suadiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
suadiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Eylül 14

Tarihe İmza

Günlerden 21 Nisan 2001...

İstanbul'da ılık bir bahar günü. Fakat güneş yüzünü göstermemekte ısrarcı. Sabah saatlerinde sıkı bir yağmur da yağmış. Belki yine yağabilirdi. Mahallede top oynamak için uygun ekibi ve zamanı bekliyoruz ama aynı zamanda da vaktimiz sınırlı. Zira akşam lig maçları var...

Tam o sırada arkadaşlarımızdan biri mahalleye girdi. Bağıra bağıra "Oğlum, Cadde'de Maxim Romaschenko'yu gördüm. Yanında da Ramazan Tunç vardı" dedi.

Şimdi geriye dönüp bakınca o anın ne kadar saçma olduğunu hissedebiliyorum. Sivil kıyafetli Romaschenko'yu tanımak herkesin harcı değildi. Fakat bizim mahallenin Süper Lig ilgisi ve atmosferi bir başkaydı. Bizim için o anda ilginç olan, bu insanların Bağdat Caddesi'nde yürüyüşe çıkmış olmasıydı. Zira akşam onların maçı vardı. Ligde üçüncü sıradaki Gaziantepspor'un futbolcularıydı, akşam Fenerbahçe ile Kadıköy'de karşılaşacaklardı ve Kadıköy sokaklarında gezintiye çıkmışlardı. 

Yok olmuyor; 2023 yılında bu cümlelerin hepsi sürrealizmin doruklarında dolaşıyor. O zaman bize ilginç gelen sadece konaklama yerini bize yakın bir yer olarak seçmeleriydi. Geri kalan her şey normaldi...

Yine de bu haberin bizde bir etkisi olacaktı tabi. Mahallenin Galatasaraylılardan ikisi olarak ben ve benden dört yaş küçük olan Mahir; hemen toparlandık. Belli ki Gaziantepspor, Suadiye Hotel'de kalıyordu. Biz de otelin önüne gidecektik. 1993'te büyüklerimizin United kafilesine yaptığı 'uyutmama" operasyonunun tersini icra edecek ve şampiyonluktaki rakibimizin rakibine moral verecektik. İki üç topçuya yalnız olmadıklarını hissetirsek, onlar da maçta o motivasyonla sahaya çıkarsa, sonrasında da maçı kazansalar... 

Yıllar sonra "O sonuçta bizim de payımız vardı" derdik...

Hemen otelin önüne gittik. Oraları bilenler bilir. Otelin olduğu sokak biraz hareketlidir. Hele bir cumartesi gününde oldukça canlıdır. Şu anda da öyle. Tabi o dönem İstanbul'un nüfusu şu ankinin yarısıydı ama yine de o zaman bile aynı sokakta dürümcüler, sinema salonları, kafeler ve dükkanlar mevcuttu. Haliyle orada durup, bir futbol takımını beklemek fark edilecek bir durum değildi. Kimse bizi kovamazdı.

Fakat öte yandan gelen giden de yoktu. Madem bu adamların bir kısmı caddede gezmeye çıkmıştı, o zaman otele giriş çıkışları olmalıydı. Fakat bir hareket yoktu. Çıkıp tezahürat yapacak ve ilgi çekecek kadar da delirmiş değildik. En sonunda Mahir ile muhabbet ederek, biraz daha beklemeye ve sonrasında dağılmaya karar verdik. Sonuçta Gaziantepspor da kendi bacağından asılabilirdi. İlla bizden destek almak zorunda değildi. Zaten onlar da; her ne kadar altı puan geride kalmış olsalar da, şampiyonluk yarışındaydı. 

Derken bir futbolcu geldi otelin önüne. Fakat bu futbolcu Gaziantepsporlu değildi. Hatta bölgenin takımı Fenerbahçeli de değildi. Bu oyuncu Beşiktaşlı'ydı! Gelen isim, Ahmet Dursun'du. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama sanırım motosikletle gelmişti, zira bundan sonra yaşanan tüm gelişmeler bir motorun civarında gerçekleşmişti. 

Ahmet Dursun otelin önünde durdu. Görevlilerle bir şey konuştu. Ve karşı kaldırıma geçip, bizim yanımızda beklemeye başladı.

Beşiktaş, yarışa havlu atmıştı aslında ama o durum pek kabullenilmemişti. Fakat son noktayı bir gün önce koymuştu. Samsunspor ile İnönü'de 0-0 berabere kalmıştı. Taraftarların çok büyük tepkisi vardı o gece. Mehmet Özdilek penaltı kaçırmıştı. Buna rağmen tepkilerin adresi Şifo değil, o sezon bekleneni veremeyen Ahmet Dursun'du.

Hatta Ahmet Dursun bizim yanımızda beklerken de karşı kaldırımdan tepkiler gelmeye devam etti. Tabi muhitin rengi belliydi. Fenerbahçeliler çoğunluktaydı. Tepkiler de onlardan geliyordu. Ve daha çok dalga geçer nitelikteydi...

15 yaşındaki ben; 11 yaşındaki Mahir ve yanımızda rakip taraftarların dalga geçtiği milli futbolcu Ahmet Dursun.... Muhteşem bir üçlüydük...

Adam sinirlenip hıncını bizden çıkarmasın diye düşünürken, üçlü grubumuzun sayısı dörde çıktı. Tabi diğer ikili bizi grubun bir parçası olarak görmüyordu muhtemelen. Fakat fiziksel olarak çok yakındık. Uzaktan görenler bizi de ekibin bir parçası hissedebilirdi.

