Salı, Ocak 30

17 Mayıs: Bir Şampiyonluğun Hikayesi



Bir Galatasaray taraftarı olarak 17 Mayıs 2000 ile yapılmış ve herkesin defalarca izlediği bir belgeseli 17 sene sonra izlemek (belgesel 2006'de ancak hazırlanabildi) oldukça absürd bir durum. Belgeselden birçok şeyi parça parça karşımda bulmuştum. Seneler boyunca, "Belgeselin tamamını izlemedim ama ne olduğunu biliyorum" diyerek biraz küçümsedim bile. Fakat hata olmuş.

Galatasaraylılık duygularına hitap eden yerleri zaten biliyorduk. Onlardan fazlası da varmış. Yakalamak güzel oldu. Üstelik seneler geçtikçe, bu başarının ne kadar büyük olduğunu daha iyi idrak ediyorum. 14-15 yaşlarında Avrupa kupası finali görmek, yaşanılanların çok normal olduğunu düşündürüyordu. 30 yaşında, o günlere dair ve takım içi detaylarla biraz daha fazla yoğrulmak, o başarıyı kazananların birer insan olduğunu hatırlamak izleyenin nefesini kesiyor.

İşin bir de belgesel kurgusu tarafı var. Ben işin amatörce, taraftara oynayarak yapıldığını düşünüyordum. Hiç öyle değilmiş. 2000 yılının olanaklarını düşününce, Galatasaray tarihinin en stresli 20 gününü düşününce ortaya konulan eserin hakkını vermek gerekiyor.

Benim en çok hoşuma giden detaylar her oyuncunun bir karakterinin olmasıydı. Düşünülmüş bir iş mi, yoksa tesadüf mü emin olamıyorum. Şundan bahsediyorum. Mesela Popescu, belgeselde sadece 'sessiz adam' rolünde. Popescu 20 gün içinde muhakkak ağzını açmıştır ve kameralar da o anı yakalamıştır, fakat kurguda öyle bir sahne yok. Herkes makara yaparken Popescu sessiz, herkes soyunma odasındayken Popescu koridorda... Veya Hasan Şaş, bir huysuz adam. Arif kötü ama insanı güldüren esprilerin insanı... Sanki önemli bir olayın aktörleri değiller de kurgusal  bir filmim aktörleri..

Diğer yandan sadece futbolcular veya teknik heyet yok. Taraftarlar, basın çalışanları... Herkes bu işin bir parçası... Müzikler de şahane. Üstelik çok kısa ve etkileyici bir bölüm dışında dış ses de yok. Harika kotarılmış.

Belgesel 17 Mayıs ama en güzel sahnesi de Diyarbakır'da takım otobüsünün peşinden koşan taraftarlardır...

Bir ara Eski Açık Sarı Desene'yi de izleyeceğim. Onu da çok beklettik.

Pazartesi, Ocak 29

Sarhoş Çocuklar



Pankart, pankartta yazan, pankartı tutan, tribün, güneş, eskiler....

Pazar, Ocak 28

Judgment At Nuremberg



Ülkenin her yerinde ateş vardı. Ezilmişlik, küçük düşmüşlük, açlık vardı. Demokrasimiz vardı, evet ama ilgili kişiler tarafında yıpratılmıştı. Hepsinden önemlisi, korku vardı. Bugünden korku, yarından korku, komşulardan korku ve kendimizden korku... Ancak bunu anladığınızda Hitler'in bizim için ne ifade ettiğini anlayabilirsiniz. Çünkü o bize demişti ki; "Başınızı dik tutun. Alman olduğunuz için gurur duyun. İçimizde şeytanlar var. Komünistler, liberaller, Yahudiler, çingeneler... Bu şeytanlar yok edilir edilmez, mutsuzluğunuz da yok olacak!"

Hepimizin bildiği günah keçisi masalı. Peki ya içimizdeki bilgililer ne yaptı? Tüm bunların yalan, yalandan da beter olduğunu bilenler ne yaptı? Neden sessiz kaldık? Neden bu işlere bulaştık? Çünkü ülkemizi seviyorduk. Birkaç politik fanatik haklarını kaybetmiş ne yazar? Azınlıktaki birkaç ırk haklarını kaybetmiş ne yazar? Bu sadece bir geçiş süreciydi. Sadece içinde bulunduğumuz bir aşamaydı. Eninde sonunda nasıl olsa bitecekti. Hitler'in kendisi de eninde sonunda bitecekti. "Ülke tehlikede. Karanlıkları aşmak için yürüyoruz. İleri yürüyeceğiz!"

'İleri' çok önemli bir paroladır. Ne kadar başarılı olduğumuzu tarih söylüyor, sayın hakimler. En vahşi düşlerimizi sınırların dışına taşıdık. Hitler'in Almanya'yı saran öfkesi ve gücü tüm dünyayı sardı. Yanımızda bir çok güçlü müttefik bulduk. Bize demokratik olarak verilmeyen şeyler, şimdi elimizdeydi. Dünya, "Devam edin, alın, alın!" dedi. "Sudetenland'ı alın. Rhineland'ı alın. Askerinizi yığın. Tüm Avusturya'yı alın. Alın!"

Ve bir gün etrafımıza baktık. Kendimizi çok daha büyük bir tehlikenin içinde bulduk. Bu mahkemede başlayan tören, salgın ve amansız bir hastalık gibi tüm ülkeyi süpürdü. Bir geçiş dönemi olması gereken olaylar, yaşam tarzı haline gelmişti.
...
Hitler Reichstag'ta öfkesini kusmaya başladığında neredeydik? Ya gecenin bir yarısında komşularımız Dachau'ya sürüklenirken neredeydik? Almanya'nın her yerindeki istasyonlarda çocuklar vagonlara bindirilip yok edilmeye götürülürken neredeydik? Geceleri çocuklar bize bağırırken neredeydik? Sağır mıydık? Dilsiz miydik? Kör müydük?

Avukatım milyonlarca insanın yok edildiğinin farkında olmadığımızı söyledi. Bir bakımdan haklı olabilir, biz sadece yüzlerce kişinin katledildiğini biliyorduk. Bu suçumuzu azaltır mı? Belki detayları bilmiyorduk. Ama eğer bilmiyorsak, bu bilmeyi istemediğimizdendi. 

Cumartesi, Ocak 27

5000


Blogun 10. yılındayız. Ve 5000 yazı girildi buraya. Bu da 5001... Zaten yazı da değil hepsi; post diyerek genelleyelim. Bugünleri görmek çok ilginç. Tam 10 yıl önce bu blog ortada yoktu. Bahara kadar beklememiz gerekiyordu. Baharda da ben askerdeydim.

Peralta kendi rızası ve hevesiyle blogu açtı. Yakın bir arkadaşımız "Bu blogu açıp spor basınına gireceğini mi sanıyorsun?" diye alay etti onunla. Sonra ben askerden geldim. Destek atmak için başladım, sonra üzerime kaldı. O zamanlar yeni mezun olmuş, askerliğini yeni bitirmiş, işsiz, 'Yeniden saç uzatsam mı yoksa işe girmeyi mi beklesem' diyerek düşünen biriydim. 10 yılda çok şey değişti. En başta saçım döküldü. Artık saç uzatmak gibi bir kaygım yok. Onun dışında da çok şey değişti. Çok şey yaşandı. Çok uzağa adımlar atmadık gerçi ama çok hareket oldu. Gelenlerin, gidenlerin arasında bu blog duruyor.

2009-2010 falan güzeldi. Herkes deli gibi blog yazıyordu, deli gibi blok okuyordu. Yine en az bizimki okunuyordu ama önemli değildi. Sonra o deli gibi okunan bloglar, blog yazarları Twitter'a geçti. Biz de geçtik ama nedense burayı boşlamadık. Boşlamadım. Peralta çoktan bıraktı yazmayı, artık okumuyor bile. Okuyanlar ise belli; birkaç tanımadığım insan ve çokça tanıdığım-sevdiğim insan. Toplasan 50 kişi çıkmaz.

Aslında hayret ediyorum. O kadar iş güç arasında, yaş olmuş 30+, neden az kişinin okuduğu bir blog yazabiliyorum? Bir beklentim olduğu için sorgulamıyorum. Bu soruyu sorma nedenim tam olarak 5000 ile alakalı. Neden değil nasıl! Çünkü bu çok ciddi bir rakam. Yılda 500, ayda 41 post demek. Bir aralar günde 5 atıyorduk, onun etkisi devam ediyor istatistikte. Yine de son zamanlarda da günde birin çok uzağında değiliz. Peralta yok belki ama Refet destek atıyor, onun da katkısı büyük.

Bu iş nereye kadar gider bilmiyorum. En büyük merakım da bu soru değil. Asıl önemli olan bu 5000 postu ve arkasından gelecekleri ne yapacağız? Bir gün blogspot çökerse, internet silinirse, dünya yanarsa, elektrik üretilmezse ne olacak bu yazılara? Birçok mecrada çokça yazım var ama en çok buradakiler için kaygılanıyorum.

10 yıl önce hayatımda olmayan kaygılardan biri de bu işte... 

Cuma, Ocak 26

Beautiful Girls


Berbat bir gündü. Bir ölüm haberinin ve cenazenin hemen ardıydı. Ölümün yakın olmadığı zamanlarda çok panik ve korkak olabiliyorum. Fakat o günler geldiğinde beklediğimden çok çabuk bir şekilde hayata devam edebiliyorum. En azından toprağa verilme işlemi sona erdikten sonra... Bir şekilde ben yaşıyorum, o zaman durulmaz. Hayat devam ediyordu.

