Çarşamba, Ağustos 30

İntiharlar Kuşandık





Yazar: Refet

O gün Kadıköy Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı görev yapan 155 Polis İmdat ekiplerine, ankesörlü bir telefondan "Bahçelerini yitirmiş, bulutların çıldırttığı bir grup genç ellerinin tutulmadığı gerekçesiyle geceleri yakacak" ihbarı yapıldı. Ekipler, telefonun yerini öğrenme amaçlı ihbarı yapan 'bir dostu' konuşturmak için "Bize esmeyi, esip geçmeyi de anlatabilir misiniz?" diye trollediler fakat başarılı olamadılar.

Semt o gün ekstra griydi, ekstra kurşuniydi. Gardırop Fuat gibi yanmıyordu artık semt, gardıroplardan kışlıklar çıkıyor, gardırop Atatürkçülüğünü artık Beltur'un camekanlarında tartışıyordu emekliler.

Doğum sonrası kilolarını verememiş Ayten, 17:59'da sevmediği işinden koşar adım çıkıp iyot kokusuna koşan bankacı Melis, sabaha karşı yatıp akşamüstü kalkan ve bugün işşsizliğinin 87. gününü kutlayan kariyer.net Murat, anılarıyla yüklü evinin mütehahhite vermemek için tüm apartman sakinlerine karşı direnen ve gittikçe artan hastalığını, onu bayramdan bayrama arayan çocuklarına değil, sahil boyunca beslediği kedilere anlatan Saliha Teyze...

Ve sayamadığım kadrolu semt yürüyüşçüleri. Sanki ligler o hafta tatildi ve milli takım hazırlık maçı yapacaktı. Dünyanın dört bir yanından takım toparlanıyordu. Bu sefer güçsüz bir takım değil, 'tribünde casus var' haberleri çıkartacak, futbol tarihimizde topumuzun 1 kez direklerinden döndüğü bir ülke ile oynar gibiydik.

Şampiyonlar Ligi gibiydi o gün. Tuhaf bir hava vardı.  İstanbul'da sadece Ali Sami Yen'e kar yağdığı o meşhur gün misali. "Cinsel ilişki kursalar bile artık maça gitmem" diyenlerin otobüslerle maça akın etmesi gibi küskünler bile gelmişti. Yemin edenler, Eyüp Sultan'da çifte kurban kestirdikten sonra vapurla karşıya geçmek üzere son ritüelleri tamamlıyorlardı. Etin dinlenmesi gerekirdi  güzel kavurma için ama sıcağı sıcağına yaptırmışlardı bile üç çeyrek.

Telefonun müzik çaları "Yalan da Olsa" ya geçiş yapıyor ve gece yarısı evine dönen genç atanamamış amatör sosyolog yine şarkıda ki müzisyenle kendini özdeşleştirip 'klipte oynuyorum' hissiyle gülümsüyordu. 



Tüm işaretler yerli yerindeydi. Şarkı ismine göre dizilmiş playlist birazdan "Yolun Sonu Görünüyor"a geçecekti ve S virajına gelince harbiden yolun sonuna gelmiş olacaktı. Buna da gülümsedi. 

S virajının esmeye başladığı, remixli coverlı "Akşam Güneşi.mp3" ün orijinal sahibi tarafından söylenmeye başladığı ve birlik beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu şu akşamlarda Nokia 3310 yılanı gibi Şaşkınbakkal'a doğru kıvrılırken...



Sahil duvarlarına eskisi kadar spreyleme atılmıyordu. Genelde viral reklamlar yazılıyor, 1-2 esprili söz , #şiirsokakta güzellemeleri falan filan. O gün farklı bir yazı dikkatini çekmişti, umursamadı , çok küçük harflerle ve beyaz dershane tahtasına yazılan mürekkepli kalemlerle yazılmış 7-8 satırlık bir yazıydı. Üşendi. "Abuk subuk bir şeydir" diye düşündü. Zaten ters bir yere yazılmıştı. Okumak için biraz akrobatik hareketler yapmak gerekiyordu. Gece gece gerek yoktu. Zaten semtin en yüz karası yerine yazmışlardı, yağmur sularının denize karıştığı yere. "Burda nasıl denize giriyorlar, bok akıyor resmen" diye yine sorguladı. Oysa aynı sorguyu atanmış şairlerden biri şu şekilde ele alıyordu :

yol kenarındaki
yağmur mazgallarını
kumbara sanıp
harçlığımı atardım
bu yüzden en çok 
denizden alacaklıyım.
Sunay Akın

