Pazar, Ekim 30

Bushi'den Vole Naumoski'den Ole


Atanamamış Amatör Sosyologlar Yazıları | Üsküp

1) Belgrad
2) Saraybosna

Olmayacak şeylerin aklımızda kalmasının var mıdır bir açıklaması? Onu da atanamamış psikologlara sormak lazım. Yıllar önce, gündüz maçlarının Star'dan yayınlandığı yıllarda Beşiktaş, Sarıyer ile oynuyor. Mutlu Topçu'nun gelişine volesi ile 1-0 öne geçen Beşiktaş'ın 2.golünü Feyyaz Uçar atıyor, maç da öyle bitiyordu. Ertesi gün çıkan başlık şu an gözümün önünde; "Mutlu'dan Vole , Feyyaz'dan Ole"

Klişe nostaljilere girmeyeceğim ama en azından 'ohh Mutlu ile daha ilk 10 dakikada 1-0 oldu, iyi ki üst oynamışım" psikolojileri yok o zaman. Mutlu'nun hafif siyasi tavrı, Feyyaz'ın F'sinin Fener'i anımsatmadığı yıllar... Ne ÖSS, ne kariyer; varsa yoksa Sarıyer yılları.

Kendimi bu günlerde sezonu temmuz ayından açmış, İnter-Toto'nun ilk turlarında adı sanı bilinmemiş takımlarla oynayan, 1965 yıllarında kurulmuş, sonunda spor olan, logosunda şehrin en ünlü meyve/sebze/anıtı bulunan, rengi de ana renklerden oluşan herhangi bir şirin Anadolu takımı gibi hissediyorum.

Biz 'Günü birlik İzmit yapsak mı acaba, dönüşte de pişmaniye getiririz" planları yaparken millet Erasmus'tan 'Hâlâ deveye mi biniyorsunuz diye soruyorlar inanamıyorum ama sokakları pırıl pırıl' muhabbeti ile dönüyordu.

Her şeye olduğu gibi buna da geç kaldık. Belki de daha iyi oldu ne biliyim... Üçüncü durağımız Makedonya'nın başkenti Üsküp. Nam-ı diğer Skopje

Ahmet Hakan tarzı yazalım daha kolay oluyor öyle...

1) Şehirlerin enerjileri varmış. Bu kez gerçekten hak verdim buna. Havalimanına indiğiniz zaman iliklerinize kadar hissediyorsunuz bu enerjiyi. TAV tarafından yenilenen Büyük İskender Havalimanı'nda hissettiğimse Türkiye'den alışık olduğumuz negatif bir havaydı.



Bu negatiflik siyasi puslu hava negatifliğiydi. Gözlemlerimizde bu hissiyat bizi derinden etkileyecekti.

'As bayrakları as' muhabbeti buralarda olmuyor. Zaten bayrakları asılı bir şekilde buluyorsunuz. Karşılama alanında yolcu bekleyen Galatasaray eşofman üstlü küçük karpat Maradona'sını görünce bir anda kendimi FC Vardar deplasmanına gelen bir takım oyuncusu gibi hissediyorum.

Havalimanından şehir merkezine taksici bir abi götürüyor; Arnavut. Türkçe konuşuyor anadili gibi. Kaldırım-ciğer den girip votka ile erikten çıkamıyoruz tabi.

Şehrin her yerinden görünen dev haçı sorunca muhabbet koyulaşıyor. Hükümetten yana dertliler. 2 milyar dolar olan dış borçları 8 milyara çıkmış.

Şehrin her yerini 'Biz Makedonyalıyız, Hristiyanız, Biat edin!' şeklinde heykellerle, dev bayraklarla, simgelerle, motiflerle donatmışlar.

2) Hep aynı hikaye aslında. Ortadan geçen bir nehir. Bilmem nerede doğan, Ege ya da Adriyatik'e dökülen alüvyon muhabbeti. Sağ taraf eski şehir (Eminönü), sol taraf yeni şehir (Maslak). Bu muhabbet burada daha keskin bir hâl almış. Maslak tarafı Hristiyan mahallesi, Eminönü tarafı Müslüman mahallesi. Yatırımlar sürekli Maslak tarafına. 'Orayı mermerle donatıyor, bizim bura hâlâ Arnavut kaldırımı' dedi dayının biri. Burada biz dileniyoruz o kaldırımlara. Demet Sağıroğlu'lar, klipler, 'Bir ülkenin medeniyetini anlamak için kaldırımlarına bakın (Müjdat Gezen)' yazan Facebook paylaşımları... Garip işte. Bu arada Arnavut ciğeri muhabbeti yapayım dedim o da yokmuş galiba. Kesin siyasi nedenlerle değiştirmişlerdir. Rus ciğeri falansa, 'Ağzımız gominist soğan kokmasın, ciğerdeki pattisler gibi bölünmesinler' diye Arnavut ciğeri yapılmıştır bir gecede.



3) 'Türkiye'de sağcı olanlar, yurtdışında sol partilere oy veriyor'... Sapına kadar doğru.

Gittiğimiz yeri karıştırıyoruz. Bosna'da yerel seçimleri görmüş, Sırbistan'ı Avrupa Birliği'nin kapısına dayandırmış ben Refet Usta, Makedonya'da hükümete red oyu verdirdim. Gittiğim gün erken seçim kararı alındı. Bizim taraf genelde sol partiye oy verecek. Bu arada gittiğim gece orada minik bir Gezi olmuş haberim yok. Sabah kalktığımda milyon dolar harcanan gereksiz heykeller boya ile donatılmıştı. 



4) Bundan sonra gittiğim ülkelerde 'Ya sizin bi X vardı, bizde oynamıştı adam oğlu adamdı. Çok seviyoruz ailecek' muhabbeti yapmayacağım.

Naumoski. üçlük makinesi. Koraç Kupası fatihi. 'Yedirmezler oğlum bize' düşüncesini yıkan adam. Spor Bakanı olduğu biliyordum ama pek sevilmediğini bilmiyordum. Yedi sülalesini zengin etmiş. İş hayatına atılmış. İhaleler, kamulaştırmalar. Yugoslavya dağıldıktan sonra atıl halde duran devlet fabrikalarına çökenlerden. Allah yürü ya kulum demiş. Ben köfteci beklerken bildiğin inşaatlarıyla falan karşılaştım. Sanırım spor bakanı olmak pek yaramıyor.

Alban Bushi. Şehrin her yerinde Bushi Halı, Bushi Hotel, Bushi Kuyumcu görünce hemen kafamda kurdum. İstanbulspor'da bir Alban Bushi vardı. 'Ailesi çok zengin ama o futbolu seçti' gibi bir Andrés Fleurquin haberi hatırlıyorum. Sordum. Kuyumcu kökenli (ne demekse) bir aileymiş bunlar. Baya bir aşiret. Arnavut-Kosova tarafından. Hafif de mafyavari. "Hayırdır sen niye sordun ki" dendi bir anda. Etraftaki kişi sayısı biraz arttı. "Yok abi, dikine çok iyi oynuyordu aslında Beşiktaş'ta iş yapardı o Trabzon'u seçti" gibi konu değiştirdim. 

5) Vardar

Vardar şehrin ortasından geçen nehir. Bizim yıllardır Müzeyyen Senar'dan bildiğimiz ova aslında nehrin adı. Biraz Yılmaz Erdoğan'ın "deniz sanardım Muş Ovası'nın yalancı mavilğini" durumunun tersi yaşanmış türküde. Atatürk Makedonya'da okurken vurulmuş Vardar'a . O yüzden severmiş. Gerçi o zaman oralar tek toprak. Yunanistan buralara 'Kuzey Yunanistan' diyor. Kendi aralarında da limoniler. 

Bu limonilikten bir limonata çıkarma çabalarımda olumsuzlukla sonuçlandı. "Biz de limoniyiz Yunanistan'la" diye trollemelerim sonuç vermedi. Bildiğin Ankaragücü-Bursaspor-Karagümrük-Karşıyaka muhabbetleri gibi. Kim kimle kardeş, kim kimle kanlı bıçaklı belli değil. 

6) Yahya Kemal Beyatlı

Üstad bu günleri çok önce görmüş, sanki bugüne işaret eder gibi 'Kaybolan Şehir' demiş Üsküp için :

"Üsküp ki Şar Dağı'nda devâmıydı Bursa’nın, 
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
Vaktiyle öz vatanda bizimken 
Bugün niçin Üsküp bizim değil 
Bunu duydum, için için"

Şehrin dokusu fena halde bozulmuş ve bozulmaya devam ediyor. Peki nehrin Eminönü yakası bu durum karşısında ne yapıyor? Nargile Kafe-Türkçe Pop-Polat Alemdarcılık oynuyor Arnavut gençler. Türkçe konuşulan sokaklarda. "Yahya Kemal'in evi varmış nerede" diye soruyorum yanıt gelmiyor. "O kimdi sahi" diyen oluyor. Nehrin diğer yakasının heykel showuna kızamıyorsun.





7) 

kırk düğüm atmışlar sevda üstüne
yoluna çıkarsa çöz getir bana
zemheri ayında güller açtırdın
gönlümün kışında yaz getir bana 

Balkanlar, biz, Ortadoğu... Gerçekten kırk düğüm atılmış üzerimize ve bir türlü çözemiyoruz. Çözümü de düğüm atanlardan istiyoruz. Aralık'ta seçim var, ABD ve AB olaya dahil olmuşlar. Tanıdık, bildik hikayeler işte.


Yazan: Refet

Cumartesi, Ekim 29

Old School



Gerçekten iyi bir ABD komedisi izlemek isteyenler için...

İyi bir kurgu var bir kere. İlgi çekici bir hikaye. Fight Club'ı ti'ye alan bir konu içinde şekil bulmuş. Zaten film 2003 yapımı, yani dünyada herkesin kendini Tyler Durden sandığı bir dönemde vizyona girdi. Oyuncular çok başarılı. Üç tane iyi oyuncu var (Luke Wilson, Vince Vaughn ve Will Ferell) ama bir tanesi (Ferell) hepsinin önünde filmi taşıyor. Ara ara Juliette Lewis, Elisha Cuthbert gibi isimler dahil oluyor. Snopp Dog bile var. Karakterler çok iyi tamamlanmış. Film 90 dakika, 120'ye tamamlansa sıkılmazdık.

Cuma, Ekim 28

Kafanı Kullan




Kafama yattı. Cazip bir oyun, iyi bir idman şekli gibi duruyor.

Perşembe, Ekim 27

Surviving Christmas


Bu aralar kötü filmler çok fazla denk gelmeye başladım. Oyuncu kadrosuna bakınca, James Gandolfini, Christina Applegate ve hatta Ben Affleck; (ki o dönemin, 2004 yılının, Ben Affleck çağrışımları oldukça negatifti) isimlerini görünce en azından eğlenceli bir film yakalarız diye düşündüm. Olmadı. İnsan bir komedi filminde uykusunu zor tutar mı; tutuyor işte. IMDB'nin puanlamasını hiçbir zaman ciddiye almadım ama belki de 6'nın altını zorda kalmadıkça izlememek lazım. (Bı film; 5.9)

Çarşamba, Ekim 26

Salı, Ekim 25

Mavi Duvar


Hall Pass


Çok itibar etmediğim bir ölçü birimi olsa da gösterime girdiği 2011 yılında Box Office'te tepede duran, oyuncu kadrosu da fena olmayan bir filmdi. Güzel bir akşam için iyi bir komedi filmi olduğunu düşündüm ama beklentinin altında kaldı. 5-6 arkadaş La Liga maçı izledikten sonra, Yemek Sepeti'nden yemek söylerken zaman geçirilecek film. Fazlası değil.

Pazartesi, Ekim 24

Yıkıl



Golden sonra tribüne koşan futbolcularla ilgili kafamda soru işaretleri oluşuyor, ama her şeye rağmen golden sonra tribünü çökertebildikleri için yine de olmaları gerektiğini düşünüyorum. Karışık bir cümle oldu ama olsun, ne de olsa 2-3 senedir tribünde olmayan biriyim. Duygular karışık.

Pazar, Ekim 23

The Deep End



Hayatımda izlediğim en kötü 10 filmden biri olabilir. Bir sene sonra falan akılmdan çıkacak herhalde. Kötü filmler, iyi filmlerin değerini yükseltiyor ama kaybolan 100 dakikayı da geri getirmiyor.

Oysa Sundance'de ödül almış, festivallerde gösterilmiş bir filmdi. Benim de ER dizisinde çok sevdiğim Goran Visnjic rol alıyordu. Genç kız gibi, bu nedenle film izlersen 100 dakikan boşa gider tabi. Ders olsun, ibret olsun.

Cumartesi, Ekim 22

Çınar



Kulüplerin efsanelerine saygı göstermeleri, onları seyircileri önünde onurlandırmaları son dönemde çok yaygınlaştı. Türkiye'de de benzerleri sık sık yapılıyor. La Liga da bu akımdan uzak değil. Ligin yeni takımı Leganes, bu sezon ilk kez ligde mücadele ediyor. 1928 yılında kurulan kulübün tarihi 100 yıla yaklaşıyor. Eski oyuncusu Salustiano Toribio ise 102 yaşında. O nedenle bu saygıyı, benzerlerinden diğerinden ayrı kılan biraz da bu. 102 yaşındaki bir adam, sahada ve topa vuruyor. Hareketleri çok sempatik.

İlginç olan; benim daha önce tanıdığım, daha doğrusu ismini duyduğum bir Salustiano (Sanchez) daha vardı. O da bir İspanyol'du ve dünyanın en yaşlı adamıydı. 1901'de doğmuştu. 2013'te 112 yaşında vefat etti. Bir başka İspanyol Salustiano'yu, 102 yaşında yeşil sahada görmek tuhaf oldu.

Cuma, Ekim 21

Mine Vaganti


En sevdiğim Ferzan Özpetek filmi oldu. Ama bu iyi bir ölçü sayılmaz. Diğer filmlerine çok hakim olmasam da izlediklerimden sıkılmıştım. Burada da çok fazla eksik olsa da en azından film boyunca güzel zaman geçirdim. Renkler, mekanlar, müzikler, iyi bir mizah ve yeşil bikinili Nicole Grimaudo filme verilecek notu yükseltti. Her ne kadar ortamlarda 'eşcinselliği anlatan film' olarak algılansa da bana klasik aşk filmlerinden biraz daha karışık bir üçgen gibi geldi. Ne de olsa 'eşcinsel' filmlerinde, bir toplumsal dışlanma anlatılır. Burada ise cinsel kimlik; aileden saklandığı anlar dışında toplumsal bir kaygı olarak çıkmıyor. Sadece heteroseksüel bir kadına duyulan ilginin yarattığı kafa karışıklı var. Hatta sahildeki sahne insana Ramiz Karaeski-Kenan Birkan ve Selma Hünel'i de anımsatıyor. 

Tomasso karakterinin Roma'dan gelen eşcinsel arkadaşlarının eve kattıkları hava, filmin büyük kısmına hakim olsaydı çok daha güzel olurdu. Bazı şeyler çok fazla uzatılmış ve neden uzatıldığını da filmin sonuna kadar beklesek de tam manasıyla bulamadık. Sanki bu gay çocuklar eve gelip insanların hayatını değiştirseydi; renklendirseydi; mesela sesini çok beğendikleri hizmetçiyi veya teyzeyi, anneyi değiştirselerdi çok daha güzel bir film hikaye olabilirdi.

Şu sahnenin tamamı filme hakim olsaydı; çok daha güzel olurdu.

Perşembe, Ekim 20

Sahadaki Gerçek



Lig Tv'de maç özetlerinin süresi genelde birbirine yakındır ve eğer maç bir derbi veya 6-7 gollü bir 90 dakika değilse 3.30'a sığar. Bu hafta oynanan 9 maçın 8 tanesi de bu süreye yakındı. Bir tanesi hariç. O maç da ne bir derbiydi, ne de 'üst' oldu. Hatta gol bile olmadı. Trabzonspor-Akhisar maçının özeti, 4.40'a anca sığdı. Her maçın ortalamasından bir dakika daha fazla.

Kötü bir sezon başlangıcı yaşayan Trabzonspor taraftarını tatmin etmeyecek ama bir istatistik daha verelim. Süper Lig'de topun oyunda kalma süresi; geçen sezon 45 dakika civarındaydı. Avrupa liglerinin hemen hemen 10 dakika altındaydı. Mesele Premier Lig ortalaması 56 dakika civarındaydı. Süper Lig'de bu sezonun ilk haftalarında ortalama yükseldi ve 52'ye kadar çıktı. Mesela Beşiktaş - Galatasaray maçında; iki takım taraftarı da maçın belirli bölümlerinde birbirlerini zaman geçirmekle suçlasalar da top standartın üstünde bir sürede oyunda kaldı. Fakat konu Trabzonspor; ve Trabzonspor - Akhisar maçında da topun oyunda kalma süresi 55 dakikaya kadar çıktı. Üstelik oyunu sık sık durdurmayı bir sistem haline getiren Tolunay Kafkas'ın bir takımına karşı.

Bunlar, son haftada sadece bir gol atabilen bir takımın taraftarını da, hocasını da, oyuncusunu da memnun etmez. Trabzonspor, geçen sezonlardan kalan kötü bir yükü sırtında taşıyor olsa gerek. Sahada yapılan bütün iyi işler, sonuca odaklı olarak değerlendiriliyor ve 'Bu sene de bir şey olmayacak' algısıyla bütünleşiyor. Geçen sezon ligin bu döneminde liderlik koltuğunun civarında olan takım, mayıs ayında fenalardaydı. Şimdi o kadar iyi de değil ve sonunun ne olacağı bir korku unsuru olarak zihinlerde geziyor. Haksız sayılmazlar. Fakat yine de bu Akhisar maçını ayrı bir yere koymak lazım.

Kaleci Fatih Öztürk, 10 kurtarışla şimdiden sezonu rekorunu eline geçirdi. Fatih, eski bir Trabzonsporlu. Onu Trabzonspor günlerinde sahada çok göremedik. En iyi hatırladığımız yer; Vahid Halilhodzic'in 'Bana teklifler geliyor' diyerek telefonunu gösterdiği basın toplantısındaki yan koltuktu. Odada ilginç bir şeyler olduğunu seziyordu, biz de mimiklerinden anlıyorduk. Çünkü Fransa doğumluydu ve hocanın konuşmasını anında anlıyordu. Onun dışında ise sahada pek kendisini göremedik. Fransa'da gelişen biri için Trabzon oldukça çılgın bir yerdi herhalde. Sessiz sedasız şekilde takımdan ayrıldı. Akhisar'da da çok iyi maçlar çıkardı ama Trabzonspor'a karşı oynadığı 90 dakika onun en çok öne çıktığı an oldu.

Konu dağılıyor, Fatih de değil konumuz. Trabzonspor, Akhisar maçında çok etkili bir futbol oynadı. Top kaleye girmedi. 28 şut çekti Trabzonspor. 11 tanesi kaleyi buldu, fakat bir tanesi dahi içeri girmedi. Hatta Aytaç'ın kırmızı kart görmesinden sonra kalesinde golü görüp yenilebilirdi de... Futbol böyle bir oyun. Trabzonspor'un önceki maçlarından da benzer durumlar vardı. Karşılaşmalar 0-0 gidene kadar Trabzonspor iyi bir oyun ortaya koyuyor, pozisyona giriyor. Fakat gol yediği andan sonra maçı çevirmek bir yana, daha da dağılıyor. Karabükspor deplasmanında 4'e, Alanyaspor deplasmanında 3'e giden skorların nedeni biraz da bu. Yenilgiyi çevirmek için gayret eden bir oyuncu grubu yok. Takım olamadılar. Bunu hücumda da görüyoruz. Ne kadar etkili olsalar da hücum planları herhangi bir oyuncunun topu alıp kafasına göre gitmesine bağlı. Nasıl düzeleceği kısmı bir muamma. Fakat futbolu halı saha düzeyinde oynayanların bile bildiği bir şey vardır, gol atarsanız devamı gelir, kaçırırsanız bir sonraki kolay pozisyon da zora girer. 

Bu aralar Trabzonspor eleştirileri baya revaçta. Sonuçlar tek gerçektir ve iki üç istatistikle ortamı toz pembeye çevirmek hayalcilik olur. Fakat sahadaki oyunun da sanıldığı kadar kötü olmadığını söylemek lazım. Bu hafta Galatasaray deplasmanından alacakları bir galibiyet şaşırtmaz. Fakat işin kötü yanı zorlu bir fikstüre de giriyorlar; iki hafta sonra da Beşiktaş deplasmanları var. Kaçan goller, Ersun Yanal'ın süresini kısaltabilir.

Çarşamba, Ekim 19

Codayi-i Nadir ez Simin



Filmlerin isimleri Türkçe'ye her zaman kötü bir şekilde çevrilmiyor. Bu filmi İran'dan 'Bir Ayrılık' olarak çevirmek oldukça doğru bir hareket, çünkü konu sadece baş karakterler Nadir ve Simin arasında değil. Gerçi bu çeviride Batı dünyasının katkısı da daha fazladır, keza İngilizce'de de 'A Separation'.

Sinemayı standart seviyede takip edenler bile, 2011 yapımı bu filmi izlemese de duymuştur. Ben de uzun zamandır izlemek istiyordum, ancak bu sene denk gelebildim. Üstüne uzun uzun yazılacak, konuşulacak film ama benim çapım yetmez. Zaten 2011'de Türkiye'de sık sık konuşulduğunu, yazıldığını hatırlıyorum. İlgi, haksız değil. Usta işi bir eserle karşı karşıyayız. Hatta belki de 21.yüzyılın ve Ortadoğu toplumlarının Suç ve Ceza'sı diyebiliriz.

İran hakkında yanlış bilinen çok şey var. Filmler bu nedenle önemli. İranlı yönetmenler ve sinemacılar, bütün baskılara ve yasaklara rağmen oldukça üretkenler. Dünya çapında olmaya devam ediyorlar, çünkü tarihlerinden miras kalan bir birikim ve kültür var. 

Asghar Farhadi'nin Batı'dan ödüller alan bu filmini izleyince de Türkiye ile benzerlikler kurmamak mümkün değildi. Bu, bir kesimin 'İran olacağız' korkusundan biraz daha farklı. Aslında, evet İran olabiliriz ki şu günün penceresinden bakınca Suriye olmaya daha yakınız ve belki de İran olmak daha cazip bir seçenek bile olabilir. Fakat konu bu değil. 

İran olma endişesini taşıyanların çoğu, bu karanlığın siyasi bir güçle ve devlet mekanizması sayesinde gerçekleşeceğini iddia ediyor. Fakat aslında, iki ülkede de toplumsal kesimler arasında bir fark yok. Ayrılıklar da aynı. Birbirinden uzak toplumların varlığı ve kopuşlar, gelecek için korkular türetebilir ve daha sonrasında da onarılmaz dertlere neden olabilir. Siyaset de bunun bir yerinde muhakkak vardır, faydalanır, gücünü buradan alır. Fakat, işin en başında toplum ne yaparsa kendisine yapar.

Bu filmle beraber Oscar'ın son 10 yılınd 'yabancı dilde en iyi film' ödülünü alan filmlerden beşini izlemiş oldum. En yakın zamanda diğer beşliyi de tamamlamak niyetindeyim.

Salı, Ekim 18

İstanbul'dan Esen Gaz



Bursaspor'un kendi sahasında iki puan kaybettiği, hatta rakibine oranla daha sönük bir futbol oynadığı haftada bunları yazmak biraz riskli olabilir. Fakat zaten hem konunun kendisi bir 90 dakikadan daha fazla, hem de alınacak galibiyetlerden sonra sinsice yazmaktansa böyle bir haftada konuyu öne çıkarmak daha sağlıklı.

Aslında artık Hamza Hamzaoğlu ve onun çalıştırdığı takımlar özelinde yazılar yazmaya çok hevesli değilim. Bir yerden sonra 'adamcılığa' kayıyor ve birçok işgüzarlığa neden oluyor. Fakat Galatasaray taraftarlarının çoğunun hâlâ hocaya dair taşıdığı takıntıdan kurtulamamış olması kısa bir hatırlatmayı zorunlu kılıyor. Her Bursaspor maçı öncesi, hevesle Hamza Hamzaoğlu'nun puan kaybedeceğini bekleyerek ekran başına oturanları görmek bu çatışmayı körüklüyor. Olay artık; 'iyi hoca-kötü hoca' tartışmasını geçti; yaşam tarzlarının, ekonomik sınıfların kavgası haline geldi (Aslında ilk günden beri öyleydi ama o zamanlar 'Bizim meselemiz Galatasaray' diyenlerin söylemine saygı duyuyorduk, demek ki değilmiş).

Galatasaraylıların gazına gelen Bursasporlular da ilk haftalarda bu furyaya kapılıp tartışmayı iyice ateşe vermişlerdi. 'Burası Akhisar değil' tezahüratı 2015 yazında Florya'dan Bursa'ya miras kalan, gereksiz bir dışavurumdu. Şimdi bir Bursaspor maçı izleyince aynı ateş bir daha yanar mı diye göz ucuyla tribünlere bakıyoruz. Neyse ki şu anda böyle bir tehlike gözükmüyor. Bursaspor da, çoğu Galatasaraylıyı sinirlendirecek ve tartışmanın üstünü gizlice kapattıracak şekilde ilerliyor. Şimdilik Bursaspor maçları öncesinde ve sonrasında tweet atan Galatasaraylıların sayısı azaldı. Takım, eşit üç İstanbullunun arkasından dördüncü sırada. Ligin lideri Başakşehir'e yenildiğinde gereksiz bir kriz ve telaş ortamı baş göstermişti. 10 kişi kaldıkları Gaziantespor maçı dışında şu ana kadar 'sürpriz' bir puan kaybı yaşamadılar.

O Başakşehir maçında 'Burası Akhisar değil' tezahüratlarına neden olan Merter'in de ne kadar önemli bir oyuncu olduğu Osmanlıspor maçında bir kez daha ortaya çıktı. Takımın hala açıkları ve eksikleri var. Fakar bir şekilde idare ediyorlar. Bu hafta Harun sayesinde bir puanı aldılar. Ligin ilk beş sırasında olan takımlar arasında en az gol atanı. Kadro yetersiz, kasa boş. Spikerlerin sıklıkla kullandığı "Batalla topla ilerliyor, yanında Şamil var'' cümlesi durumu özetleyebilir. Fakat takım beraber hareket etme yolunda hızla ilerliyor. Başarılı olurlar mı? Uzun maratonda işleri zor ama bir oyuncu grubunu hedefe odaklama noktasında verimli olan bir teknik adamları var. Galatasaraylılar, Bursaspor maçını izlemeyi bıraktığı zaman anlarız ki, Bursaspor iyi gidiyor. 

Bu yazı da zaten biraz onlar içindi. Bursaspor analizi yapmaya gerek yok. Fakat bu takıntılı ruh hali, bu düşmanlık hevesi bugün yarın Galatasaray'a da zarar verir, veriyor da. Skorlar alındıkça, başarı geldikçe bazı şeyler goygoya vuruluyor ve gözardı ediliyor Oyuncusuna güvendiği için suçlanan Hamzaoğlu'nun Bursaspor'da maç kaybetmesini bekleyenler, Levent Nazifoğlu'nun 'Eren - Lewa benzetmesini ayakta alkışlıyor. Bu çıldırmış ruhlardan ne kadar uzak durursak o kadar iyi; hem izlediğimiz oyundan keyif alma konusunda hem de yaşam alanlarımızı hırslı egolardan kurtarma adına....

Pazar, Ekim 16

Dead Calm



Az karakterli (3 kişi) ve dar-tek mekanlı (bir tane tekne) filmleri sevenler için ideal. Ama çok da üst düzey bir kurgu beklememek lazım. Yapım yılı 1989; yani bu film sayesinde Nicole Kidman sınıfı geçiyor ve kendini en üst ligde bulmaya başlıyor. Aslında hak ediyor da. Kendisinin güzelliğini çok beğenmesem de bu filmde en iyi şekilde kendini arz-ı endam ediyor. Billy Zane ise kendisinin en iyi, en karizmatik rollerinden birinde. Şimdilerde fotoğraflarına bakınca, saçını dökülmüş olarak görmem hem üzüyor hem de biz kel adayları için umut verici.

Cumartesi, Ekim 15

Evrenle Birleşmek


"Dağcılık, Türkiye’de inanılmaz ilgi gören bir spor değil. Kültürümüz de buna elvermiyor. Çocuk 'Ben dağa, araziye gidiyorum' dediğinde duyduğu cevap 'Otur oturduğun yerde' oluyor. 'Dersine çalış, adam ol, üniversiteye gir.' Çocuğu buna ittiriyorlar. Bunlar yanlış demiyorum. Ama doğru da değil. Dolayısıyla bizim kültürümüzde yeri de düşük. 'Otur oturduğun yerde' önemlidir bizim kültürümüzde. Ama maceracılık, hayalcilik aslında iyi bir şeydir. İnsanlığın gelişiminde de etkili olmuştur. Hayal kurmazsan güzel bir şey yapamazsın. 

Bugünün dünyasında insanlar hep konfor için yaşıyor. Ne kadar az hareket etse, ne kadar iyi araba alsa, ne kadar konforlu bir eve sahip olsa o kadar iyi. Bunların hiçbiri önemli değil. Bunlar en alt seviyede ihtiyaçların çünkü. Beslenme, yeme içme, barınma, dinlenme... Onları ilkel mağara adamı da yapıyor. Senin burada, şehirde yaptığın da çok farklı değil. Kendini gerçekleştirmek, gerçekten kendi beden ve zihin gücünle bir şeyler yapmak, işte önemli olan bu. Spor zaten bunun üzerine kurulu. Bir amacı var mı belirgin? Yok. Dağcılık da böyle. Önemli olan orada olup hakkını vererek yapmak. İnsanlar diyor ki 'Aa niye dağa gidiyorsunuz, ne kadar anlamsız!' E, sen niye şehirde duruyorsun? Senin yaşamının anlamı ne? Yaşamın zaten hiçbir anlamı yok. İnsanlar savaşıyor, birbirini öldürüyor. Hayat zaten anlamsız, en baştan baktığında. Bari içinde güzel, keyif aldığın, görkemli hissettiğin, insan olarak evrenle birleştiğin bir şey olsun."

Tunç Fındık, Socrates Ekim sayısı

Perşembe, Ekim 13

That's What I Am



Son dönemde sardığım ergen temalı filmlerden biri daha. Gerçi burada 'öğrenci tayfası' biraz daha küçük. Ergenliğin ilk günlerine girmek üzereler. Zaten belki de o yüzden tam aradığımı bulamadım. Kurgusu benim gözümde biraz eksik kaldı. Yine de izlenmeyecek bir film değil. 

Ed Harris'in en iyi filmlerinden biri değil belki ama tek başına domine ettiği ve izleyici kendisine hayran bıraktığı nadir filmlerden. Kendisi daha çok yan rollerde görürdük, ki esasında burada da böyle, ama burada filmi alıp götüren isim olmuş. Tavsiye değil ama televizyonda falan denk gelince de izlenir.


Çarşamba, Ekim 12

Yakarız Bu Gezegeni




Refet kardeşim bana kitabı getirdiğinde, çok beklentim yoktu. Hatta biraz önyargım da vardı. Yine tribün işlerine yönelik ve yeni bir şey üretmeyen; "Ah bu kitle niye böyle, içine girelim de öğrenelim" diyen kitaplardan biri olduğunu düşündüm. ,

Esasında yanılmadım da. Ama beklentimin biraz fazlasını bulduğunu söyleyebilirim. İyi bir toplama kitap diyebilirim. İnternette, başta tribündergi forumlarında yıllarca okuduğumuz, gördüğümüz bilgiler; tek bir kitapta bir arada. 

Yeni bir şey yok, çözüm yok, zaten bir sorun tanımlama veya soru sorma derdi de yok, analizler pek yok (iyi ki de yok)... Hatta oyunun ve tribünün çok içinde olan birinin bile kaçırmış olabileceği ufak bilgiler mevcut. Kitaptan çok sözlük veya ansiklopedi denilebilir. Okunmasına gerek olmayan ama kütüphaneye konulması gereken, böylece konula ilgili bir merak olduğunda (ve internet kesildiğinde) raftan indirilip bakılacak bir çalışma.

Salı, Ekim 11

Swing Vote



ABD seçimleri bizim ülkemizde nasıl bu kadar merak uyandırdı? Evet, dünyanın en önemli gücünde yaşanacak bir seçim her ülkeyi ve dünyayı etkileyecek. Orada yaşanan gelişmeleri dikkate almak gerekebilir. Fakat, İstanbul'da oturan birinin "Sanders iyi adamdı be" demesine "Ulan oyları bölüyorsunuz siz, Trump mı başkan olsun" diyenleri görmeye başladık. Sanki o kadar da değil...

Madem ortam öyle; hazır seçimler yaklaşırken izlenecek filmlerden biri. Kendisi de 2008 yapımı. Yani Obama'nın ilk seçim galibiyetinden bir kaç ay önce vizyona girdi. Çok büyük bir film değil. Zaten bir komedi filmi. Büyük beklentiler olmasın, vizyoner sözler beklemeyin ama seçim gerginliğinizi alır. Kevin Costner, ABD'nın bir kasabasında yaşayan standart bir orta yaşlı karakteri Bud'ı canlandırıyor.  Adamın tek derdi; uyumak, içmek, bara gitmek. Çok büyük beklentileri olmayan klasik bir orta Amerika insanı. 12 yaşındaki kızı Molly (Madeline Caroll) ise daha birikimli, daha duyarlı... Seçim günü yaşanan bir aksaklık; Bud'ı ABD'nin kaderini tayin edecek insan haline getiriyor.

Güzel bir komedi olsa da ABD'de dahi çok tutmamış. Okuduğum kısıtlı yorumlardan anladığım; Türkiye'de, biraz ülkenin kendi gündeminden de esinlenerek "Bir oydan ne olur diyenlere izleteceksin bunu" şeklinde yankı bulmuş. Oysa ben, partilerin; bir oy için nasıl ilkelerinden taviz verdiğini daha çok öne çıkardım. Aslında tamamen sırt çevirmeden, ilginç çıkarımlar bulmak mümkün.

Aynı zamanda 2010'da ölen Dennis Hopper'ın oynadığı son filmlerden. 

Pazartesi, Ekim 10

Adına Şarkılar Yazdım



Dankalia, coğrafi bir bölgenin adı. Fakat aynı zamanda İtalya'da müzik yapan, bizim pek bilmediğimiz bir müzik grubunun adı. Bu sene bir albüm çıkarmışlar. Albümde 10 şarkı var. Eurasian People, Blue Ghosts at the Metro gibi isimleri olan şarkıların yanında bir tanesi göze çarpıyor; Fatih Terim.

Bildiğimiz şeyler bunlarla sınırlı. Adamlar veya kadınlar; Fiorentinalı mı Milanlı mı, Türklük var mı, hatta futbol seviyorlar mı hiç bilmiyoruz. Belki sadece fonetik olarak hoşlarına gitmiştir. Sonuçta şarkıda söz yok; sadece enstrüman seslerini duyuyoruz.

"Andrea Pirlo kitabında bunları yazmış" diyerek ısıtıp ısıtıp aynı cümleyi 5 senedir önümüze koyanların pek sevmeyeceği bir şarkı... O yüzden ben sevdim.

Pazar, Ekim 9

Terre Battue



Temposu düşük olan bir film. İlgisi, merakı olmayanları sarmaz. Ama genç sporcu adaylarının nasıl bir baskıyla karşılaştıklarını güzel göstermiş diyebiliriz. Ebeveyn olmak zor mu bilemem ama insan hayatında çok kritik olduğu bir gerçek. Filmin Fransızcası Terre Battue, yani bildiğimiz toprak kort. İngilizce afişinde ise 40-Love yazıyor. Alakası çeviriler demek ki sadece Türkiye'de olmuyormuş.

Cumartesi, Ekim 8

Engel Günahlar


Kulüplerin, kurumsal iletişim kaygılarıyla taraftarlara değer vermeye çalışması bana çok samimi gelmez. Sadece Türkiye için geçerli bir durum da değil, Avrupa'da da aynı. Dünya buna evriliyor. Mesela takımına sadık bir taraftarı ödüllendirmek; bilet fiyatlarını yüksek tutmanın önüne geçebiliyor. Bir çeşit vicdan temizleme belki de. Ne kadar karşı olsam da bu sistemin değişeceğini düşünmüyorum. Çabam da yok, alıştım.

Galatasaray Kulübü'nün de engelli bir taraftarın fotoğrafından yola çıkarak benzer bir harekete girişmesi beni çok ilgilendirmedi. Fakat sonrasında yaşananlarla olayın şekli değişti. Taraftarın önce PKK sempatizanı, ardından da uyuşturucu satıcısı olduğu iddia edildi. Bu haberler ortaya çıkınca da kulübün taraftarı aramaktan vazgeçtiği söylendi. 

Bu durum da beni rahatsız etti. Eğer mesele taraftarlıksa, "Biz bir aileyiz" duygusuysa, ailenin iyisi kötüsü olmaz. Yasa dışı meseleleler devletin sorumluluğundadır. Cezasını çekerse çekmiştir, çekmemişse hesabını devlet verir. Galatasaray kulübünün üç günde bulduğu suçluyu devletin bulamaması başa bir acizlik konusu.

Sonuç olarak Galatasaray tribününde de, Galatasaray camiasında da, diğer kulüplerde de, hatta ülkenin bir çok zümresi içinde suç ve yasa dışı oluşumlarla iç içe olanlar var. Nasıl bir ayıklanma yapabilirsiniz? Sosyal medya baskısı sizi hemen vazgeçirecekse, bundan sonra bir çok hamleniz sekteye uğrayabilir. 

Son söz olursa; Galatasaray taraftarlığı birçok şeyin üstündedir. Yasalar devletin sorumluluğundadır; bir insan Galatasaraylı ise ve konu Galatasaraylılık ise; geri kalan özellikler önemli değildir.

Cuma, Ekim 7

Ghosts of Mississippi



ABD bu işleri iyi yapıyor. Geçmişini devamlı açıyor, tartışıyor. Belki bunu geç yapıyor, şova döküyor ve vicdan temizlemekten başka hiç bir işe yaramıyor ama olsun; vicdan temizlemek de erdemdir.

Benzerlerini defalarca izlediğimiz ama yine de sıkılmadan saran bir film. Alec Baldwin, belki de kişisel kariyerinin en iyi performansını sergiliyor. Ama James Woods onun da önünde. Belki de benzerlerine aşina olduğumuz filmlerin öne çıkmasında oyunculuk performansı etkilidir. 

Neyse ne; iyi film ve bunun da notu IMDB'de 7'nin altında. Her defasında buna takılmayım diyorum ama her defasında üzülüyorum. İşin ilginci; bir de 'hiçbir şeyi beğenmeyen' biz oluyoruz.

Perşembe, Ekim 6

Hayaller Saraybosna Hayatlar Yenibosna



Atanamamış Amatör Sosyologlar Yazıları | Saraybosna


Hayatın normalleştiğine şahitlik etmek çok garip bir duygu. Birkaç ay önce patlamaların olduğu, 'kalkışma'nın gerçekleştiği yerden yavaş yavaş geçiyorum. Oysa yine bir yerlerde birileri ölmekte ama normal artık bizim için. Oyunu iki taraflı oynayabilen ucuz bir ön libero tadında, bahar bahçe tarafım ağır basıyor böyle yolculuklarda nedense. Tek can sıkıntısı 'yaprak döken' taraftan bahçeye gelen 1-2 sararmış yaprak, puslu soğuk hava, rimeli akmış ve müziği 1239038. kez bırakamamış Teoman tadındaki İstanbul hâli.

Balkanlara uçan yolcuların bekleme salonları aslında hikayeciler için bulunmaz bir esin kaynağı. Koltukta bekleyenlere "Selamın aleyküm, nereden gelip nereye gidiyorsun ey yolcu" diye girince müthiş hikayeler çıkıveriyor. İstanbul transit noktası olduğu için çoğu, ABD gibi çok uluslu şirketlerden dönüş yapıyorlardı tatili bitirip. Göz göze geliyorduk, 'Ne olur savaş ve Yugoslavya muhabbeti yapmayalım' der gibi bakıyorlardı, Ama 'Ya da yap yap' diyen hınzır bir gülüş de yok değildi.

Uçağa geçiyoruz ve ben bir kez daha kendimi 'Facebook Üniversitesi Paylaşımlar Rektörlüğü Tarih ve Coğrafya Fakültesi' mezunu olarak hissediyorum. 'Kardeşim ne işimiz var Avrupa'yla Amarigayla, Balkanlar-Türki Cumhuriyetler-Afrika ...Biz kenetlendik mi, bölgenin zaten abisiyiz, Evlad-ı Fatihan..." diyesim geliyordu.

6 numaralı koltukta oturuyorum, tam önümdeki 5 sıra Business Class'tı ve kimse yoktu. Kimse seçmemişti bu değişik konforu. Daha samimi bir ortam vardı, 'halk uçağı' tadında ilerliyorduk. Sanki maçtan sonra binilen toplu taşımalar gibiydik. 'Halilagiç'i İstanbulspor'daki gibi yerinde oynatsa, ondan bir Şifo Mehmet yaratamazsın' gibi Güntekin'lere önce 'Ne diyor lan bu" denilip, sonra 'Helal olsun" diyip 'onay'lanıyordu.



Kuleden izin geliyordu ve start veriliyordu. 'Demir perde' çekiliyordu aramıza. Kimsecikler yoktu ama yine de çekiliyordu. "Show must go on" kuralı heralde. '-mış gibi yapan' insanlara olmasalar bile '-mış gibi' yapılıyordu.

Havalimanında beni taksici İsmet Abi karşılıyor. Kökeni İzmir'e dayanan çat pat Taffarel Türkçesi konuşan bir abi. Telefonunu ve ismini ekşisözlük'e yazmışlar, Baya popülermiş Türkiye'de, bana ise tesadüf denk geldi.

Stad merdivenlerinden çıkıp yeşil sahayı görünce duyulan his gibi; böyle prosedürlerden geçip, havalimanı EXIT kapısından ilk adım attığınız zamanki his. Hafif ayaz bir hava, inceden bir kömür kokusu yetti çocukluğa götürmeye. Her şey tamamdı, bu maçı alacaktık, almasak bile İstanbul'a avantajlı bir skorla dönecektik.

Hemen atıyoruz kendimizi sokaklara. Hafta içi 22:00'den sonra biraz sessizlik çöküyor buralara. Bağdat Caddesi'nin Göztepe Parkı'ndan Kadıköy'e giden kısmı gibi huzur verici bir boşluk. Bugün de ölmedim anne'nin şiir kısmı gibi başladık gözlemlere.

Yerel seçim zamanı olduğu için her yer siyasetçi reklamlarıyla dolu. 'Gündemden kaçtık, yine mi siyaset' diyecek oluyorum sonra susuyorum.



Siyasetle bu kadar iç içelik bu toprakların gerçeği galiba. 'Small Talklarda' (o neyse) seçimi soruyorum. Herkes bıkkın bir şekilde yanıtlıyor. "Aman işte, seçim, yine bir sürü vaatte bulunup hiç bir şey yapmayacak" diyor esnaf. Böyle demesine rağmen gidip X'in böğrüne böğrüne vuracak gibi de gözükmüyor. Siti Ana'nın sürekli eleştirildiği "Dünyayı evimize getiriyor" dediğimiz tüm medyalar var güya ama ıskalıyoruz gündemleri. Durumlar karışık aslında. Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan ettikten sonra Bosna-Herkes pasaportlu Sırp kökenli vatandaşlar Sırbistan Cumhuriyeti'nin Bağımsızlık Günü'nü kutlanmaya devam etsin diye referanduma gitmişler. Bu durumu kaşıyan aşırı milliyetçi partiler türemiş. Hırvat, Sırp kökenlilerin yoğun olduğu mahallelerde miting afişleri, cesur pankartlar kullanılıyormuş. 

Ne kadar tanıdık. Yoldan, sudan, metrodan bahseden yok. Varsa yoksa din-köken-etnik...

Yol-su demişken... Bizim çeşme/sebil kültürü devam etmekte. Mis gibi, buz gibi su. Miras gibi miras. Tramway ise Avrupa'nın ilk tramwayı imiş. Dediklerine göre Avusturya-Macaristan imparatoru 'Ulan şimdi bunu Avusturya'nın göbeğine yaparız, bozulur falan elaleme güldürmeyelim kendimizi. Pilot bir vilayet bulalım, yap-işlet-devret modeliyle kuralım' deyip yaptırıvermiş. O günden beri tıkır tıkır işliyor.



Sabah oluyor ve Eminönü Meydanı'nda uyanıyorum sanki. Güvercinler, çocuklar, koşturanlar, somon kokusu, yeni açılan dükkan kepenk sesleri... Kısa bir semt turu, turist gezimizi bitirdikten sonra yine esnaf ziyaretlerime devam ediyorum. "Selamın aleyküm, nasıl işler" diye bombayı bırakıp, "Nato'nun Allah belasını versin" ile noktalıyoruz. Bira muhabbeti açılıyor, "Biz bu kadar ucuza içemiyoruz" diyorum, "Gece 22:00'den sonra satış yok, siyah poşetlerde taşıyoruz gizli gizli" diyorum; Beni oranın yerel bira üreticisi Sarajevska'nın fabrikasına yönlendiriyor. "Hem müzesini gezersiniz, çıkışta da bir şişe bira ikramları olur restaurantlarında" diyorlar ve dünya 1 dakikalığına güzelleşiyor.




Hemen o hastalığım nüksediyor ve aynısını neden İstanbul'da yok diyorum. Buna benzer bir oluşum var Bomonti'de ama bu tarz değil. Neyse 5 TL karşılığında müzemizi gezip, bedava biramızı yudumlayıp yollara düşüyoruz. Mostar'a akılacak belli. "Ne kadar uzaklıkta" diyenlere "Kocaeli kadar" diyorum ve yine koparmıyorum İstanbul'dan.

Yol gibi yol. Dağlar, bayırlar, ovalar aşılıyor. Ufak ufak buralı oluyoruz, nehir üzerinde evler var, 15.000 liraya alıp yüzen ev yapabiliyormuşsun, 'Yaşanır be' diyorsun, su 10 dereceymiş ve Mostar'a ulaşıyoruz.

Ve beni 90'lara götüren o levha ile karşılaşıyorum.



1.000.000 Dolar hibe etmiş Türkiye. Oysa sağlam para toplanmıştı. Gündem - Erbakan- Mercümek -Bosna paraları - Boliç - Baliç - Nejat Biyediç- Timsah yürüyüşü...

Bilinçaltı temizleniyor azıcık. Sırplar karşı tepeye kocaman bir haç dikmiş, kilise yapmışlar. Her yerden görünebilsin hesabı. 'Kaybettiğin toprakları her gün gör istedim' gibi bir muhabbet. Mostar'da hiç afiş göremiyorum. Meğerse oranın yönetimi farklı olduğu için oranın YSK'sı iptal etmiş seçimleri. Seçim olmayacakmış. Mostar'lılar da durur mu yapıştırmış cevabı (cevabı oranın köftesi bu arada), kocaman bir pankart yapmışlar cafe tepesine:



"Unutma ama affet" 

Bunu sordum bir kaç kişiye, maksat yazı olsun diyorlar. Bir nevi 'Baltalarımızı gömdük ama yerlerini unutmadık' durumu.

Aşk acısı yaşayan bir arkadaşın kafasını dağıtmak için konu değişip, olmadık zamanda 'O da burada yerdi, o da buna gülerdi' muhabbeti gibi 90'ların konusu hep açılıyor.

Son gün eski bir dostu ziyaret ediyoruz. Sanki masada Ercan Taner-Tansu Polatkan falan oturuyor gibime geliyor. Galatasaray'ın gol kralı Tarık Hodzic'in köftecisi. Şansıma o da orada. Köftelerde ve kendisinde o sıcaklığı bulamasam da yine de mekan güzel. Galiba ilgiden ve yapılan aynı muhabbetlerden yılmış gibi. Ziyaretçi defterinde Fenerbahçe-Galatasaray rekabetini iliklerine kadar hissetmek mümkün. 'Abi ben Şekerbegoviç - Halilagiç tarafındayım' diye trollü girişim bile ısıtmamıştı ortamı.

Kısa süreli konukluk bitiyor ve dönüşe geçiyoruz. Havada beni Dünya Kupası'ndan 3.dönen milli takımı karşılayan F-16 misali "Şafaklar" karşılıyor. 



Türkçe Rock'ın altın yıllarını yaşadığı dönemde lisede müteyeddin bir arkadaş Deli Kızım Uyan şarkısı açıkça şirk koşuyor diye Şebocuları kızdırıp Özlem Tekin'ci oluyordu. Oysa aynı Şebo bir kaç sene sonra "Hani o güneşin batışı, bizi Tanrı'ya inandırışı" deyip durumu 1-1 yapıyordu. Ama o gol sayılmıyordu, çünkü 'Tanrı' diyordu ve yine göze giremiyordu. Hayko Cepkin gibi Demedim mi cover'ı yaparsa belki göze girebilirdi.

İki yabancı şarkısını doğrular gibi bu mucize görüntü sayesinde iki ateist yolcu "Ulan bi güç var ama yani ne bileyim" dedi, 4 deist seccade talebinde bulundu. Tehlikeli sulardan uzaklaşıp bitirelim madem.

Yola çıkmalı, durup eşyayı dinlemekten iyidir yola çıkmak...

Yazan: Refet

Çarşamba, Ekim 5

White Squall



Türk televizyonlarında zamanında sıkça gösterilen filmlerden biriydi. Ben o zamanlarda çokça denk geldim ama oturup da tamamını izlemek nasip olmamıştı. Belki o zaman daha duygusal bir bakış açısıyla değerlendirirdim. Şimdi çok net bir zihinle, çok sevdiğim bir film olduğuna kanaat getirdim. 

IMDB'nin bilgi bankasına çok güveniyorum; o nedenle girmeden edemiyorum ama böyle filmlere 6.6 gibi bir not görünce insnalığa olan güvenim biraz daha sarsılıyor. Hangi filmlere ne notlar veriliyor oysa...

Biraz Lord of the Files (o filmden Balthazar Getty de burada), biraz Das Boot, biraz Dead Poets Society... Şahane film. Gerçek hikaye. Hem son dönemde kendimi verdiğim ergen filmlerinden, hem aynı zamanda yol filmi. Tavsiye edilir.

Salı, Ekim 4

Avrupa'da Olmaz


Avrupa'da tribün olayları olmaz. Onlar medenidir. Rakip taraftarlar hep beraber aynı tribünde maç izlerler, kimse kalkıp da gıkını çıkarmaz. 

Hollanda Ligi'nde Willem taraftarları kendi tribünlerindeki Feyenoord taraftarlarını linç edip, sonra da tribünden aşağıya atıyor.

Böyle fırsatları kaçırmamaya çalışıyorum. Medeni Avrupa'nın her zaman bu topraklara ders verdiğini düşünen ezberci zihinlere karşı bir örneğimiz olursa değerlendiririz. İnsanın hamuru çoğu yerde aynıdır; Avrupa'nın yasalarını uygulama kararlılığını övebiliriz. Büyük ihtimalle bu olayda da bir yaptırım olacak. Fakat şiddet, ırkçılık, ayrımcılık, sadece belli bir bölgeye ait bir durum değil.