Gruba eklenen dördüncü ise Erhan Albayrak'tı! Gaziantepspor'un sol kanat oyuncusu. Yanımızda duran iki futbolcu, iki sene önce Kocaelispor'da beraber oynamışlardı. Ayrıca iki gurbetçi oyuncuydu. Belki de Almanya'dan tanışıyorlardı. Neyse ne; sonuç olarak Ahmet Dursun, Erhan Albayrak ile hasret gidermeye gelmişti.

Aslında bakınca o da bizim gibiydi. Biz de Ahmet de, Gaziantepsporlu oyunculara maç öncesi başarı dileğinde bulunmak için oradaydık. Biz çok sansasyonel bir iş yapacağımızı düşünerek hareket etmiştik ama karşımıza sadece Erhan Albayrak çıkmıştı. O da Ahmet Dursun sayesindeydi...

İkili Almanca muhabbete başladılar. Ben o dönem okulda Almanca öğrenmeye başladığım için biraz anlayabiliyordum konuşulanları. Büyük ihtimalle onlar iki ufaklığın (zaten ergendim ama ayrıca o dönem yaşıma göre de ufak gösterirdim) kendilerini anlamadığını düşünüyorlardı. Kadıköy sokaklarında hayattan ve kadınlardan bahsettiler ama Kaybedenler Kulübü kadar karizmatik bir muhabbet değildi sanırım! 

Yine de günahlarını alamayayım, ne de olsa Almanca dönem notum iki ay sonra güç bela 3 olacaktı.

Ortamda kendimizi fazlalık olarak hissetmiştik. Artık gitme vaktiydi. İşler planladığımız gibi gitmemişti. Ama boş yere gelmiş olmak da istemedik. Nedendir bilinmez; o gün Mahir'in çantasında defter vardı. Hatta neden çanta vardı onu da hatırlamıyorum. İki oyuncudan imza istedik. Normalde öyle imza koleksiyonu yapan çocuklardan değildik. Fakat mahalleye de boş dönmek istemiyorduk.

Onlar da sağ olsunlar, defterden kopardığımız sayfaları imzaladılar.


Ahmet Dursun'un az önceki tepkilerden dolayı üzüldüğünü, yüzünün düştüğünü hissetmiştik. Ona "Üzülme ağabey, sen iyi futbolcusun" dedik.

Erhan Albayrak'a ise "Abi inanıyoruz sana, bu akşam golün var. Bir şey yok bunlarda; yenersiniz" dedik.

Kötü günler geçiren ve bizi kırmayan Ahmet'e biraz gönlü olsun diye söylemiştik o cümleleri ama Erhan'a gerçekten inanıyorduk.


İnandığımız da gerçekleşti aslında. Akşam saat 19.00'da maç başladı. Erhan, 40. dakikada golünü attı. 0-2 yapmıştı skoru. Devre biterken de 0-3 olmuştu. Gerçekten Fenerbahçe'de bir şey yoktu. Gaziantepspor yeniyordu... Galatasaray da şampiyon olabilirdi.

Fakat ikinci yarıda her şey değişti... Geri kalan 45 dakika tarih oldu. Süper Lig tarihinin en unutulmaz maçlarından biri oynandı.

Bize de o günden yadigar ikişer tane kağıt parçası kaldı.. 

Pazar, Kasım 19

Çarşamba, Ağustos 30

İntiharlar Kuşandık





Yazar: Refet

O gün Kadıköy Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı görev yapan 155 Polis İmdat ekiplerine, ankesörlü bir telefondan "Bahçelerini yitirmiş, bulutların çıldırttığı bir grup genç ellerinin tutulmadığı gerekçesiyle geceleri yakacak" ihbarı yapıldı. Ekipler, telefonun yerini öğrenme amaçlı ihbarı yapan 'bir dostu' konuşturmak için "Bize esmeyi, esip geçmeyi de anlatabilir misiniz?" diye trollediler fakat başarılı olamadılar.

Semt o gün ekstra griydi, ekstra kurşuniydi. Gardırop Fuat gibi yanmıyordu artık semt, gardıroplardan kışlıklar çıkıyor, gardırop Atatürkçülüğünü artık Beltur'un camekanlarında tartışıyordu emekliler.

Doğum sonrası kilolarını verememiş Ayten, 17:59'da sevmediği işinden koşar adım çıkıp iyot kokusuna koşan bankacı Melis, sabaha karşı yatıp akşamüstü kalkan ve bugün işşsizliğinin 87. gününü kutlayan kariyer.net Murat, anılarıyla yüklü evinin mütehahhite vermemek için tüm apartman sakinlerine karşı direnen ve gittikçe artan hastalığını, onu bayramdan bayrama arayan çocuklarına değil, sahil boyunca beslediği kedilere anlatan Saliha Teyze...

Ve sayamadığım kadrolu semt yürüyüşçüleri. Sanki ligler o hafta tatildi ve milli takım hazırlık maçı yapacaktı. Dünyanın dört bir yanından takım toparlanıyordu. Bu sefer güçsüz bir takım değil, 'tribünde casus var' haberleri çıkartacak, futbol tarihimizde topumuzun 1 kez direklerinden döndüğü bir ülke ile oynar gibiydik.

Şampiyonlar Ligi gibiydi o gün. Tuhaf bir hava vardı.  İstanbul'da sadece Ali Sami Yen'e kar yağdığı o meşhur gün misali. "Cinsel ilişki kursalar bile artık maça gitmem" diyenlerin otobüslerle maça akın etmesi gibi küskünler bile gelmişti. Yemin edenler, Eyüp Sultan'da çifte kurban kestirdikten sonra vapurla karşıya geçmek üzere son ritüelleri tamamlıyorlardı. Etin dinlenmesi gerekirdi  güzel kavurma için ama sıcağı sıcağına yaptırmışlardı bile üç çeyrek.

