Cuma, Ağustos 31

Dolar Boz Yabancı Getir


Mehmet Yiğiner ilginç bir başkan. Çok sivri değil ama işini bilir. Geçtiğimiz günlerde "Yabancı sınırı düşsün" diyerek bir açıklama yaptı. Açıklamasını yaparken milli refleksten, ekonomik tetikçilerden bahsetti. Üretimin önemine dikkat çekti. Devam eden 10 gün içinde kulübüne üç tane yabancı oyuncu transferi yaptı. Transferlerden önceki Galatasaray maçının kadrosunda zaten 10 yabancı oyuncu vardı. Üç tanesine daha ihtiyacı var mıydı emin değiliz. Zira böyle bir değerlendirme yapınca bazı arkadaşlar, "Adam sınırın düşmesini isteyip, yabancı transfer edebilir. Ligde rekabet etmek zorunda" diyebiliyor. Esasında haklılar. Fakat bir kulüp başkanı bunları derken hiç olmazsa biraz da üretime yönelebilir. Kimse ona 'üretme ama yabancı al" zorlamasında bulunmuyor. Keza bir alt ligden gelen takımın geçen seneki rakiplerinden biri olan Altınordu, yabancı oyuncu oynatmadan kendi liginde rekabet edebiliyor.

Durum tespiti veya dileği ile yaptırımlar tabi ki farklı olabilir. Fakat kullanılan dil de önemli. Siyasi mesajlar vererek, göz önüne çıkarak, bazı duygulara oynayarak yabancı sınırının düşürülmesini istemek ama diğer yandan bunun keyfini sürmek ile Türkiye'de oyuncu yetişmesi için çabalamak arasında fark var.

Mehmet Yiğiner ilginç bir başkan. Dolar konusunda da aynısını yapmıştı. 2016 yılının Aralık ayında, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çağrısına ayak uydurarak dolar bozdurmuştu. O zaman Dolar 3.50'ydi. Yiğiner bankada 10 bin doları olduğunu söylemişti. Tabi ki bu tavır alkışlanabilirdi. Fakat sonra bu ilginç başkan bir kez daha haberlere çıktı.

Aylar önce 10 bin doları 3.50'den bozduran Yiğiner, 2018 yazında bir kez daha dolar bozdurdu. Aradan geçen 1.5 senede ne kadar dolar tedarik etti, ne kadar kâr etti ayrı ve bilmediğimiz bir konu. Bildiğimiz tek şey; bu sefer dolar bozdurduğunda kur 7.5'lara dayanmıştı. Yani en yüksekten... 

Şu an dolar 6.5 seviyesinde. Bir ara 6.00'ın altındaydı. Belki Yiğiner o sırada tekrar almaya başlamıştır. Günahını almayalım. Dolar bundan sonra yükselir mi iner mi durur mu yatırımcılar bilir. Fakat tehlike anında hiç panik yapmayın. Yiğiner dolarlarıyla orada olur ve ekonomik tetikçilere dersini verir.

Bakalım Ankaragücü, önümüzdeki 2-3 yılda altyapısından ne kadar oyuncu üretecek?

Perşembe, Ağustos 30

In the Name of the Father



Öncelikle film bir karizma şöleni... Daniel Day Lewis aslında nispeten çirkin bir surata sahip. Yani o surat başka birinde olsa sokakta dolaşırken pek şansı olmazdı. Fakat aynı yüz hatları Lewis'in karizması ile birleşince bir ikona dönüşüyor işte. Diğer yandan Pete Postlethwaite da ilginç bir surata sahip ama oynadığı filmlerin çoğunda canlandırdığı karakterleri karizmatik ve kült bir figüre dönüştürmeyi başardı.

Bunların hepsinin altında muhakkak oyunculuk yetenekleri de barınıyor. İkisi de çok büyük isimler. Lewis'i anlatmaya zaten gerek yok. Oscar tarihini altını üstüne getirdi. Bu filmdeki rolü, ona ikinci Oscar adaylığını getirmişti. İzlemediğim bir filmin oyuncusuna geçildiği için (Philadelphia / Tom Hanks) şu an bir şey demiyorum ama bence burada da alabilirdi. Pete Postlethwaite ve Emma Thompson da sadece adaylıkta kaldı. Yönetmen Jim Sheridan ve filmin kendisi de... Herkesin canı sağolsun. Akademiden ödülsüz dönmek bir gerçeğin üstünü örtmez; gayet güçlü bir film.

Yıllar evvel bir arkadaşım çok önermişti ama bir türlü altyazı bulamamıştım. Haliyle süreç uzadıkça uzadı. O tavsiye de aklımda yer etti. Zaten film övgüsünden ziyade, kendisini ne kadar etkilediğinden dem vurmuştu. O kadar kolay etkilenen, duygusallaşan biri değildi. Duyunca şaşırmıştım ama hak vermemek elde değil.

