doğaçlamalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
doğaçlamalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Mart 26

Yeni Mahalle

 


Bundan altı ay önce blog'a ara verdiğimizi duyurmuştuk. Meğer sonlandırmışız.

Halen birinci çoğul kullanıyorum ama tabi ki son yıllarda dükkanın yükü bendeydi. Şikayet de yok. Güzel yazılar yazdık. İçimizi boşalttık. Yine de başta Peralta ve Refet olmak üzere herkese teşekkürler.

16 sene geçti burada. 2008'de tam bu zamanlarda başlamıştı. O yıl doğanlar, artık kendi yazılarını yazıyı. Güzel bir arşiv birikti. Mesleki açıdan bana faydası oldu, iyi dostluklar kurmamıza neden oldu. Buranın hakkı ödenmez. Fakat değişiklik şart... Tebdil-i mekanda ferahlık vardır.

Ben yazmaya devam edeceğim. Halen buraya giren kaldı mı bilmiyorum ama denk gelen olursa yeni adresi duyuralım. Burada da bekleme yapmasın boş yere.

Blog kültürüne son vermedik tabi ama artık dijital çağa göre ilkel kalan blogspot'tan ayrılıyoruz. Bundan sonra substack denemeye karar verdik. Hem okuyan hem üreten için daha kullanışlı.

https://kirksekiz.substack.com/

Buradan devam edeceğiz. Ara ara buraya dönüp temizlik yapabilirim. Bazı yazılar kalacak tabi. Ya da belki, yeni yere taşırım. Çok gereksiz kalanlar da silinir. Ya da bilmiyorum. O kadar da vaktim yok.

Hayırlı uğurlu olsun.

Kardeşiniz yeni mekan açtı, bir ara uğrarsınız... 

Perşembe, Eylül 28

Geçmişi Öldürmek

Siz bu satırları okuduğunuzda ben çok uzaklarda olacağım...

Bir intihar mektubu gibi başladığımın farkındayım. Tabi ki intihar etmiyorum. Benim gibi yaşamayı; daha doğrusu var olmayı çok seven biri için intihar gerçekçi bir seçenek olmadı hiçbir zaman. Fakat bugüne kadar ömrümde intihar kavramını hiç düşünmediğimi de inkar edemem.

Sevgili eşimle tanıştığımdan beri de bu tip bir düşünceler pek kafamda değil zaten. Hatta ölüm korkum bile çok daha kontrol edilebilir hale geldi.

Fakat özellikle, kendi ayaklarımın üzerinde durmaya başladığım ve duramadığım (veya duramadığımı sandığım) yıllarda bu tip düşünceler ara sıra uğrardı bana. Hatta eskiler hatırlar; o zamanlar blog da aktif olduğu için zaman zaman melankolik yazılar yazardım. Zaten o yıllar blog'ların okunduğu zamanlardı; ne yazsan gidiyordu... 

İşte o yazıları okuyan birçok arkadaşımla sık sık yüz yüze gelip, bu tip konuları tartıştığımız muhabbetlere girmiştik.

Hiç unutmuyorum, şimdilerde uzaklarda olan bir başka arkadaşım ile "zengin olsak (piyango falan çıksa) ne yaparız" temalı bir muhabbet gerçekleştirmiştik. Uzlaştığımız nokta, ikimizin de o zamanki hayat tarzına ve heyecanına uygundu. Milyonlarımız olduğunda ilk yapacağımız; beş parasız bir şekilde ülke veya Avrupa turuna çıkmaktı. Herhangi bir para kazanma kaygısı olmadan, parasız ve özgürce yaşama miti, ideali. Yoksulluğun kaygılarını yaşamışken, artık onun keyfini çıkarmak. En azından bir süreliğine... Zenginliğin tadını çıkarmak için, önce sefaletin tadını çıkarmak.

İntihara bulduğum alternatif de böyle bir şeydi. Her şeyi geride bırakıp, kimsenin seni tanımadığı yerlerde yokluğu yaşamak. Son bir ihtimali denemek. Yavaş yavaş yok olurken bile önce yeni bir 'ben' yaratmak. Gidebilirse öyle devam etmek, gidemiyorsa sonrasında yok olmak...Zaten geçmişini çoktan kaybettiği için de; çok daha acısız olacak bir yok oluş...

Büyük ihtimalle birçok kişi benzer, benzer olmasa da birtakım sonuçlar çıkarmıştır bu tip düşüncelerle baş başa kaldığında. Çok farklı bir şey düşündüğümü iddia etmiyorum. Fakat bu alternatifin çok az denendiğini var sayarak şaşırıyordum. İnsan kendini öldürecekse bile, önce başka bir şekilde var olmayı denemeli, onu da beceremiyorsa yavaş yavaş yok olmalı. Bu yavaş yavaş yok olma anında da geçmişini unutmalı, onunla vedalaşmalı... Bana uygulanabilir bir strateji gibi geliyordu.

Biraz melankolik bir girişle başladığımın farkındayım. Yine tekrarlamakta fayda var ki; hayatımın son beş yılında çok daha huzurlu ve daha az kaygılı olduğumu hissediyorum. Fakat bu değil ki; Türkiye'de yaşayan herhangi biri olarak tamamen rahat bir kafaya sahibim. Her geçen yılda daha çok şeye üzülerek, yeni yeni şeylerden korkarak ve kendimizi yıpratarak hayatımıza devam ediyorduk.

Benim için en kötüsü, en azından iyi hatırladığım birçok detayın geçmişte kalması ve hatta yok olmasıydı. Yeni kötülere razıydım, kabullenebilirdim ama en azından eski iyiler benimle kalsaydı... Bu kaybı fark ettikçe daha da hüzünleniyor, hatta öfkeleniyordum.

Birkaç ay önce hayatımızda radikal bir değişiklik yapma fırsatı çıktı. Milyonların hayali olan yurtdışı tecrübesi bize de sunuldu. Çok fazla düşünmeden kabul ettik. Zaten kariyerinde hızla yükselen eşime gelen bu teklifin karşısında, ona sunacak bir alternatifim de yoktu. Zaten öyle bir seçenek olsaydı bile en doğrusu, yine Türkiye'den biraz da olsa uzaklaşmaktı. O nedenle çok hızlı bir karar verdik.

Fakat kararın kendisini almaktan daha zor bir şey vardı. Büyük ihtimalle kararı uygulamak, onu pratiğe geçireceğimiz ilk günler çok daha zor olacak. O günler kadar zor olmayan ama karar almaktan daha zor olan şey ise tam ikisinin arasında kalan dönemdi. Yaşanacak değişikliğin büyüklüğünü fark ettiğiniz o geçiş dönemi... Henüz gideceğiniz yeni ülkeye adım atmamışsınız. Ayrıca artık arkadaş sohbetlerinde "Ah bir fırsat çıksa" naraları atacak uzaklıkta da değilsiniz.

Ana vatanınızı terk edeceğinizi bilerek hem içinde bulunduğunuz anı yaşayıp hem de oralarda geçirdiğiniz geçmişinize bakıyorsunuz. "Bu iş nasıl buraya geldi?" sorusuna cevaplar arıyorsunuz. Olay sadece bir iş imkanı, şartların olgunlaşması, yasal prosedürlerden ibaret değil. Çok daha fazlası. İnsan, ne zaman evinden uzaklaşmayı göze almaya başlar? Buna neden ihtiyaç duyar? Nedeni önemli mi bilmiyorum ama şartlar başka olsaydı sonuçlar da değişebilirdi. "Başka bir dünya mümkün müydü?" diye sorguladığını o dönem. Ve çıkan cevaplar... Sürecin en zor kısımlarından biri burası.

Ayrıca, taşınmak gibi somut bir gerçeklik de mevcut. Yükleri, hatta yük olmayanları bile atmak zorunda kalıyorsunuz. Eşyalarla bile bağ kurmuş biri olarak; birçok parçayı, anıyı bir çırpıda atıyorsunuz. Birçok yerle, manzarayla, okuyla vedalaşıyorsunuz. Tüm bunların bir sebebi var tabi. Başka bir ülkeye göç etmek, bu tip eylemleri zorunlu kılıyor. Bu iş böyle yapılır. Fakat bu iş yapılmak zorunda mıydı? 

Türkiye'de birçok kişinin uğruna çabaladığı, bedeller ödediği, hatta o bedellere rağmen bir kısmının başaramadığı, birçok kişinin sadece hayali olarak kalan şeyi, isteyerek içimizden gelerek ve olabildiğince yumuşak bir şekilde gerçekleştireceğiz. Bunun ne büyük şans olduğunun farkındayken, Türkiye'deki son iki ayımda bunun mutluluğunu yaşamaktan ziyade, üzerime bir yenilgi hissi düştü.

Kendi evimizde maçı kaybetmiştik. Burada, en iyi bildiğimiz yerde olmamıştı.... En azından benim için.

İnsan değişik kültürler tanıma ihtiyacı hissedebilir, zaman zaman şansını başka yerlerde deneyebilir. Hele sonunda dönebileceği bir evi varsa çok rahattır. Evden ayrılan üniversiteli genç, baba ocağının kapısının açık olduğunu bilince daha güvenli hisseder kendini. Bisikletin frenleri sağlamsa pedala daha hızlı basılır. 

Bazı yolculuklar ise 'bir arkadaşa bakıp çıkacağım'dan daha fazlasıdır. Her ne kadar kendi isteğimizle bu kararı almış olsak da, aslında belki de düşlediğimiz senaryo bu değildi.

Kendi çocukluğumun geçtiği sokaklarda, kendi dilimi konuştuğum yerde, sevdiklerimle beraber yaşamak... Çok büyük talepler değildi bunlar. Fakat bunu sürdürebilmeyi başaramamıştım.

Şimdi birçok kişi "Ulan bu çukurdan kurtuluyorsun, daha ne şikayet ediyorsun" diyebilir. Haklıdır da. Fakat benimki tam olarak şöyle bir his: Bir maçı 5-0 kaybediyorsunuz. Dakika 80. Bir oyuncu oyundan çıkıyor, birileri sahada kalıyor. İşte o çıkan oyuncu benim.

Sahada kalanlar o acıyı yaşamaya devam ediyor. Sahanın içinde acı çekiyorlar. Değiştiremeyeceği skoru değiştirebileceğini sanarak devam ediyor maça. Fakat nabız, tansiyon o kadar yüksek ki, halen bir uğraşın içinde devam edebiliyor. Kendini halen 'yenik' saymıyor. Hatta öfkesini yöneltebileceği adresler bile var. Sinirden rakip futbolcuya tekme atabilir, takımdaki kalecisine kızabilir, onu ıslıklayan tribünlere hareket çekebilir.

Oyundan çıkanın rahatlığı, bu eziyetten kurtulmuş olması. Artık kalan sürede yok. Kulübeye ulaştıktan sonra taraftar onu ıslıklamayacak. Onun da artık koşmasına, değişmez skoru değiştirme çabasına gerek kalmadı. Fakat nabız yavaş yavaş düşerken, "yenik futbolcu" olduğunu ilk o anlayacak. Hesaplaşmaya ilk önce o başlayacak. Sahadakiler için bu durum henüz mevcut değilken, kulübeye gelen kendini yenik hissetmeye çoktan başlamış olacak. Hatta olmaz ya; oradan maç dönerse "sorun bendeymiş" diyecek, o galibiyette payı da olmayacak.

Hangisi daha iyi? Bilemem. Fakat sonuçta günün sonunda, stadyum dışındaki otobüse binildiğinde tüm takım yenik sayılacak. Hatta oyundan çıkanın ufak bir şansı var. Stadı terk edip, taksiyle eve dönebilir ve tesislerdeki taraftar saldırısından kaçınabilir! Sahada kalanlar ise maç sonunda da beraber hareket etmeye devam edecek.

Bana geri dönersek, yenilgi hissi zamanla öfkeye de dönüştü. Zira yenilginin tek sebebi ben değildim. Ülkede olan birçok şeye kızgındım. Sanmayın ki sadece iktidar merkezli bir kızgınlıktı bu. Tabi ki ülke yönetme sorumluluğuna sahip oldukları için onlar da payını almıştı benden. Fakat sonrasında düşündüm ki; aslında "benim gibi olanlar" beni daha çok yormuştu. Kaybetmemde onların da büyük payı vardı. Örnek verelim. Hatta siyasetle başlayalım:

Bu kararı aldığımız zamanlarda 14 Mayıs seçimleri henüz gerçekleşmemişti mesela. Politik bir dönemdi. Herkes siyaset konuşuyordu. Aylar sonra anladım ki, konuştuğumuz ve tartıştığımız insanlar, bize daha yakın duran isimlerdi. Yani mesela bir AKP'liyi ikna etmeye çalışmıyorduk. Ülkenin yarısı ile tartışacak noktaya bir türlü gelemiyorduk. İnceciler ile, ulusalcılarla, TİP'lilerle tartışıyorduk devamlı. Bir çizgi vardı. biz de onun bir tarafındaydık. Hepimiz aynı yerdeydik. Fakat enerjimizi o tarafın içinde harcıyorduk. Yorulmuştum. Hatta bunu daha sonra, yazın, daha net anladım

Veya 6 Şubat'tan bahsedelim. Maraş depremi, İstanbul'da yaşayan herkeste bir korkuya neden oldu. Bende zaten 1999'dan bu yana bir deprem korkusu vardı. Onun üzerine ekstra bir yüklenme olduğunu söyleyemem ama tabi ki daha canlı tuttu. Birçok korkan insanı ise paniğe sürükledi adeta.

Zaman zaman yurt dışı kararı aldığımızı söylediğimiz dostlarımız, "Deprem de etkilemiştir" dedi mesela. Düşündüm. Alakası yoktu. Yani bağlantısı vardı ama depremin bire bir kendisi, karar gerekçelerinden biri değildi.

İstanbul'dan soğumaya başlamıştım. Neden? Sebebi deprem miydi? Hayır, deprem korkusu nedeniyle şehrin son 15 senede yaşadığı dönüşüm beni boğmaya başlamıştı artık. Depremden korkan herkes aynı taraftaydı, ben de oradaydım. Fakat çizginin o tarafında duranlar, bir yandan 'şehirleşme, çevre' gibi kavramları kullanırken, bir yandan yaşadıkları mahallerini evlerini inşaat şirketlerine peşkeş çekiyordu. Yaşadığım şehir değişmişti. Daha çirkin evlerde, daha pahalı kiralar ödeyerek depremden korunduğumuzu sanıyorduk. Artık o şehir, o mahalle benim değildi. Bunun kavgasını da veriyorduk ama her defasında deprem kartı önümüze sunularak susturuluyorduk. Yani; depremi düşünmeden inşaat yapanlarla, deprem korkusu olmadan şehirde yaşayanlarla tartışamıyorduk. Bizim gibi olan (depremden korkan) insanlar karşımızdaydı. 

Çalıştığım sektör... Yıllardır aynı kavga vardır basında. Eskilerin vasıfsızlığı ve onlara karşı bir duruş geliştiren idealist gençler. Ben kendimi 'idealist' olarak nitelendirmek istemezdim ama sonuçta ikinci taraftaydım. Hatta eskiye ve eskilere de,  içinde bulunduğum gruba nazaran daha çok saygım vardı.

Biz çok kalabalıktık. Bir anda sayımız artmış ve sesimiz yükselmişti. Hepimiz bir şekilde işin ucundan tuttuk. Bir şeyler yaptık. Fakat sonrasında geldiğimiz noktada en büyük başarımız; eleştirdiğimiz eskilerden daha vasıfsız bir ortam ve sektör yaratmak oldu. Ondan sonra 'eskiler' ile tartışmaktan çok, 'bizim' gibi olduğunu iddia edenlere nefesimizi tükettik, onun da bir karşılığı olmadı. İşin açıkçası, koca bir sektörü de son kullanma tarihine yaklaştırdık. Herkes son parsayı toplama derdindeyken, bize de çok bir ganimet kalmadı zaten.

Yine iş dünyasından bahsedelim. 15 yıldır birçok iş yerinde çalıştım. Çeşit çeşit patronum, çeşit çeşit iş ortamım oldu. Bu patron sınıfının bir kısmı iktidara yakındı ve ne yapsa yanına kâr kalıyordu. Bir kısmı emekten yanaydı ve ortamlarda emek sömürüsünden şikayet ediyordu. Fakat 15 yıl sonra e-devlet'e baktığımda halen yetersiz prim günüm ve asgariden ödenmiş maaşlarım vardı. Bir kesimin bunu yapmasını anlayabiliyordum. Onların ezberi buydu. Bana aksini de vadetmemişlerdi. Fakat emekten yana olduğunu her platformda dile getirenler güzel zaman harcamıştı. Onların da beni yorduğunu fark ettim artık. Bir gün şartların düzeleceğine inanarak, onlara güvenmekten, onlarla saf tutmaktan, diğerlerine isyan edecek noktaya dahi gelememiştik. Zira, yakın gördüklerimiz tarafından normalleştirilmişti tüm usulsüzlükler...

Daha fazla uzatmayalım örnekleri. Bir yorgunluk, bir yenilgi, kabaran bir öfke... Bunlar şimdi şimdi su yüzüne daha çok çıksa da, geride kalacak artık. Kalmalı...

Mekan değişikliğinde ferahlık vardır. Kararımızı verdik. Fakat alışma süreci zor olacak. Geçmişine bağlı, yaşadığı ülkeyi en azından yakın bir zamana kadar çok seven, kültürünü seven biri olarak kopmak zor olacak. Bu zorluğu yenmem lazım. Zorlukların en azından bir kısmını, elimden geldiği kadarını kaldırmam lazım. Kendime yeni zorluklar çıkaramam.

Zaman zaman uzaklarda bir Türk filmi, bir Doğu ezgisi denk gelince gözler yaşarır; bundan kaçış yok. Veya akla Türk yemeklerinin tadı düşer. Bunları engellemek kolay değil. Fakat bu melankoliye bir sınır çekersek, onun da tadı güzel olur.

Öte yandan yeni bir hayat kurmanın en önemli detayı eskileri atmaktan geçiyor. Bir yandan yenilere sahip çıkacağız. Gittiğimiz yerin dilini öğreneceğiz, kültürüne uyum sağlayacağız. Oranın şarkılarını dinleyeceğiz, yemeklerini yiyeceğiz. İçimize işlemiş bazı duygulardan ve zevklerden kaçamayacağımız kesin. Hatta bir süre daha Türkiye'ye çalışmaya devam edeceğimiz için, perdeyi tamamen kapatmayacağız. Sınırı geçtikten sonra 'Ne hailiniz varsa görün' demeyeceğiz. Zaten ne de olsa sevdiklerimiz halen burada, onlar maçı çevirmeye devam ediyorlar. O maça göz ucuyla bakıp skor öğrenmeye devam edeceğiz.

Fakat bazı yüklerden de kurtulabiliriz. Çeşitli planlarım var. Mesela Süper Lig izlememek. Sadece Galatasaray maçları ile sınırlı kalmayı planlıyorum. Türkiye'deki haberleri, Türkiye'deki Twitter hesaplarını azaltmak da bunlardan biri. Bunlar dışında birkaç plan daha var.

Yani aslında yazının en başında bahsetmeye çalıştığım gibi; geçmişle yaşamamak için, geçmişi öldürmek gerektiğine ikna oldum. Kendini öldürme düşüncesine ikna olmayan biri için bence en makul ve doğru karardı. Böyle bir radikal değişiklik esnasında da bunu uygulamak çok daha kolay olabilir.

Ayrıca öbür tarafa  uyum sağlamak da biraz çaba isteyen bir durum. Zaman harcamak gerekecek. Bu nedenle bazı alışkanlıkları noktalamak lazım ki, uyum için gereken zaman bana kalsın.

Sözün özü blog da biraz kenarda dursun artık. Tamamen kapatacağımı iddia edemem. Belki iki ay sonra, sıla özlemi hissinden dolayı yeniden yazma ihtiyacına düşerim. Fakat şimdilik yeni bir kültürle yoğunlaşırken gelip burada yazı yazmama gerek yok Türkiye'de geçirdiğim yıllarda yoğunluktan bazen bir süre yazı yazamadığımda aklıma düşen "Blog'u da boşladık' baskısını, tekrar yaşamak istemiyorum.

O nedenle hem bir ara vermeye hem de o verilen arayı duyurmaya karar verdim.

Zaten bu tarz duygularımızı çok defa yazdık buraya. Yine o duyguları dökecek adres burası olmalıydı. 

Kilidi koyalım. Anahtar hâlâ cebimizde ama... Kendimize gelince belki açarız yine dükkanı. Belki bir ay sonra, belki bir sene sonra...

Perşembe, Eylül 14

Tarihe İmza

Günlerden 21 Nisan 2001...

İstanbul'da ılık bir bahar günü. Fakat güneş yüzünü göstermemekte ısrarcı. Sabah saatlerinde sıkı bir yağmur da yağmış. Belki yine yağabilirdi. Mahallede top oynamak için uygun ekibi ve zamanı bekliyoruz ama aynı zamanda da vaktimiz sınırlı. Zira akşam lig maçları var...

Tam o sırada arkadaşlarımızdan biri mahalleye girdi. Bağıra bağıra "Oğlum, Cadde'de Maxim Romaschenko'yu gördüm. Yanında da Ramazan Tunç vardı" dedi.

Şimdi geriye dönüp bakınca o anın ne kadar saçma olduğunu hissedebiliyorum. Sivil kıyafetli Romaschenko'yu tanımak herkesin harcı değildi. Fakat bizim mahallenin Süper Lig ilgisi ve atmosferi bir başkaydı. Bizim için o anda ilginç olan, bu insanların Bağdat Caddesi'nde yürüyüşe çıkmış olmasıydı. Zira akşam onların maçı vardı. Ligde üçüncü sıradaki Gaziantepspor'un futbolcularıydı, akşam Fenerbahçe ile Kadıköy'de karşılaşacaklardı ve Kadıköy sokaklarında gezintiye çıkmışlardı. 

Yok olmuyor; 2023 yılında bu cümlelerin hepsi sürrealizmin doruklarında dolaşıyor. O zaman bize ilginç gelen sadece konaklama yerini bize yakın bir yer olarak seçmeleriydi. Geri kalan her şey normaldi...

Yine de bu haberin bizde bir etkisi olacaktı tabi. Mahallenin Galatasaraylılardan ikisi olarak ben ve benden dört yaş küçük olan Mahir; hemen toparlandık. Belli ki Gaziantepspor, Suadiye Hotel'de kalıyordu. Biz de otelin önüne gidecektik. 1993'te büyüklerimizin United kafilesine yaptığı 'uyutmama" operasyonunun tersini icra edecek ve şampiyonluktaki rakibimizin rakibine moral verecektik. İki üç topçuya yalnız olmadıklarını hissetirsek, onlar da maçta o motivasyonla sahaya çıkarsa, sonrasında da maçı kazansalar... 

Yıllar sonra "O sonuçta bizim de payımız vardı" derdik...

Hemen otelin önüne gittik. Oraları bilenler bilir. Otelin olduğu sokak biraz hareketlidir. Hele bir cumartesi gününde oldukça canlıdır. Şu anda da öyle. Tabi o dönem İstanbul'un nüfusu şu ankinin yarısıydı ama yine de o zaman bile aynı sokakta dürümcüler, sinema salonları, kafeler ve dükkanlar mevcuttu. Haliyle orada durup, bir futbol takımını beklemek fark edilecek bir durum değildi. Kimse bizi kovamazdı.

Fakat öte yandan gelen giden de yoktu. Madem bu adamların bir kısmı caddede gezmeye çıkmıştı, o zaman otele giriş çıkışları olmalıydı. Fakat bir hareket yoktu. Çıkıp tezahürat yapacak ve ilgi çekecek kadar da delirmiş değildik. En sonunda Mahir ile muhabbet ederek, biraz daha beklemeye ve sonrasında dağılmaya karar verdik. Sonuçta Gaziantepspor da kendi bacağından asılabilirdi. İlla bizden destek almak zorunda değildi. Zaten onlar da; her ne kadar altı puan geride kalmış olsalar da, şampiyonluk yarışındaydı. 

Derken bir futbolcu geldi otelin önüne. Fakat bu futbolcu Gaziantepsporlu değildi. Hatta bölgenin takımı Fenerbahçeli de değildi. Bu oyuncu Beşiktaşlı'ydı! Gelen isim, Ahmet Dursun'du. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama sanırım motosikletle gelmişti, zira bundan sonra yaşanan tüm gelişmeler bir motorun civarında gerçekleşmişti. 

Ahmet Dursun otelin önünde durdu. Görevlilerle bir şey konuştu. Ve karşı kaldırıma geçip, bizim yanımızda beklemeye başladı.

Beşiktaş, yarışa havlu atmıştı aslında ama o durum pek kabullenilmemişti. Fakat son noktayı bir gün önce koymuştu. Samsunspor ile İnönü'de 0-0 berabere kalmıştı. Taraftarların çok büyük tepkisi vardı o gece. Mehmet Özdilek penaltı kaçırmıştı. Buna rağmen tepkilerin adresi Şifo değil, o sezon bekleneni veremeyen Ahmet Dursun'du.

Hatta Ahmet Dursun bizim yanımızda beklerken de karşı kaldırımdan tepkiler gelmeye devam etti. Tabi muhitin rengi belliydi. Fenerbahçeliler çoğunluktaydı. Tepkiler de onlardan geliyordu. Ve daha çok dalga geçer nitelikteydi...

15 yaşındaki ben; 11 yaşındaki Mahir ve yanımızda rakip taraftarların dalga geçtiği milli futbolcu Ahmet Dursun.... Muhteşem bir üçlüydük...

Adam sinirlenip hıncını bizden çıkarmasın diye düşünürken, üçlü grubumuzun sayısı dörde çıktı. Tabi diğer ikili bizi grubun bir parçası olarak görmüyordu muhtemelen. Fakat fiziksel olarak çok yakındık. Uzaktan görenler bizi de ekibin bir parçası hissedebilirdi.

Gruba eklenen dördüncü ise Erhan Albayrak'tı! Gaziantepspor'un sol kanat oyuncusu. Yanımızda duran iki futbolcu, iki sene önce Kocaelispor'da beraber oynamışlardı. Ayrıca iki gurbetçi oyuncuydu. Belki de Almanya'dan tanışıyorlardı. Neyse ne; sonuç olarak Ahmet Dursun, Erhan Albayrak ile hasret gidermeye gelmişti.

Aslında bakınca o da bizim gibiydi. Biz de Ahmet de, Gaziantepsporlu oyunculara maç öncesi başarı dileğinde bulunmak için oradaydık. Biz çok sansasyonel bir iş yapacağımızı düşünerek hareket etmiştik ama karşımıza sadece Erhan Albayrak çıkmıştı. O da Ahmet Dursun sayesindeydi...

İkili Almanca muhabbete başladılar. Ben o dönem okulda Almanca öğrenmeye başladığım için biraz anlayabiliyordum konuşulanları. Büyük ihtimalle onlar iki ufaklığın (zaten ergendim ama ayrıca o dönem yaşıma göre de ufak gösterirdim) kendilerini anlamadığını düşünüyorlardı. Kadıköy sokaklarında hayattan ve kadınlardan bahsettiler ama Kaybedenler Kulübü kadar karizmatik bir muhabbet değildi sanırım! 

Yine de günahlarını alamayayım, ne de olsa Almanca dönem notum iki ay sonra güç bela 3 olacaktı.

Ortamda kendimizi fazlalık olarak hissetmiştik. Artık gitme vaktiydi. İşler planladığımız gibi gitmemişti. Ama boş yere gelmiş olmak da istemedik. Nedendir bilinmez; o gün Mahir'in çantasında defter vardı. Hatta neden çanta vardı onu da hatırlamıyorum. İki oyuncudan imza istedik. Normalde öyle imza koleksiyonu yapan çocuklardan değildik. Fakat mahalleye de boş dönmek istemiyorduk.

Onlar da sağ olsunlar, defterden kopardığımız sayfaları imzaladılar.


Ahmet Dursun'un az önceki tepkilerden dolayı üzüldüğünü, yüzünün düştüğünü hissetmiştik. Ona "Üzülme ağabey, sen iyi futbolcusun" dedik.