Telefonun müzik çaları "Yalan da Olsa" ya geçiş yapıyor ve gece yarısı evine dönen genç atanamamış amatör sosyolog yine şarkıda ki müzisyenle kendini özdeşleştirip 'klipte oynuyorum' hissiyle gülümsüyordu. 



Tüm işaretler yerli yerindeydi. Şarkı ismine göre dizilmiş playlist birazdan "Yolun Sonu Görünüyor"a geçecekti ve S virajına gelince harbiden yolun sonuna gelmiş olacaktı. Buna da gülümsedi. 

S virajının esmeye başladığı, remixli coverlı "Akşam Güneşi.mp3" ün orijinal sahibi tarafından söylenmeye başladığı ve birlik beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu şu akşamlarda Nokia 3310 yılanı gibi Şaşkınbakkal'a doğru kıvrılırken...



Sahil duvarlarına eskisi kadar spreyleme atılmıyordu. Genelde viral reklamlar yazılıyor, 1-2 esprili söz , #şiirsokakta güzellemeleri falan filan. O gün farklı bir yazı dikkatini çekmişti, umursamadı , çok küçük harflerle ve beyaz dershane tahtasına yazılan mürekkepli kalemlerle yazılmış 7-8 satırlık bir yazıydı. Üşendi. "Abuk subuk bir şeydir" diye düşündü. Zaten ters bir yere yazılmıştı. Okumak için biraz akrobatik hareketler yapmak gerekiyordu. Gece gece gerek yoktu. Zaten semtin en yüz karası yerine yazmışlardı, yağmur sularının denize karıştığı yere. "Burda nasıl denize giriyorlar, bok akıyor resmen" diye yine sorguladı. Oysa aynı sorguyu atanmış şairlerden biri şu şekilde ele alıyordu :

yol kenarındaki
yağmur mazgallarını
kumbara sanıp
harçlığımı atardım
bu yüzden en çok 
denizden alacaklıyım.
Sunay Akın

Marmara Denizi'ne alacağı değil, bir ton borcu vardı oysa. 209387 km yürüdüğü bu yollarda onca derdini, sorusunu bu sulara bırakmıştı. Belki ileride büyük adam olunca, o da Sunay Akın misali bir müze açacaktı. Deniz Müzesi gibi, deniz'den alacaklarını değil, deniz'e verdiklerinin listesini sergileyecekti. İsim-soyisim imza şeklinde imzalayıp aslını kendine, nüshasını da rüzgarlara veya bu müzeye koyacaktı belki. (Gerçi internetten , e-devletten de oluyormuş)



Eve gitti. Haber sitelerini karıştırırken, gözüne bir haber ilişti. Semtte intihar olmuştu. Bir kaç dakika önce olmuştu. Kulaklığında müzik olduğu için duymamıştı belki iki el silah sesini, zaten duysa bile "Yine asker mi gidiyor" derdi. "Mafya hesaplaşmasıdır, azdılar gene" diyerek haberi pek sallamadı. 

Geçmişte buna benzer haberler görmüştü. Medya dikkat çekmek için "Kadıköy'de Cinayet" diye manşet atıyor, içeriğine baktığında bahsettikleri yer Tuzla il sınırı çıkıyordu. İçinde Suadiye geçen bazı haberler de "Kocaeli-Suadiye" çıkmıştı.

Çağın hastalığına tutulmuştu, eski sosyolog refleksleri yoktu artık. Madem artık atanamıyordu, bırakacaktı bu işleri. "39 yaşına kadar sosyologluk yapar" sözlerine "Bir gün beynimin ayaklarıma söz geçiremediği gün sosyologluğu Suadiye'de bırakacağım" diye röportajlar veriyordu sağa sola.

Arayıp sormuyordu kimseyi, ama timelinelardan takip ediyordu hayatları. "Şurada etiketlenmiş ailesiyle, keyifli mutlu işte amaan yaşıyor" imajını aldığı için arama ihtiyacı duymuyordu. Bir dm kadar yakındı işte, whatsapp'ta duruyordu işte 'acil durumlarda ulaşmak' için.

Son yüklenen resminin altında '3 gün önce' yazarsa mesela, "Ha iyi hareket var, hayat güzel devam ediyor" diyerek olumluyordu kendini insanlar için.

İntihar süsü vermiş çocukta öyle yazmıştı yazısının altına "3 gün önce". Okuyunca bir an 'bugün' yazılmış gibi algıladı. Sanki akıllı telefonu ekranında görmüştü bu kareyi. Belki hepimizi trollemişti yazan. Ama başarmıştı kafa açmıştı.

"Eski intiharlar da yok be" diyerek abuk subuk bir dilenciliğe girişti. Google'da 'kadıköy intihar' diye arattı. Karşısına Fenerbahçe haberleri çıktı. "Ya bilerek eleniyorlar UEFA'dan falan. Finansal Fair Play var, şimdi gruplara kalsalar bir ton yükümlülük. Bilerek eleniyorlar" komplocular aklına geldi.

İnsanlar da böyleydi heralde. Finansal Fair Play dediğin kıyamet/sorgu/sual/sırat köprüsü. İntihar dediğin zaten direk cehennem. Belki de bu yüzden yaşayarak ölmeyi, intihar etmeyi seçiyor insanlar. Kaşar topçulara milyon dolarlar gömüp, borç içinde yüzen, amatöre düşüp borçlarını sıfırlayıp, isimlerini değiştirerek üst ligleri kovalayan müessese takımları misali işte.

Cumartesi, Mayıs 6

Üç Kuşak


Bizim oralardan bir manzara. Görüldüğü gibi kıştan kalma. Aradan geçen süre az olsa da sağdaki iki apartmanın akıbeti şu an daha farklı durumda olabilir. Buralarda artık zaman hızlı değişiyor. Doğup büyüdüğüm, babamın çocukluğunu yaşadığı, dedemin ailesini kurduğu bu semti üzülerek izliyorum.

Evet farkındayım. Yenilenmek lazım. Gelişmek gerek. Süresi dolanın yerini yenisi almalı. Teknoloji ve bilim bu kadar ilerlerken, sosyal yaşamda eskiye bağlı kalmak hastalığa dönüşüyor. Üstelik insanlık ve onun keşfettiği teknoloji bu kadar hızlı ilerlerken, bu daha da zor.

Ama her şey de bu kadar plansız mı olmalı? Bu kadar çirkin ve ruhsuz. Tabi bu fotoğrafa bakınca, yine şükredilir. En azından gökyüzünün tamamen kapanmasını önleyen iki bina daha var. Fakat biliyoruz ki onlar da zamanla yıkılacak ve yerlerine en az 14 katlı binalar dikilecek. 

Binalara ve mekanlara fazla anlam yüklememek lazım. Sonuçta onlar sadece bir yapı. Ama son yıllarda buralarda gözlemlediğim ve beni haklı çıkaran bir durum var. Binalar ve mekanlar değişince, insanlar da değişiyor. İnsanlar değişince çevre ve sosyal yaşam da değişiyor. Eh tabi aynı süre içinde biz de yaş alıyoruz. Bu hıza ayak uydurmakta şimdilik zorlanmıyoruz belki ama ufak bir "ne gerek vardı" isteksizliğini yaşıyoruz.

Şu ortadaki bina ilk yapıldığında (tahminim 80'lerin ilk yarısıdır) en sağdaki binada yaşayanlar ne düşünmüştür acaba? Büyük bir ihtimalle benimle aynı şeyleri. Şimdi düşününce, en soldakini görünce, o ortadaki binanın bile bir mahalleye ruh kattığını iddia ediyorlardır. Yenilik o kadar hızlı ilerliyor ki; geleneği savunmak için zaman zaman tuzaklara düşüyorsun. Ölümü görüp sıtmaya razı olmak.

Kim istemez; daha yeni tesisatı olan, asansöre sahip, otoparkı bulunan bir apartmanda yaşamayı... Ama bu kadar çok daire yapılırken, bu kadar çok komşumuz olurken sokaklar neden boşalıyor? Gerçekten tek yaşam alanı 'apartman' olacak ve herkes sadece daha yeni tesisatı olan, asansöre sahip, otoparkı bulunan bir apartmanda yaşayacak. İnternet bağlantısı ve iyi bir televizyon yetecek. Balkona bile gerek yok!

Aklıma hâlâ Amsterdam geliyor. Şehir merkezi dışındaki bölgelerde gördüğüm üç katlı, dört katlı binalar.. Oraya özenmiyorum, burayı özlüyorum.

Pazartesi, Şubat 20

Heparı'ya ÜzülMC



Tarihi mekanların kapanma muhabbetlerini hep uzaktan izledim. Tarihi demek ne kadar doğru gerçi. Salaş kahvaltıcılar, profiterolcüler, kitapçılar, iş yapmadığı için kapanan onlarca tükkan... Bunlar ünlü oldukları için hep göz önündeydiler. Kapanan, el değiştiren dükkan hikayelerini daha çok seviyorum sanki.

Bostancı-Göztepe arasını 'Cadde' tarafından yürüyenler iyi bilirler. Uzun zamandır kiralık/satılık/taşınıyoruz/proje alanıdır levhaları aldı yürüdü. Maç günleri ve milli bayramlar da bile eski tat yok. Ud çalan teyze, kör kalemci, çıplak ayaklı "çok açım abla" diyen çocuk....Greenpeaceçiler bile kayboldu.

"Mc Donald's-Şaşkınbakkal kapandı" dediler ne kolay söylediler, sanki koskoca bir Big Mac'i.... Mc Donald's kapandı diye buruk ve mayhoş bir tat  hissedeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi.

Romantik tayfa hep der ya: "İnönü, Sami Yen, Bursa... Bunların yıkılmasıyla sadece taraftarlarının anıları yıkılmıyor, diğer takım taraftarları da orada maç izlemişti , onların da anıları var"  

İlk sevgili, ÖSS, dershane, test kitapları, yoldan geçen atkılılara bakarak "ulan şu Samsun çaksa şunlara bugün" diye iç geçirmeler, "yemekler benden ama tatlıları sen ısmarla" diyerek kızın gönlünü yapmak, gençturkcell şifresi ile çekilen ziyafetler, Ramazan menüleri, Dünya Kupası promosyonları için çocuk menüsü yemek, "kardeşime alıyorum" diye bahaneler uydurmak, sadece tuvalete geldiğin anlaşılmasın diye değişik triplere girmek, 'Avrupa'da yediğin tepsiyi kaldırıyormuşsun' muhabbetleri, alt geçitte metalciler/motorcular varmış saldırıyorlarmış efsaneleri...

Aron Angel diye bir üstad var, rahmetlik olmuş. Cumhuriyet sonrası İstanbul'da o zamanın kentsel dönüşümünü başlatıyor. Şimdikinin tam tersine tabi. Ağaçlıklı, geniş kaldırımlı , az katlı caddeler tasarlıyor. Bağdat Caddesi, Valikonağı, Haydarpaşa... Hatta meşhur Taksim Kışlası muhabbetinde ters düşüyor kodamanlarla. "Bay Angel değil Bay Engel" diyorlar o zamanın A Haber'inde..

Buradan girip, Revivo'dan, Balili'den çıkmaktı niyetim ama üstadın torununun Uzay Heparı olduğunu yeni öğrendim. Hadi buyur. 'Yas'ımıza soundtrack oldu resmen.



"Adam her şeyinden kısar ama boğazından kesmez" diyenlere ufak bir "koyduk mu" çekmiyor  da değilim hani..


Yazar: Refet

Çarşamba, Aralık 14

Bi Alex + Bi Ayran



Dinamo Kiev faicasından sonra, sabah uyanır uyanmaz ağza takılan bir şarkı gibi dilime takılıverdi: "Her şeyde var bir hayır, belki buradan UEFA'ya.."

Bu söylemler bizim arada kalmış neslin en çok sevdiği söylemler. Hele şu 'uğurlu geliyor/uğursuz geliyor' hikayeleri. Yeni dönemde buna 'totem' dense de bu 'uğursuzluk' kelimesi daha civcivli.

Oldum olası bu tarz hikayeler hep ilgimi çekmiştir. Ören yerine gidersin, yamuk yumuk bir taş gösterirler. "Oğlu babasına el kaldırmış ve taş olmuş, elindeki üzümler ise yılana dönüşmüş. Bunu duyan annesinin gözyaşları ise nehre..." tarzı bir hikaye ile süslerler. Tabi hemen yanında satılan 'efsane üzüm suyu, hain evlat taş bibloları' görüldüğünde masumiyet kaybolur. Ağlayan annenin göz yaşını endüstriyelleştiremiyorlar diye hafif bir mutlu olursun.

Semtte voleyi vuranlar; 15-19 yaşları arasında enstrüman çalmayı öğrenen, iyi bir okul kazanan, bir sporu milli olimpiyat komitesi seviyesinde yapabilen, düşürmeden 87 sektirebilen, smaç yapabilen, Adidas streetball giyebilenler olmadı. Banklarda otururken 'bu adalar hangisiydi?' sorusuna soldan-sağa sırasıyla sayabilenler oldu. O günlerden bu günlere çok şey değişti ama "Haftasonları çok kalabalık oluyor. Heybeli ya da Büyükada'ya gidilmez en güzeli Kınalıada aslında" söylemleri değişmedi.

"Hayırsız Ada" muhabbetini ilk duyduğumda balıklama atlamıştım. Vakti zamanında bir İngiliz kodamanı İstanbul'u ziyarete geliyor (her şeyin altından çıkmasalar şaşarım / blogspot silmeden paylaş). Akşam soğuk bir şeyler içmek için Beyoğlu'na akılıyor. Bunları ara sokakta sokak köpekleri sıkıştırıyor. Korkusu yetiyor tabi. Derhal telefonlar, telgraflar... Günün yöneticileri tüm köpekleri toplayıp Caddebostan'dan Adalar'a bakınca en sağda arkalarda görünen o biçimsiz kaya parçalarına gönderiyorlar. Garibanlar gecelerce uluyarak, aç bilaç ölüme gidiyorlar. Diyorlar ki kokuları günlerce vurmuş Anadolu Yakası'na. Sonra İstanbul'da büyük bir yangın peydah olmuş. Deprem diyen de var. Köpeklerin laneti.

Bi hikaye yine aynı mevzu. Ankaragücü'nün kurulduğu yıllarda (ne alakaysa) Fransa garip bir teklifle geliyor İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne (her şeyin altından çıkmasalar şaşarım). O dönemde kimya-parfüm-kozmetik-deri alanlarında köpekler kullanılıyormuş. Parfümle köpeği ilişkilendiremediğim için yabancı kaynaklardan bakayım dedim. O yıllarda 1.Dünya Savaşı'nda köpek kullanıyorlarmış mayın/bomba muhabbetine. Köpek eti yemenin moda olduğunu söyleyen de var. Neyse; bunlar 80.000'e yakın köpek istiyorlar. Belediye'de bu durumu müptezel tayfaya havale ediyor. "10 köpek getir, 1 altın al " tarzı kampanyalar. Köpekler toplanmaya başlıyor. Yine yukarıda bahsi geçen Hayırsız Ada'ya yolluyorlar. Savaş zamanı Avrupa'da. İptal oluyor anlaşma. Köpekler de ölüme terk ediliyor. Geceler boyu ulumaları dinliyor Anadolu Yakası, hayvan leşi kokusu kaplıyor Bağdat Caddesi kıyılarını. Suadiye sahili köpek ölüsü kokuyor. Sosyal medya olmadığı için haberimiz olmuyor tabi. Sonra Balkan Savaşı patlıyor, kıtlıklar, yoksulluklar... Köpeklerin laneti.

Uzun zamandır uğramıyordum Kadıköy-Yazıcıoğlu'na. Mp3 Cd ya da oyuna artık ihtiyaç olmadığı için gitmiyorduk. 90'ların sonları.. Dershane sonraları akılan büfeler. Şöhretler Büfe en meşhuru.
Yarım ekmek arasına doldurulan türlü sağlıksız madde. Almanların dediği gibi (her şeyin altından çıkmasalar şaşarım) "Sosis imalatı ve siyasi pazarlık halk önünde yapılmaz, çünkü her ikisi de mide bulandırır."

O dönem nedense bu karışık sandviçlerin adı Fenerbahçeli futbolcularla özdeşleşirdi. Şöhretler Büfe'nin menüsü 'manyak', 'psikopat', 'artiz' yanında o dönem kim revaçtaysa o futbolcunun isminin konduğu karışık sandivçlerden oluşurdu. "Okocha" "Atkinson" ile başlayan süreçte en sonra "Alex, Appiah ,Anelka" muhabbetini hatırlıyorum. 



Aynı yıllarda Şampiyonlar Ligi'ndeki salı maçları muhabbetine Salı Pazarı kaldırılmıştı. Pazarcıların tepkisi büyük olmuştu. Reality show tadında yapılan haber bültenlerinde yayınlanan görüntüler dün gibi aklımda. Hatta bir Feyenoord maçı öncesinde alınmıştı bu karar ve 0-1'in rövanşında elenmişti. Değişik hikayeler işte. Pierre van Hooijdonk' un adı Şöhretler Büfe'de yarım Ayvalık Tostu'na verilecek , o gün yedek oturan Robin van Persie yine burada oynayacak. Uğursuzluklar hep bizi buluyor demek adamların kaderlerine hep pozitif yönde çalışmış.(Gerçi tabi bir de onlara sormak lazım; neye göre)



Bugün Kadıköy'de o hava yok. Menüde tek futbolcu ismi Alex. Aziz Yıldırım "halka bayramlaşma" için sokağa inse ve buraya oturup ikram edilen soğuk ayranı içerken bu manzarayı görse kesin müdahale eder.

Tertemiz çalışan maç linklerine 20938 avukatıyla anında müdahale eden sistem, bence "lisanslı futbolcuların ismini kullanıyorlar" diyerek bu isimleri de yasaklamıştır.


Yazan: Refet

Pazar, Temmuz 5

Turnike



Yaşadığım yeri seviyorum, insanlarını da severim ama bazen anlam veremiyorum. Caddebostan plajının paralı olması insanları çıldırttı. İBB ve AKP nefreti yeniden ortaya çıktı. Olayı en saf haliyle yorumlayınca ben de aynı fikirdeyim. Plajlar, hele halk plajları paralı olmaz. İnsanlar gelip denizine girmeli. Bana kalsa şezlong ücreti bile olmamalı ya neyse... 

Fakat bu turnikeler de boşuna konulmadı. Muhakkak belediyenin rant sevdası da vardır işin içinde ama isyan eden seküler, ulusalcı, modern, çağdaş ahali biraz da kendine bakacak. Sonuçta bu plajı, orta üst sınıfın çokça yer aldığı Kadıköy halkı kullanmıyordu. Onlar şu günlerde yavaş yavaş bavullarını toplamaya başladılar ve Marmara'dan Ege'nin güneyine kadar dizilen sahil şeridinde yer alan yazlıklarına gitme planlarını şekillendiriyorlar. Yani zaten bu plaj onların değildi. Onlar için "pis"ti. Daha kötüsü buraya gelen vatandaşa da çok sempatiyle bakılmıyordu. Maltepe'den, Fikirtepe'den, İçerenköy'den gelenler bu plajı daha çok kullanıyordu. İlk zamanlarda "donla geliyor bunlar, aman uzak dursun" denilen çocuklar. Çimlerde mangal yapanlar, 'kıllı sırtlarıyla yolda yürüyenler'...

Tam bu rahatsızlığın tavan yaptığı dönemde ortaya çıkan bir fikirdi. "Efendim burayı paralı yapacaksın, öyle herkes gelemeyecek. Bu ne canım böyle" serzenişleri çok da eski değildir. Belediye bu sese ne kadar kulak verdi, ya da bu sesten yola çıkıp "Aha yeni rant kapısı" dedi emin değilim. Fakat ortaya çok büyük bir ikiyüzlülük olduğu da gerçek. Ortadan kaldırılması gereken ilk engel bu. Para kısmı, turnike kısmı işin sonucu, son noktası. İki kesim arasında oluşmuş turnikeler ortadan kalkmadıkça, iktidarlar çok rahat davranışlarda bulunabilir.

Yine de dün Kadıköy Kent Dayanışması'nın yaptığı eylemi destekliyorum. O ayrı bu ayrı. Doğru düşünce belli. Fakat koşulları ve sürecin nasıl ilerlediğini düşünmek lazım. Böylece daha sağlıklı bir toplumsal yaşam kurulabilir. Belediyeler de kafasına göre at koşturamaz.

Çarşamba, Temmuz 30

İşgal Günlerinde Tatil




Bayramda İstanbul boşalır diye sevindik, olan bize oldu... Caddebostan normalden daha kalabalık oldu. Ülkede, bastırılmış, sıkıştırılmış ve itilmiş insan sayısı o kadar fazla ki, nefes almak için çıkacakları mekanlar, mahalleler bile çok azaldı. Bunlardan biri Caddebostan. Oralarda yaşayabilen biri olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum, şükrediyorum. İnsanların buraya akın etmesi de oldukça normal. Çevre ilçelerden gelen, burada gününü geçiren insanların sayısı çok fazla. Küçükyalı, Üsküdar, Acıbadem, hatta Moda, hatta karşı taraftan bile gelenler oluyor. Gelsinler.

Kalabalıkla sıkıntım yok. Beni zorlayan iki mesele var. Birincisi bu insanları tanımıyor olmak. Daha doğrusu tanıdığım insanları, eskileri görememek. Eskiden, basketbol sahalarından plaja kadar olan mesafeyi bir saatte anca yürürdüm. Sürekli bir tanıdığa rastlar, 10-15 dakika onunla, diğeriyle 5 dakika sohbet etmekten 1 saatte giderdim o kısa mesafeyi. Şimdi 5 dakikada geçiyorum.

Yani gelen yine gelsin de, bu eskiler nereye gitti amk... Tamamen kentsel dönüşüm ve beyin göçünün tezahürü mü acaba... Mahallenin eskilerine bakıyorum, yine kalanlar var tabi kalabalıkta gözükmeyecek noktaya düşmüş olsalar da, ama çoğu göç etmiş. Ya İstanbul içinde başka semtelere taşınmak zorunda kalmışlar, ya da bu ülkeden sıkılıp yurtdışına gitmişler. Haliyle bizden de az kişi kalıyor. Yabancılaşma da böyle başlıyor.

Bu arada, ırkçılık yapar gibi "Bizden olmayan gelmesin" demiyorum. Gelen yine gelsin ama gelenlerin buraya standart belirlemesine de fena halde bozuluyorum, onu da itiraf etmem lazım.

"Bu adamların burada işi ne", "aa bunlar napıyor böyle", "bu tişört ne, bu kıyafet ne"... 

Genelde dışarıdan gelenlerin hezeyanları bunlar. Yanındaki her insana şüpheyle bakan, gördüğü her farklılığı eleştirmeye çalışan bir kitle refleksi...

Daha da kötüsü bu özellik ve bu cümleler,  burada yaşayanların kullandıkları ayrışma cümleleri olarak gösterilir.  Aslında tam tersi olduğunu bir kez daha anlıyorum.

Bizler, eskiden, yani sahile yeni yeni ışıklandırmalar ve çimler yapılıp, yeni yeni toplanma merkezi olduğu zamanlarda, öğlen evden çıkıp gece dönerdik. Bütün alan içinde tek bir günü doldurup, her ihtiyacımızı giderebilirdik. Aynı anda, aynı günde, hiç eve uğramadan hem maç yapıp, hem kız arkadaşımızla buluşup, hem oradaki cafelerde oturup, hem de top oynayabilirdik. Biz büyüdük ve yargıladı dünya diyeceğim de bunu yaptığımızda da 20-21 yaşındaydık, çok da küçük değildik...

Aslında bu kadar da negatif olmamın nedeni tamamen bayramla ilgili. Yoksa normal zamanlarda hafta içi veya kışın yine normale dönüyor. Tatil günlerindeki kalabalığa anca böyle eksterm dönemlerde rastlıyoruz. Ama yine de değişen bir şeyler var sanki. Bunu değiştirecek gücüm yok ama nasıl tavır alacağımı da bilemiyorum...

Cuma, Mayıs 9

Bir Dünyanın Gözü



100 küsür ülke canlı yayınla bizim semti izliyor.  Turun önceki bölümlerinde doğal güzellikler ön plandaydı da oralar bildiğin Anadolu.. Kasabalar, köyler, koylar, sahiller... Şaşırtıcı tarafı yok. Bizim semt ise metropole bağlı. Şehrin dışında belki ama şehirle iç içe. Kente bağlı ama kentin gövdesinden de kopuk.

100 küsür ülke canlı yayınla izliyor ama aynı zamanda bizim ülkedeki, şehrin diğer tarafındaki adamlar da izliyor. Dikkat çekiyor. Keşke çekmese. "Kaçış bölgeleri"nden başlayan tur, mayıs ayındaki sıcak bir pazar günü "kurtarılmış bölge"de sona eriyor. Herkesin ağzı açık. Atılan her "Anadolu yakası güzel yaaa" tweti, bizim evin kirasında 1 lira artışa neden oluyor. Paylaşılan her fotoğraf, sokakta yıkılmayan nadir binalardan biri olan apartamnımızı tehlikeye sokuyor. Öyle olmasa bile bana öyle geliyor.

Cavendish'in sprint attığı yolda bisiklete binmeyi öğrendim. İlk okula burada gittim, top oynamayı burada öğrendim, kızlarla ilk buralarda gezdim, ailemden kaybettiklerimi buradaki camilerde uğurladım...

Bizimki de böyle bir direniş işte. Semtimizden ayrılmamak için çalışıyoruz. "Eeee güzel yerde oturmanın da bir bedeli vardır" diyenler çıkacaktır. Ulan işte burası güzel olmasaydı keşke. Zaten güzel olmasına neden olan biziz, bizim babalarımız vs. Ama o da bize zarar olarak geri dönüyor...

Keşke buranın eskisi, yerlisi, insanı, burayı bu kadar güzel hale getirip, dikkat çekmeseydi. Bizim kalsa da güzel olmasa... Türk siyasetinin en önemli figürlerinden biri olan Nazmi Bey'in dediği gibi
 
İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan. Ama biz biliriz ki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası Dünya'nın en güzel yeridir. Ama Dünya'nın en güzel yerini sevmezsen, orası Dünya'nın en güzel yeri değildir...

Şimdiki siyasilerin veya onlarla dirsek bağı olanların gözü bizim semtte, ve diğer semtlerde.. Belediye başkanımız bile bir inşaatçı.. Bir de böyle organizasyonlar falan olunca, 180 ülkenin gözü buraya dönünce iyiyce korkuyorum. Eskiden hoşuma giderdi böyle organizasyonların burada yapılması, ama şimdi baya korkutuyor. Bu sokaklarda ilk top oynadığımızda bizi kovalayan deli Nermin'in (belki de deli değildi) dediği gibi

Gidin kendi evinizin önünde bisiklete binin.

Pazartesi, Kasım 26

Bisiklet Yoluna Sahip Çık



Bitince nasıl olacak acaba? Cadde trafiği felç olabilir.

Pazar, Ağustos 19

2020 Aday Kenti: Caddebostan




Atıcılık: Bostancı tarafında daha sık rastlanır. Sahile doğru balonlar dizilir. Bileğine, güzüne güvenen balonu vurur. Köklü bir tarihi vardır.

Atletizm: Koşu parkuru mevcut, koşanlar var. Yürüyen var. Atma ve atlamalara pek ilgi yok ama sıkıntı olmaz. Tesis yapılırsa o da ilgi görecektir.

Badminton: Var. Vallahi var. Yeter ki araya bir file çekilsin.

Basketbol: Konuşmak bile abes

Binicilik: Eksik olan yegane sporlardan. At olsa o da yapılırdı.

Bisiklet: Fransa Bisiklet Turu, La Vuelta, Caddebostan parkuru.

Boks: Özellikle gece bir saatten sonra bazı müsabakalar oluyor.

Cimnastik: Aletler var.

Çim Hokeyi: Çim var ama çim hokeyi görmedim.

Eskrim: İlgiye muhtaç

Futbol: İçinde olduğum için biliyorum. Süper Lig'den daha sert, La Liga'dan daha çekişmeli, İngiltere'den daha tempolu maçlar oynanıyor.

Güreş: Serbest stil de olsa güreşen çocuklar var. Minderi koyarsın, Caddebostan'da final yaparsın.

Golf: Golf oynandığını görmedim ama Türkiye'de golf oynayan kitlenin yarısı golf oynamadığı zaman buralarda dır.

Halter: Olmamaması daha iyi zaten

Hentbol: Mesele elle oynanan oyunsa amerikan futbolu ve rugby var. Bu kitleyi olimpik spor olarak hentbola yönlendirmek mümkün olabilir.

Judo-Tekvando: Oluyor arada, yapıyor çocuklar. Şimdi Servet ve Nur sayesinde ilgi daha da artar, daha profesyonel bir şekle girer.

Kano-Kürek: Burada ironi yok, Türkiye'nin kürek ve kano beşiği buralar. Fenerbahçe ve Galatasaray idmanlarını burada yapar.

Masa Tenisi: Bir masa koymaya bakar

Okçuluk: Yok. Olmasın da. Tehlikeli gerek yok.

Sutopu: Kuralları oluşturmak lazım.

Tenis: Hemen yukarıda tenis kortları mevcut. Zaten Londra2da da bütün organizasyonlar Olimpiyat Stadyumu'nda yapılmadı ya. Wimbledon'ı var Wembley'i var.

Triatlon: Eşsiz bir parkur var

Voleybol: En popüler sporlardan biri. Plaj versiyonu da mevcut.

Yelken: Marmara Yelken'in dibindeyiz.

Yüzme: Yeni Deryalar buradan çıkacak.


Perşembe, Mart 22

Depresyon




"Değişim bir depresyon döneminden geçmek demektir" diye yazıyordu Galatasaray Dergisi'nde Mehmet Şenol.

Şu an aynısını yaşıyorum sanırım. Değişimlerdeyiz. Allah utandırmasın.

Hayatını Galatasaray'dan, Galatasaraylı'dan, Galatasaraylı adamların cümlelerinden yola çıkarak şekillendiren herkesin yolu açık olsun.

Pazartesi, Aralık 12

Semtler



Karagümrüklü: Sen doğma büyüme Bayrampaşalı mısın?
Bayrampaşalı: Aynen aga, bir durum mu var?
Karagümrüklü: Yok kardeş ne olsun.
Bayrampaşalı: Sen nerelisin?
Karagümrüklü: Biz Karagümrüklüyüz.
Bayrampaşalı: Hadi be, eyvallah abi saygılar
Ben: Ne var lan ben de Suadiyeli'yim.
Karagümrüklü: E, ne oluyor yani?
***
Yine de semtimi seviyorum.

Pazar, Nisan 24

Bizim Mahallede Yarış


Orta okul ve lise yıllarında, dersten sıkıldığımız anlarda defterlerin bir kenarına kendi çapımızda Formula 1 pistleri çizerdik. Türkiye'ye gelirse nasıl bir pistte yapılırdı? Herkes kafasında bir tarz belirlerken ben Monte Carlo tarzı bir pist hayali kuruyordum. Bağdat Caddesi ve Sahil Yolu'nda yapılan bir yarış. Küçüktük daha.

Formula 1 Türkiye'ye geldi. Artık hiç ilgimi çekmiyordu. Biz orta okuldayken seviyorduk ama artık hiç ilgi çekici değildi, heyacanı yoktu.

Lise yıllarından sevdiğimiz bir diğer spor dalı ise bisikletti. Ama hiç bir zaman bir bisiklet yarışı için etap, tur, parkur belirlemek aklımızdan geçmedi.

Formula 1 ile Türkiye arasındaki iplerin kopma noktasına geldiği bu günlerde, dünyanın belki de tek kıtalararası bisiklet turu Bağdat Caddesi'nden geçti. Caddebostan Migros'tan aşağıya doğru süzüldüler. Sahil Yolu'ndaki meşhur S virajından döndüler. Suadiye'de finişe girdiler. Güzel oldu. Gerçi ben uyuyordum o dakikalarda ama olsun.

Etabın son anları burada.