Konu biraz yerel gibi gözüküyor. IRA ile hiç bağı olmayan bir gencin, İngiltere'de yaşanan bir patlama yüzünden suçlanması ve hayatının alt üst olmasını anlatıyor. Eh IRA, toplumda yolunu kaybeden işçi sınıfı çocukları, İngiltere hukuku ve bürokrasi; hepsi birleşince sanki hiç bizim olayımız değilmiş gibi.... Film sitelerinde, sözlüklerde filmin altına yorum bırakanlar İngiliz devletinin ne kadar hukuksuz, ahlaksız, acımasız olduğundan falan bahsediyor mesela.

Oysa gayet evrensel bir olay var aslında. Evrensel demeyelim gerçi. Herhalde mesela bir İzlandalı hayretlerle izlemiştir filmi. Gerçi nedense hayretle izleyen ve küfür kıyamet yorumlarını eksik etmeyen Türkler de var. Demek ki insan bir olgudan uzak olmak isterse olabiliyormuş.

Tabi filmin tüm siyasi, politik mesajları ve meselesine rağmen her şeyin altında bireysel ihtirasların yattığını da görebiliyoruz. İnsan denen mahluk bir hippi kızı sevdiği için bir insanın tüm ailesini perişan edebilir. Veya makam, para, ün aşkı başka şeyleri göz ardı edebilir. Filmi sadece buradan okuyunca baskıcı ve haksız politikaları da ıskalamış olabiliriz. Zaten öykünün en can alıcı kısmı sonunda çıkar. Haksız yere içeri atılan gençler 15 sene sonra dışarı çıkarlar. Onları haksız yere içeri atanlar da yargılanır. Zannedersiniz ki dünyada bir umut ışığı yanacak. Bu kötü olay, benzerleri olmaması adına bir örneğe dönüşecek. Fakat bile isteye tüm gerçekleri saklayıp insanların hayatlarını zehir edenler birkaç sene içinde beraat ederler.

Herhalde buna benzer hisler uyandıran; yani uzakları izleyip kendi evimizle benzerlikler kurduğumuz bir diğer film de La Battaglia di Algeri'ydi. Fakat In The Name of the Father'ın daha insani, daha bireysel ve daha duygusal ve belki de tüm bunların birleşimi sayesinde daha güçlü olduğunu söylemek lazım. En azından Sheridan'ın filminde şöyle bir sahne var. İyi - kötü tüm duyguların zirveye çıktığı bir iki dakika...

Bu arada hapishane duvarında yer alan 1968 Benfica - Manchester United finali atkısı da gözlerden kaçmadı. Zaten duvarlarda yok yoktu...

Çarşamba, Ağustos 29

Geri Döndü


Son dönemde herhalde Javier Pastore kadar, tercihleri nedeniyle kendine yazık eden başka bir futbolcu yoktur. Serie A'yı bırakıp Paris SG'e gitmesi onun gençliğinin katili oldu. Şimdilerde para için genç yaşta Çin'e gidenler yetenekli oyuncular da var ama onların kısa sürede geri döneceğini biliyoruz. En azından öyle tahmin ediyoruz. Oralarda kalmak için ancak Hulk gibi kafayı kırmış biri olmak lazım. Zaten Hulk da tüm golcülük özelliklerine rağmen Pastore kadar heyecan verici bir oyuncu değildi.

Gerçi Pastore'ye de haksızlık yapmamak lazım. O Paris'in yolunu tuttuğunda PSG de bu kadar zengin bir takım değildi. İyi oyuncular alıyordu ama Pastore'yi veya Moura'yı yedekte oturtacak kadar lüksü de yoktu. Zaten Arjantinli, ilk yıllarında takımın banko ismiydi. Sonra yavaş yavaş rotasyon oyuncuna dönüştü. İtalya'da kalsaydı veya bir yerden sonra dönseydi ligin yıldızı olurdu.

Hiçbir şey için geç değil! Henüz 29 yaşında. Roma'ya transfer olduğunda bazı kuşkularım vardı. Top oynamaktan soğumuş olabilirdi. Ne de olsa hem bir 'yedek' olmuştu hem de cebi dolmuştu. Fakat dönüşü muhteşem oldu. Şimdilik...

Cengiz'in asistinde attığı gol çok klastı. Atalanta maçının tamamını izlemedim ama Pastore fena değildi. Herhalde daha da ısınacaktır. Böyle bir yeteneğin Serie A'da sadece bir orta sıra takımında iki sene geçirmesi yazık olacaktı. Olgunluk döneminde Roma'ya kan verecektir. Eğer sakatlık olmazsa bu sezon özellikle takip edilecek futbolculardan biri... 