Marmara Denizi'ne alacağı değil, bir ton borcu vardı oysa. 209387 km yürüdüğü bu yollarda onca derdini, sorusunu bu sulara bırakmıştı. Belki ileride büyük adam olunca, o da Sunay Akın misali bir müze açacaktı. Deniz Müzesi gibi, deniz'den alacaklarını değil, deniz'e verdiklerinin listesini sergileyecekti. İsim-soyisim imza şeklinde imzalayıp aslını kendine, nüshasını da rüzgarlara veya bu müzeye koyacaktı belki. (Gerçi internetten , e-devletten de oluyormuş)



Eve gitti. Haber sitelerini karıştırırken, gözüne bir haber ilişti. Semtte intihar olmuştu. Bir kaç dakika önce olmuştu. Kulaklığında müzik olduğu için duymamıştı belki iki el silah sesini, zaten duysa bile "Yine asker mi gidiyor" derdi. "Mafya hesaplaşmasıdır, azdılar gene" diyerek haberi pek sallamadı. 

Geçmişte buna benzer haberler görmüştü. Medya dikkat çekmek için "Kadıköy'de Cinayet" diye manşet atıyor, içeriğine baktığında bahsettikleri yer Tuzla il sınırı çıkıyordu. İçinde Suadiye geçen bazı haberler de "Kocaeli-Suadiye" çıkmıştı.

Çağın hastalığına tutulmuştu, eski sosyolog refleksleri yoktu artık. Madem artık atanamıyordu, bırakacaktı bu işleri. "39 yaşına kadar sosyologluk yapar" sözlerine "Bir gün beynimin ayaklarıma söz geçiremediği gün sosyologluğu Suadiye'de bırakacağım" diye röportajlar veriyordu sağa sola.

Arayıp sormuyordu kimseyi, ama timelinelardan takip ediyordu hayatları. "Şurada etiketlenmiş ailesiyle, keyifli mutlu işte amaan yaşıyor" imajını aldığı için arama ihtiyacı duymuyordu. Bir dm kadar yakındı işte, whatsapp'ta duruyordu işte 'acil durumlarda ulaşmak' için.

Son yüklenen resminin altında '3 gün önce' yazarsa mesela, "Ha iyi hareket var, hayat güzel devam ediyor" diyerek olumluyordu kendini insanlar için.

İntihar süsü vermiş çocukta öyle yazmıştı yazısının altına "3 gün önce". Okuyunca bir an 'bugün' yazılmış gibi algıladı. Sanki akıllı telefonu ekranında görmüştü bu kareyi. Belki hepimizi trollemişti yazan. Ama başarmıştı kafa açmıştı.

"Eski intiharlar da yok be" diyerek abuk subuk bir dilenciliğe girişti. Google'da 'kadıköy intihar' diye arattı. Karşısına Fenerbahçe haberleri çıktı. "Ya bilerek eleniyorlar UEFA'dan falan. Finansal Fair Play var, şimdi gruplara kalsalar bir ton yükümlülük. Bilerek eleniyorlar" komplocular aklına geldi.

İnsanlar da böyleydi heralde. Finansal Fair Play dediğin kıyamet/sorgu/sual/sırat köprüsü. İntihar dediğin zaten direk cehennem. Belki de bu yüzden yaşayarak ölmeyi, intihar etmeyi seçiyor insanlar. Kaşar topçulara milyon dolarlar gömüp, borç içinde yüzen, amatöre düşüp borçlarını sıfırlayıp, isimlerini değiştirerek üst ligleri kovalayan müessese takımları misali işte.

Hiç yorum yok: