlelerin büyük bir kısmında Umut'un piyano çalmasından yol çıkılarak bir yerlere eleştiriler sunuluyor. Arda Turan da, Yıldırım Demirören de, Selçuk Şahin de, bazı gazeteciler de, eğitim sistemi de payını alıyor... Henüz Umut'u tek bir dakika sahada izlemeyenler "Böyle oyuncular sahada olmalı" demeye başlıyor.

Gerçekten inanılmaz. Çünkü izlerken ben bunları düşünmüyordum. Aklıma dahi gelmedi. Her olaydan, her videodan, her fotoğraftan bir yerlere mesaj yollayanlar, her golden sonra birilerine mesaj yollayan futbolculara nasıl olur da kızabiliyorlar?

Futbol takımlarında, ya da 20-25 tane gencin bir arada olduğu yerlerde ortaya çok acayip şeyler çıkar. Bunları görmek de benim hoşuma gider. Bir futbolcunun piyano çalabilmesi çok alıştığımız bir şey değil muhakkak. Büyük ihtimalle, bu yeteneğin ortaya çıkmasında Umut'un Fransa'da yetişmesi pay sahibidir. Sadece futbolculara da değil, her bir bireye, her bir gencine çok yönlü olma fırsatını sağlamak çok önemlidir. Bu özgürlüğü ve fırsatları yurt dışındakiler daha çok buluyor. Fakat sırf piyano çalabiliyor diye de Türkiye'deki kimseye mesaj vermiyordur.

Buradan ne yabancı sınırı çözülür, ne A Milli Takım'ın oyuncu kadrosu düzelir, ne de ülkedeki rejim bir ders alır. Umut'un da bu sayede daha fazla sempati kazanması normaldir ama daha iyi futbolcu olduğunu da göstermez.

İşin aslı ben bu videoyu ilk izlediğimde şunu gördüm: Fransa'da yetişen, yaşayan ve piyano çalabilen (bu arada piyano çalması nasıl ve nerede öğrendi bilmiyoruz, belki Türkiye'deki akrabaları da öğretmiş olabilir) bir genç, piyano gördü mü ilk olarak Mümin Sarıkaya'dan Ben Yoruldum Hayat'ı çalıyor. Bu müthiş derecede hoş ve komik bir şey. Gerçi enstrümana uygun bir şarkı seçimi; ama yine de ilginç, hatta komik. Yani 20'lerinin başındaki bir bir genç, 'yoruldum' diyor. Fransa'da yaşayan bir genç Mümin Sarıkaya dinliyor. Bunlar muazzam detaylar. Piyano işin ayrıntısı...

Umut'un 15 saniyesi üzerinden ülkeye dair sevmediği her şeye mesaj verenlere, birkaç gün önce "Çok iyi şarkı, dinleyin" deseydik büyük ihtimalle bizi tersleyeceklerdi. Şundan da çok eminim, melodileri ilk duyduklarında bunun Batı müziğinden çıkan klasik bir eser olduğunu falan düşünmüşlerdir ama oraya da sadece şeklen dahil oldukları için ses çıkaramamışlardır. Buna rağmen; eksiklerini anlamalarına rağmen de çok büyük çıkarımlar yapmaktan da geri adım atmamışlardır.

Bu aslında tamamen, Burak ve Emre Mor'un Euro 2016'daki Çek maçındaki golden sonra çekilen fotoğrafları üzerinden sosyolojik tez yazanların devamıdır. Emre Mor, hakkında yazılacak tez daha sona ermeden Borussia Dortmund'dan gönderildi, hakkında değişik iddialar çıktı ve geleceği hem karanlığa hem aydınlığa eşit uzaklıkta olarak bir ipte durmakta...Sırf taraf tutmak, kin gütmek, laf sokmak ve ders vermek için tez yazılıp piyano dinlenirse böyle durumlar yaşanıyor. Daha da bitmeyecek gibi duruyor.

Bu göz dağı vermelerden ben yoruldum gerçekten...

Pazartesi, Eylül 4

11 Minut



Farklı insanların birbirleriyle kesişen hayatları temalı filmleri izlemek eskiden güzeldi. Ya artık sıkıldım ya da Babel'den sonrasında gerek duymuyorum. Ama şu bir gerçek ki; böyle filmlerde karakterlere derinlik vermek esastır. Yoksa ortaya çok sıradan bir film çıkar. 11 minut bu sıkıntıyı yaşıyor. Hiçbir karakter akılda kalıcı değil. Kurgu çok sıradan. Küçük küçük mizah öğeleri barındırması bizi biraz filme çekse de o da sınırlı kalıyor ve zaten filmin asli görevi de değil. Kısa film olarak karşımıza çıksaydı, daha çok keyif alabilirdik belki...

Pazar, Eylül 3

Bizim Gibi Çocuklar


Çok küçük bir ülkeyiz ve çok fazla taraftarımız yok. Bence insanlar sahada kendileri gibi oyuncular görünce sempati duyuyorlar. Mümkün olduğunca kompakt bir şekilde elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz, tek planımız bu. Muhtemelen, bahsettiğiniz insanlar sadece futbolu sevdiklerinden dolayı bizden haberdarlar. Biz de yalnızca futbolu sevdiğimiz için oynuyoruz, şaşalı ya da zengin hayatlarımız yok. Biz sahadayken pis işler dönmüyor, politik oyunlar yok. Sadece futbol oynamaya çalışan savaşçılar gibiyiz. Genellikle de gücümüz yetmiyor, insanlar kendilerini böylece bize yakın hissedebiliyor. Bence biz insanların sahada kendilerini görmelerini sağlıyoruz.

Matteo Vitaioli, San Marino kaptanı, Socrates Ağustos 2017

Cumartesi, Eylül 2

Barbershop



Barbershop, sanırım önceden diziymiş. Beğenilince sinemaya geçmiş. Orada da tutunca seriye dönmüş. Ben ilkini izledim. Vasat bir komedi filmi bekliyordum ama haksızlık etmişim. Tamam, güldürürken düşündüren, mesaj veren, dolu dolu bir film değil ama 100 dakika boyunca güzel zaman geçiyor ki bu da bana yetiyor. 

Bizim buradaki berber dükkanlarına çok benzemesi de yakınlık kurmamı kolaylaştırdı. Bu benzerlik normal mi, yoksa şaşılacak bir durum mu ondan da emin değilim. Bir berber dükkanı ne kadar farklı olabilir ki? Le Mari de la Coiffeuse'de geçen dükkan da bizimkilere benziyordu. Biri Türkiye, biri Fransa, biri ABD...Belki de dünyanın en evrensel ortak mirası berber dükkanlarıdır.