Fakat o gün bir muhasebe yaptığımda çok da iyi devam etmiyordu. Çevremdeki herkes gidiyordu. Tünelin sonunda umut gözükmüyordu. Monoton ve sıkıcı bir hayat eksilerek, azalarak, tatsızlaşarak beni çağırıyordu. Anlamsız gibiydi. İnsan işte; o kadar bencil ki gidenden çok kendine, kaldığı yere üzülüyor, beğenmiyor. Kaldığı için şikayet ediyor.

Sıcak bir yaz günüydü. Toprakla, kürekle ve gömlekle haşır neşir olmak da terletmişti biraz. Güneş etkisini azaltınca kendimi sokaklara vurabilirdim ama şimdi evdeydim. Ve hayatıma kaldığım yerden devam ederek olası bir buhranı birkaç ay daha öteleyebilirdim. Çağın kurtarıcısı televizyon öyle bir anda açıldı.

Bir filme denk geldim. Beautiful Girls. İsmine bakan bunun bir erotik film olduğunu düşünebilirdi. Fakat bir erotik filmin 2017 yılında Türk televizyonlarında hem de gündüz saatinde yayınlanmayacağını bilecek kadar tecrübeliydim.

İzlemeye başladım. Fena da gitmiyordu. Filmin adını yanlış koymuşlar sanki. Çünkü erotik film beklemeyenlerin beklentisi de en azından genç kadınların hikayesini anlatan bir film olabilirdi. Oysa 30 yaş civarında erkeklerin hayatları ile başlamıştı.

Sonra birden o güzel havada televizyonun görüntüsü gitti. Yine kuşlar anteni bozmuş olmalıydı. Bir film keyfimiz vardı o da boka sarmıştı. Tuvalete gittim, dönene kadar hava karardı. Önce fırtına çıktı, sonra dolu yağdı. Camlar kırıldı, ağaçlar devrildi. Ölüm gibi bir şeydi, ölen de bir gün önce ölmüştü. Mevsimler değişiyordu, hatta bir gün içinde bile mevsim değişiyordu ama benim hayatımda değişen bir şey olmuyordu. Ve film izleme isteğim bile gerçekleşmiyordu.

Normalde televizyonda izlediğim filmler yarıda kalırsa açıp suratlarına bakmam. Fakat o yarım saat beni çok merak ettirdi. Gece hava durulunca, internet gelince, tehlike geçince ve Graz - Fenerbahçe maçını da izleyince filmi internetten açtım.

O günün duygusallığından mı yoksa lise buluşması için doğduğu kasabaya geri dönen 30 yaşındaki Willie (Timothy Hutton) yüzünden mi bilmiyorum ama film sardı, sardı, sardı ve bittikten sonra da "Tamam" dedim. Neye tamam dediğimi bile bilmiyordum. Filmin müzikleri çok iyiydi ama herhalde en sonda sürpriz bir şekilde çıkan Graduation Day son darbeyi vurmuştu. Yine de bir şeyler beni etkilemişti. Sadece şarkı ile müzik ile olacak şey değildi.

Hayatta gideceği yolu bilmeyen Willie, kendisinden yaşça çok küçük olan Natalie Portman'a bir şeyler hissediyordu. Film 1996 yapımı, Portman 1981 doğumlu, Portman'ın canlandırdığı Marty karakteri de 14 yaşında. Filmde öyle bir 'ahlaksız ve alakasız aşk' ilişkisi olmuyor ama Marty'nin aklı, zekası, mizahı Willie'yi o kadar çok etkiliyor ki kafası da karışıyor. Portman,  henüz o yaşta "I will be hot" diyor ve yıllar sonra da oluyor zaten. Willie de "Bu kız büyüyünce harika biri olacak" diyor. Oluyordur herhalde. O harika insanları görmek mümkün değildi. Ama oluyordur herhalde birileri.

Filmin senaristi Scott Rosenberg, High Fidelity'nin de senaristi. Tıpkı o filmdeki top 5'ler gibi, burada da erkekler kadınlara not veriyorlar. Ve Timothy Hutton, fena halde oradaki John Cusack'a benziyor. O filmi seven bu filmi de sever. Müzikler de şahane uyumlu zaten. Sadece kapanış değil, geri kalanında da çok naif parçalar giriyor araya.

Filmdeki güzel kızlar ve 30 yaş civarındaki çocuklar, o güzel arabalarına binip gidiyor ve film bitiyor. Portman'ın karakteri Marty kasabada kalıyor gerçi. Onun büyümesi gerek. Ben de film bitince kalıyorum. Sıkışmışlığın, daralmışlığın tam ortasındaydım. Film iyiydi, bana da iyi gelmişti ama hiçbir şeyimi de değişmemişti. O kadar güçlü bir film değildi ama zaten o kadar güçlü kaç film var ki sinema tarihinde.


Perşembe, Ocak 25

Sosa'nın Karısının Askerleriyiz


Yazar: Refet

Atanamamış Amatör Sosyologlar Yazıları | Kharkiv




Biz ki; 31 Aralık’larda -saat 17:00 sularında- kabak tatlısının pişerken çıkardığı iştah kapayıcı kokusu eşliğinde, yeni yıla erken giren okyanus ülkelerinin havai fişek gösterilerini izleyerek büyüdük.

Bu seferde biz; 2018’e hep sonradan misali geç giren bir Cumhuriyet olarak alanlardayız..

İkinci Dünya Savaşı’nın kalelerde/kalplerde/katedrallerde ve kadehlerde bıraktığı bilumum izleri görmeye...

"Adam olacak çocuk bokundan belli olur" mottosunu kendimize uyarlayarak "güzel geçecek spontane daha havalimanına gidiş yolundan belli olur" diye minik totemler yapıyoruz kendimize. "Sergen bir ara ne iyi gidiyordu hatırlıyor musun? Aslında osuruk; safi rüzgar... Yanında 1-2 genç varmış, maçları deli analiz ediyorlarmış. Onlar gidince rezil oldu" da bahsedilen o analizci gençler gibi hissedip kendimize gaz veriyoruz. Bir nevi motivasyon kaynağı bu da.

Ahmet Kaya'nın resitallerinde sahneye "Nazım Baba'dan oku Nazım Baba'dan" diye bağıran seyirciye tamam diyerek hafif gülmesi ve ilerleyen dakikalarda "Hani Nazım'ın da dediği gibi; ustalaştık taşı kırmakta, dostu düşmandan ayırmakta" diyerek odanın kireç tutmamasının nedenlerini sıraladığı halk türküleri gibi "Sevda baştan nasıl gider" in spontaneleriydi bunlar.

Yine ucuza düşürülen bir bilet, ani verilen bir karar, OFF'ların birleştirilmesi sonucunda Kharkiv'e akma planı. İstanbul yılbaşından çıkmış, bomboş, herkes evlerinde. Havalimanına ulaşmak zor olmadı. Her şey tıkır tıkır işliyordu. Ne asker uğurlaması, ne hacca gidenler, ne de transfer karşılama yoğunluğu vardı. Böyle boş olunca da "Ulan bomba ihbarı falan mı var acaba?" diye şüpheleniyorsun.

Uçağa giriş kapısında duran kalabalık az çok seyahat edilecek yer hakkında bir önyargı oluşturur. Lviv'e inat daha az "gri tuğralı Doblo" sahibi abi vardı. Hatta hiç yoktu diyebilirim. Transit olarak ülkelerine dönen Ukraynalı vatandaşlar ve Ruslar çoğunluktaydı. 90'lı yıllarda klişe haline gelen "Adamların stadyumları 15 dakikada dolup-boşalıyor. Biz saatler öncesinden gidip helak oluyoruz"  muhabbetleri geldi akla. 15 dakikada dolup boşalan stadyumarın huzuru vardı. Ama 6 saat öncesinden gidip sıraya girilip, içeride Hakan Peker-Ufuk Yıldırım şarkılarıyla şımarma hali yoktu. Ne ağlayan bebek, ne kavga çıkaran yolcu vardı. Hatta Pegasus'un tekerlekleri beklenenden 2 dakika önce yerden kesilmişti.

Önyargı oluşmasın, algı operasyonu olmasın diye gideceğim yerlerle ilgili artık ön araştırma yapmıyorum. Ön araştırma dedikse şehrin takımının Türk takımlarıyla oynadığı maçlar, oradan transfer olmuş futbolcular falan. Oradan da işaretler ne getirirse artık... Kharkiv ise Türk Futbolu için tam bir hayal kırıklığıydı. Ertuğrul'u kovduran , Skibbe'ye bıraktıran, Sosa'nın eşinin beğenmeyip İstanbul'a kaçtığı bir yerdi.

Söylenen tek şey tabanca gibi bir takım olduklarıydı. Bu takım geçtiğimiz yıllarda küme düşürüldü ve Öz Metalist tarzı sıfırdan başlamıştı amatörden. Tamamdı işte; dibe vurup aniden çarpan o balık gibi çarpma peşindelerdi.



Şehirle ilgili yaratılan algı "Oranın Eskişehir'i diyelim" gibi bir algıydı. Vatos balığı yüzüme kocaman bir tokat atmıştı, 20938 yıldır Eskişehir'e gitmeden, ona benzetilen yere gidiyorduk. Paris'e gitmeden Diyarbakır'a "Doğunun Paris'i demek" gibi bi rşey. Son dönemlerde PR'ı sık yapılan Kars ile ilgili 48Kutay'ın ilgi alanına girmeye başlamıştım bile.

Şehre ayak bastığımda hava mevsim normallerinde seyrediyordu. Halk arasında "göt kesen soğukları" diye adlandırılan soğuklardan ve kar tanelerinden eser yoktu. Şehir merkezinde büyük bir noel ağacı karşıladı ama Lviv'in aksine Ukrayna bayrakları yok gibiydi. Orada bir referandum yapsam "Rusya'ya katılalım" diyenler %80 çıkabilirdi. Ukrayna'nın en doğusu olduğundan kendimce Türkiye'den çıkarımlar yapmaya çalıştım, tehlikeli sulara girdiğimi farkettim hemen çıktım o sulardan.



