abd etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
abd etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Eylül 15

Moby Dick


Moby Dick, adını yıllarca popüler kültürde duyduğum bir romandı. Bir klasik olduğunu biliyor, daha çok ergenlikte tavsiye edildiğini duyuyordum. Belki de bu nedenden dolayı okumayı ertelemiştim. Geçtiğimiz ay elime geçince okudum.

Hem romanı hem de ardından roman hakkındaki yorumları okuduktan sonra çok şaşırdım. Hatta romanın kendisi beni yorumlardaki zıtlıklar kadar şaşırtmadı. Oysa 1800'lü yıllarda yazılan ve okyanus (doğa) arka planlı birçok roman gibiydi. Heyecanlı, hayal kurduran ama günümüzle kıyaslayınca roman türünün emekleme dönemi olduğu için basit... Zaten beklediğim de az çok buydu.

Fakat yorumlar beni çok şaşırttı. Aslında ABD tarihinde çok sevildiğini biliyordum. Adına şarkılar bile yapılmıştı. Eh; ABD'liler de böylesine sahiplendikleri işleri çok parlatırlar. Bir de mesela, orada her okul çağı çocuğa okutuluyorsa, insanların zihninde ve geleceğinde romanın ve satırların yer etmesi doğaldır.

Bunlar şaşırdığım noktalar değildi. Fakat sanki romana gerekenden fazla övgü düzebilmek adına birçok alt metinden bahsedilmiş. Metaforlar, aslında yazarın ne anlatmak istediği, kapitalizm, diktatörlük gibi kavramlarla doldurulmuş yorumlara denk geldim. Normalde bu tip okumaları severim. Aklıma yatmasa da ilgiyle okurum. Hatta bazen sonrasında kitaba veya filme bir daha dönerim. Fakat bu seferkiler çok zorlama geldi.

Melville bu amaçları kast ederek mi yazdı bilmiyorum. Fakat eğer öyleyse de bu amaç bana hiç ulaşmadı. Bu kadar gizli saklı olması gerekir miydi?

Zaten bence amaç da o kavramlar üzerinden bir olay kurgulamak değildi. Tabi ki metnin içinde dini motifler, bazı göndermeler, ırkçılık detayı, belki eşcinsellik gibi unsurlar bulunabilir. Fakat bunlar da çok gizli kapaklı değildi zaten. Yani; metafor düzeyine indirgenip görülmeyeni incelemek gibi çabalar bana biraz zorlama geldi.

Öte yandan denizciliği, balıkçılığı, doğayı, insan psikolojisi, hırsı, rekabeti iyi anlatan bir eser olduğunu kabul ediyorum. Aklıma Victor Hugo'nun Deniz İşçileri geldi. Tabi ki ustanın romanı çok üst seviyedeydi. Fakat Moby Dick de okul çağı çocuklarına okutmak için ideal bir romandı. 

Öte yandan Moby Dick'in bu kadar övülmesini ve abartılı misyonlar yüklenmene anlam veremezken bir yandan da negatif yorumlar çıktı karşıma. Birçok Türk okuyucu, kitabı zor okuduğundan, hatta yarıda bıraktığından bahsediyordu. Çok şaşırdım. Tam aksine, benim en kolay okuduğum kitaplardan biriydi. Yine bir Hugo benzetmesi yapayım; yazarın zaman zaman olay akışından çıkıp denizcilik ve balıkçılıkla ilgili teknik bilgiler vermesi insanları sıkmış olabilir. Bence tam tersiydi ama yine de oralar biraz kopukluk yaratmış olabilir. Ama Hugo'nun kitaplarında olay akışına verilen bu 'ara'lar 15-20 sayfa sürerken, burada 2-3 sayfada hikayeye geri dönüyorduk. Yani daha makuldü. Öte yandan dil de ağdalı değildi. İnsanların böyle bir kitabı, zor okuduğunu iddia etmesi beni biraz şaşırttı.

Tabi kitabın ne şartlarda okunduğu da önemli. Zira ABD'de olduğu gibi Türkiye'de de zaman zaman okullarda ödev olarak veriliyor. Zamanında ben de Çalıkuşu ile böyle bir deneyim yaşamış ve zor bitirdiği romanın ardından uzun bir süre (yıllarca) bir daha kitap okumamıştım. Belki Moby Dick'e de böyle bir ortamda dek gelindiyse, soğukluk kapılmış olabilir.

Sonuç olarak sanırım Moby Dick; tam bir ABD! Seveni çok seviyor, sevmeyeni hiç sevmiyor. Ben ise ortada kaldım. Daha iyileri var ama bu da kötü değil. Bir de ben genel olarak hırs, rekabet, intikam gibi duyguların başrolde olduğu eserleri severim. Mesela Ezel... Tabi Ahab, bir Ezel değil. Zira akıl oyunları çok az. Zaten Melville de Hugo değil...

Neyse en azından ABD dizilerindeki bazı göndermeleri artık daha net anlayabileceğim...

Çarşamba, Eylül 13

Son Şeyler Ülkesinde


Distopyalar da ütopyalar da bilimkurgular da her zaman yaşadığımız gerçekliğin izlerinden ilerler. Ne kadar uç ve farklı olsalar da okuduğumuz veya izlediğimiz o eserler sona erdiğinde bir kıyas yapmanız gerekir. Elinizdeki tek referans da gerçektir. Sadece izleyici için değil, yazar yola çıkarken de buralardan esinlenir. El mahkumdur; gerçeğe bağlı kalmasa bile gerçekle arasında ince veya kalın bir bağ vardır...

Dünyadaki tüm canlıların yok olduğu distopik bir mekanda bile o yok oluşa neden olan olaylar yaşadığımız dünyadan mirastır. Ütopik kurgular ve en büyük rüyalar da daha önce attığımız hazlardan esinlenmiştir. Hatta zaten bu benzerlikleri yakalamamız gerekir ki, izlediğimiz şeyin ileride gerçeğe dönüşme ihtimali bizi korkutsun veya umutlandırsın.

Şimdi tüm bunları kabullenip, distopik bir eser hakkında, "gerçekle bağlantısı var" dememiz abes kaçabilir. Zaten olan bu. Fakat bu sefer o benzerlik o kadar paralel ki; tam da bu yüzden Paul Auster'în Son Şeyler Ülkesinde'si, çok korkutucu ve çok hüzünlü.

Children of Men veya I am Legend... Veya diğerleri ve daha fazlası... Bunlar muhteşemdir. Sizleri şaşırtabilir, korkutabilir, endişelendirebilir. Fakat film bitip ışıkları açtığınızda karşılaştığınız manzara, sizi ayıltır. Rahatlatır. Dünya halen devam etmektedir.

Son Şeyler Ülkesinde'yi okuduktan sonra ise etkisinden kurtulmak zor oluyor. En azından ben çıkamadım halen. Zira ışıkları açtığınızda kitap devam ediyor gözlerinizin önünde...

Yoksullar, evsizler, sokaklarda koşanlar, yozlaşan insanlar, yaşananları sona erdirmeye gücü yetmediğini kabul edip akışına bırakan bürokrasi, buna rağmen halkı bir savaş tehlikesine inandırıp yapımı 100 yıl sürecek bir duvar yapıp inşa eden hükümet, intihar edenler, sevgililer, dünya batarken dahi bilgi peşinde koşarak hayata tutunan entelektüeller, cinselliği arka plana atarak sadece piramidin en altıyla ilgilenmek zorunda kalanlar, buna rağmen artan tecavüzler ve tabi ki yıkık binalar... 

Kitabın her bir sayfasında bunlar var. Peki şu an yaşadığınız şehrin hangisinde bunlar yok? Bu kitabın adı "Son Şeyler Ülkesinde" ise, sizin yaşadığınız yerin bir son şeyler yeri olmadığını nasıl anlatabilirsiniz?

"İnsanlar burada her şey hakkında konuşurlar, özellikle de hakkında hiçbir şey bilmedikleri şeyler hakkında. Beni en çok etkileyen her şeyin yok olması değil, var olmaya devam eden bu kadar fazla şey. Bir dünyanın yok olması uzun zaman alıyor, sandığından çok daha fazla... Yaşamlar yaşanmaya devam ediyor ve her birimiz kendi küçük acıklı hikayemizin tanığı olarak kalıyoruz. Artık okulların olmadığı doğru; en son sinemanın 5 sene önce gösterildiği doğru; şarap o kadar azaldı ki artık sadece zenginlerin ulaşabildiği de doğru."

Kitabın anlatıcısı Anna Blume adındaki 19 yaşındaki bir kız. Onun 19 yaşındaki bir genç kız olduğunu anlamamız mümkün değildi, eğer kendisi belirtmeseydi. Belli ki yaşadıkları ve gördükleri onu fazlasıyla yaşlandırmış ve olgunlaştırmıştı. Geçmişinden bahsederken, çok uzak yılları anlatırmış gibiydi, asi ve hoyrat olduğu o eski güzel günlerden bahsediyor mesela. Büyük ihtimalle 4-5 sene öncesi ama onun için çok daha fazlası. Normalden çok daha bulanık...

Blume, kaybolan erkek kardeşini bulmak için bir şehre geliyor ve devamında o da şehirde tutsak kalıyor. İşte Son Şeyler Ülkesi böyle bir yer. Anna Blume, sanırım çok yakın bir arkadaşına (veya başka bir kardeşi de olabilir) yazdığı mektuplarla bize o ülkeyi tasvir ediyor. Adı hiç geçmiyor ama o kadar New York ki... Biraz da İstanbul. Biraz da başka şehirler, başka metropoller.

Hatta belki de Oslo. Kitapta yukarıdaki alıntı gibi çok fazla vurgu varken, insanın aklına ister istemez Verdens Verste Menneske geliyor.  Ne diyordu Aksel orada Julie'ye:

"Benim büyüdüğüm dünya yok olup gitti....