Erhan Albayrak'a ise "Abi inanıyoruz sana, bu akşam golün var. Bir şey yok bunlarda; yenersiniz" dedik.

Kötü günler geçiren ve bizi kırmayan Ahmet'e biraz gönlü olsun diye söylemiştik o cümleleri ama Erhan'a gerçekten inanıyorduk.


İnandığımız da gerçekleşti aslında. Akşam saat 19.00'da maç başladı. Erhan, 40. dakikada golünü attı. 0-2 yapmıştı skoru. Devre biterken de 0-3 olmuştu. Gerçekten Fenerbahçe'de bir şey yoktu. Gaziantepspor yeniyordu... Galatasaray da şampiyon olabilirdi.

Fakat ikinci yarıda her şey değişti... Geri kalan 45 dakika tarih oldu. Süper Lig tarihinin en unutulmaz maçlarından biri oynandı.

Bize de o günden yadigar ikişer tane kağıt parçası kaldı.. 

Çarşamba, Temmuz 5

Kapat Siteyi Artık Be Adam



Hafta sonu gündemine bomba gibi düşen Twitter limit konusu ne oldu şimdi?

Gerçekten bilmiyorum. Çok da detaylara girmek istemedim. Önce görüntülenme kotası geldi denildi, ardından o kotanın arttığı söylendi. Şimdi de tamamen kalktığı konuşuluyor. Açıkçası çok da ilgilenmedim. Bayram tatilinde telefonu sadece Whatsapp ağırlıklı kullanınca tartışmalara da çok hakim değildim. Bayram dönüşünde de kota konusunda bir sorun yaşamadım. Fakat arkadaş sohbetlerinde sık konuşulan bir konu olmaya devam ediyor.

Ben bir problemle karşılaşmadım ama bir yandan da keşke karşılaşsaydım!

Zira Twitter, artık bizim 2009-2010'larda adım attığımız yer olmaktan çok uzaklaştı. Bir alışkanlık olarak kullanıyoruz ve ne yazık ki sevmesek de bu alışkanlıktan kurtulamıyoruz. Tabi artık kullanım ezberlerimiz değişti. O eskiden her haltı yazdığımız, herkesin tweet'ine salça olduğumuz, siteyi ahkam kesip had bildirmekten ziyade forum gibi kullanıp sohbet ettiğimiz, güldüğümüz, eğlendiğimiz günler çok uzaklarda kaldı. 

Artık daha çok kızıyoruz, daha çok kavga ediyoruz. Haliyle; gün içinde okunan daha az saçma cümle; iyi olabilir. Günün belli bir saatinden sonra sitenin hiç güncellenmemesi işimize yarayabilir. 

Fakat insan yine de hayret ediyor. Elon Musk gibi, yıllardır "dahi" olarak pazarlanan bu adam nasıl böyle saçma kararlar alıyor anlamıyorum. Twitter'ın daha kaliteli bir yer olacağını mı zannediyor? Kendisini forum admini olarak mı görüyor? Zira eskiden forumlarda böyle uygulamalar getirilirdi. Daha nitelikli yazılar için kısıtlamalar olurdu. Mesela, "aynen, tabi, katılıyorum renktaş" gibi kısa cümleler yasaklanırdı. Fakat Musk'ın düşüncesi böyle bir nitelik havuzu yaratmak olmasa gerek. Eğer öyle olsaydı; görüntüleme kotası değil, yazma kotası getirirdi.

Fakat tabi dolaylı yoldan biz o kotayı sağlayabiliriz. Yani artık bomboş tweet atanları takipten çıkarmak kolaylaşır.

Mesela bir dönem; arkadaşlarımızı takipten çıkaramazdık. Alınırlardı unfollow etmeye.... Sonradan mute özelliği gelince, insanları kandırmayı başardık. Fakat içimiz, vicdanımız bu yalanın parçası olmaya zor katlandı. "Kardeşim tabi takipteyim ya, yazıyorsun yine çok sert" diyerek selamlar verdik eşe dosta. Şimdi ise bu sayede takipten çıkarıp, "Kankam kota doluyor be, kusura bakma. Ulan Musk, yaptı yine yapacağını" diyerek sıvışabiliriz.

Bir avantaj daha; maruz kaldığımız AKP trollerinden kurtulmak da olabilir. Biliyorsunuz bu trollerin tweet'leri en çok muhalif cenah tarafından dolaşıma sokuluyor. Zaten tweet'lerin tonları da kendi taraflarından alkış almak üzerine şekillenmiyor, tam tersi "muhalifleri nasıl kızdırırım?" politikası üzerinden kuruyor boş beleş cümlelerini. Bizimkiler de hemen oltaya düşüyor. Otobüste cümle kursa, anında kulaklık takacak bizler de o tweet'leri devamlı paylaşıyoruz birbirimizle. "Bak bak, ne demiş gerizekalı" diye önümüze düşüyor o cümleler. Sanırım şimdi kota nedeniyle; günde 200 tweet atan bu boşçular da piyasadan, ya da en azından gözümüzün önünden silinir.

Bir de son yıllarda çok rahatsız olduğum bir kesim var. Uzun makalelerini Twitter'da zincir haline getirenler. 20, 30 tweet'lik zincirler... Oku oku bitmiyor. 2-3 dakika nefes almak için girdiğimiz yerde, Bilim Teknik yazısı yazdığını sananlar... Zaten onları pek okumuyordum ama en azından böyle bir kota sayesinde önümüze de düşmez diye tahmin ediyorum. 

Hocam bu kadar uzun uzun yazıyorsan; aç bir blog sayfası okut insanlara. İlla takipçi kasmakla uğraşma. Bak biz yazıyoruz, başımıza bir iş gelmedi. Hem bu sayede daha okunaklı, daha bütünlüklü bir yazı yazmış olursun, biz de boş vaktimizde seve seve senden istifade ederiz. Şimdi 600'lük kotanın yüzde 10'unu sana harcamayalım. Dünyayı kurtarmıyorsun zaten, sal bizi...

Tabi tüm bu düşünceler sanırım şimdilik rafa kalktı. Musk kararını güncellemiş. Fakat yeniden olmayacağının bir garantisi yok. Olursa da üzülecek değiliz.

Yine de anlamıyorum. 3-5 lira daha fazla kazanacağını zannederek; elindeki ürününün daha az tüketilmesini göze almak nasıl bir ticari anlayıştır? Bana biraz Türk esnafını hatırlatıyor.

Özellikle yazlık yerlerde hem turizmi baltalayan hem kendini yakan muhteşem esnafımız... Ne olur mesela? Cennet vatanımıza turistler gelir. Bu turistler para harcamaktan korkmaz. Bunu gören esnaf, ertesi yaz malını biraz daha pahalıya satar. Sonra bakar bu adamlar para veriyor, ertesi yaz biraz daha pahalıya satar. Sonra biraz daha... En sonunda turist şunu der: "Ulan ben zenginim de salak değilim! Neden sana daha fazla para vereyim? Gidiyorum Yunanistan'a, İspanya'ya, Hırvatistan'a..."

Sonra ana haber bülteninde, üzüntülü bir müzik eşliğinde "Esnaf kan ağlıyor" haberleri...

Pandemide de benzer bir durum olmuştu. Çin'de üretim yapmak imkansız hale gelince, Türkiye merkez olmuştu. Çin'de 1 liraya maliyet varken, Türkiye'nin 1.5-2 liralık maliyetleri daha cazip gelmişti Batı'ya. Zira Türkiye'de sıkıntı yoktu. Çin'de üretim yoktu, Türkiye'de daha maliyetli de olsa en azından ürerim vardı. Fakat bu mecburiyeti gören Türkler; "Ulan bu salaklar bize muhtaç oldu, hadi 3 lira 4 lira yapalım" dediler. Bir dönem öyle iş de yaptılar. Fakat Çin tekrar açılınca, hatta dünya komple rahatlayınca müşteri yine Çin'e ve başka yerlere geri döndü. Oysa "Ben işimi Çin'den daha iyi yapıyorum, fiyatım da o kadar uçuk değil. Gel benle devam et" politikası benimsenseydi, uzun vadede daha çok kâr edilirdi.

Nereden nereye atladık?! Boşuna değil, Musk'ın son dönemde özellikle Twitter üzerinde yaptığı işler bana bunu hatırlatıyor. Kendisi de zaten Şoray Uzun'a çok benziyor. Bir Türklük çıkabilir bunda...

Umarım bu sayede Twitter'ı da zarardan zarara sokar da kafamızı rahatlatır. O potansiyel var kendisinde.... 

Salı, Mayıs 30

Sandıktan Değişim Çıktı




Aslında bu yazıyı ilk tur seçimlerinden sonra yazacaktım. Zira aşağıda okuyacağınız fikirlerim, cumhurbaşkanlığından ziyade milletvekili seçimleri ile şekillendi. Fakat yine de ikinci tur seçimin sonuçlarını beklemeye gerek duydum. Bir beklentim yoktu ama doğru bir analiz için yapılması gereken buydu. Gerçi oluşan haritanın ardından kazanan Kemal Kılıçdaroğlu olsaydı, yazacaklarımız çok da değişmeyecekti. Zira seçim sonuçları, içinde bir "sonuç" kelimesini barındırsa da aslında oyunun başıdır. Seçimle beraber bir kazanan çıkar ve yönetim mekanizmalarını elinde bulundurur. Fakat esas olarak toplum yapısını belirlediği için tüm sınıflar, katmanlar, gruplar için kendi gücünü fark etme zamanıdır. Yani oyun yeniden başlar ve yeni başlayacak oyunu bu seçimden çıkan kazanımlarla (veya kaybedilenlere) oynarsın. Haliyle ortada kişilerden bağımsız bir toplum gerçeği var.

Bizim gazeteci büyüklerimiz seçimlerden sonra bazı kalıpları kullanmayı çok severler. "Seçmen mesajı verdi", "Seçmen sandığı kırdı", "Sandıktan şu çıktı" benzeri manşetleri çok kullanırlar. Ben de bu geleneğe uyarak, benzer bir cümleyi taşıyorum manşete.

Recep Tayyip Erdoğan'ın, son 21 yılda artık sayısını unuttuğumuz seçim galibiyetlerine bir yenisini ekledikten sonra bu tip bir başlığı görmeyi belki de çoğunluk beklemiyordu. Son iki haftada konuştuğum muhalif seçmenlerin tamamı da artık umutsuzluğun kapısında duruyor. Yaşanan bu uzun ve karanlık dönemin seçim galibiyetiyle kapanmayacağına inanıyorlar. Onlara göre her şey aynı kaldı, aynı şekilde devam edecek...

Aslında haklılar. Zira kentsoylu, eğitimli, sekuler orta sınıfın kaygılarını giderecek bir değişim çıkmadı. Hatta sandıktan çıktığını düşündüğüm değişim; bizi çok daha kötü yerlere de götürebilir.

O yüzden en başa dönmek lazım... Yani 1999'a... 2002'ye bile değil; 1999'a...

1999 genel seçimlerinde barajı aşabilen beş parti olmuştu. Bunlardan üçü de bir koalisyona imza atmıştı. DSP, MHP ve ANAP'lı koalisyon; Fazilet Partisi ve DYP'yi iktidarın dışında bırakmış; öncesinde de seçmen CHP gibi partileri meclisten uzak tutmuştu.

Fakat 18 Nisan'da yapılan bu seçimler esnasında elinde bir enkaz bulmayan hükümet, sonrasında gerçek bir enkazla karşılaştı. 17 Ağustos depremi ülkede yeri göğü yerinden oynattı. Ardından da büyük bir ekonomik kriz geldi. Ve son olarak da Devlet Bahçeli'nin yoğun çabalarıyla erken seçime gidildi.

Bir ara vakit bulursam Türk siyasetinde yanlış anlatılan ezberlere girmek istiyorum. O ezberlerden birini kısaca analım, zira kendisi 1999'u referans alır. Ekonomik krizlerin iktidarları götüreceği söylenir. Boş tencere metaforu sık sık kullanılır ve AKP'nin yükselişi buraya bağlanır ve düşüşün de buradan geleceği düşünülür.

1999'da iktidarda bulunan üç parti 2002 seçimlerinde barajı geçemeyecek noktaya gelince bu ezber iyice kazındı siyasi zemine. Üç yılda oylar erimişti. DSP yüzde 19'dan yüzde 1.5'a gerilemişti. MHP 8'e, ANAP ise 5'e düşmüştü. Bu nokta anlaşılabilirdi. Zira sorumluluk onlardaydı ve seçmen onları cezalandırmıştı. Fakat aynı zamanda mecliste yer alan ve hükümetle alakası olmayan muhalefet partileri de bu cezadan nasibini almıştı. Fazilet Partisi zaten bölünmüştü. DYP  de barajı 0.5 puanla kaçırmıştı. Aslında kamuoyu bunu işaret etmişti. Birçok köşe yazarı, satırlarında topluma "bu eskimişlere oy vermeyin" çağrısı yapıyordu. Belki sistemli bir çalışmanın ürünüydü, belki de özellikle sola yakın köşe yazarlarının daha farklı bir adresi gösterme telaşıydı. Seçmen bunu kendi çapında uyguladı. Yine düzenin partisi olan ama 90'ların kaosunda kurumsal olarak pek yer almayan iki parti oyları toplamıştı.

1999'da mecliste olmayan iki parti, 2002'de kapıları içerden kilitlemişti. Merkez sağda yeni kurulan AKP, yeni bir parti olarak, yeni bir heyecan olarak seçmenden destek almıştı. Sadece yüzde 34 ile tek başına iktidar olmuştu. 1999'un mağlubu CHP ise yüzde 19 oyla (yani DSP'nin oyları) meclise girmişti. Böylece iki kutuplu bir siyasi iklim, sonrasındaki 20 yıla damga vuracaktı.


Bu kutuplaşama yıllar içinde giderek sıkılaştı. Araya MHP ve Kürt siyasi hareketinin partileri de girdi ama onların rolü daha çok terazinin dengesini sağlamak üzerineydi. İktidar AKP'de, ana muhalefet CHP'deydi.

Haliyle toplumda ve siyaset arenasında, özellikle de muhalifler tarafında, 1999-2002 dönemi unutularak, şöyle bir beklenti oluştu: Eğer bir gün; ne zaman olursa olsun, ister 2002'de, ister 2022'de ister 2032'de ve ne şekilde olursa olsun, ister seçimle, ister parti içi bölünmeyle, ister Erdoğan'ın emekliliği veya vefatıyla; AKP dönemi bir şekilde sona erdiğinde iktidar otomatikman diğer tarafa, yani CHP çatısına geçecekti.

İşte bu büyük bir yanılgıydı. Zira AKP, 2002'de 90'ların sosyolojisini iyi okuyarak, seçimi gerçekten kazanarak, iktidara gelmişti. Fakat CHP'nin söyleyecek ekstra bir sözü yoktu. O adeta piyangodan çıkmıştı. AKP yeni kurulan bir parti olduğu için 2002'de her türlü meclise girecekti (iktidara kavuşamayabilirdi ama meclis garantiydi) ama CHP; 1999'da mecliste olsaydı cezalandırılacaktı. Veya 1999'da ANAP dışarıda kalsaydı 2002'de meclise giren ANAP olacaktı.

ANAP örneği çok da tesadüf değil. Zira şu an CHP'nin kalesi olarak görülen bir çok yer, 1990'larda ANAP'ın kalesiydi. CHP, sosyal demokrat DSP'lilerin oylarıyla meclise girdi ama ANAP'lıların oylarıyla AKP'nin karşısına dikildi. Yani aslında CHP ve AKP; 90'ların çöplüğünü de paylaşmıştı. DYP tarafı daha bir AKP'ye kayarken, ANAP tarafı da daha bir CHP'ye geçmişti.

Benzer bir durum milliyetçi kesim için de geçerliydi. Türkiye'deki en yaygın ideolojilerden biri olan milliyetçiliği yüzde 12 civarlarında gezinen MHP'ye sıkıştırmak haksızlık olur. Esasında AKP, ilk başta mukaddesatçı milliyetçilerden uzak durdu. Atatürkçü, İttihatçı, ulusalcı milliyetçiler ise zaten teşne oldukları CHP içinde yer buldu. Bu dönemde MHP, şimdinin yaygın sloganı "üçüncü yol"u benimsemişti kendine. Fakat sonraki yıllarda (2014) AKP-MHP ile yakınlaşması ile kanatların paylaşımı bir kez daha tamamlandı.

İşte CHP çatısında buluşan muhaliflerin sarıldıkları "iktidar öyle veya böyle, bir zaman sonra bize gelecek" fikri buralarda geçersiz kalmaya başladı. Fakat bu da bir türlü görülemedi. AKP'nin MHP'yi yutacağı düşünüldü. Aslında 2018 seçimlerine kadar ben de böyle düşünmüştüm ama MHP'nin köklü yapısını fazla hafife almışız. Yine de 2018'den beri benim görmeye başladığım gerçek, son beş yıldır yapılan siyasi analizlerin önemli bir kısmında pek karşımıza çıkmıyor. Tabi burada MHP'yi deviremeyen ve onu geçemeyen o kanadın bir diğer partisinden (İYİP) bahsetmek gerekebilir ama şu an değil.

Aslında 22 yılı anlatmak kolay değil ve şu an buna da gerek yok. Ortada yeni bir harita var ve onu okumaya başlamalıyız. Yine de şunun altını çizelim. Tesadüflerle ve zoraki hamlelerle oluşan kutuplar; aslında sandığımız kadar sıkı değildi...

Yakın dönem

Erdoğan, ilk yıllarındaki seçim zaferlerini tek başına (veya partisiyle diyelim ama partiyi Davutoğlu'na teslim eder etmez bile sallanmıştı) kazanırken, sonrasında artık bir destek bulmaya zorunlu kaldı. En sadık destek MHP'den geldi. 2015'ten beri beraberler. Bir zamanlar MHP ile beraber muhalefet ateşini yakanlar o birlikteliğin nedenini anlamlandıramadı. Hatta "Devlet Bahçeli'nin kasedi var" gibi söylemleri dolaşıma soktular. Oysa baktığımız zaman MHP, bir iktidar desteğinden daha fazlasıydı. İktidarı ve AKP'yi dönüştüren bir güçtü. AKP'nin çözüm sürecini kaldırması, HDP'yi devre dışı bırakması ve yerli-milli söylemine sarılması bu zamanlara denk gelir. Belki ülkeyi yöneten yine AKP'ydi ama sözler MHP'ye aitti.

Bu yıllarda Erdoğan muhalifi olan MHP'lilerin, oralardan kopuşlarını izledik. Yeni partiler ve yeni oluşumlar ortaya çıktı. Hemen hepsinin (en başta da İYİP'in) kendi mahallelerinde kısa sürede var olması (ya da doğması) çok zordu; zira kadroları kısıtlıydı. Lidere sadakatin önem kazandığı, Başbuğ kültürünün olduğu camiada ayrı yola sapan kurtları kurt kapabildi. Üstelik bu dönemlerde ayrıldıkları ocaklardan farklı tek düşünceleri antiErdoğanizm'ydi. Milliyetçi sözler, zaten iktidar çatısında karşılık buluyordu. Aynı sözleri onların söylemesi pek karşılık bulmayabilirdi. Fakat Erdoğan karşıtlığı toplumda taraftar bulabilirdi. Yine de bunun için bir alan bulmak zorundaydılar. Ana muhalefet partisi CHP'nin desteğiyle de o alanı inşa edebildiler.

Tabi ki bu ortaklık ve yardımlaşma ilelebet sürmeyecekti. İYİP, yeni bir siyasi hareket kurmanın zor olduğu bir ortamda ortaya çıkmış ve yüzde 8-10 arası oylara ulaşmıştı. Bu başarıydı, üstelik daha fazlasını da yapabilirdi. Zira henüz MHP'den oy alamamıştı. Daha çok; bir dönemin "mecburen CHP" diyen kitlesine seslenebilmişti. Daha fazlası mümkündü ve o sağlandığı takdirde CHP ile aynı yolu yürümesine, hatta o yolun liderliğini CHP'ye vermesine gerek kalmazdı. Ülkedeki milliyetçilik akımını iyi okuyan İYİP, tam da bu yüzden masayı kırdı işte. Fakat zamansız ve saçma bir dönemdi. Bulunduğu çatıya onarılmaz yaralar açtığı gibi, kendine de büyük zarar verdi. Fakat kendisine açtığı zarar sadece birkaç ay sürecek bence... Tabi yine siyasi intiharlara girmezse...

Bu esnada MHP de iktidar ortağı olarak devlette eski gücünü yeniden kazandı. Hatta MHP'den ayrılan bazı İYİP'liler, kendilerince hata yaptıklarını düşündüler. "Biz iktidar olmak istiyorduk. Bu yüzden Erdoğan'a ve kendi partimize karşı durduk. Fakat şimdi hem iktidar değiliz, hem de Erdoğan bizim karşı çıktığımız Erdoğan değil. Neden evimiz MHP'de kalmadık ki?" demeye başlamışlardı. Millet İttifakı'nda 4-5 yıl geçirdikten sonra dümeni kırıp Teknofest'lere katılan Yavuz Ağıralioğlu gibi bir profilden okuyabiliriz burayı.

Sonuç olarak 14 Mayıs günü bir seçim yapıldı. Oylar ortada. Toplumda konuşulan cümleler de ortada. MHP-İYİP, hatta Zafer'in toplamı 30'a yaklaşıyor. CHP'nin ulusalcı kanadının bir kısmının halen CHP içinde olduğunu ve AKP'nin içinde de esasen milliyetçiliği önemseyen bir kitle olduğunu düşünürsek; yüzde 34'lük AKP'den daha güçlü bir oluşum var karşımızda.

Üstelik 2018 referandumundaki anayasanın rövanşı şeklinde geçmesi gereken, sonrasında buna gerek duyulmadığı düşünerek "boş tencere" metaforuna sığınılan seçim dönemi; son üç ay içinde milliyetçilik kavgasına girişti. İYİP'in HDP'yi saf dışı bırakma isteği, oradaki çatlağı gören Erdoğan'ın gaza basması; milliyetçileri bir yerde toplarken; yeteri kadar milliyetçi olmayanları da vatan haini sınıfına soktu. Bundan sonra da siyasi iklim bu pencereden esecek. Bu rüzgarı hisseden ve ön alan partiler de nemalanmaya çalışacak.

Peki madem öyle; neden bu rüzgarı alanlar Erdoğan'ı devirerek iktidar almadılar da Erdoğan'a can suyu oldular?

Erdoğan her ne kadar son iki haftada iki seçim zaferi kazanmış olsa da (Cumhurbaşkanlığı ve meclis) aslında bir sıkıntı içinde. Tam böyle bir haftada "Erdoğan dönemi bitmiştir" demek, 22 senedir o günü bekleyenlerin öfkesine neden olabilir. Fakat Erdoğan dönemi artık sona eriyor. Belki bu seçimde de sona erebilirdi. Ben halen ülkedeki antierdoğancılığın daha güçlü (kalabalık) olduğunu düşünüyorum. Fakat bu grubu oluşturan herkes aynı şiddette aynı motivasyona sahip değil. Birileri "Erdoğan'ın karşısında tuvalet terliği bile olsa oy veririm" derken, bir kısım da "Erdoğan kötü ama yerine kim gelecek ki, vatan hainleri mi?" diyebiliyor ve o esnada burnundan kıl aldırmamaya başlıyor.

Son 1.5 seneyi aralıksız seçim gündemi ile geçirdik belki de. Ve bu 1.5 senede çok fazla olay oldu. Dolar fırladı, sonra geri düştü, ekonomi kötüye gitti, deprem oldu, altılı masa kuruldu, sonra dağıldı, sonra yapıştırıldı, altılı masanın adayları bile kendi arasında yarıştı. Bu kadar karmaşanın içinde, muhalefet en çok kavgayı karşısındaki ile değil kendi arasında yaptı. İncecileri, Özdilcileri, Özdağcıları, Akşenercileri ikna etmeye çalışmaktan, küskün AKP'liye temas edilemedi bile. Aslında mantığımız şuydu: Herkes bir arada durursa, biz daha kalabalığız. Oysa bugün daha net anlıyoruz ki "biz" diye bir şey yokmuş, zira herkesin başka planları varmış.

Her ne kadar seçimleri Erdoğan kazansa da, bu bir iktidar kavgasıydı. "Başkan babamızın sonbaharına" giriyorduk. Bu herkes tarafından görülüyordu. Peki onun ayrılışının ardından koltuğu, evin(meclisin) en kıdemli çocuğuna devretmeye gerek var mıydı? "Bu despot baba, biraz daha devam etsin, biz de o esnada doğal alternatifi saf dışı bırakmaya çalışalım." düşüncesi çok daha makul duruma geldi. Zira yeni sistemiz sayesinde iktidar, kendinde olduğunda çok daha cezbedici, başkasında olduğunda çok daha korkutucuydu. Bu yetkiler; CHP ideolojisini benimsemiş, Kürtlerle yakın temasa geçmeye çalışan, adaletten bahseden, beşli çeteyi diline dolayan, Namuslu filmindeki Ali Rıza karakterine benzeyen birine teslim edilemezdi.

Zaten milliyetçiliğin tarihsel misyonu da biraz böyledir. Hem endüstri devrimi sonrasında oluşan sınıf farklarına set vurmak için kullanılmış hem de Sovyetler dönemindeki Yeşil Kuşak projesinde ülkemizde çok fazla işlenmişti. Ne zaman halkçı politikalar, sadece bir nefes dahi söylense, ne zaman "eşitlik" kelimesi duyulsa, ne zaman liberal politikalar iflas edip halkın bir kesimini rahatsız etse her zaman milliyetçilik devreye sokulmuştur.

Çok "derin devlet" teorisi veya "Bir mekanizma devreye girdi" diyen Levent Gültekin tarzı gibi kokuyor. Fakat o kadar derin bir boyut katmak istemiyorum. Zaten CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu da yukarıdaki paragraftaki kadar sol temelli bir parti değil. Oranın tek amacı; bu yeni anayasanın ve tek adam rejiminin ortadan kalkmasını sağlamaktı. Bunu 2018 rövanşına sokmak mümkündü. İşler bu doğrultuda gidebilirdi ama Mart itibariyle siyasetin gündemi başka kavgalara girince halkın gündemi de değişti. 

Yani özetle; iktidarı Kürt hareketi destekli bir CHP liderine bırakmak istemediler. Bunun yerine bir dönem daha Erdoğan ile devam edip, iktidar kavgasını kendi aralarında yapmayı tercih ettiler. Siyasi partilerin özellikle sağ tarafında kalanları böyle düşündüler. MHP zaten yıllardır böyle düşünüyor, o yüzden orada. AKP sonrasının en güçlü adayı olmaya devam ediyor. İYİP, Kemal Kılıçdaroğlu'nun iktidarı kazanmasından sonra bir daha aynı güce ulaşamaz, hatta misyonunu doldurup erimeye bile başlayabilirdi. Üstelik HDP'nin var olduğu, siyasal zemin bulabildiği ve kriminalize olmadığı bir denklemde, taca çıkma ihtimali çok daha fazlaydı. Ya kendisinin kontrol etmesinin mümkün olacağı ve HDP'den destek almayacak bir adayla seçime girecekti ya da bir dönem daha "Başkan babasıyla" devam edecekti. Ayrıca, sert geçecek bir kışın ve devamının tüm sorumluluğunu da AKP ile Erdoğan'a yükleme şansına da sahipler. Yani sorumluluktan uzaklar ama sekenleri toplamaya hazırlar. Onlar açısından çok kazançlı bir denklem oluştu.

YRP, Hüda-Par gibi Erdoğan'a karşı duran (tabi CHP'ye de) partilerin ittifağa girmeleri boşuna değildi. Onlar açısından eleştirilecek bir durum da değil açıkçası Daha acınası olanı ise, CHP içindeki ulusalcıların bile bu furyaya kapılmasıydı. Muharrem İnce'nin koltuk sevdası zaten dillere destan. Fakat bir zamanların sıkı ulusalcılarının, bu dönemde "HDP destekli Kemal bey iktidarındansa bir dönem daha Erdoğan" dediğini çok net gördük. Parti içindeki ihanetleri, seçim günlerinde yaşanan aksamaları bile bu paragrafın içinde değerlendirmek gerekebilir.

Siyasi mekanizmalar böyleyken, seçmen de bundan farklı değildi. Milliyetçilik son dönemde artan bir dalgaydı; sadece AKP'nin seçim döneminde sürdüğü "HDP-PKK-terör" kartından ibaret değildi. Zaten MHP ile kurulan ortaklıkla gelişen yerli milli söylem toplumda çok kolay alıcı bulmuştu. Ayrıca son dönemde yetişen genç kuşak da bundan etkilenmişti. Daha önceki AKZ Kuşağı yazımızda bu soruna dikkat çekmiştik. Oy kullanacak 5 milyon yeni seçmenin, Youtube izleyerek Erdoğan karşıtı olacağını ve politik bir bilinçle sandığa gideceğini düşünmek fazla romantikti.

Bu arada göçmenler üzerinden siyaset üretenler de milliyetçiliği geçer akçe seviyesine sokmuştu. Belki onlar kalabalık bir seçmen kitlesi bulamadılar ama milliyetçi duyguları giderek kabaran kesimler, seçim döneminde hangi tarafın daha milliyetçi olduğunu düşünmeye başladı. Erdoğan'ın kartı, tam bu aşamada işe yaramış olabilir.

Bir Twiter kullanıcısının 15 Mayıs sabahı attığı tweet'te yazdığı "Bu ülkede Kürtler anahtar rolüne geçerse, ülke o kilidi kırar" cümlesi gibi; toplum bu geçişe izin vermedi.

Peki ne oldu ve ne olacak?

Sonuç olarak Türkiye her zaman milliyetçi bir toplumdu. Yeni ne var burada? Böyle bir soru çok da anlamsız değil. Fakat değişim tablosu da ortada. Her ne kadar YRP ve Hüda Par gibi partiler de daha çok görünür olacaksa da ülkedeki dini saiklerin giderek azaldığını veya durakladığını görebiliriz. Bu alanın en büyük bayraktarı AKP yüzde 34'e düştü. Bu 2002'de; partinin başlangıç seviyesiydi. O zamanlar tek başına iktidar olmasına yarayan bu oran, artık ortaklara muhtaç kılıyor. Hatta bir dönem (2015-2022) kullandığımız "AKP, MHP'yi taşımak zorunda kalıyor" söylemi de artık terse döndü. MHP, her ne kadar daha düşük oy alsa da, artık AKP'yi taşıyan parti konumuna geçti. Zira AKP'den kaçışları toplamaya devam ediyor. AKP'nin bu düşüşü durdurması ve ülkeyi sürdürebilir bir hale getirmesi kolay değil. Hatta ilerleyen zamanda "Erdoğan, AKP; AKP Erdoğan'dır" düşüncesi bile geçerliliğini yitirebilir. 100 yıllık  cumhuriyetin 21 yılından fazlasını iktidarda geçirecek olan Erdoğan, siyaset arenasındaki son yıllarını geçirirken iyi hatırlanmak isteyecektir. Tabi bu "iyi" kime ve neye göre olur; değişir. Fakat partiler üstü bir şahsiyet olarak hatırlanmayı tercih edebilir. Bu noktada içi yozlaşmış kendi çocuğunu dahi kurban edebilir. Yani reisinden yoksun bir AKP kılabilir. YRP belki de o boşluğu doldurmaya oynayacak. Fakat esas olarak; AKP'nin ve Erdoğan'ın zamanla bırakacağı iktidar boşluğunu, milliyetçiler dolduracak.

İşin bu kısmı bizler için olumsuz senaryo. Hatta insan ister istemez "AKP yüzde 42 civarı ile daha güçlü çıksaydı da bu manzara ile karşılaşmasaydık" diyebilir. 

Çok kısa ve üstün kötü bir kıyas yaparsak; siyasal islam yasaklar, hayatı zorlaştırır ama düzenden yanadır. Aşırılığı sevmez, kaosu sevmez. Aşırılığa kaçanı cezalandırır. Tabi onun sınırlarını da kendi belirler. Olumlu cümleler kurmuş gibi gözükmek istemem. Fakat en azından diğer alternatife göre daha tahmin edilebilirdir. Oysa milliyetçilik öyle değildir. Sınırı yoktur, kuralları kendi belirler, Vicdanı olan biri için yaşaması zor bir ortam inşa eder.

Üstelik Türkiye toplumunda da siyasal islamın ulaşabileceği bir sınır vardır. AKP'nin 2002'den sonra tek başına verdiği zarara rağmen Cumhuriyet halen ayakta. Bu da aslında; toplum nezdinde bir sınırı olduğunu gösteriyor bize. Öte yandan AKP'nin en sert dönemin MHP ile ortaklık koştuğu yıllara denk gelmesi tesadüf değil ve ilerisi için korkmamızı sağlıyor.

Haliyle sandıktan çıkan değişim, orta vadede "keşke değişim çıkmasaydı" dedirtecek noktaya gelebilir. Öte yandan şu an muhalif kanatta gözüken birçok kişinin de böyle bir değişmeden memnun kalacağı da gerçek. Kısacası Türkiye'de hayat benim gibiler için (buraya 'bizler' yazmak isterdim ama artık kim 'biz' emin değilim) daha zor olacak. Sadece evimizde otursak bile, vicdanlı insanların sarsılacağı haberler düşecek önümüze...

O günler geldiğinde 20 yıldır sığındığımız "Kötüler arasında az kötüyü seçmek" noktasına gelirsek; umarız en azından milliyetçinin az çok okumuş, Atatürkçülüğe yakın kesimi bu iktidar kavgasından kendine pay çıkarır. Bunu da kendim için istemiyorum. Zeki hocanın unutulmaz tweet'ini kabullendik bir kez daha. Bu ülkede hiçbir şeyin dilediğim gibi olmayacağını biliyor ve (şimdilik) bundan acı duymuyorum. O yüzden meşhur deniz yıldızı hikayesinde olduğu gibi; en azından daha yumuşak bir geçiş olursa ve bu sayede birkaç kız çocuğu ve okumuş gençler için daha yaşanabilir ortam inşa edilirse içimiz rahatlar.

Bir umut da, yazının başındaki 1999'a atıf olsun. O gün kaybedenler, şans eseri bir kaosun aktörü olmaktan kurtulmuş ve bu sayede 2002'nin kazananları olup  son 20 yılın aktörlerine dönüştüler. Belki de şu anda da benzer bir durum var. Fakat bundan seçimin en büyük kaybedeni ana muhalefet partileri nemalanmasın. Türkiye yeni sözlere muhtaç kalacak. Bu boşluğu değerlendirebilecekler için umut kapısı halen mevcut. Eskilerin peşinden gidenler ise kaosu hediye edecekler...

Cumartesi, Nisan 15

Yalı Kaplanı


Direkt konuya girelim. Bilmeyenler önce linke tıklayabilir.

Biz devam edelim. Tabi ki Hilal Kaplan hanımefendinin ve olayda adı geçen ama gerçek adını kullanmayan beyfendilerin özel hayatlarına karışacak, onları değerlendirecek ve ahlak bekçiliği yapacak değiliz.

Fakat dönemin başbakanının da dediği gibi "Bu özel değil genel, genel..."

Her ne kadar dönemin başbakanı, bahsettiği olayı (Deniz Baykal) genel sıfatına sokarken bir 'ahlaksızlık' olarak yorumlamış ve bunu halkın üzerine servis ederken işin tamamen uçkur kısmına odaklanmış olsa da biz aynı yoldan gitmeyeceğiz. Biz de bir genel ahlaksızlığı kabul ediyoruz ama bunun iki kadın ve iki erkek arasında yaşananlardan dolayı olduğunu düşünmüyoruz. Bu onların kendi bileceği iş. Bu problemle kendileri yaşayacaklar zaten.

Her daim bireyselleşmenin öneminden bahsederken ve bireysel kararlar alarak hayatlarına yön vermiş insanları iyi örnekler olarak gösterirken; bireysel kararlar alarak hayatlarına devam eden insanların karşısına bu bağlamda çıkmamız mümkün olamaz. 

Fakat işin "genel" bir kısmı var ve onu da atlamamız mümkün değil. Eğer siz bir kanaat önderi olarak yıllardır her Allah'ın günü topluma bir çizgi çizmeye çalıştıysanız, çizginin dışına çıktığınızda başınıza geleceklere katlanmak zorunda kalırsınız.

İnsanlar eşleriyle anlaşamayabilir. Başka ilişkiler yaşarken başka insanlara aşık olabilirler. Hayatlarında kaos ve karmaşa olabilir, duygusal gelgitler yaşayabilirler. Bence de olmaması gerekir. En güzeli yıllarca sürecek uzun bir ilişkidir. Fakat bunu düşünüyorum ve düşlüyorum diye; kesin olarak bu modeli yaşayacağımı iddia edemem. O iddiada bulunsam bile ve tamamen öyle bir hayat yaşasam bile, her insanın böyle yaşaması gerektiğini de söyleyemem. Bunu kendime had göremem.

İnsanların nasıl yaşaması gerektiğini söyleme haddini kendinde bulan Hilal Kaplan ise olayın ortaya çıkmasıyla birlikte ilerleyen günlerde feminizmin 'özgür kadın' ilkesine sarılarak kendini savunacaktır ama bu savunmayı yaparken "Ailenin Adı Yok Ama Neden Feminist Değilim" adlı bir kitabın yazarı olarak çok sakil duracaktır. Olduramayacaktır. Aslında o kitapta yer alan ve devamlı topluma buyurduğu fikirlerini de bir türlü olduramamıştı. Çokça temelsiz, biraz eksikti. Fakat bir şekilde, vasatlığın tahakkümünün damga vurduğu yıllarda, bir de üzerine Fetullahçılar sahneden çekilince, boşluğu doldurdu, yürüdü gitti ve zamanla önümüze bir kanaat önderi olarak düştü. 

Gündemdeki her konu hakkında yorum yaparken en çok "aile, kadın, toplum yaşamı, ahlak" gibi kavramlara sığındı. Zira başka bir sözü olamazdı. Olsa da sonunu getiremezdi. Türkiye'nin ne yazık ki en çok okunan gazetelerinden birinden halka seslenmesini, üzerine devletin kanalından hatırı sayılı miktarda maaş almasını sağlayacak bir yeterliliği yoktu. Fakat muhafazakar topluma, muhafazakar bir kadın olarak  seslenmek için "aile ve kadın" demekten, anti feminizm propogandası yapmaktan başka  bir yolu yoktu. İnönü Savaşları'nın İsmet İnönü'nün soyadından geldiğini sanan, Covid olduğunda burnuna tereyağı süren birine göre oldukça iddialı bir konuma yükselmişti. Bunu da ancak kadına ve aileye biçtiği rollerle sürdürebilirdi.

Netflix'in boşanmalarını arttırdığını, İstanbul Sözleşmesini'nin aile mefhumunu yok ettiğini iddia ederek; AKP  övgüleri dışında da başka sözü olmayan biri olarak bu noktalara kadar gelmişti. Şimdi böyle bir insan için bir empati oluşturmak; onun özel hayatına saygıyı gözetmek mümkün mü? Zira bu olay bir Caner Erkin - Asena olayı değil ki! Hilal Kaplan bir topçu değil, bir popçu değil. Hatta gazeteci olması da onu bir zorunlu hayata hapsetmezdi. Fakat senelerce insanlara anlattığı modelin dışına çıktıysa, konu artık başka bir yere evrilir.

Toplumsal hayata dair fikirlerini ve karanlık ideolojilerini halka empoze ederken; kendisi yalılarda başbakan indirmenin dışında zaman zaman evlenip boşanıyormuş. Bu gayet mümkün. Fakat diğer tarafa ise yoksul halkın kadınları, istemedikleri hayatları yaşamak zorundaydı. Zira onları için çizilen çizgilerin dışına çıkan herhangi bir 'aksi' davranış, ufacık bir isyan, bir başkaldırı (mesela kentsel bir yaşam sürmek) Hilal Kaplan gibilerin şekillendirdiği modele, devamında devlete ve dine zarar demekti. Vatan hainliğine, topluma nifak sokmaya kadar giden bir adım olarak adlandırılabilirdi sıkı sıkıya bağlı toplumsal ilişkilerde...

Haliyle böyle çelişkiler mevcutken; şimdi  'özel hayat" diyerek  hiç sesimizi çıkaramayacağız mı?

Toplumun diğer kesiminde yer alan ve feminizm kavramının sahibi olduğunu iddia eden Düzkan ailesinin Ayşe olanı aksini düşünüyor. O da feminizmi kendi "yalı"sında kurgularken, yine hem steril, hem de bir o kadar buyurgan ve tartışmaya kapalı bir söz söyle şansına erişmişti. Fakat o da beklemediği bir tepki aldı. Sonunda da çareyi Twitter'ını kilitlemekte buldu. Zira toplum artık her nereden gelirse gelsin, bir baskılanma istemiyor. Yukarıdan bir buyruk, bir yol çizici görmek istemiyor.

Tabi ki meselemiz Düzkan değil. Biz yine Hilal Kaplan'da kalacağız. Fakat bazı boş empatilerin romantizmlerin sırası olmadığını vurgulamadan geçemezdik.

Ayşe Hanım bize "Siz de şu an ahlakçı geçiniyorsunuz" derken, bizim bahsettiğimiz ahlaki sorumluluğun yaşanan ilişkiler olmadığı ortada. Dini kullanarak topluma model biçen, tarikat ağlarına düşmüş kız çocuklarında sorun görmeyen, İstanbul Sözleşmesi'ni topluma bir suç unsuru gibi anlatan birine karşı tabi ki ahlaki sorumluluk yükleyeceğiz. Yaşatmadığı hayatı yaşama riyasına girmek; illegal bir durum değil. Suç değil, cezası yok. Fakat ahlaki olarak olması gereken şudur: Sözünden dönmüş bir kanaat önderinin, kendi gerçeğiyle hesaplaşmak.

Skandal patlamadan saatler önce Hilal Kaplan'ın hesabından bir seçim reklamı paylaşıldı.


Bir cafe'de üniversiteli üç genç otururlar. Bunlardan biri göbeği açık, dar pantolonlu bir kız.  Karşısında da iki tane şaşkın delikanlı. Biraz sonra bu şaşkın delikanlıları; "ikon" Merve'nin cazibesinden uzaklaştıracak dürüst, duruşu olan, yerli ve milli, Churchill'e tuz-limon-soda diyen  ve o yüzden Merve'nin yargılayıcı bakışlarına maruz kalacak mağdur AKif girecek ortama...

Aslında zaten vurgulamak istenen belli. Boş hayaller peşinde olan seküler bir kızın yanında mı olacaksınız, ona boyun eğen şaşkınlara mı katılacaksınız, yoksa onun sansürüne uğramayan Akif mi olacaksınız? Tamam; şimdi bu başarısız videonun analizini yapmayacağız. Kız tavlamak için ne yapacağını şaşıran AKP'li nesil onların problemi. Zaten AKP'nin seçim stratejileri ne zaman özel yetiştirilmiş Fetullahçı kadrolardan çıkıp da çapı düşük Pelikancılara geçti; işte o zaman partinin oy oranı da düşmeye başladı. Kendileri çeksinler, düşünsünler; bizi bağlamaz...

Bu başka bir konu ama bizim konumuzla da bağlantısı var: Bu insanların hepsi; yani videodaki AKif de gazetedeki Hilal de; "ikon Merve"yi kıskanıyorlar aslında. Onun, kendi hayatını yaşamasından rahatsızlar. Merve saf olabilir, çok zeki olmayabilir, yetersiz olabilir. Bunların hepsi insani durumlardır. Fakat belli düşüncelere sahip olması, bunu dile getirmesi, ona göre yaşaması ve en önemlisi "bireyselleşebilmesi" (mesela tek başına tatile gitmek isteyip, ailesi ile yaptığı tatilde sıkılması); sıkı örülmüş ağlarla yaşantısına devam eden, o yaşantıyı sorgulamaktansa karşı tarafın bireyselliğine ket vurmayı düşleyen karşı tarafın kompleksini hoplatan en önemli unsurdur. O kompleks yüzünden hem Merve'nin hayat tarzını kısıtlamaya çalışırlar hem de onu itibarsızlaştırmaya, küçümsemeye uğraşırlar. Uğraştılar. Başardılar da... Kaplan ve türevlerinin engin siyasi bilgisi değildi onları buraya taşıyan, tam olarak bu kompleksti.

Sonra takke düştü işte. O yalıların içinde aslında Merve gibi yaşayarak, özendikleri hayatların benzerine girdiler. Bunu da her gün yazılarıyla buluşan, TRT'de kendilerini izleyen toplumdan sakladılar. O toplumun özellikle kızları iki göz odalı evlerin duvarlarına sıkışmışken, onlar dilediklerini yaşamaya muktedir oldular. Üstelik hem dilediklerini hem de yaşadıklarını sakladılar.

Gerçi zaman zaman saklamadılar bile. Tam benzer bir konu olmasa da; Covid zamanı bir yandan devletin verdiği ilaçları halkın kullanmasını tembihlerken, devletin ne kadar güçlü, basiretli, problem çözücü olduğunu anlatırken, iktidara övgü şelaleleri dizerken, ilaçlara karşı bir sorgulama getirenleri kıskanç, devlet düşmanı ve hatta terörist olarak yaftalarken (mesela TTB), kendileri o ilaçları kullanmadıklarını "tıbbi bir tavsiye değildir" şerhi ile anlatıyorlardı. Yani yoksullara, sıradan vatandaşlara bir dayatma sunup başka bir hayat yaşamak yalı tayfası için yeni bir durum değildi.

İnsanlara Netflix'i kötüleyen ama Netflix dizilerine taş çıkaran senaryolara imza atan; hükmettikleri gençler evlerinde Yalı Çapkını izlemek dışında bir sosyal eğlence bulamazken, başbakan devirdikleri yalılarda eşlerini aldatarak ilişkilere girenler; basit bir "aman ahlakçılık yapmayın", "aman özel hayata mücadele etmeyin" düsturuyla halının altına süpürülmemli. Bu, yapılacak en büyük yanlışlardan biri olur.

Çünkü biliyoruz ki, bugüne kadar süpürüldükleri tüm halılardan çıkarak, üzerimizde ahlak satmaya da fikir kusmaya da devam ettiler. Hatta belki de bu halı alından çıkma işini hızlandırmak için; tek olayı sekuler-şehirli görüntüsüyle AKP övgüsü yapmak olan Büşra'ya hızlıca "Siz sokaklarda kucak kucağa otururken sorun yok, biz boşanınca mı mesele oldu. Çok kötüsünüz ve anlamıyorsunuz" içerikli bir video hazırlatırlar

Aslında topluma çizdiğiniz yaşantının dışına çıkmakta da sorun yok. İnsan  70 sene boyunca aynı ilkelere sarılıp yaşayamaz ya! İlla bazen fire verir. Kimse sınanmadığı günahın da masumu değildir. 

Ama eğer topluma çizdiğiniz yaşantının dışına çıktıysanız, artık kanaat önderi olarak ortalıkta gezinemezsiniz. Zaten gereğinden fazla zapt ettiniz köşeleri, ekranları.... Artık kenara çekilme vakti..

Pazar, Mart 19

Kazanacak Aday Kim ve Nasıl Kazanır?

Ay başındaki "Masa krizi" esnasında gündeme yeniden sokulan "Kazanacak Aday" kavramının tekrar üstünden geçmekte fayda var. Zira her ne kadar kriz çözülmüş gibi dursa da ve aday artık belli olsa da bu kavram yine ara pası olarak ortamlara atılıyor.

Aslında şu yazıda ufak bir değinme yapmıştık. Tekrarlama gibi bir niyetimiz yok ama sözü yine oralardan almak zorundayız.

Kazanacak aday kavramı aslında uzun zamandır Türkiye'nin gündeminde yer alıyordu. Fakat o zamanlarda da, (tıpkı şimdilerde olduğu gibi) içi doldurulmadığından kazanacak aday hep yanlış yerlerde arandı. Bunu dillendirenlere göre adayın 'sağa' çekmesi isteniyordu. AKP'den oy devşirebilecek, özellikle de CHP ile pek bağı olmayacak, tercihen muhafazakar ve milliyetçi bir aday gerekiyordu.

Esasında bu stratetji denendi de. Ve başarısız oldu. Buna rağmen Ekmeleddin İhsanoğlu fiyaskosundan sonra dahi yine ezberlenen formülde adaylar (Abdullah Gül, Ali Babacan, İlhan Kesici) zaman zaman öne çıktı. Zaten toplum iyi okunmadığı için bu isimlere gidiliyordu ama aynı zamanda bu ezberlere takılıp kalmışken toplumun dinamikleri ve öncelikleri değişiyordu. Yani bahsedilen bu figür, giderek "mutlak doğru" olmaktan uzaklaşıyordu. Zaten mutlak doğru sanıldığında ve uygulandığında da başarı gelmemişti.

2017 referandumu bu açıdan önemli bir eşikti. Oraya döneceğiz. 

Ardından 2018 seçimleri geldi. Bu sefer "kazanacak adayı halk belirlesin" gibi resmen açıklanmamış ama uygulanmış bir strateji gelişti. Akşener'in "Halka gidelim" çağrısına ne kadar da benziyor aslında...

O stratejinin sonucunda bütün muhalif adaylar seçime girdi. Buna göre; aralarından biri ikinci tura kalacak, Erdoğan ile kapıştığında da diğer adayları destekleyenler ona verecekti. Fakat ilk aşamada plan patladı; ikinci tur olmadı bile...

Yine de o günün şartlarında bu stratejilerin öne çıkması abes değildi. Biz de zaten aslında sonuçlar üzerinden okuyoruz. Fakat o günlerden sonra halen bu kavram üzerinde durulması oldukça yersizdi. Gelinen noktada "kazanacak aday" diye bir kavram giderek gücünü kaybetti. Artık her aday kazanacak durumdaydı.

Tabi ki 2109 yerel seçimlerindeki büyükşehir zaferlerine rağmen o günlerde bunu söylemek imkanszıdı. Ve o günlerden itibaren kazanacak aday sıfatının altını dolduran tek isim bana göre Ekrem İmamoğlu'ydu. Halen de en yüksek oy potansiyeli onda. Fakat hem onun yargıyla boğuşması hem de diğer adayların da kazanacak hale gelmesi İmamoğlu'nu o sıfattan uzaklaştırdı. Yeni sıfatı "Seçime girebilseydi rekor oyla seçilecek aday" oldu.

Tam da işler bu noktaya gelmişken, ilmek ilmek örülmüşken, şartlar herkes için müsait olmuşken Meral Akşener'in "Kazanacak aday" diye tutturmasının iki ihtimali olabilir. Ya bir akıl tutulması, ya da seçimi kazanacak adayın kendi istediği aday olmasını tercih etmesi (veya tersten okuyacak olursak; tercih etmediği adayın kazanmasını istememesi).

Erdoğan'ın son seçim zaferlerinin hiçbirinde Türkiye bu halde değildi. Dolar 20'lere dayanmamış, çöküş dönemini somut bir simgeye çeviren deprem yaşanmamış, devamında artan toplumsal muhalefet hiç bu kadar göz önünde olmamıştı.

Yani en iyi döneminde bile yüzde 50'yi bazen yakalayan bazen göremeyen Erdoğan'ın yeniden yüzde 50 üzerinde olması hayal ötesi bir durum. Tabi ki seçim matematiğinde durum farklı olabilir. Yani "Erdoğan kesin kaybetti", "Diğer aday kesin kazandı" demek mümkün değil. Fakat Nagehan Alçı'nın bile son 1-2 yılda "Rejim" diye adlandırdığı bir dönemde Türkiye'nin sadece iki ideolojiye sahip olduğunu söylemek mümkün: Erdoğanizm ve antierdoğanizm.

Anti taraf kesinlikle yüzde 50'nün üzerinde, bana göre yüzde 60'a yaklaşıyor. Önemli olan soru ise şu: Seçime girecek adayın bu yüzde 60'tan 51 çıkarabilecek mi?

Bana göre 6 Şubat atmosferinden sonra  (ve 2 Mart krizine kadar) her aday yeterli çoğunluğu çıkarabilirdi. Erkan Baş'ın da son bir senedir çok güzel tasvir ettiği gibi; "ikinci turda oy verebileceğimiz bir adayımız olursa, onu ilk turdan çıkaralım" dediği o doğru aday yeterliydi. Zira artık Erdoğancı seçmenden oy devşirmeye gerek kalmamıştı. Antierdoğancılardan oy almak yeterliydi. Haliyle sağa çekmek gerekmezdi.

Peki kim bu anticiler? Kaba bir şekilde çuvala atalım. Tabi ki CHP seçmenleri, yakın dönemde Erdoğan'la iş tutmamış ve karşısında durmuş milliyetçiler, bir zamanlar AKP ile yürüyen ama şimdilerde muslukları kesilen liberaller, solcular, Kürtler, AKP'nin eski küskünleri...

Bu sayı yüzde 60'u geçer bile. İşte bu nedenle Kemal Kılıçdaroğlu da en az Mansur Yavaş kadar kazanacak adaydı. Fakat İyi Parti'nin yarattığı kriz, Kılıçdaroğlu algısının yeniden sarsılmasına neden oldu. Her ne kadar Kılıçdaroğlu son bir ayda sahada ve masada muhteşem bir performans sergilese de, geçmişinden kalan tortuların yüzeye çıkarılması nedeniyle yeniden bir riskle karşı karşıya kaldı. Üstelik AKP seçmeninin masasında değildi bu kriz; bizzat kendi havuzunda durduk yere "İstenmeyen adam"a döndü.

Mesela 2 Mart'a kadar esamesi okunmayan Muharrem İnce, o kriz zamanı üç gün boyunca bir alternatif olarak sunulmasının ekmeğini yemeye devam ediyor. Alacağı oyun düşük olacağı kanısındayız ama o ufak farkın belirleyici olması da muhtemel. Havaya girmesinin nedeni 2 Mart krizinden kaçanların onda toplanması. Üçüncü aday başka biri olsa, o insanlar oraya gidecekti. Zira rahatsız oldukları Kemal Kılıçdaroğlu'ydu, önemli olan ona tepki göstermekti. Ve Meral Akşener o krizi yaratmasaydı, bu rahatsızlık o kadar da belirgin olmayacaktı.

Oysa Kılıçdaroğlu da bahsettiğimiz yüzde 60'tan oy alabilecek, en azından bir kısmında fire yaşasa da çoğunluğu sağlayabilecek bir adaydı. Bu konuda Mansur Yavaş'tan daha dezavantajlı olmadığını, yukarıda referans gösterdiğim yazıda da belirtmiştim.

Seçim stratejisi: Hedeflenen yüzde 60

Peki bu yüzde 60'ı nasıl test edebildik? İşte onun için 2017 referandumuna gitmek lazım.

Ben son 20 yılda sonuca etki edecek bir seçim hilesi olduğunu düşünmeyenlerdenim. Fakat bir istisnam mevcut. O da 2017 referandumu. 2017 referandumu, net bir Erdoğan ve anti Erdoğan seçimiydi. Ve seçimin esas hakkı anti tarafın kazanmasıydı.

Yine de o kıl payı geçen referandum döneminde bile Türkiye bugünkünden çok daha farklı noktaydı. Doların 4 lira olduğu (ve buna "çok" denildiği), mülteci sorunun gündemde olmadığı, işlerin biraz daha iktidar lehinde olduğu bir dönemdi. Buna rağmen AKP istediğini elde ederken zorlanmıştı. Halkın yarısı bu sisteme karşıydı.

Aradan beş sene geçinde içler değişti. Artık futbolcular güçlü bir Türkiye için mesaj göndermekten çekiniyor. Tribünler 10 sene aradan sonra "istifa" diye bağırıyor ki bunu en son yaptıklarında AKP tek başına hükümet kuramayacak noktaya gelmişti. Hal böyleyken yüzde 60'lık bir havuzun olduğunu iddia etmek hiç de saçma değil.

Fakat yine de bu, öne çıkan adayın yüzde 60 oy alacağını ve hatta kazanacağını göstermez. Özellikle İyi Parti'nin son çıkışının ardından milliyetçi cephenin çok da mutlu olmadığını görüyoruz. Zaten onları Erdoğanizm'den uzak tutan ufak tefek pürüzler var. Yani bu seçimi ölüm kalım seçimi gibi görmemeleri gayet muhtemel. Yani Akşener de ölüm ve sıtma olarak nitelendirdiğine göre; iki tarafı kıyaslayınca çok da keskin bir noktada kalmıyorlardır. 

Yine de özellikle ekonominin belirleyici bir referans olduğu da gerçek

Haliyle seçimin nasıl kazanılacağı da burada bir işaret veriyor. Krizleriyle, 90'ları anımsatan koalisyon görüntüleriyle, mutsuz suratlarıyla, bakanlık pazarlıklarıyla önümüze çıkan altılı masa; yeniden fabrika ayarlarını hatırlamalı.

O fabrika ayarında masanın ne amaçla kurulduğu yazıyor. Yani "Cumhur'a karşı hepimiz bir arada olabiliriz, önceliklerimizi öteleyebiliriz ve bu sayede seçimi kazanabiliriz" mesajı. Masanın ilk günlerinde verdiği bu mesaj değerliydi. Haliyle ortaya çıkacak aday da bu mesajı temsil eden biri olmalıydı. Kemal Bey buna uygun bir isim. Zira o yüzde 60'ın sevmediği biri değil. Asıl nefreti, AKP'nin kutuplaştırması sayesinde karşı tarafta duran yüzde 40'tan alıyor. Onların oyuna talip olmasına gerek kalmadı. Zaten o tarafın oyunu değiştirmesi de pek mümkün değil. Zira tip olarak da biraz CHP'nin 1940'lı yıllarını andıran, zorlasak İsmet İnönü'ye benzeyen, Ecevit gibi kasket takabilecek sembolleşebilecek bir fizikten bahsediyoruz. Sanki CHP alerjisi olan halka bir CHP çiz desek bize bu görüntüyü çizer. Erdoğan'ın marjinalleştirmesi de ekmeğe sürülen yağ...

Bu dezavantaja rağmen kendisi geri kalan yüzde 60'ın rahatsız olduğu bir isim değil.

Son bir aya kadar sokakta sıklıkla duyduğumuz bir cümle vardı; "Abi Kemal Bey iyi ama bu halk ona oy vermez"

Oysa bu kişilere "Sen oy verir misin?" diye sorduğumuzda hiçbiri vermem demiyor, hatta "Veririm, keşke kazansa" diye devam ediyordu.

Öyleyse matematik ortada. Sen, ben ve havuzun içindeki herkes oy verirse seçim kazanılıyor. Bu arada "Siz Anadolu'yu bilmiyorsunuz" diyenlere de bir cevabımız olacak ama o da başka yazılarda. Zaten bu noktada Anadolu'ya çok ihtiyaç da kalmıyor. Zira seçmenin önemli bir kısmı zaten büyükşehirlerde. O büyükşehirleri de yakın dönemde ittifak unsurları kazandı. Ve referandum yine akıllarda olmalı...

Seçim stratejisinin de o koalisyon görüntüleri ve Kemal Kılıçdaroğlu figürü gibi kavramlardan arınması lazım. Bu seçimin, bir geçiş dönemi olduğunun anlatılması gerek. "Bunlar nasıl ülke yönetecek şimdiden kavga ediyorlar" imajının ortadan kalkması onun yerine "Biz ülke yönetmeyeceğiz, yönetiliebilir bir ülke devredeceğiz" mesajı vurgulanmalı. Zira şu anda ülke yönetilemiyor.

Ülkenin tali sorunlarına eğildiğinizde muhakkak birileri rahatsız olacak veya memnun olmayacak. Fakat o sorunlar, şu andaki esas problemlerin tartışılmasının da önünü tıkıyor. Kızılay'ın çadır sattığı, depremzedeye konteynerin gönderilmediği, yoksulluğun derinleştiği, kiraların arttığı bir dönemde başka başka sorunlar üzerinden vaatler vermenin hiç bir faydası yok. Zira onlar ne toplumun önceliği ne de karşınızdakinin yapamayacağı şeyler... 

Öncelikle referandum ile gelen bu ucube sistem ortadan kalkacak, ardından da herkes meşrebine göre oy verecek ve en yüksek oy alanlar denetlenme mekanizmalarının işlediği ortamda ülkeyi yönetmeye talip olacak. Olay bundan ibaret... Oylanacak olan budur! Ne Kılıçdaroğlu, ne başka bir aday, ne CHP, ne ittifak! Halkın da görmek istediği budur!

Keşke tam da bu dönemde Kemal Kılıçdaroğlu, "Ben partisiz cumhurbaşkanı olacağım ve size istediğiniz hükümeti seçebileceğiniz bir ortam bırakacağım. Samimiyetime inanmanız için de CHP genel başkanlığından istifa ediyorum" diyebilseydi. Seçimin kaderini belirleyen hamle olurdu. Fakat ne yazık ki yara alınan Mart krizinin ardından yapılan adaylık açıklamasında o sürecin çok sonralara bırakılacağı ifade edildi. Bana göre yanlış hamle..

Yine de hiçbir şey bitmiş değil. Toparlayacak olursak; önemli olan bu seçimi partiler ve ittifaklar arasında geçen sıradan bir yarış gibi göstermekten kaçınıp, kritik bir eşiğe çevirmektir. Bunu başardığınız anda "kazanacak aday" arayışı anlamsız kalır, zira öyle bir ortamda kazanamayacak aday yok! 

Pazartesi, Mart 13

Pavlov'un Gecesi

6 Şubat'tan sonra çok üzüldüğümüz anlar oldu. Zaman zaman korktuk. Empati kurduk, canımız sıkıldı, stresimiz arttı, içimiz içimizi yedi.

Zamanla normal hayatımıza dönmeye çalıştık. Bazı duygular yeniden kendini hatırlattı. Korku ve panik, kendini saklamaya başladı.

İşte psikoloji böyle bir şey... 6 Şubat'tan sonra her gün, bir önceki günden daha kolaydı. Yani en kötüsü 6 Şubat'tı. Herkesin bildiği ama kimsenin tarif edemediği, insanın içinde hissettiği o soğuk çaresizliği en derinde hissetmiştik. Bir gün önce hayat kendi rutininde keyifli keyifli ilerlerken, bir gün sonra bambaşka bir kavganın içinde kalmıştık. Olayın başrolü değildik ama kötü haberlerle karşılaşmanın da bir yükü vardı. O yükün ağırlığını taşıyorduk.

Oysa bir gün önce Galatasaray - Trabzonspor maçı vardı. Hava soğuktu. Maç saat 19.00'da başladı. Galatasaray tek farkla kazandı. Galibiyet serisi devam etti. Liderliğini korudu. Puan hesapları yapıldı maçtan sonra, fikstüre bakıldı. Bir sonraki hafta oynanacak Gaziantep FK maçı düşünüldü. Bir Galatasaraylı olarak mutluydum tabi ki.

Ve sonra yer yerinden oynadı... Ertesi gün bunların hepsi önemsizdi. Ve bir daha yaşanmasın diye dualar edildi.

O günden 34 gün sonra Galatasaray bir kez daha sahaya çıktı. Öncesinde aklımda pek bir şey yoktu. "Depremden sonraki ilk Galatasaray maçı" olması dışında bir ekstra alam yüklememiştim. Fakat maç oynandıkça içimdeki hisler değişti.

Galatasaray - Kasımpaşa maçı vardı. Hava lodostan yağmura dönüyordu. Maç saat 19.00'da başladı. Galatasaray tek farkla kazandı. Galibiyet serisi devam etti. Liderliğini korudu. Puan hesapları yapıldı maçtan sonra, fikstüre bakıldı. Bir sonraki hafta oynanacak Konyaspor maçı düşünüldü. Bir Galatasaraylı olarak mutluydum tabi ki ama yavaş yavaş bir korku düştü içime...

Pavlov'un köpeği gibi olduğumu hissettim. Aklım, mantığım aksini iddia ediyordu (ve haklı da çıkacaktı zaten) ama içim içimi kemiriyordu. Ertesi sabah yine kötü bir haberle uyanma korkusu içimi kapladı.

Tabi ki olmadı. Olmayacağını da biliyordum. Fakat ilginç olan, insanın kendini bu adar kolay şartlayabiliyor olmasıydı.

Galatasaray - Kasımpaşa maçı hakkında bir yazı değil bu. Veya Galatasaray'ın bizlere yaşattıkları... Bunlar önemli değil. 5 Şubat'ı başka bir şekilde de yaşayabilirdim. Mesela bir arkadaşımla yemeğe çıkabilirdim. Büyük ihtimalle onunla günler sonra bir daha yemeğe çıktığımda da aynı hisler gün yüzüne çıkardı. Veya sizin 5 Şubat akşamı yaptığın neyse, onu da koyabilirsiniz merkeze.

Gerçi, başrol Galatasaray olunca iş biraz daha kolay ve hızlı gerçekleşti. Zira Zaniolo gol attı, depremde vefat eden Muhammed Emin Özkan akla geldi. sonra onun meşhur tweet'i düştü önümüze. Her şey karman çorman oldu, daha da acayip olduk.

Kısacası çok garip bir akşamdı 11 Mart. Sabahı zor ettik. Sağ salim yataktan kalkınca diğer günlerden daha çok sevindik. 

12 Mart günü insanın ne kadar basit ve ilkel dürtülerle yüklü bir canlı olduğunu bir kez daha anladık.

Cumartesi, Mart 11

Fransız'ın Mutfağı


"Her sabah bir menemen yiyorum. Çöp şiş tarzı etleri seviyorum. Türkiye'de ekmek çok iyi. Ve tabii ki Türk çayı..."

Leo Dubois / Galatasaray Dergisi

Bizim ülkemizin Avrupa hayranları, Fransızların ne kadar kaliteli bir damak tadı olduklarından bahsederler devamlı. Mutfakları kıyaslarlar ve oylarını Fransa tarafına verirler. Hayatları boyunca da oraya öykünürler. Fakat işte Fransa'dan gelen adam da aynen benim gibi besleniyor.

Tamam; ben de maddi olarak bu şekil beslenemiyorum. Yani çöp şiş her zaman yiyebileceğim bir besin değil. Her sabah menemen bile zor. Fakat ideal, daha doğrusu ütopik olanı bu.

Her sabah menemen; ekmek bandırmalı.

Akşam çöp şiş, balon lavaş ikramlı.

Birinin yanında, diğerinin arkasında çay....

Muazzam. Bu menü için baş parmağımızı yukarıya kaldırıyoruz.

Cumartesi, Mart 4

Bozguncu



Biraz da siyaset...

Malum; herkes aylardır hatta yıllardır altılı masanın adayını bekliyordu. Son tahlilde masa kalmadı. 

Herkes bu olayı konuşurken, süreci en başından yeniden anımsayalım o zaman...

Haziran 2019'a dönüyoruz. Türkiye, yerel seçim maratonunu İstanbul'un ikinci defa oylanmasıyla tamamlamıştı. Tablo açıktı. AKP halen birinci partiydi ama artık yenilmez değildi. CHP ve İYİP ittifakı büyükşehirlerde bir zafer elde etmişti. HDP de aday çıkarmayarak ve ittifak adaylarını destekleyerek galibiyete katkıda bulunmuştu.

Bir sonraki seçim 2023 yılındaydı ve muhalefet ilk defa bu kadar ümitliydi. "Kazanacak aday" sıfatı o günler için ortaya çıkmıştı. Ortaya konulacak doğru aday, Erdoğan karşısında seçim kazanabilirdi. Peki o aday kim olacaktı?

Türkiye'de hiç yaşamamış ve siyasi figürlerin geçmişini hiç bilmeyen biri, en saf haliyle gözlerini  sadece 2019 seçim sonuçlarına dikince ortayda dört tane doğal aday görürdü.

Ana muhalefet partisinin lideri, ona destek veren ve uzun bir aradan sonra umutlu olmasını sağlayan diğer partinin lideri, yıllar sonra İstanbul'u kazandıran belediye başkanı, yıllar sonra Ankara'yı kazanan belediye başkanı...

2019'dan sonra ara sıra bu isimlerin arasına yenileri girdi çıktı. Fakat bizce onların hiçbiri geçerli olacak isimler değildi. Sadece suyu bulandırmaya, gündemi işgal etmeye, biraz kulis bilgisi verme hevesine yaradı. Onun dışında bir katkısı ve geçerliliği yoktu. 

Kısacası esas seçim öncesi bir seçim daha vardı ve o seçimin dört adayı olacaktı. Bunun halk nezdinde bir oylaması olmayacaktı. Bu seçimi sadece çalışmalar, kulisler, stratejiler ve dört yılda yaşanacak gelişmeler belirleyecekti.

İlk etapta kendini eleyen Meral Akşener oldu. "Ben başbakan olacağım" dedi ve adaylıktan feragat etti. 

Geriye kalan üç aday arasında, anketlerde en zayıf görünen Kemal Kılıçdaroğlu'ydu. Benim de en azından o yıllardaki düşüncem; doğru adayın Yavaş ve özellikle İmamoğlu olduğu yönündeydi. Fakat Yavaş süreci doğru yönetemedi. Ya da bir aday olma dürtüsü ortaya koymak istemedi. "Ben belediye başkanı olarak devam edeceğim, ne görev verilirse yaparım" gibi söylemlerle kendini dışarıda bıraktı. Halkın teveccühü inkar edilemezdi ama bu teveccühün altını dolduracak bir siyaset izlemedi. Belki de kendisi için en doğrusunu yaptı. Fakat sonuç olarak adaylıktan elendi. Ya da en azından, kendisini üçüncü alternatif konumuna düşürdü.