İstanbul'da olan yorgunluk burada da vardı. Gerçi bizde portakal-muz-tv8-çekirdek yorgunluğu idi ama burada sağlam votka tüketimi olmuştur diye düşünüyorum. Öğrenci kentinde hiç öğrenci görmedim. Hepsi memleketlerine gitmişti. Kendimi bir anda rakip takımın oyuncusunun başka takıma transfer olduğunu bilmeden "En tehlikeli silahları, önlemlerimizi aldık" diyen Mustafa Reşit Akçay gibi hissettim. Dünyanın en kısa basın toplantısı gibi en kısa spontane seyahatimde başkası olması beklenemezdi.

Kendimi çoğu zaman semtte hissettim. Her yer kapalı, her yer kiralık, her yer kentsel dönüşüm... 

24 saatten az kaldım. Galiba bu spontanelerden de sıkıldığımı fark ettim. Çünkü Eskişehir'i görmeden, "Oranın Eskişehir'i" demek olmuyormuş. Bu da buradan çıkardığım bir dersti kendi adıma. Hikaye çıkaracak, hikaye anlatacak kimse yoktu. Sosa'nın karısı haklıydı. Sanki Erman Toroğlu'ydum ve 0-0 bitip uzatmalarda da eşitlik bozulmayınca penaltılara kalan ve baskıya yetişmesi için alelacele yazılan bir yazıydı.

Biraz şey gibi; "Atama değil de, özel bir kurumdan teklif geldi. Gittik görüştük, içimize sinmedi ama bir yandan da çalışmak lazım" esnasında ağızda kalan o metalist tat gibi...

Kharkiv'in tek kazananı JAJA'dır ibütün bu hikayede , o da 15 Ocak itibariyle Thaliand SCG Muangthong United ile anlaşmış.



İşaretleri takip etmek istemiyorum, Thaliand'a mı git demek istiyor hayat?

Çarşamba, Ocak 24

American Psycho


American Psycho; gereğinden fazla geç izlediğimiz filmler arasında... 17 sene öncesinin filmi. Zamanında çok sevilmişti. Bana biraz afişinden dolayı olsa gerek; kokutucu gelmişti. Meğer çok da gerek yokmuş o kadar gerilmeye. Abartılı bir savunma kalkanı kullanmışım. O kadar da gerginlik yaratacak bir film değilmiş.

Film, bir kitap uyarlaması... Kitabını okumadım ama filmden anladığım kitabın çok daha iyi olduğu yönünde. Zaten anlatıcının fazla dahil olduğu filmler biraz sıkıntılıdır. Bazı durumların sinemaya aktarılamadığının itirafı gibi gelir bana. Bu filmde de sıkça başvuruluyor. Bir de sadece benim önsezim değil, hem kitabı okuyup he filmi izleyenlerin ortak düşüncesi kitaba sık övgüler taşıyor.

Yine de filmin 17 yıl aradan sonra hâlâ izlenebilir olması önemli bir eşik ve bu özelliğinin iki nedeni var. Birincisi konunun evrensel olması. American isminde olmasına rağmen kapitalizmin hüküm sürdüğü her yerde alıcısını bulabilecek bir film. Derdini anlatmakta, anlaşılır kılmakta sıkıntı çekmez. Öte yandan eleştirisi yapılan da kapitalizm değildir aslında. Onun getirdiği bir yüzeysellik ve sığlıktan bahsedebiliriz. Sonuçta bir ekonomik sistem eleştirisi yapılmıyor. İşin o kısmı satır aralarında geçiyor. Bizim olayımız kapitalist sistemin içinde var olan Bateman'in kendi hayatından beklentilerinin sığ kalması ve kendini tüketmesi ile alakalı. Kıyafetleriyle sevişen bir adamdan bahsediyoruz. Kıyafetle sevişme metaforu, yüzeysellik açısından önemlidir, High Rise filminde de (ve kitabında) kullanılmıştı.

Filmi izlemek için diğer neden de Bale. Bateman'i canlandıran Christian Bale, günümüzün en popüler ve başarılı oyuncularından. Şu ana kadar birçok harika filmde yer aldı. Bu film ise onun kariyerinin kilometre taşlarından. Devamlı kilo alıp vermesine alıştığımız, neredeyse binbir surat kıvamına gelen adamın 26 yaşında, belki de fiziksel olarak en iyi haliyle izlemek önemli ve güzeldir diye düşünüyorum. Aslında bana kalırsa kendisi filmde çok da iyi değil ama en azından Eyes Wide Shut'taki Tom Cruise kadar bir karizması var.

Filmde müzikler de önemli yer tutuyor. 80'lerin müzikleri ve en başta da Genesis filmin yardımcı oyuncusu. Film demeye devam ediyoruz ama işte bunlar esasında kitabın başarısı. Zaten film birçok yerde yetersiz kalınca, kitap giderek merakımı çekti. O nedenle bir de kitaptan okumak gerek sanırım. Fakat biraz zaman geçmeli....

Cuma, Ocak 19

Ütopya



Düşlemde mor bir aşkın
Yaşadığına gittim yar
Bir gittim ki sus oldu
Pusa büründü hisar

Bir vapur dumanıyla
Sanki gelecek gibi
Bir gün gelecek elbet
Ütopyalar güzeldir

Onu bana verseler
Vermeseler ne yazar
Ben bir kadın sevdim ki 
Evim artık gül kokar

Bir vapur dumanıyla
Sanki gelecek gibi
Bir gün gelecek elbet
Ütopyalar güzeldir

Perşembe, Ocak 18

The Invisible Woman


Ralph Fiennes sevdiğim bir oyuncudur. Kendisinin hem oynadığı hem de yönettiği bir filmi fark edince, göz atmadan duramadım. Üstelik canlandırdığı karakter Charles Dickens'dı. İlgi çekici gibi duruyordu. Fakat yine benim hem biyografilere hem de eski dönem filmlerine olan soğukluğum burada da ortaya çıktı. 

Sanırım BBC destekli bir filmmiş. O yüzden fazla 'İngiliz' olması da filmden aldığımız enerjiyi düşürdü. Benim için İngiliz sineması; kara komediler (Guy Ritchie) ve işçi sınıfı filmleri (Ken Loach) dışında çok ilgi çekici olmadı. Daha iyi bir film olabilirdi sanki; zira hikaye ilgi çekici gibi duruyordu. Kariyerinde sadece iki film yöneten Fiennes yerine başka birine verilse belki daha iyi bir iş çıkabilirdi.

Çarşamba, Ocak 17

Bir Ankara Gecesi



Bu golü hatırlıyor musunuz? Ben hiç unutmuyorum. Şimdi nereden aklıma geldi onu da bilmiyorum. Milli takıma dair hayatımdaki en güzel 10 dakikalardan biriydi. Aslında aklı yetenler o günü daha kötü hatırlar. Gerçekçi bir gözle bakıldığı zaman eleştirilecek, isyan edilecek bir gündü. Fakat 6-7 yaşındaki bir çocuk için kusursuz bir heyecandı.

Sene 1992'ydi. O zamanlar Türkiye'nin futbol takımı zar zor kazanan, hatta sıklıkla kaybeden, Avrupa'nın en zayıflarından biriydi. Ondan daha zayıfı San Marino gibi takımlardı. 1994 elemelerinde de rakiplerimizden biri San Marino'ydu.

Grubun ikinci maçında onlarla karşılaşacaktık. 29 Ekim'den bir gün önceydi. Cumhuriyetçi düşüncenin zirve yaptığı yıllar olduğu için coşku tavandaydı. Öncesinde bir milli maç, sonrasında milli bayram... Üstelik milli mücadelenin sembolü bir başkentte, banko kazanılacak bir maç...

Fakat beklendiği gibi olmadı. San Marino, tarihinin ilk deplasman golünü o maçta attı. Karşılaşmanın 85. dakikasında skor 1-1'di. Ondan sonra Orhan Çıkrıkçı'nın golüyle 2-1 öne geçtik. Golden sonra tribünler rahatladı ve meşalaler yandı. O meşaleler sönmeden Hakan Şükür bir gol daha attı.

İşte bu gol, o gol! Bir stadyumun en güzel anında gelen çok güzel bir gol. Belki de öyle değildi ama ben 7 yaşındaydım. Maç gündüz başlamıştı. Hava aydınlıktı. Gol atılırken karanlık çökmüştü. Sonra bir gol daha attık; Hami Mandıralı ile. 4-1 kazandık.

Çok güzel bir gündü... Çok güzel bir takımdı....

Salı, Ocak 16

Art School Confidential


Böyle filmlere nasıl denk geliyorum? Gerçi cevabı biliyorum. Gençlik filmi oldu mu dayanamıyorum, bir şans veriyorum. Fakat 80'lerde değiliz. Artık kaliteli gençlik filmi çıkmıyor. Bu devirde çok zor öylesini yakalamak.

Bazı filmlerde küçük rollerde büyük oyuncular yer alır. O filmleri severim. Bu filmin güvendiğim yanı da buydu. John Malkovich, Steve Buscemi, Anjelica Huston gibi isimler vardı. Onlar bu filmde ufak da olsa yer aldılarsa bir ışık görmüşlerdir diye düşündüm. Ama o ışığı ben görmedim.

Bir de türü komedi olarak geçiyor. Komedi için fazla yavaş. Özellikle son 25 dakikası geçmek bilmedi... 

Pazartesi, Ocak 15

Kutlu Olsun


Türkiye'ye geldiğinde kimliği olmayan Hamza  Hamzaoğlu'nun bugün doğum günü. Kutlu olsun. Onu sevmeye devam edeceğiz, zira onunla ilgili kurulan cümleler artık bir futbol tartışmasının dışına çıktı.

Onun teknik direktörlüğünü eleştirenler ve beğenmeyenler olabilir. Tartışma da yapılabilir. Eleştirilecek yanları vardır, fakat takdir görülecek yanlarını da biz es geçmeyiz. Yine de meselemiz bu değil. Tartışmamız futbolla ilgili değil, toplumsal yaşamla alakalı...

Tam da bu yüzden hoca bizim için değerlidir, önemli bir figürdür. Bu hayatta, kendisi dışından olmayan herkese tahakküm kurmaya çalışan, küçümseyen, engelleyen, oturduğu yerden kazanmaya devam etmek için herkesi harcayan insanların sevmediği, kabullenmediği insandır. Hakimiyet kurmaya çalışanların ezberini bozandır. Hamza Hamzaoğlu'nun en çok ,ama çoğu da saha dışı sebeplerden dolayı, eleştirenler onlardır.

Irkçılıkla itham edildi, 'köylülük' ile aşağılandı ve daha nicesi yaşandı... Bunlar unutulmadı çünkü sosyal hayatta bizim gibilerin karşısına böyle insanlar devamlı çıkıyor, çıkacak. Bu söylemlere de başka formlar eşliğinde aşinayız. O nedenle, böyle bir ortamda başarılı olan insanları sevmeye devam edeceğiz.

Bu üç kupa veya forvette kim oynayacak tartışması değil. Bu başka bir mesele. Ve o yüzden Antalyaspor'da başarılar...

Pazar, Ocak 14

La danseuse


Yüzyılın başındaki önemli dansçılardan Loie Fuller'in hayatını anlatan film, sanırım son dönemde izlediklerim arasında en sıkıcı olanıydı. Biyografiler beni hiç sarmıyor. Bu da sarmadı. Fakat benim zevklerimin öneminin yanında film de biraz başarısızdı sanki. Bir kere ana kahraman Fuller'i canlandıran Soko, başarısız ve ruhsuz bir oyuncu. Zaten o da oyuncu değil bir şarkıcı. O nedenle daha orada kritik bir hata yapılmış. İyi dans ettiği için seçildiyse de bu sinema için yeterli olmamalı...

Fakat müziklerin ve görüntülerin şahane olduğunu belirtmem lazım. Oyunculuk anlamında da muhteşem bir yıldız adayı var. Johnny Depp ile Vanessa Paradis'in kızları olan Lily-Rose Depp şahane iş çıkarıyor. Çok da güzel. Yaşı henüz 17. Canlandırdığı karakter Isadora Duncan da dans sanatında ayrı ve hatta devrimsel bir konuma sahipmiş. Filmde ona biraz haksızlık yapıldığını söyleyenler var. Ne kadar doğrudur bilemem fakat benim de en çok ilgimi çeken oydu.

Bir de filmin hemen başında, o dönemde kızını dansa yönlendiren baba figürü vardı ki; başımızın tacıdır. 10 numaraydı. Zaten oraları izledikten sonra filme bağlandım ama devamında beklediğimi alamadım.

Soko; şarkı söylemeye devam etsin çünkü orada çok sıcak ve muhteşem...

Cumartesi, Ocak 13

Boşuna


Ah be Robin! Kalp kırmana değdi mi?

İki yakın arkadaş, hatta abi-kardeş Londra'dan sonra İstanbul'da buluşmuştu. Hayat onları buraya getirmişti. Her şey çok güzel olacaktı. Fakat sonra bir maç oynadılar ve şimdi birbirleriyle konuşmuyorlar. Van Persie yolcu gibi. İstenmeyen adam oldu. Oğuzhan'ın önünde uzun bir gelecek var, nereye evrileceği belli olmaz. Fakat bu ikilinin arası bozuldu işte.

Duygusallaştım biraz. Ara sıra halı sahalarda da bize böyle oluyor. Hocam gerek yok işte bunlara. Taraftara oynadın da ne oldu? Şu an en çok seni sevmiyorlar. Biz hiç olmazsa kendi sinirimize yenilip en yakın arkadaşımıza küfür ediyoruz. Sonra dışarıda bir çay içip düzeliyoruz. Siz niye böylesiniz?

Nereden nereye işte...

Cuma, Ocak 12

West Side Story


Müzikal sevmiyorum. O nedenle tarihin en popüler müzikallerinden biri olan West Side Story'e uzun zaman boyunca burun kıvırdım. Beklediğimden, tahmin ettiğimden çok daha güzelmiş. Konusu çok alışılmış. Hatta Romeo - Juliet işte bu! İlave olarak ABD'deki azınlıklara ve ırkçılığa bir bakış da var. Bu bağlamda America şarkısı, filmde söylenen şarkılar arasında en çok hoşuma gidendi.

Beni bile ekrana bağlamış olsa da; 11 Oscar almasına gerek var mıydı? Bence yoktu. Ama yine de eminim ki La La Land'den iyidir.