....Ve şimdi elimde bir tek bunlar kaldı. Kimsenin umurunda olmayan aptalca ve boş şeyler hakkında bir yığın bilgi ve anı... Geçmişe tapmaya başladım… Çünkü artık geleceğim yok, bu hissettiğim nostalji bile değil… Sadece ölüm korkusu…"

Dünyanın her yerinde aynı hisler var son 40 senedir. 

Yazarın daha önce bazı kitaplarını okumuştum. Sene 2011-2012 civarıydı. Hangileriydi acaba? Unuttum gitti. Onun iyi bir yazar olduğunu çok net hatırlıyordum. Biraz da umut aşılayan biriydi sanki. Son Şeyler Ülkesinde de isminden ve muhteşem kapağından dolayı ağır bir karanlığı okuyacağımı biliyordum ama aklımda kalan Auster algısı nedeniyle ardından ışığı göreceğimizi tahmin etmiştim. Fakat öyle olmadı. Yavaş yavaş kaybolan her şey ve kaybolan kent gibi, kitap da Blume'un mektupları da aynı bulantıyla sona erdi.

"Şimdi her şey öyle hızlı olup bitiyor ki ayak uyduramıyorum. Senin anlamanı beklemiyorum. Sen bunları görmedin, istesen de düşleyemezsin. Son şeyler bunlar. Bir gün bir ev görüyorsun, ertesi gün bir bakıyorsun o ev yok olmuş. Bir gün önce geçtiğin sokak da yok oluyor bir gün sonra. Hava bile sürekli değişiklik gösteriyor. Günlük güneşlik bir günün ardından yağmur bastırıyor, karlı bir günün arkasından sisli bir gün yaşanıyor, bir sıcak, bir soğuk, bir gün rüzgarlı bir gün sakin, derken birkaç gün korkunç ayaz oluyor.... Bir an için gözünü yumsan, arkana donup başka bir yana baksan, önünde duran şeyin ansızın kaybolduğunu görüyorsun. Hiçbir şey kalıcı değil; kafalardaki düşünceler bile. Kaybolanı aramaya kalkışarak boşuna zaman harcamamak gerek. herhangi bir şey bir kere kayboldu mu, gitti gider. "

"Azalarak bitmek" deyiminin yazıya dökülmüş hali gibiydi. Bir 21. yüzyıl tasviri diyebilir miyiz? Öyle olsa da olmasa da yazarın bu kitabı 1987 yılında yazması ilginç geliyor. İnsanın aklına 1984 düşüyor. Bence 1984 distopik bir kitap değil, tam olarak bir tasvirdi. Neyse o ayrı konu. Fakat iyi bir fotoğraf çekmişti Orwell yıllar öncesinden. İşte tam da bu noktada; 1984 ve Son Şeyler Ülkesinde sanki bir bayrak yarışı atletleri gibi sıralanıyorlar.

Orwell, 1984'ü 1949'da yazmıştı.  Esas 1984 geldiğinde oluşan tablo, 1949'da tahmin edilene çok yakındı. En azından dünyanın bir tarafında. Fakat artık yeni bir çağ, yeni bir dünya bizi bekliyordu. Sanki bu nedenle 1984'e yakın bir zamanda da Auster bu kitabı yazmıştı. Yeni bir fotoğraf ihtiyacı vardı. Fakat onun 1984'ü ne zaman bilemiyoruz? 2023 benziyor ama tam değil. 2053, 2073... Hangisi?

Önemli mi? Bilemiyorum. Sanırım değil. O zamanı bilmekten ve görmekten daha önemli bir şey var, o da bu zamanı yaşamak:

"Fakat bizim yaşamdan kastımız bu mudur? Her şeyin birer birer yok olmasına izin vermek, sonra da ne olacak diye bakmak. Belki de bu soruların en ilginci: Hiçbir şey olmadığı zaman ne olacağını görmek; ve bu durumda hayatta kalıp kalamayacağımızı..."

Ben bilmiyorum yukarıdaki sorunun doğru cevabını. Yaşamdan kastımız nedir? Yaşıyoruz işte... Kaybolan bir dünyanın içinde yaşıyoruz.

Yukarıdaki alıntı, henüz kitabın ilk sayfalarındaydı. Sonrasında Anna, aşkı da buldu o karanlık kentte. Gerçi o da kayboldu trajik bir şekilde. Fakat romanın en beyaz sayfalarıydı onlar. Anna, aşkını koruyabilseydi (onun bir hatası yoktu), belki de o mektupları daha farklı yazacaktı. Belki de karşımıza pembe kapaklı romantik bir roman çıkacaktı. Bugün raflarda olanlar gibi...

Öyleyse, tekrar yukarıdaki soruya dönüyorum. Zaten sık sık sık dönüyorum son günlerde. Zira hayatımda bu kadar etkileyen çok az roman olmuştur. Haliyle devamlı döndürüyor beni bu soruya. Ve en sonunda şöyle diyorum:

Bizim yaşamdan kastımız sadece aşktan ibarettir. Aşkla anlam kazanır. Her şeyin birer birer yok olurken, sonra ne olacağını düşünmeden yaşamak. Belki de bu soruların en korkuncu: Aşk bittiği zaman ne olacağını görmek ve bu durumda hayatta kalabilecek güce sahip olup olamayacağımız...

Ey Aksel; acaba okudun mu sen bu romanı? Bence okudun:

"Aklın karışıyor, beynin bir batağa saplanıp kalıyor. Çevrendeki her şey peş peşe değişiyor, her gün yeni bir çalkantıya karışıyor, eski görüşler, eski inançlar geçerliliğini kaybediyor. Açmazımız bu. İnsan bir yandan sağ kalmak, uyum sağlamak, içinde bulunduğu koşullar altında olabildiğince iyi yaşamak istiyor, öte yandan bunu başarmak için bir zamanlar kendine insan adını layık görmesini sağlayan niteliklerin tümünden sıyrılması gerektiğini görüyor. Yaşayabilmek için benliğini öldürmek zorundasın. Pes edenlerin sayısının böylesine yüksek olmasının nedeni bu. Biliyorlar, çünkü ne kadar çabalarsa çabalasınlar, kaybetmeye mahkûmlar. İş o noktaya gelince çabalamanın da anlamı kalmıyor elbette"



Bir dip not. Kitabın tüm kaotik yapısında beni güldüren bir tasvir vardı. Koşu gruplarından bahsediyordu Auster. Şehir yok olurken, kendilerini hırpalarcasına koşuıp, önlerine çıkan her şeyi görmezden gelerek devam eden koşucular. Adeta western filmlerindeki bufalo sürüleri gibi tasvir etmişti Auster. Demek ki New York da böyleymiş. Son yıllarda Caddebostan gibi yerlerde yaşayanlar bunları çok yakından görüyor. Ben bir Umut Sarıkaya karikatürü gibi görüyordum onları. Paul Auster romanında çıktılar. Bu da, içeriğinden bağımsız (distopik bir romanın ürkütücü grubu), onlar için gurur verici olsa gerek...

Çarşamba, Mayıs 24

Night on Earth


Bu tarz filmleri seviyorum. Dünyanın çeşitli noktalarına dikiz. Bazen arka planda bir olay olur, bazen de hiçbir şey olmaz. Mesela One Day in Europe, bir Şampiyonlar Ligi finali esnasında Avrupa'da yaşananları konu alırdı. 1991 yapımı Night on Earth'te öyle bir olaya gerek yok. Tamamen doğal ve sıradan geceler...

Jim Jarmush'un sekiz günde yazdığı senaryonun ilk bölümü Los Angeles'ta başlıyor. 1991'de sevimliliğin zirvesinde olan (henüz 19 yaşında) Winona Ryder, sert mahallenin kızı olarak direksiyonda. Yine fazlasıyla sevimli. Sertleşmeye çalışsa da olmuyor. Sonunda da bir tamirci olma hayali nedeniyle ünlü bir oyuncu olmayı reddediyor. Fena başlamıyor film.

 

Daha sonra New York'a gidiyoruz. Kendi ülkesinde bir palyaço olan Doğu Alman göçmeni Helmut, ABD'nin yerlisi ama ezileni olan bir Afroamerikalıyı (ten rengi sebebiyle tüm taksiler onu pas geçmişken) arabasına alıyor. İşin hüzünlü tarafı hayatını sürdürmek için dilini bile iyi bilmediği bir ülkeye gelen Doğu Alman'ın, esas olarak araba kullanmayı beceremesiydi. Onu belki de en iyi New York filmleriyle kariyer inşa etmiş İtalyan asıllı aktör Giancarlo Esposito'nun canlandırdığı YoYo anlardı. Direksiyona da o geçiyor bir yerden sonra.  Bir yerden sonra üzülerek izliyoruz ama sonunda dayanışmanın ne kadar önemli olduğunu hissediyoruz... O nedenle favori iki bölümümden biri...



Daha sonra Paris'e geçiyoruz. Önce Kamerunlu müşterilerinin ırkçılığına maruz kalan Fildişili şoför (adını bilediğimiz tek şoför), bu sefer kör bir Fransızı alıyor arabasına. Bu sayede hayatının en büyük aydınlanmalarından ve şoklarından birini aynı anda yaşıyor. Ayrımcılığın sadece ırk ve milliyet üzerinde sınırlı almadığını anlıyor. Filmin politik unsurları en keskinleşen bölümü burası bence. Diyaloglar da şahane... New York ile diğer favorim...


Ardından Roma'ya uzanıyoruz. İtalya'nın çomarı; çocukluğunda balkabağına, ergenliğinde köydeki koyunlara, gençliğinde de yengesine hallenen şoförümüz, günah çıkarma işlemini bir kiliseye gitmek yerine arabasına binen rahip sayesinde kısa yoldan halletmeye çalışıyor. Tabi ki pek başarılı olamıyor. Diğerlerine göre daha hareketli, gürültülü ve biraz daha esprili duruyor...


Sonra Helsinki'ye uzanıyoruz. Bence en zayıf olan kısım burası. Fakat öyle bir bitiyor ki; hüzünle ayrılıyoruz koltuktan. 