Diğer iki aday ise uzun süre çalıştı, birbiriyle yarıştı. Biz bunu gözlerimizle gördük. O esnada aynı zamanda Türkiye'de çok fazla badireler yaşandı. Pandemi ve ekonomik kriz en ağırlarıydı. 2021 yılının Aralık ayında doların bir anda 18 liraya fırlayıp bir haftada 13 liraya düştüğü günlerin ardından muhalefetin ortadan kaybolması büyük bir hataydı. Sahne, istikrarlı bir şekilde oy kaybeden AKP'ye bırakılıyordu. Söylemler sertleşmedi, toplumsal reaksiyon sıfırlandı. O günlerde sarf edilen "Sokağa çıkmayacağız" düsturu tarihi bir hataydı. AKP'nin önünde uzun bir zaman vardı ve takati olmasa da kaybolan oyları toparlaması mümkündü. Buna adeta yol açılmıştı.

Dünyada hiçbir otoriter rejim yoktur ki; sadece sandık günü okullara gidilerek seçimi kaybetsin. Yani, bir halk hareketi, bir toplumsal muhalefet, bir enerji, sokaklarda bir atmosfer değişimi olmadan sandığa gitmek, sandık sonucunu değiştirmeye yetmez. Oyların arkasını dolduracak bir enerji birikimi gerekir. Sosyal hayatta her şey aynı şekilde devam ederse, o zaman yıllar boyunca varlığını sürdüren sert otoriter iktidar da devam eder.

Yine de o günlerde bile Ekrem İmamoğlu sadece okullara giderek dahi seçilebilecek bir umuttu. Zira siyaset oyununu çok iyi bildiğini çok kısa bir süre içinde kanıtlamıştı. Onun adaylığında muhalefet çok büyük oy toplayabilirdi. Her cepheden oy alabilecek yegane isimdi. Türkiye'nin yaşadığı durumu düşününce İmamoğlu ancak kırmızı kar yağarsa seçim kaybederdi.

İbre Kılıçdaroğlu'na geçerken

Fakat işte tam o günlerde, yani Aralık 2021- Ocak 2022 gibi işler değişti. Kırmızı kar yağmadı ama beyaz kar yağdı. İstanbul'a kar yağdığı günlerde İngiliz büyükelçisi ile İmamoğlu'nun yemek yemesi olay oldu. AKP'liler yıpratma taktiği ile konunun üzerine gittiler ki bu hiç şaşırtıcı değildi. Fakat diğer yandan CHP medyasında da çok fazla gündem oldu. Sözcü gazetesi bile konuyla ilgili, İmamoğlu eleştiren manşetler attı. Üzerine bir de İmamoğlu'nun Karadeniz turuna Nagehan Alçı ile gitmesi olayı başka yere çevirdi. Fazıl Say, Athena Gökhan gibi ünlüler bile "Ben bu otobüsten inerim" demeye başladı. Fenerbahçe Başkanı Ali Koç'un İmamoğlu'nu hedef alan sözleri de o günlerdeydi.

Tabi ki İmamoğlu'nun oyunun o günlerde düştüğünü iddia edemem. Anketör değilim. Fakat o günlerde "Erdoğan'ın replikası" ve "Karadenizli inşaatçı" sıfatları ile daha çok yan yana geldi adı. Ve o günlerde artık şu belli oldu:

Artık aday Kemal Kılıçdaroğlu'ydu. CHP'nin genel merkezi zaten buna hazırdı. Bunun yanı sıra CHP'nin diğer katmanları (kanaat önderleri ve çekirdek tabanı) da bunu kabul etmişti. Altılı masanın geri kalan dörtlüsü de onayı vermişti.

O günlerde yakın arkadaşlarıma "Aday Kılıçdaroğlu" dediğimde, hepsi "Yok canım strateji yapıyorlardır, olur mu öyle şey?" diyorlardı. Acaba Meral Akşener de mi böyle düşünüyordu bilmiyorum. Zira o zamanlarda da "Kazanacak aday" vurgusu yapsa da, sesi son iki aydaki kadar güçlü çıkmıyordu. Keşke tavrını o zaman koysaydı. Zira zamanında yapılmayan isyan, isyan değil gürültüdür. 

Yine de her şeye rağmen İmamoğlu'nun adaylık ihtimali halen masadaydı. Hatta İmamoğlu'nu isteyen benim bile umudum Akşener'in masada bunu daha sert bir şekilde dillendirmesiydi. Oysa halkın "adayı açıklayın" nidalarının olduğu o dönemde bile, tavrını çok silik bir şekilde gösterdi Akşener.

Türkiye gelişmelere gebe bir ülke olduğu için her an her şey olabilirdi. İmamoğlu da işleri toparlayabilecek bir siyasetçiydi. Gemiler yakılmamıştı. Fakat işte tam o anlarda İmamoğlu davası geldi. Ayrıntılara girmeye gerek yok. Kılıçdaroğlu o günleri de kendi istediği gibi yönetti. İmamoğlu ismi önceden açıklansaydı ya o karar çıkmazdı, ya da çıksa bile 'mağduriyet' daha büyük kazanım getirirdi. 

Ama artık hepsi çöp kutusundaydı. O günden sonra, seçime girememe riski bulunan birini aday olarak sunmak, harakiri gibi bir şey olurdu. Aralık 2022 itibariyle İmamoğlu'nun adaylığı başka bahara kaldı. Ve tabi ki tek aday ihtimali kaldı: Kemal Kılıçdaroğlu!

Kemal Kılıçdaroğlu ve altılı masa, o davadan biraz önce İmamoğlu'nu aday gösterseydi ve yine aynı karar çıksaydı işler değişebilirdi. İmamoğlu'nu adaylıktan çekip herhangi bir adayı onun temsilcisi olarak göstermek, yaşanan mağduriyet algısı ile bambaşka bir etki yaratabilirdi. Fakat hem onun için geç kalındı hem de zaten CHP genel merkezinin böyle bir düşüncesi de yoktu.

O günlerde İmamoğlu'na bu cezayı veren düzenden çok, Kılıçdaroğlu suçlanmıştı sosyal medyada. Bu da bazı işlerin garip ilerlediğinin göstergesiydi.

Kemal Bey kolları sıvadı. İşin ona kaldığı resmileşmemişti ama kesinleşmişti. Artık daha sert ve daha cesurdu. İşi zordu ama yavaş yavaş sahaya iniyordu. Cumhur ittifakı, kaybettiği oyları az da olsa geri topluyordu ama diğer yandan da matematik ortadaydı. Altılı masaya, bir de HDP oyları eklenirse seçim zaferi kesin gibiydi. Fakat seçimi bekleyerek geçecek altı ay, Cumhur'a toparlama imkanı sağlardı. Yani matematik her şey değildi.

Tam bu hesapların yapıldığı dönemde 6 Şubat depremleri yaşandı. Keşke olmasaydı. Fakat Türkiye artık başka bir gerçekliğe uyanmıştı. İlk üç günün şokundan sonra tüm yurttaşlar aynı korkuyu hissetmeye başladı. Öfke arttı. En temel sorunların çözülemediği, var olan sistemin ne kadar işe yaramaz olduğu çok net ortaya çıktı. Bu günlerde Kemal Kılıçdaroğlu da sahadaydı. İktidarın değil yurttaşın yanındaydı. Meral Akşener ise ortalarda yoktu.

Kazanacak aday

Yukarıda bahsettiğimiz; seçim kazanmak için mecburi olan toplumsal muhalefet havası kendiliğinden, kimsenin organize etmesine gerek kalmadan ortaya çıkmıştı. Stadyumlarda 10 sene aradan sonra "hükümet istifa" sesleri yükselmeye başladı. Bakanlar yuhalandı. Televizyon kanallarının spikerleri daha cesur konuşmaya başladı. Toplum artık değişimin kaçınılmaz olduğunu gösteriyordu.

Öyle bir atmosfer doğdu ki (ben devam edeceğini düşünüyorum), "kazanacak aday" söylemi artık taca çıkmıştı. Zira aday olarak; kimsenin tanımadığı biri bile gösterilse kazanacaktı neredeyse. Kemal Bey ise hayli hayli kazanırdı. Matematik zaten yetiyordu, artık sosyoloji ve psikoloji de ondan yana tavır alıyordu.

Fakat ne olduysa bu anlarda oldu... Yaklaşık iki hafta ortalarda görünmeyen, oraya çıktığı zaman "Devletimizin yanındayız" diyen Meral Akşener bir anda kendini hatırlattı. Tam da Selahattin Demirtaş'ın "Yürü Bay Kemal" tweet'inden sonra...

Türkiye'nin gündemi, deprem, ulaşılamayan enkazlar, yıkılan binalar, Kızılay skandalı ve daha bir sürü türlü türlü rezilliklerken bir anda yeniden Saraçhane'ye döndü. O gün yaşananları gündeme getirdi. Ve kazanacak aday vurgusu yaptı. Oysa orayı artık geçmiştik.

"Biz Noter değiliz" diyerek Kemal Bey'e karşı çıktı. İYİP'e yakın olan kesimler de Mansur Yavaş güzellemelerine başlamıştı. Tabi bunun bir diğer ayağı da Kemal Kılıçdaroğlu'nun yerden yere vurulmasıydı. Kılıçdaroğlu'nun silik bir karakter olduğuna vurgu yapılıyordu.

Bunu kabul etmekle beraber; son 2-3 yıldaki Mansur Yavaş bundan daha farklı bir imaja sahip olmayı nasıl başardı onu da merak ederim. Zira Türkiye'nin temel sorunları hakkında tek bir söz söylememişti. O da bir notere dönüşmüştü. Bir devlet memuru gibi hareket ediyordu. Bundan da hoşnuttu. Suya sabuna dokunmam işimi yaparım kafasındaydı. Demirtaş'ın serbest kalmasına "İnşallah" dediği için sonraki günlerde 40 takla atmıştı mesela. Aday olduğu takdirde kanal kanal gezecekti. Habertürk'te Nagahan Alçı'nın CNN Türk'te Zafer Şahin'in sorularıyla karşılaşacaktı. Sadece Demirtaş ve Kürt meselesi değil, cem evleri, LGBT, mavi vatan, Suriye gibi sorular sorulacaktı ona. Bu "çanak" sorulara nasıl cevap verecekti? "Ben bunlara tek başına karar vermem" diyecekse, o zaman Kemal Kılıçdaroğlu'nun altılı masada, herkese eşit yaklaşan tavrı neden kötülendi? Yok eğer fikirlerini sunacaksa, o fikirler neydi, neden önceden bilemiyorduk? Onu son iki ayda mı tanıyacaktık?

Diğer yandan yine sık sık sunulan "Kılıçdaroğlu kazansa bile hakkını koruyamaz" düşüncesi de Mansur Yavaş'ın sınıfta kaldığı meseledir. Zira kendisi 2014 yerel seçimlerinde hakkı olan bir seçimi Melih Gökçek'e kaptırmıştı ve beş sene sonrasına hazırlanmıştı.

Mansur Yavaş'ı eleştirmek istemem. Kendisinin geçmişi de benim için pek önemli değil. Eğer ilk günden aday olarak çalışsaydı ve altılı masanın ortak ismi olsaydı desteklerdim. Fakat kendisi son iki ayda "başkalarının ortaya sunduğu bir isim"e dönüştü. Aday olma cesaretini göstermeyenlerin, başkanlığı başkalarına kaptırmamak için sunduğu bir restti. "Noter olmayacağız" diyenlerin noter memuruydu. Bunu belki kendisi de istemedi ama gelinen nokta buydu.

Diğer yandan yılların "silik, mıymıntı, pasif" adamı Kemal Kılıçdaroğlu, ilk kez geri adım atmadı. Adaylığı ne kadar istediğini gösterdi. Buna direnemeyen Akşener ise masadan kalkmayı tercih etti.

Oysa Kılıçdaroğlu sıradan bir isim değildi. O masanın kurucusu iki kişiden biriydi. Aday olmaya hakkı vardı. Akşener'in de vardı. Fakat kendisi istemedi. Öyleyse Kılıçdaroğlu talep edebilirdi. Etti de...

Bu açıdan Akşener'in yaptığı; biraz 2019 AKP hamlesine benziyor. Yukarıda bahsettiğimiz kapalı seçimin kazananı Kılıçdaroğlu'ydu. Rakiplerini elemişti.Ustelik artık kazanacak aday arama telaşına da gerek kalmamıştı Fakat Akşener bu seçim sonucuna itiraz etti ve yenilenmesini istedi. Geç kalmıştı.

Amaç neydi?

Veya onun için bu çıkışın tam zamanıydı. Köprüden önceki son çıkış... Bunlar, bugünün konusu değildi. Bugün Türkiye'de yerin yerinden oynamasının üzerinden bir ay geçti. Başka gündemlerimiz, korkularımız, sözlerimiz vardı. Akşener; son beş günde tüm bunları üstünü çizerek yeni bir gündem türetti. Ayrıca herkesin adımlar atarak, bagajlarını bırakarak buluştuğu yere doğru adım atmayı kabul etmedi.

Bunun kime nasıl fayda sağlayacağını bilemiyoruz. Türkiye dinamik bir ülke olduğu için iki ay sonra bambaşka şeyler de konuşabiliriz. Fakat işin bu noktasında; karşımızda bir isyankar değil, taşın altını elini sokacak cesareti göstermeden bozgunluğa girişen birini görüyoruz. Havayı bozan, gündemi bozan, uzlaşmayı bozan biri...

Üstelik Mansur Yavaş ve İmamoğlu'nun sadakat tweet'lerini görünce değil B, A planı bile olmadığını hissediyoruz.

Ya da başka planlar vardır. Bunu ilerleyen günlerde göreceğiz

Bir de "kazanacak aday" dedikten sonra, son seçimi kaybeden adayın yanında tavır alırsa çok daha komik günler bizi bekler.

Daha da önemlisi seçim ikinci tura kalırsa ve orada Kemal Bey ile Erdoğan çekişirse, diğer cephenin nasıl tavır göstereceği Türk siyasetinin kaderini belirleyen fotoğraf olacak.

Öte yandan iyi tarafından bakmak lazım. Türkiye'nin tüm muhalif unsurlarının bir şekilde birleştiği zamanda, bir kişinin olmayacak sebeplerle ve olması gereken gündemi değiştirerek masadan kopması iyidir. Sonradan olacağına erkenden olsun. Kimin ne meselesi olduğu, kendi derdinin ne olduğu erkenden görülsün.

Belli ki bundan sonra çok fazla siyaset yazacağız... Fakat bugün de sıcağı sıcağına buraya not edilsin.

Not defterleri herkese ait...