Perşembe, Ocak 11

Çarşamba, Ocak 10

Beş Şehir


Kars'a gidenlerin, gitmek isteyenlerin başka bir güruh tarafından aşağılandığı 2018 yılından merhaba...

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir'i 1946 yılında yazmış. O zaman da bazı şehirler, bazı kitlerle tarafından küçümseniyor. Mesela Erzurum, mesela Konya... İkisi de bu kitabın içinde, ikisi de bu topraklarda. Onlara  gösterilen tavır, çıkan oy oranlarıyla alakalı değil. Bunu, çok partili seçim sistemine geçilmeden yazılan kitabın içindeki satır aralarından anlamak mümkün.

Sanıldığının aksine Türkiye; en büyük toplumsal çatışmasını 15 yıldır yaşamıyor. 1950 de değil başlangıç noktası. Bu 200 yıllık bir mesele belki de. Ve bu kavgada, çok güçlü iki zıt taraf olsa da bir de her zaman arada kalanlar oldu. Ahmet Hamdi Tanpınar da onlardan biri olsa gerek. Yaşadığı yeri küçümseyip tiksinenler ile yaşadığı yeri cehenneme çevirmekten keyif alanlar arasında bir azınlığın üyesi. Geçmişine ve geleneğine hayran olup, cumhuriyet değerlerine sahip çıkan bir aydın. Yeni bir ülkenin eskiyle kurduğu köprü...

O nedenle kendisi, bu beş şehri (Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul) başka türlü anlatamazdı. Fakat onun dışında kalan hemen herkes başka türlü (ve aynı) anlatırdı. Zaten başka türlü de anlatıyorlar. Basit gezi rehberleri gibi sönük kalan cümlelerin yanından Tanpınar bir vaha gibi kalıyor. Çünkü Tanpınar, başka bir şey anlatıyor. Beş şehri değil, beş şehrin insanını değil, beş şehrin ruhunu değil; bütün bir Anadolu'yu anlatıyor.

Arada kalanlardan biri olduğunu ve yaşanan toplumsal çatışmada yenik düşen ilk gruba mensup olduğunu da çok net bir şekilde belli ediyor. 

"Gideceğimiz yolu hepimiz biliyoruz. Fakat yol uzadıkça ayrıldığımız âlem, bizi her günden biraz daha meşgul ediyor. Şimdi onu hüviyetimizde gittikçe büyüyen bir boşluk gibi duyuyoruz, biraz sonra, bir köşede bırakıvermek için sabırsızlandığımız ağır bir yük oluyor. İrademizin en sağlam olduğu anlarda bile, içimizde hiç olmazsa bir sızı ve bazen de bir vicdan azabı gibi konuşuyor” demesi boşuna değil. Kars meselesi tam burada güzel bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Kars, Yozgat, Kayseri, Amasya, Sivas, Mardin... Bırakmak için sabırsızlandığımız yükler. Onlardan kaçıyoruz. Sadece hayat tarzı çatışması değil bu. Çok daha derin bir mesele...

Kitap eşsiz bir anlatıma sahip. Özellikle 30 yıldır yaşadığım şehrin bu kadar iyi anlatılır olması beni biraz kıskandırdı. Bakmadığımız, bakmadığımız için dillendiremediğimiz çok fazla şey var bu şehirde. Kitaptakilerin bir kısmı belki ortalarda bile yoktur. Aradan seneler geçmiştir. O da ayrı bir konu. 

Kısacası; okuduğum için çok mutlu olduğum kitaplardan. Geçmiş ile gelecek arasında; değişim ile gelenek arasında sıkışanların buluşacağı satırlar. Üstelik aradan 70 sene geçtiği artık masal gibi geliyor. Öyle bir masal ki; Kars'a, Sinop'a, Van'a, Malatya'ya, Mersin'e gitmek ve oraları anlatabilmek için harekete geçirebilecek kadar güçlü. Bir gün neden olmasın...

Pazartesi, Ocak 1

Klasik

Böyle bir klasiğimiz var mıydı emin değilim. Bu yıl sonu yazılarından yazıyor muyduk? Geçen yılların 31 Aralık-1 Ocak günlerine bakarak bunu bulmak mümkün ama üşeniyorum gerek yok. Zaten yılın nasıl geçtiğini ve gelecekten neler beklediğimi anlatmak gibi bir derdim de yok. Maksat bloga post girmek, dükkanın önüne tabure atmak.

Zaten fotoğraf da eklemeye üşendim. Yoksa google'a 'Yol' yazıp bir tane boş otoyol fotoğrafı bulmayı düşünmüştüm. Altına da 'yola devam ediyoruz' der, işin içinden çıkardık. Onun yerine biraz daha uzun ama bomboş bir yazı yazıp, blogu daha okunulur ve dolu göstermeye çabaladım. Bence oldu sayılır.

Bu arada merak eden varsa; iyi geçti ve umutluyum.