1.5 saat içinde dünyayı dolaşıp türlü türlü insan tanıdıktan sonra elimizde kalan en güçlü duygu hüzündü. Ve bu hüzün; bana dünyada ne kadar yalnız olduğumuzu hissettirdi. Belki son dönemde yaşadıklarımızdan dolayıydı, belki de filmin esas vurgusu buydu. Gerçi Helsinki; yalnızlık hissi için en ideal mekan olabilirdi ve yönetmen orayı sona bıraktığına göre bir bildiği vardı. Zaten Jarmush'un tarzına da uyar.

Fakat bu tip filmleri ne kadar çok sevsem de ben bu sefer .çok hoş ayrılmadım. Zira benim gibi toplumcu birisinin, bu tarz 'çoklu' içeriklerden beklentisi daha bütünleştirici hissiyatlar uyandırmasdır. Ya film ya da ben bunu ıskaladık bir yerde.

Öte yandan dünyaca ünlü oyuncularımızın performansları çok iyiydi. Adeta kafa patlatan bir şekilde ara vermeden konuşan Roberto Benghini'nin, senaryo metninde herhangi bir repliği olmadan tamamen doğaçlama oynadığını öğrenmem onu bir adım öne çıkardı. Üstelik taksinin hızlı ve artistlik kullanıldığı sahneleri önce bir dublorün denemesi ve başarısız olması, ardından da Benghini'nin bunu başarması filmle ilgili öğrendiğim ilginç notlardan biriydi.

Hemen hemen taksilerde geçen bir film için kaliteli bir yönetmenlik ve kamere kullanımı mevcuttu. Burada da görüntü yönetmeni Frederick Elmes öne çıkıyor. Öte yandan iki paragraf önce olumsuz cümlelere kullanmış olsam da bir sosyoloji meraklısı olarak bu beş şehrin, beş ülkenin ve beş toplumun fotoğrafının bu kadar net çekilmesi de takdirlikti. 

Yine de bizim beş şehir daha güzeldi.

Salı, Mart 28

Captain Fantastic

Captain Fantastic gibi filmler, bizim gibi arada kalmışlar için çok değerlidir.

Önce bizim kim olduğumuzdan başlayalım. Modern dünyaya uyum sağlamakta zorlanan, buradaki yaşantının ömrü tüketen bir zehir olduğunu fark eden fakat alternatif bir yaşam modeline girmek için ne cesareti ne de pratiği olan kimseler...

Bizler belki tarihin değil ama coğrafyanın ortanca çocuklarıyız. Şehirlere sıkıştık, köylerden bihaberiz. Arada kalmışız. Kendimizi de ancak bu tarz filmlerle tatmin ediyoruz. Zaman zaman tatminin ötesine geçip, o filmlerden ilham da kapıyoruz. İlhamın sonucunda doğaya dönmüyoruz belki ama buradaki yaşantımızı tüketim çılgınlığına daha az kapılarak modelliyoruz. Gerçi o adımlar bile kabul görmüyor genel yapıda. Bazen "cimri-pinti", bazen "aykırı" olarak tanımlanıp dışlanıyoruz. Öte yandan bir inekten süt sağmasını bile beceremeyecek noktadayız. Şehirde takım elbise giyen güçlü özgüvenli ama gerçek dünyadan, yaşamdan, insandan bihaber CEO'ların küçümsediği, köyde üniversite okumamış köylünün yanında cahil kalan bir modeliz. Yani Almanya'da Türk, Türkiye'de Alman olan gurbetçiler gibiyiz.

Haliyle Captain Fantastic gibi bir bir filmin bizim için çok iyi çıkması gerekiyordu. Bizi tatmin etmeliydi. Her anlamda kusursuz olmalıydı. Ne yazık ki olmadı. Filmin sonunda da bir ilham dalgasına kapılamadık. Hatta daha da kötüsü; en sonunda mutlu bir şarkı eşliğinde yenilmiş ve kayıpları olan bir aile de izledik. Tam tersi oldu belki de...

Filmi anlatmayacağım, izleyenler biliyordur. O nedenle biraz ortadan girmekte sıkıntı görmüyorum. 

Captain Fantastic'teki alternatif yaşam modelinin çok sert olduğunu kabul etmek gerek. Eski anarşistlerden Ben ve hiç görmediğimiz karısının ailesi için kurduğu sistem, basit bir "doğaya dönüş"ten çok daha fazlası. Çok zorlayıcı. Çok sert. Haliyle o sistemin ürünleri olan çocukların da çok sağlıklı olmadığını görüyoruz.

Yine de her filmin bir sonu, sonucu vardır. Bizim sonda aldığımız mesaj, tüm hikayenin ana fikrini oluşturur. Burada da modern yaşama bir övgü sunulmasa da, ona yenilmenin kaçınılmaz olduğu vurgulanıyor gibiydi. Haliyle Captain Fantastic, benden geçer not alamadı. Bir 'karşıt' beklerken, uzlaşma ile kapattık kamerayı...

Üstelik sanki bu uzlaşmadan yönetmen ve senarist Matt Ross da rahatsız gibiydi. Kendisinin daha önceki işlerini izlemedim ama benzer konuları işlemiş. Hatta çocukluğunda da 'alternatif' bir yaşamı deneyimlemiş. Yani olayın farkında. Fakat yine de hikayedeki uzlaşmayı, duygusal nedenlerle yedirmeye çalışıp Viggo Mortensen'in oyunculuğuna yüklemiş. Eşini kaybeden bir adam. Çocuklarını seven ve onlar için ilkelerinden vazgeçebilen bir baba. Taraflardan biri buysa, yani içimizden birisi olan duygusal bir adamda, kimse de bu uzlaşmaya karşı çıkamaz.

Tam da bu noktada; "Peki karakterler daha farklı olsaydı bu ütopik filmi nasıl izlerdik" sorusunu sormadan edemiyoruz. Yani mesela sağlıklı bir eş ve belki daha az çocuk... O zaman ikinci yarı değişir miydi?

Filmin temposu ve sinematografisi de çok güçlü değildi açıkçası. Buna rağmen bir bağımsız film olarak Sundance ve Cannes'da dikkat çekmeyi başarmış. 60 yaşında halen karizmatik duran Viggo Mortensen de Oscar'a aday olmuştu. İlginçtir; geçildiği isim Casey Affleck ve Manchester by Sea'ydi. O filmi halen izleyemedim (içimde yaradır) ama az çok konusunu biliyorum ve bir anlamda hakkında "aynı soruna başka bir bakış" diyebileceğimizi tahmin ediyorum.

Öte yandan bizim öznel nedenlerden dolayı Captain Fantastic'e girme konusunda problemlerimiz oldu tabi. Bir yandan deprem, bir yanda seçim... Türkiye'de sıradan bir insanın sıradan meseleleri, hayatta kalma ve var olma sorunları ile eşdeğer. O nedenle daha çok "doğru model hangisi" tarzı bir soruya aranan yanıt, ilk anda bizi çok fazla çağırmıyor. Kendi hayatımızdaki pratiklere dair yanıtlar arıyoruz. Ütopik modeller sonradan gelir gündeme.

Aslında filmin sonundaki uzlaşma, toplumcu biri olarak beni mest etmeliydi. Evet doğaya ve esas (ilk) insani değerlere sırtımızı dönmemeliyiz ama diğer yandan toplumdan uzaklaşmak da benim kabul edebileceğim bir durum değil. Ben ve ailesinin, toplumsal yaşamı bir distopya olarak kodlaması ve onunla asgari düzeyde temas kurması yaşam modellerinin merkezinde yer alıyor. Böylece Ben ve eşinin verdiği akademik ve sportif eğitim; çocuklarına hiçbir haz getirmiyor. Rus edebiyatına hakimler ama herhangi bir arkadaşına "En sevdiğin Dostoyevski romanı hangisi" sorusunu bile soramıyorlar. Muhteşem bir fiziksel güçleri ve kondisyonları var ama herhangi bir sportif rekabete girip yarışamıyorlar. Birinci olamıyorlar, yenilmiyorlar. Karşı cinsle konuşurken de çuvallıyorlar. Böyle bir tablo da hoş değil ve açıkçası filmin sonunda bu aykırı bireylerin toplumla uzlaşabilmesi gözümüze hoş gözükmeliydi

Fakat tam da bu zamanlarda; toplumla uzlaşmaya çalışırken dışlanan ve artık yorulan bir grup insan olarak (tahminim ülkenin yüzde 20'si; ama yarısı da değil) artık yavaş yavaş toplumsal hayattan uzaklaşmanın ütopik hayallerini kurarken, bu uzlaşma çabasını izlemek bana iyi gelmedi.

Tabi bu da filme değil, bize ait bir sorun. Adamlar Türkiye'yi ve Türkiye toplumunu düşünecek değil. Hatta direkt ABD üzerinden okumak gerekir. Filmin 2016 yapımı olduğunu ve Trump'ın başkan adaylığı ve seçim zaferi esnasında çekildiğini hatırlamak lazım.

Öte yandan kendimize iye mesajlar alacaksak, Captain Fantastic'te evlatlarını tek bir stille yetiştirmeye çalışan, dışarıyı düşman gibi gören, dışarıdan saldırı geleceğine inanan ve altındakilere bunu inandıran, bu nedenle kendisinin sorgulanmasına izin vermeyen ve buna kızan, kapalı ve tek bir liderin en sonunda devrildiğini, devrilmese de halkın isteklerine boyun eğdiğini görüyoruz. Tabi orada devreye aile bağı ve evlat sevgisi giriyor ve metaforumuz yine tıkanıyor.

Tabi Captain Fantastic'ten ne kadar negatif cümlelerle bahsetsek de; konusuyla, metaforuyla, atmosferiyle; bizim filmimiz. Yani sonuçta bunlar gerçek sinema; bir Captain America değil. Son dönemin popüler işleri Marvel filmleri sinema aşkımızı düşürüp sinema platformlarını domine edince, Captain Fantastic gibi örnekler çöldeki vaha gibi oluyor. Tam da bu noktada Captain Fantastic'ten çok daha iyisi olan Walkabout'u yeniden hatırlatalım. 1970'lerin sinemasının şu andan daha güzel olduğunu bir kez daha vurgulayalım.

Son cümleyi de Captain Fantastic için kuralım ve keşke daha güzel olsaydı diyelim.


Cuma, Ocak 6

The Bucket List


 2023'te izlediğim ilk film. Hatta 2023'te yaptığım ilk eylem.

Bu sene yeni yıla, eşimle evimizde yalnız girmeye karar verdik. Zaten yaklaşık son 15 senedir böyle giriyorum ben. Onunla olduğum yıllarda da genelde aynı geçti. 

Bu sene yılbaşı hafta sonuna denk gelince, yani takvimden ekstra bir tatil günü de çıkmayınca geleneğin devamı kaçınılmazdı. Sakin bir cumartesi gecesinden biraz daha uzun bir gece bize yeterdi. O nedenle de gecenin sonunu, yeni yılın ilk saatlerini bir filmle geçirmeyi düşündük.

Yılbaşı gecesi izlenecek filmin, bize iyi duygular vermesi gerekiyordu. Gerilim, korku, polisiye gibi türlerden kaçınmalıydı. Komedi bile o akşama yakışmazdı; cıvık cıvık gülmeye gerek yoktu. Geleceğe umutla bakacak, bize ilham erecek, ilham vermese bile güç verecek bir film bulmalıydık.

Önümüze düşen aday filmlerden biri The Bucket List'ti. Künyesi tam aradığımız gibiydi. Birbirinden farklı iki yaşlı adam, bir hastane odasında denk gelirler ve birbirlerinin hayatlarına dokunurlar.

Konu istediğimiz gibiydi. Oyuncular Morgan Freeman ve Jack Nicholson gibi iki usta isim. Yönetmen koltuğunda zamanında yine beraber izlediğimiz ve çok sevdiğimiz Stand by Me'nin yönetmeni Rob Reiner...

Bu film de Stand by Me ayarında çıkarsa, üstelik de bu sefer çocuk oyuncular yerine iki usta varsa (bu arada Stand by Me'deki oyuncularımız da çok iyi iş çıkarmıştı) yine enfes bir film izleyebilirdik.

Lakin en azından benim beklediğim gibi olmadı. Daha felsefi, daha derin, daha dokunaklı bir film bekliyordum. Oysa ikinci yarıyla beraber adeta turizm şirketi reklamlarına döndü.

İlginçtir, filmin "boğucu" kısmı olan ilk yarısı, yani hastanede geçen sahneler çok daha sahici, güçlü ve vurucuydu. Ölüme yaklaştığını fark eden, ne yapacağını bilemeyen, bir yandan da fiziksel acıları olan iki yabancının daracık bir hastane odada yaşama tutunmaları; daha ilgi çekici ve daha güzeldi.

Ne zaman ki hastaneden çıktılar; dünyadaki 7.5 milyar insana denk gelmeyecek şekilde piramitler senin Tac Mahal benim gezmeye başladılar, hikaye biraz yavanlaştı, yapaylaştı. Üstelik extrem spor yaptıkları sahnelerle de film teknik olarak da yapaylığını iyice arttırdı. O ilk 45 dakikadaki hava kayboldu.

Zaten sonu da bir Hollywood klişesine bağlandı. Biraz hüzünlendik, duygulandık. Fakat filmin sonunda hüzünleneceğimizi de biliyorduk. Ondan önceki 90 dakika bizim için daha önemliydi ama orası da beklentinin altında kaldı.

Yine de pişman değilim. En azından Nicholson ile Freeman izledik. Özellikle, bu film için saçlarını kazıtan ve iyice yaşlandığı belli olan (ki o zaman sene 2008) Jack Nicholson çok iyiydi. Yılbaşı akşamımızı mahvedecek kadar kötü bir film de değildi. En azından akıcıydı. Sıkmadı. Araya birkaç tane hoş diyalog da sıkışmıştı. Allah bereket versin...

Ayrıca film, bittikten sonra insana bir "Bucket List" de yaptırıyor. Beklediğimiz ilham bu değildi belki ama olsun. Bir ihtimal; bizi de harekete geçirebilir. O zaman filmin 'gücünü' bir daha değerlendiririz.

Çarşamba, Ocak 4

FIFA Uncovered

Yine Netflix’te izlediğimiz skandal bir belgesel daha.

Skandalların belgeseli değil, skandal belgesel; zira artık 21.yüzyılda bu derece salağa yatar gibi davranarak propaganda işi yapmak komik kaçıyor.

Belgeseli ilk duyduğumda çok heyecanlanmamıştım ama yine de bir beklentim vardı. FIFA’nın gizli kalmış pisliklerini (daha ne kadar varsa) gözler önüne sereceğini veya son dönemde artan tüm adli sürecin, iddiaları, mahkemelerin derli toplu bir anlatımı olacağını düşünmüştüm.

Oysa yanılmışım. Aslında belgeselin Katar’daki Dünya Kupası’ndan önce yayınlanmasından işkillenmeliydim.

Yapımın özeti şöyle...

Futbola soccer diyen ABD’liler, 2022 Dünya Kupası’nı Katar’a kaptırmanın öcünü almak için Dünya Kupası öncesinde bir belgesel çekerler. Söz konusu belgesel, yine onların Dünya Kupası’nı kaptırmış olmanın getirdiği hırs sayesinde açılan davadan yola çıkar. Neden FBI’ın uluslararası bir soruşturmaya imza attığını anlamamış olsam da (daha sonra bunun bankacılık sistemi nedeniyle olduğunu öğrendim) gösterilen çabaya saygı duymayı tercih ettim ve belgesele şans verdim.

Belgeselimiz dört bölümden oluşuyor. Biz dört bölümü ayırmayacağız ama tüm yapımı dörde bölmek mümkün. ABD’liler Dünya Kupası’nı alamamalarına ve haklarının yenilmesine neden olan 'adaletsiz' yapıyı, kökünden suçlayacak bir yapı kurmuşlar. Önce FIFA’nın tarihine gitmişler ve Avrupalıların kutsal gördükleri ve saygıyla yönettikleri futbola ağıtlar döşemişler, sonrasında üçüncü dünya ülkelerindeki kodamanların bu oyuna (daha doğrusu FIFA’ya) girmesinin ne kadar kötü olduğunu anlatmaya çalışmışlar. Ardından yetinmemişler, Katar’daki siyasi ve toplumsal sorunların küresel futbola ne kadar yakışmadığını anlatmışlar. Devamında Katar’ın yine bu pislikler içinde Dünya Kupası’na uzandığını eklemişler. En sonunda da kendi yargılarının ne kadar kusursuz ve ulvi amaçlarla çalıştığını göstermişler.

Ve tüm bunları, dünyanın tepkisinin harlandığı bir zamana denk getirip 2022 Dünya Kupası’ndan hemen önce yayınlamışlar.

İtirazlarımız çok fazla...

Öncelikle şunu beyan edelim; FIFA’daki pislikleri yok sayacak değiliz. Fakat bu konu hakkında çok fazla içerik üretildi. Üstelik çok detaylı bilgi belge kapsayan raporlar, haberler, kitaplar yazıldı. 2022'nin sekizinci gününde vefat eden Andrew Jennings bu konunun başını çeken isimdi. Bu arada belgeselde onu da ufak bir şekilde görüyoruz. Üstad; Michael Moore tarzı provokatif bir gazetecilik anlayışına sahipmiş.

Yani aslında Jennings gibi üstadları okuyanlar için, bu belgeselde yeni bir şey pek yok. Belki FIFA’nın son döneminde yaşananları bizler için yeni sayılabilir.

Katar’ın Dünya Kupası’nı alması bizim de içimize sinmedi. Fakat bize kalacak olursa, ABD de içimize sinmezdi. Katar’da insan hakları ihlalleri varsa ABD’nin Ortadoğu’da yarattığı daha büyük eziyetler var. Bunları birbiriyle bağlayabilir miyiz? Zor ama, FIFA Uncovered'ın yolundan gidersek biz de başarırız.

Katar futbol coğrafyasına uzak bir ülkeyse ABD de oldukça uzak. 1994’te yaşananları hatırlıyoruz. Soccer dediğiniz oyunu bir Katarlıdan daha çok sahiplendiğinizi size düşündürten şey ne?

Katar, futbola girip para kazanmayı veya para aklamayı düşünen bir ülke olabilir. Peki ABD’nin son dönemdeki futbol sevgisi nereden geliyor? Oyunu çok sevdikleri için mi? En azından ABD’nin 30 yıl önceki Katar olduğunu söylemek hiç de ağır kaçmaz. Buradaki tek fark, iki ülkenin toplumsal yaşamları. Birinde alkol serbest, diğerinde yasak; birinde eşcinsellik tabu olmaktan çıkıyor, diğerinde suç oluyor.

Zaten bu noktada biz de FIFA’yı eleştirmiştik. Oyunun, yani elindeki ürünün bir değerler bütünüyle tanınması lazım. Bu değerler eril, muhafazakar ve kısıtlayıcı değerler mi olacak yoksa özgürlükçü değerler mi? Buna karara verecek olan FIFA…

Belgeseldeki Katar vurgusunun bu kadar belirgin olması, bence yanlış tepti. Belgeselin ilk iki bölümün Dünya Kupası’nın ilk günlerinde, son iki bölümünü de turnuva bittikten sonra izledim. Belgeseldeki hakim görüş, Katar’da bu işin becerilemeyeceği, bir skandala imza atılacağı, Katarlıların organizasyon yapmakta yetersiz kalacağıydı. Belki turnuva başlamadan önce izleseydik, biz de benzer düşüneceğimiz için o cümleler gözümüzden kaçacaktı.

Oysa zamanlama manidar oldu. Belgesel bir komediye dönüştü. Son dönemim en iyi turnuvalarından birini izledik zira… Üstelik Katar turnuvayı almasaydı ve ABD alsaydı; önceki turnuva da Rusya yerine İngiltere’ye gitseydi bu belgesel çekilmeyecekti. 

Ne güzel işte, Katar sayesinde  siz de bir projeye imza atmış oldular...

İşin komik tarafı, FIFA’nın nispeten temizlendiğini işaret eden sürecin sonunda bir Avrupalı (UEFA Genel sekreteri) Giovanni Infantino, FIFA’nın başına geçiyor ve bir sonraki turnuva hemen ABD önderliğinde Kuzey Amerika’ya gidiyor. Sizce tesadüf mü? Üstelik tarihte ilk kez, iki turnuva üst üste Avrupa dışında yapılacak. Premier Lig kulüplerini satın alan ABD'liler kendilerini Avrupalı olarak mı görmeye başladı yoksa?

Öyleyse kötü bir haber verelim. İki kıta arasında bariz bir saat farkı. Bunu NBA’den zaten biliyoruz ama 1994 Dünya Kupası’nda da yaşamıştık. Katar’daki turnuvaya “Kışın Dünya Kupası olmaz" demişlerdi. Haklılardı. Peki yazın ABD’de olacak bir turnuvada, Avrupa ile saat farkını nasıl ayarlayacaklar? Avrupalıları izleyebilsin diye yine öğlen sıcağına maç mı koyacaklar, yoksa Avrupa izlemesin diye sabah karşı 03.00’te maç mı olacak? Çözülmeyecek sorun değil tabi ama Katar’a küfreden Müslüman olsa keşke!

Dört yıl sonra bu blog devam ederse, o zaman yine değerlendirmelerimizi yaparız.  Biz FIFA Uncovered içinde kalalım. Hatta yavaş yavaş da yazıyı noktalayalım. Olmamış veya eksik kalmış demek ayıp olur. Bu tip yorumlar, niyeti iyi olan ama beceremeyen yapımlar için söylenebilir. Bu belgesel ise direkt kötü niyetli. Ve tüm çabasına rağmen oyuna uzak olduğunu belli etmekten o kadar kaçamamış ki, tüm çatı bir üflemeyle uçacak gibi durmuş.

Hadi babalar, siz soccer demeye devam edin ve Dünya Kupası ile Avrupa Süper Ligi projesinden vazgeçin artık… 

Pazar, Ekim 30

Mayor Cupcake

 


Basit bir aile ve mahalle filmi bekliyordum. Beklentim çok yoktu ama o beklentiyi bile karşılayamadı. Son dönemde içinde yemek geçen kasaba filmlerinden çok kötü lezzetler tattım. Diğeri de buydu. Ekstra bir sıcaklık, bir duygu, bir hoşluk bize yeterdi ama iki film de bunu veremedi.

Mayor Cupcake'de kendi fırınını işleten bir annenin, çocuğunun ödevinden doğan bir karışıklık nedeniyle belediye başkanı olmasını izliyoruz. Tabi önce "Yapamazsın" diyorlar, o da çok zorlanıyor ama sonra belediyeyi kalkındırıyor ve yolsuzluklarla mücadele ediyor. Çok tıraş..

Fakat her kötü filmden bir güzellik çıkabilir. Burada da Don't' You adlı şarkıyı duyuyoruz. Çok sevdiğim bir şarkı değil ama aklıma hemen şarkının çaldığı başka bir film geldi; The Breakfast Club...

Oradan oraya yönlenmeler... Bu sayede Youtube'u açıp The Breakfast Club sahneleri izledim. Hiç yoktan iyidir...

Pazartesi, Ekim 17

Ratatouille

 


Sevgili kız arkadaşımın animasyon film izleme merakı var. Çok sever. O kadar çok sever ki, bazılarını tekrar tekrar izler. İzlerken de beni yanında ister. Yakın zamanda, daha önce izlediğimiz Nemo'nun hikayesine bir kez daha bakmıştık. Benim gözlerimi dolduran bir animasyondu...

İlk defa izlediğim Ratatouille ise, macera dozu daha düşük olsa da çok daha keyifli... En azından daha önce izlediğim ve buraya notunu düştüğüm birçok sinema filminden daha iyi, daha keyifli...

Hikayesi sıkıcı, saf bir çocuk konusuna sahip değil. Her yaştan, herkesi içine alabilir. Konuşan ve iyi yemek yapan bir farenin olması; inandırıcılığından bir şey kaybettirmez. Detaylara takılmıyoruz...

Remy, ailenin 'farklı' faresi olarak yaşamını sürdürür. Diğer fareler evlere girip peynir ve diğer erzaklarını yerken o anlamlı yemekler yapmak istemektedir. Fakat bu isteği pek kabul görmez. Bir gün, dramatik bir şekilde ailesinden kopar (ki bu sahnede benim de gözlerim yaşarır), bu kopuş onu Paris'e taşır. 

Remy, dramı fırsata çevirir. Hayallerinin peşinden gider. Bir restorantta; başarısız bir şefin ilham perisine dönüşür. Devamında da olaylar gelişir.

Bu arada Türkçe dublaj üzerinden izledik filmi. Bu ülkenin dublaj sanatına bir kez daha şapka çıkardık. Herhalde orijinali aynı tadı vermezdi.

Filme adını veren ise bir yemek. Bilenler bilir. Bizim türlüye benzer. Bizim türlü daha güzeldir. En azından kız arkadaşımın yaptığı türlü çok güzel oluyor. Animasyon filmlerden de anlıyor. İyiyi, güzeli onun sayesinde tadıyorum.

Kısacası ben izlediğim üründen memnun kaldım. Çocuğunuza gönül rahatlığıyla izlettirmek bir yana, kendiniz de oturup izleyebilirsiniz. Yine de tekrar izler miyim emin değilim. Sanırım buna ben değil, bir başkası karar verecek!

Pazar, Ekim 9

Beatriz at Dinner

Kısa konusuna ve türüne bakınca çıtırdan bir film izleyeceğimi düşünmüştüm. Los Angeles'ta yaşayan Latin göçmeni Beatriz, zengin bir evde verilen akşam yemeği davetine katılır. Konu bu; tür de komedi olarak sınıflandırılmış. Haliyle aklımda beliren hikaye biraz başkaydı. Oysa film bambaşka yere gitti.

Öncelikle; film kesinlikle bir komedi değil. Salma Hayek'in canlandırdığı Beatriz karakterinin zaman zaman sakarlıklarını veya hoşluklarını görüyoruz, bunlara da gülebiliriz ama tüm o sekanslar bir komedi unsuru yaratmak için değil Beatriz karakterini daha net tasvir edebilmek için kullanılmış.

Tam bu noktada senarist Mike White ve yönetmen Miguel Arteta'nın iyi bir iş çıkardıklarından bahsetmek gerek. 2017 yapımı film, Trump çağını anlatan ilk filmlerden biri olabilir. ABD toplumundaki çatışmayı, değerler üzerindeki farklılaşmayı ve farklıları değersizleştirmeye çabalayanları güzel bir şekilde sunmuşlar. Salma Hayek başta olmak üzere, diğer oyuncular da bu çabaya kusursuz destek veriyorlar.

O zaman konuyu anlatalım. Beatriz bir göçmen. Onu filmin başında, alternatif yaşamı ile tanıyoruz. Zaten kendisi bir alternatif tıp uzmanı. Fakat aynı zamanda vejataryen, evinde keçi besleyen, az kazanan ama az tüketen bir birey. Bir gün zengin bir hastasının evine gider ama dönüşte arabası bozulduğu için -mecburen- akşam yemeğine kalır. Akşam yemeğinde de o zengin ailenin zengin ve biraz da züppe (ve çok bariz şekilde Cumhuriyetçi) misafirleri gelir. Bu grup ve Beatriz arasında giderek derinleşen bir ayrışma yaşanır.

Biz filmin dili nedeniyle hemen Beatriz'in tarafına kayarız. Zaten fikir olarak ondan farklı değiliz ama film iyi-kötü ayrımını o kadar net çiziyor ki, hiçbir fikri olmayan insan bile Beatriz'in tarafına kolaylıkla geçer.

Asıl çelişki, taraflar arasında değil Beatriz'in eylemlerinde olur. Zaten kendisi de çelişkiler yaşar. Kafasından geçenleri,  isyanları, asilikleri tam anlamıyla dışa vuramaz. Dışa vuramadığı için içi içini yer. Bu da filmin bir diğer zayıf noktası. Beatriz, gözümüzün önünde çok çabuk erir. Oysa biz onu daha güçlü bir karakter olarak tanımıştık.

Filmin bizim için en güçlü yanı; sona erdiğinde karşımıza şu soruyu çıkarmasıydı: İyiler veya haklılar; karşıt olduğu görüşle ve insanla karşılaşınca onunla tartışmak için kendini hırpalamak zorunda mıdır, yoksa onu yok sayarak daha büyük ceza mı verir?

Bu sorunun net cevabı yok ve şu post altında bunu tartışmak da yersiz olur. Fakat Betariz, gecenin sonunda bize başka bir tokat atar ve cevabımızı şekillendirmek için hile yapar belki de. İyiler sert davranamadığı için, buna cesaret edemediği, bunu ilkesel olarak kabul edemediği için kötüler yola çok rahat devam eder. İyiler ise günün sonunda pes eder.

İyi film, ciddiye alınması gereken bir film. Temposu yavaş. Ayrıca iyi-kötü ayrımının bu kadar net çizilmesi veya bu sıfatların tamamen Cumhuriyetçi-Demokrat metaforu üzerinden anlatılması filmin zayıf noktaları. Beatriz'in gece boyunca tartıştığı Doug karakterinin (Johnt Lithgow) tam bir Donald Trump taklidi olması; bu amaca hizmet ediyor...

Yine de aradan beş sene geçmesine ve Trump çağı -şimdilik- sona ermesine rağmen izlenmeyi hak ediyor.

Ve filmin dışına çıkarsak; Biden çağının da aslında 'iyi' kavramının altını doldurmadığını da çok net görüyoruz.

ABD sınırları içinde yaşanan çatışmalardan dolayı, Salma Hayekler, LeBron Jamesler, Robert de Nirolar mutlu olacak diye Biden destekçisine dönüşen Türklerin ve Ortadoğulu demokratların, düştükleri cehennemde iyi ve kötü tasvirini kim çizecek? Hollywood'dan bunu beklemek yersiz olacak gibi. Bunu da başka bir zamanda tartışırız belki...

Cumartesi, Ekim 1

America's Sweethearts


 Her anlamıyla bir Billy Cyrstal filmi.

Senaryo onun kaleminden çıkıyor. Hatta başrolü kendisi için yazıyor ama sonradan o rol için uygun kalmayacağını düşünerek ufak değişiklik yapıyor. Yapımcılık onda. Yönetmenliği de yapmak istiyor ama son anda yetkiyi Joe Roth'a veriyor.

Ve bence, hakkında ne kadar kötü yorum olsa da, çok tatlı bir iş ortaya çıkıyor. Sonuçta bir romantik-komedi izliyoruz. Beklentimiz, türün diğer örnekleri nedeniyle düşük. Zaman geçirmek için izliyoruz. Fakat o beklentiyi aşıyor ve bize iyi bir zaman geçirtiyor.

Hoş bir senaryosu var. Hatta romantik-komedilerin genelinin aksine, komedi kısmı daha ağırlıkta. Oyuncular zaten harika. Fakat nedense IMDB puanı düşük kalmış. Bunun nedeni; kariyerli oyuculardan çok daha müthiş bir film çıkmasını beklemek olabilir. Kadroda dört tane Oscar kazanmış oyuncu var. Fakat ekip zaten müthiş değil, hoş film yapmak istemiş. Bunu her zerrede anlayabiliyoruz. Altından da kalkmışlar. Teşekkürler Billy Cyrstal...

Ben şahsen ilk başta hikayede bir  Lee (Billy Crystal) - Kiki (Julia Roberts) aşkı doğacak sandım. Fakat başka yere evrildi. O evrilme de çok sürpriz değildi gerçi. Bu hikayede kaybeden Gwen (C.Zeta Jones) oldu. Canı sağolsun. Kendisi her zamanki gibi çok iyi ve yine oyunculuk anlamında hakkı verilmemiş. John Cusack harika. Julia Roberts'ı çok sevmem ama o bile sempatik durdu. Herhalde o yapay halleri yerine şişman ve doğal bir karakteri oynaması nedeniyledir... Billy Crystal kendi filminde vasat kalamazdı zaten...

Tabi bir de ufak ufak Christopher Walken ve Hank Azaria sosları var ki; filme lezzet katıyorlar. 

Kısacası; bir romantik-komedi izlenecekse, ideal tercih olur. Vizyona gireli 21 sene olmuş gerçi; bu cümle biraz geç yazıldı artık ama olsun... Geç olsun güç olmasın. Notumuz; IMDB notundan daha yüksek.

Perşembe, Eylül 29

A Rainy Day In New York

Woody Allen'in tam da me too akımından dolayı hedef tahtasına konduğu dönemde vizyona giren, hatta bir sene de ertelenen filmi. O erteleme şu demekti; Woody Allen 1981'den sonra ilk defa bir seneyi vizyona film sokmadan geçirdi.

Hatta oyunculardan Rebecca Hall (çok kısa bir rolü vardı), filmde oynadığı için pişman olduğunu açıklamıştı. Timothee Chalamet, filmden kazandığı parayı bir hayır kurumuna bağışladı. Bazı oyuncular projede yer almalarından dolayı utandıkları için (öyle iddia edildi) sosyal medya hesaplarından filmin tanıtımını yapmamıştı,

Haliyle filmin batacağı düşünülüyordu. 25 milyon dolarlık proje battı mı batmadı emin değilim ama eğer başka bir zamana denk gelseydi Woody Allen'in kariyerinin iyi işlerinden biri olarak anlatılabilirdi. Şimdi ise kıyıda köşede kaldı...

Normalde pek sevmediğim bir tarzı olan Allen bu sefer bana göre iyi iş çıkarmış. New York'u kullanmaktan tabi ki vazgeçmemiş. Fakat şehri bir başrol oyuncusu olarak kullanmaktansa, akıcı bir hikayenin dekoru, mekanı gibi işlemiş. Zira bir romantik komedi için çok güzel ve heyecanlı bir öykü var. Diğer Allen filmleri gibi, diyaloglar üzerinden ilerlemiyor.

İki üniversiteli sevgili Gatsby (kendisi okulunu, Kürtçe çalışmaları programının varlığı için seçtiğini söyler) ve Ashleigh, okul gazetesi için ünlü bir yönetmenle röportaj yapacaklardır. İstikamet New York'tur. Gatsby zaten New Yorkludur ve sevgilisine doğduğu büyüdüğü şehri gezdirmek için çok heveslenir. Fakat güneşli bir günde geldikleri şehirde işler bekledikleri gibi gitmez. Önce yağmur yağar, sonra olaylar gelişir.

Tek gün içinde geçen filmleri zaten seviyorum. Eğer seyirciyi sıkmıyorsa, çok iyi bir konu yakalanmış demektir. Bu filmin sıkmadığını söyleyebiliriz. Özellikle ilk yarısı çok başarılıydı. Mizahın dozu yerindeydi. İzlerken, filmin sonunu beklemek için bir merak duygumuz doğdu.

Oyuncular çok iyi iş çıkarıyor. Gençler fena değil. Tam bu noktada Selena Gomez'e ayrı bir paragraf açmak lazım. Tabi ki filmin en iyisi değil ama onca usta ismin arasında hiç sırıtmamış. Bu da büyük bir başarı. Aynı zamanda yönetmen başarısı... Tabi onu gömenler de var ama sanırım bu ön yargıdan dolayı...

Filmin en iyi oyuncusu olarak Liev Schreiber gösterilebilir. Döktürmüş. Jude Law ve Diego Luna da çok keyifliydi.

Elle Fanning beni etkileyemedi ama bunun esas nedeninin salak karakterin salak olmasının çok göze sokulması olduğunu düşünüyorum. Timothee Chalamet de benim için abartılan isim olma yolunda ilerliyor. Bu filmde, 70'lerin Woody Allen filmlerinde Allen'in oynadığı karakterlerden birini canlandırıyor. Aynı eziklik, aynı panik haller... Büyük ihtimalle Allen; karakteri ve filmi, "Ben bu çağda 20 yaşında olsaydım New York'ta nasıl yaşardım" diye düşünerek oluşturmuş. Tabi soslar arasında biraz da Holden Caulfield var...

Zaten Allen sevenler bu filme pek geçer not vermemiş. Daha önce Özcan Deniz filmleri için bahsettiğimiz "Öncekilerin aynısı" eleştirisine benzer yorumlar gördüm. Haklılık payları vardır. Fakat akıcı konu ve düşük beklenti; filmden aldığım haz konusunda beni etkiledi.

İlginçtir 2019 yapımı bu film ve bundan bir önceki Wonder Wheel benden geçen not alan nadir Allen filmlerdendi. Usta tam yaşlanırken bana yakınlaştı diyorduk. Fakat bu sefer da taciz skandalı patladı. A Rainy Day in New York, gişede battı mı batmadı bilmiyorum ama bir sonraki Rifkin's Festival adlı filmini (50. filmi) hiçbir yerde doğru düzgün duyamadık bile. Herhalde ihale ona kaldı.

A Rainy Day In New York'u  bu kadar övdük ama beklenti de yükselmesin. Bir başyapıt değil. Sonuçta bir Allen filmi ve bir romantik komedi. Çıtırlık diyebileceğimiz türden. Beğendiğimiz senaryonun bazı kısımları da Yeşilçam'ı aratmayacak kıvamda. Fakat yine de gözleri ayırmadan izlenebiliyor. Çoğu Allen filminde sıkılıp telefona bakmışlığım vardır. Akıp gideni bulmuşken, ok saplamak olmazdı...


Cuma, Eylül 2

The Goldfinch

 

Bu sene içinde izlediğim en ilginç filmlerden biri. Kendisi 2019 yapımı. Fakat benim beğenime rağmen internette hakkında pek olumlu yoruma rastlamadım.

Film, bir roman uyarlaması. Donna Tartt'ın bir kitabından sinemaya aktarılıyor. Ben daha önce romanı okumamıştım. Filmi de bir roman uyarlaması olduğunu bilmeden izledim. Belki de bu yüzden hoşuma gitti. Fakat özellikle romanı okuyarak gelenlerin negatif yorumlar yağdırdığını gördüm. Uyarlama filmlerinin acımasız düşmanı yine iş başında...

Belki de haklılardır. Zaten normal bir sinema filmi olarak da eksikleri var. Biraz dağınık ilerlediğini romanı okumadan bile anlamak mümkün. Üstelik süresi de çok uzun. 140 dakika, daha kısa olabilirdi. Gereksiz uzuyor, seyirciyi zaman zaman sıkıyor. O nedenle beğenmeyenleri anlayabiliyorum.

Fakat kondisyonunuz ve motivasyonunuz varsa bence izlenebilecek, bir şansı hak edecek bir film. Hikayenin merkezinde pahalı bir tablo var. Bu açıdan American Animals'ı andırıyor. Baskın renk terchileri, kamera kullanımı ve tempo da benzer. Fakat sadece bir suç filmi olarak göremeyiz. Yol filmi sınıfına da girer, aile filmine de, gençlik filmine de... Her şeyden biraz var.

Karakterler çok iyi tasvir edilmiş. Herhalde burada aslan payı roman yazarı Tartt'a verilir. Fakat oyuncuların da çok başarılı olduğunu belirtmek gerek. Yan rollerdeki Nicole Kidman ve Luke Wilson gibi usta isimleri kenara bırakıyoruz. Özellikle Boris karakterinin gençliğini oynayan Finn Wolfhard favorim oldu. Henüz 2002 doğumluymuş, bakalım ileride nerelerde göreceğiz... Kendisi yönetmenin oyuncu seçiminde de ilk tercihi değilmiş ama Ukraynalı karakteri için seçmelerde çok iyi bir Rus aksanı konuşunca rolü kapmış.

Hikaye beni kendine çekti, zira içimi her zaman kıpır kıpır eden ve zihnimi her zaman düşündüren olgular büyük yer kaplıyor. Dostluk (mesela Boris-Theo veya Theo'ya sahip çıkan aile), tesadüfler (Boris-Theo dostluğunun başlaması büyük bir tesadüf eseri ama zaten oraya gelene kadar Theo'nun annesinin ölüm anı var) gibi kavramlar çok iyi işleniyor. Tabi aynı zamanda dağılan aileler ve kaybolan gençlik de işin bir parçası. Tam benlik bir film. O nedenle uzayan süre beni rahatsız etmedi.

Kitabı okuma isteğim çok arttı. Kitabın film kadar her konuya değinip dağılmadığı belli. Öyle olduğu için çok sevilmiş, çok okunmuş (bestseller olmuş) ve nihayetinde sinemaya aktarılmış. Fakat kamera önünde hikaye biraz dağılmış. Bu da yazarın gücünü gösteriyor. Öyleyse listeye ekleyeceğiz. Okur muyuz bilemeyiz ama izlediğimiz şeyden memnun kaldığımızı bir kez daha vurgulamak lazım.

Salı, Ağustos 30

A Taste of Summer

Ramazan'da oruçluyken zaman geçirmek adına bir film izlemek istedim. Kalitesi önemli değildi. Yeter ki aksın ve beni iftara kadar idare etsindi. Karşımıza televizyonda bu film çıktı. Keşke Masterchef çıksaydı...

Filmimiz; iki orta yaşlı insanın bir kasabada tanışmasını ve ilerleyen süreçte birbirlerine düşmelerini anlatıyor. Fakat önce bir rakip olma durumları var. Zira ikisi de şef ve kendilerine ait restoranları var! Biz de film boyunca yapılan yemekleri görüyoruz. Bir Ramazan gününde olabilecek en kötü film.

Üsteli bu yemekler, filmin tek güzel detayları. Ne oyuncularımız, ne senaryomuz, ne başka bir şey... Nasıl denk geldik buna aklım almıyor...

Böyle boş ve hoş olmaya çalışan filmlerde en azından başroldeki karakterler çok sempatik olur. İnsanlar onlarla empati kurarlar. Oysa Roselyn Sanchez'in canlandırdığı Gabby, bir romantik komedi filmi için aşırı rahatsız edici bir tip...

Bir de erkek ve kadın oyuncuların sıcaklık yayan bir uyumu olmalı. Kötü oyuncu olsalar bile bir enerji yayarlar. Burada  o da yok. Tamam olmayabilir. Ama ilginç olan Sanchez ve Eric Winter ikilisinin normal hayatta evli olmaları... Bir evlilikten böylesine uyumsuzluk. Ne diyelim...

Oruç bizi asabi yaptı herhalde; aradan kaç ay geçti ama kurtulamadık o öfkeden...

Pazar, Ağustos 14

Small Time Crooks

Burada çoğu zaman yerdiğim Woody Allen ve onun filmlerinden sonra ayrı bir yere koyabileceğim yapımlardan biri...

Yine çok iyi bir film olduğunu iddia edemem. Fakat internetteki yorum sayısı ve toplumdaki bilinirliğini düşününce, hakkının yendiğini düşünüyorum. Bence yere göğe koyulamayan birçok Allen filminden daha iyi.

Bir Spike Lee filmi gibi başlasa da sonrasında hızlıca akan ve bambaşka yerlere evrilen değişik bir film oldu. Belki de bu yüzden takibi biraz zor gelebilir.  Aslında keşke Spike Lee filmi gibi devam etseydi ve o fikir üzerinden yürüseydi.

Mahalledeki bankayı soymak isteyen ve bunun için bankanın yanındaki dükkanı tutan, onu da paravan bir kurabiyeciye çeviren birkaç sakar arkadaş grubu... Harika... Üstelik sonrasında o kurabiyecinin satışları patlıyor ve olaylar gelişiyor...

Burada da olaylar gelişiyor ama bir daha kurabiyeciye uğramıyoruz. Ama zaten Allen filmlerinde diyalog takip etmekten nevrimiz döndüğü için, bu kabul edilebilir bir durumdu. Daha takip edilemez örnekleri görmüştük. Gerçi burada da yine hızlı diyaloglardan kaçamıyoruz. Fakat olsun; hem ilk yarıdaki fikir hem de devamındaki "Sonradan görme" kültürüne atılan komik bakışlar hoşluk katmış. Yine de ikinci yarının daha durağan olduğunu belirtmek gerek. Bu da birçok insanda not düşürmüş olsa gerek...

Onun dışında yönetmenimiz Hugh Grant'i çok iyi kullanmış. Grant da müthiş iş çıkarmış zaten. Ayrıca Allen, New York'a biraz az rol vermiş ki, bu da değişik bir durum oldu.

Sonuç olarak sevabıyla günahıyla keyif aldığım nadir Allen filmlerinden biri oldu. İyi ki Allen önyargıma yenik düşüp burun kıvırmamışım. Buradan yönetmenimize teşekkür ederim. Spike Lee'yi özlediğimi fark ettirdi bana...

Perşembe, Temmuz 28

Jekyll Island

İyi film mi? Değil. Fakat çok kötü demek de mümkün değil. Üstelik son olarak Tian Ji gibi bir filmi izlediğim için, Jekyll Island kalitesinde filmleri eleştirirken biraz daha insaflı olacağım. Her ne kadar IMDB'de 4.00 barajını güç bela geçmiş olsa da yine de izlenmeyecek kadar kötü olduğunu söyleyemeyeceğiz.

Sıkıcı ve sıcak bir öğleden sonrasında iyi gider. En azından heyecanlı ilerliyor. Fakat konu çok da ilgi çekici değil. En azından benim açımdan.

 ABD Merkez Bankası ve ekonomisi bir siber saldırıya uğrar. Bu saldırıyı engellemek için de mahkeme süreci devam eden bir hacker grubundan yardım isterler.

Sonu başından belli, gidişat belli. Hollywood ezberlerinden hiç çıkılmamış. Yine de akıcı ve sonu merak ettiriyor. Fakat keşke biraz karakterlerin psikolojisine girilseydi. O zaman daha güçlü bir film çıkabilirdi. Ayrıca flachback'ler sık kullanılmış ama o flashback'lerin flaschback olduğunu anlamak ilk başta kolay olmuyor. Haliyle bağlantıları kurmak da zorlaşıyor.

Yine de kısa sayılacak bir sürede (85 dakika) çok fazla sıkmadan akan bir film izliyoruz. Başrolde Frank Grillo iyi iş çıkarıyor. Bir de kendisi çok ciddi biçimde Giovanni Guidetti'ye benziyor sanki. Gossip Girl'den bildiğimiz Ed Westwick de burada ama pek başarılı değil bence. İlk kez rastladığım Dianna Agron ise fena değildi. Bizim için her zaman "Bronx'tan Benny Blanco" olarak kalacak John Leguizamo ise  keşke daha çok süre bulsaydı.

Bu arada filmin adı konusunda sık sık değişimler yaşanmış ve bu da tanıtımda sıkıntı yaratmış. Başlığı biz Jekyll Island diye attık ama film birçok yerde The Crash olarak geçiyor. Çok yaratıcı bir değişim olmuş!


Cumartesi, Temmuz 16

Birkaç Kısa Film #2


Aslında birkaç demek haksızlık olur. Sadece iki filmden bahsedeceğiz.

Fakat daha önce benzer bir yazı yazmış ve başlığı böyle atmıştık. Bunu seriye bağlayalım öylese. Bu arada her iki yazıya da dahil olmadan kendine ait bir köşe kapan Je Pourrais Etre Votre Grand-mere'ye bir selam gönderelim.

Burada bahsedeceğimiz iki kısa film onun kadar güzel değil ama belki de serinin ilk bölümündekilerden daha ilgi çekici olabilirler.

Stamm ilginç bir konuya sahip. Birinci Dünya Savaşı esnasında bir Alman (kendisi Berk Hakman'a benzemektedir) ve bir ABD askeri bir ormanda karşı karşıya gelirler. Önce kavga ederler ve birbirlerini vurmak için üstünlük kurmaya çalışırlar. Fakat sonra her ikisi de karşısındakinin Yahudi olduğunu öğrenir. O nedenle birbirlerini vurmazlar. Hatta oturup su bile ikram ederler. Biri Almanca, diğeri İngilizce bilmemektedir. O yüzden biz onların konuşmalarını dinleyip karakterlere dair bilgiler edinirken, onlar birbirlerini hiç anlamazlar.

10 dakikalık filmin oyuncusu, yönetmeni ve senaristi; bazı Hollywood filmlerinde görebileceğimiz Jacob Grodnik. Bence çok iyi bir fikre sahip. Öykü de çok da heyecanlı ilerliyor. Fakat sonu biraz hayal kırıklığı yarattı. Yine de 10 dakika ayırmaya değer. Öte yandan Stamm; Almanca'da kabile demek.

İkinci film yine ABD'den. Bu sefer 26 dakika sürüyor. Stamm ile ortak özelliği; burada da iyi bir fikir biraz kurban edilmiş. Aslında uzun metrajlı çok sağlam film olabilirmiş. Hotel Bleu adlı filmimizde bir yaşlı ve işi geçmiş, eskisi kadar komik olamayan bir kadın komedyen, gösteri için geldiği otelde karizmatik ve genç bir müzisyenle tanışır. İkisi birbirleriyle diyalog kurar. Bu diyalogların sonunda kadın, kendine yeni bir yol açar.

İki film de çok başarılı olmanın kıyısından dönmüş. Fakat kötü değiller. İnternette bulmak zor gibi. Haklarında çok fazla bilgi de yok. Böyle kıyıda köşede kalan filmleri yakalamak güzel oluyor. 

Perşembe, Temmuz 14

Suburbicon

Suburbicon, sinemaya son yıllarda çok büyük katkılar vermiş ve birçok yerde ödüller kazanmış isimlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmış. Buna rağmen benim böyle bir filmden hiç haberim yoktu. Gözden kaçmış. Hatta filmi denk gelerek izlemeye başladığımda yönetmen ve senaristlerden bile haberim yoktu. Başrollerdeki Matt Damon ve Julianne Moore, yeterli referansı sağlıyordu.

Bu 'bilgisizlikle' oturduğum koltukta filmi izlerken "Ne kadar Coen tarzı bir film" dedim kendi kendime. Sonradan öğrendim ki senaryo ekibinde onlar varmış zaten. Fakat tek başlarına değiller. Yönetmen George Clooney de kağıda birkaç satır yazıyor. Ayrıca Grant Heslov da var.

Belki de tüm bu isimlerin bir araya gelmesi beklentiyi yükseltmiş olabilir. Zira birçok sinema sitesinde verilen düşük puanlar beni bir hayli şaşırttı. Bu bilgilere vakıf olmadan izlediğim için ise ben büyük bir tatminsizlik yaşamadık. Hatta filmi beğendiğimi de söyleyebilirim. 

Tabi ki eksikler var. Ve bence bunun nedeni kadronun çok geniş olması. Ekşi Sözlük'te film hakkında girilmiş (ya da şu an bulunan) en eski post 2006 yılına ait. Bir komedi filmi olarak hazırlıklara başlandığı yazıyor orada. 2017 yılında ise bambaşka bir film önümüze gelmiş. Yani bu kadar kişinin dahil olduğu, değiştirdiği, üzerinde oynadığı bir projede bazı tutarsızlıkların, kopuklukların ve dağınıklıkların olması kaçınılmazdı. Hatta film çekildikten sonra bile, Josh Brolin'ın canlandırdığı bir karakterin sahneleri fazla komik olduğu için kurguda çıkarılmış. Böyle enteresan bir proje işte...

2006 yılında kağıda düşen ama 2017'de hayata geçirilen filme eklenen esas parça ise 'beyaz' mahalleye taşınan ve istenmeyen afro-amerikalı ailenin hikayesi olmuş (gerçek bir olaydan alınmış). Bu da 2017 ABD'sinin politik durumuyla ilintili olsa gerek. Bu anlatıya, o zamanlar (Trump'ın seçilme dönemi) hemen herkesin yaptığı gibi başvuran ekip aslında ister istemez kendisinin tökezlemesine neden olmuş. Hangi hikayeyi merkeze aldığımızı şaşırdığımız bir ilk yarıdan sonra ancak toparlıyoruz. Fakat sonunda da iki ayrı hikayenin klas bir şekilde bağlandığını düşünüyorum.

Bazı yorumlar, bu bağlantının 'yapay' olduğundan yakınmış. Benim ise hoşuma gitti. "Siz mahallenize zarar vereceğinizi düşünen azınlıklar için yaygara koparırken, hemen yan blokta türlü suç dosyalarına rahmet okutacak bir hikaye yazılıyor" denmiş adeta. Aslında bu açıdan Tarantino'nun Once Upon a Time in Hollywood filmini de andırdığını söyleyebilirim. Zaten filmdeki şiddet unsuru da Tarantino'yu aratmıyordu. 

Bütüne baktığımızda karşımızda kötü bir film yok. Oyuncular zaten çok iyi iş çıkarmış. Matt Damon, donuk bir adama çok iyi can vermiş. Julianne Moore, farklı karakterdeki ikiz kardeşleri o kadar iyi oynamış ki ben birinin başka bir oyuncu olduğunu düşünmeye başlamıştım. Öte yandan filmde çok kısa gözüken Oscar Isaac, kendisine verilen şansı çok iyi kullanmış. Bir yandan da George Clooney'i andırıyordu.

Tüm  bu isimlerin geçmişleri; bu filmde onlara yük olarak geri dönmüş. Beklentilerden uzak kalınca dikkat çekecek bir filmdi oysa. Bir Fargo, bir Barton Fink veya diğerleri gibi değil. Fakat zaten olmasına da gerek yok. Bazen, bazı isimlerin daha düşük kalitede işler çıkarmasına izin vermeliyiz. Eleştirirken de realist olmak gerek. 

Ben insanların büyük bir kısmının çok fazla 'kötü' film izlemediğini düşünüyorum. Haklılar da. Zaman değerli ve izlenecek filme karar verme anı tek atımlık kurşun gibi.  O nedenle referansları en güçlü, ekibi ışıltılı, yorumları olumlu filmlere akıyorlar. Aksi olduğunda da çok eleştiriyorlar. Fakat piyasada o kadar çok kötü film var ki... 

Keşke izlediğim filmlerin en azından yüzden 80'i Suburbicon kalitesine yakın olsaydı.

Salı, Temmuz 12

Eagle Eye

 


İzlerken çok sıkıldığım, sık sık "Yok artık" dediğim, inandırıcılıktan uzak bir film. Oysa Shia LaBeouf beğendiğim, daha da ötesinde proje tercihine güvendiğim bir oyuncuydu. Yanında bir de Billy Bob Thornton vardı.

Fakat daha filmin henüz başında; bir telefonla iki kişiyi birden kontrol eden bir dış gücü, trenlerin raydan çıktığını, trafik ışıkların yeşile çevrildiğini ve daha birçok şeyi görünce bir aksiyon filmi izlemediğimi anladım. Bu bir bilimkurgu filmiydi ve ben bilimkurguları hiç sevmem.

Eğer aksiyonsa zaten yine büyük sıkıntılar var. Ben çok kötü aksiyon filmleri izledim. Fakat hiçbirinde bu kadar esnediğimi hatırlamıyorum. Fazlaca klişelere başvurulmuş, devrimci bir yapay zeka çıkartarak muhalif gönüllere bal çalınmış, ABD işgallerindeki yanlış bombalamalar için günah çıkarılmış, sonrasında karman çorman bir son yaratarak işin içinden çıkılmış. Hatta tüm bunları toplayınca, hem cumhuriyetçileri hem demokratları bir potada tutup "hepimiz aynı gemideyiz" diyebilecek güce kavuşmuş.

Belki de bu sayede yoğun bir ilgi görmüş. ABD'liler bu filmi sevmiş. Tamam; bayılmamışlar belki ama sevmiş. İzlemiş, şans vermiş, değer vermiş. E Gişede iyi bir hasılat elde etmiş. Eğer bu filmi ciddiye alacak kadar izledilerse, demek ki 11 Eylül sonrası sağlam derecede paranoyak olmuşlar demektir.

Salı, Haziran 28

Steamboat Bill Jr.

 


Charlie Chaplin - Buster Keaton savaşında, tarafım Chaplin olur. Çünkü ne olursa olsun, ben basit bir seyirciyim. Ve Chaplin filmleri seyirci için çok daha ilgi çekici. Üstelik aradan 100 yıl geçmesine ve sinemanın form değiştirmesine rağmen; şu zamanda bile hiç yadırgamadan Chaplin filmlerine girişmek ve sıkılmadan çıkmak mümkün.

Keaton da başarısız değil zaten. O da unutulmaz işlere imza atmış. Fakat seyirci gözümü yanına çekerek savaşı kazanması mümkün değildi. Öte yandan eğer bir sinemacı veya sinema öğrencisi olsaydım tercihimi Keaton'dan yana kullanırdım.

Steamboat Bill Jr. 70 dakikalık bir film. 70 dakikanın sonunda hikaye olarak ne anlattığını sorsanız, tabi ki anlatırım ama çok da etkilendiğimi ifade edemem. Ya da çok etkileyici bir öykünün varlığından da bahsedemem. Zaten biraz, yeni dönem komedi filmlerine benziyor. Birkaç skecin toplanıp arka arkaya getirilmesinden oluşturulan bir bütün var. Ama zaten bu film; konusuyla değil, Keaton'ın yeteneği ile öne çıkıyor.

İlginçtir, filmin sonunda yönetmenlik sıfatı sadece Charles Reisner'a verilmiş. Bunun nedeni halen tartışmalı. Oysa dönemin tanıkları, Keaton ile ikisinin ortak bir yönetmenlik yaptığı konusunda hemfikirler. Zaten kamuoyu hafızası da, aradan geçen yılların ardından filmi "Bir Keaton filmi" olarak anımsıyor.

Kesinlikle bir sanat eseri izlediğimi ifade edebilirim. Belki konu geniş hatlarıyla hafızamda yer etmiyor ama bazı sahnelerin kusursuzluğu (üstelik dönem şartlarını, yani 1928'i düşününce) nefes kesmeye yetiyor.

Mesela fırtına sahnesini tekrar tekrar izlemek gerek. Üstelik o sahnede Keaton'ın dublör kullanmaması ve en ufak sapmada hayatını kaybetme ihtimalinin bulunması sahneye biraz daha anlam katıyor. Rivayetlere göre, sahnenin çekiminden bir gün önce Keaton'ın stüdyosu iflasını açıklamış. O nedenle, çekim kazasında hayatını kaybetme ihtimali onu pek korkutmamış. O derbeder ve melankolik halde kameranın önüne gelirken, set çalışanlarının yarısı olası bir kazayı görmemek için seti terk etmiş.

 Bu sahne kadar üst düzey olmasa da, pek çok etkileyici sekans mevcut. Müzik şahane. Filmden çıkar,bağımsız bir şekilde çalsın; 70 dakika boyunca yine dinlersin. Sessiz sinemanın en iyi örneklerinden biri; ayrıca izlediğim en başarılı Keaton filmi de olabilir. En azından; tarihin en saygı uyandıran filmlerden biri olduğu su götürmez...