Salı, Ağustos 28

Çavdar Tarlasında Çocuklar



Bana "Çavdar Tarlasında Çocuklar" isimli bir romandan bahsediyorlar. Senelerdir duyuyorum bunu. Bıktım artık bu herkesin sevdiği romanlardan. Konusunu soruyorum "Holden adında bir çocuk hakkında" diyorlar. Bu mu çok sevdiğiniz roman? Bu kadar mı anlatabiliyorsunuz? Bu mu yanı? Tahmini kendim yapıyorum. Herhalde köyde, tarlada hayaller kuran ve büyüyen birkaç çocukla alakalıdır. 

Denk gelirsem okurum belki ama hiç merak etmiyorum. Arada filmlerde falan da bahsediyorlar. Özellikle Amerikan filmlerinde. Amerikan edebiyatının önemli kitabıymış. Amerikalılar da çok sever abartmayı. Zaten 200 yıllık tarihleri var, bir de edebiyat şovu yapıyorlar. Gerçi bazı yazarlarını severim. Ortaokulda Steinbeck okumuştum. Hakkını yemeyeyim, iyi herifler var orada da. Fakat bu kitap bu kadar sevildiyse vardır bir yamukluk. Teoman da çok seviyor gerçi. Teo'yu severim. İyi söz yazar. Zaten sosyoloji mezunudur. O beslendiyse kitaptan bir şans veririm. Şarkısına bile isim yapmış. Gerçi neden kitabın iki tane Türkçe ismi var, o da ayrı konu....

----------------------------------------

Bizim Hasan da sevmiş kitabı. Yeni okumuş. Hasan iyi çocuktur, zevklerimiz de benzer birbirine. En azından sinema ve kitapta benzer. Fakat arada dengesini kaybediyor. Çok alakasız şeylere tutuluyor. Biraz kızların sevdiği şeyleri sevmeye özen gösteriyor. Bu da onlardan biri herhalde. Ciddiye almamak lazım.

----------------------------------------

Sonunda kitaba denk geldim. Kitabı veren "Holden sana benziyor" dedi. İyi mi kötü mü anlamadım. Yakışıklı, karizmatik biri mi acaba bu Holden? Umarım öyledir. Ergenmiş. Ergenleri severim. 

Tam ergenmiş. Sayfa bir, hemen ailesine sallıyor. Nasıl bir kitap bu? Anlatım tarzına bak! Bu çocuğu mu okuyacağız? Millet isyankar, asi diye sevmiş herhalde. Ağzından küfür eksilmiyor. Bunların hepsi şov işte! Yalancı olduğunu söylüyor bir de. Oysa benim en değer verdiğim şey dürüstlük. Devamlı da okuldan atılıyor. Sigara da içiyor. Tam gıcık özel okul ergeni. Bizim orta üst sınıflar beğenmiştir kesin bunu. Kendilerinin asi halleri. Tabi ya...Bir Bandini'ye bak, bir de Holden'a... Aradaki fark çok belli.

---------------------------------------------

Aslında fena çocuk değilmiş bu Holden. O iyi de çevresi kötü. Garip garip tipler. Ukala, şımarık ve hayatlarında herhangi bir anlam olmayan yüzeysel insanlar. Amerika'nın zengin tayfasının çocukları. Kremayı yiyenler yani. Holden ise adammış! O yaşta anlamaya çalışıyor bazı şeyleri. Sevdim bu çocuğu. O ortamda ve o maddi bollukta gözünü açmaya çalışıyor. Fakat çok sinirli ve fevri. Yine de sevdim. Fakat en çok kimi sevdim biliyor musunuz? Phoebe; Holden'ın kardeşi. Kitabın en saf en naif ve belki de en akıllı karakteri. Zaten Holden da en çok onu seviyor. Bu Holden nankör değil, aptal değil. Asıl aptal Sally zaten. 

------------------------------------------------------------------

Hey, Sally,” dedim.“Ne?” dedi. Salonun öbür ucundaki bir kıza bakıyordu.“Hiç canına yettiği oldu mu?” dedim. “Yani, bir şeyler yapmazsan, her şeyin batağa gideceğinden korktuğun oldu mu hiç? Yani, okulu filan seviyor musun?”
Okul mu? Felaket sıkıcı.”
“Yani, okuldan nefret etmiyor musun? Biliyorum, felaket sıkıcı, ama ben sana, nefret ediyor musun, diye soruyorum.”
“Şey, tam da nefret etmiyorum. Ama hep…”
“Ben nefret ediyorum. Hem de nasıl nefret ediyorum,” dedim. “Ama yalnızca okuldan değil. Her şeyden. Bu New York'ta yaşamaktan, her şeyden. Taksilerden, Madison Caddesi otobüslerinden, seni arka kapıdan dışarı atmak için haykıran şoförlerden, Lunt'lara melek diyen sahtekârlarla tanıştırılmaktan, kendimi hemen sokağa atmak istediğim halde durmadan asansörlere binip inmekten, Brooks'ta sana pantolon uydurmaya çalışan heriflerden, insanların hep…”
“Bağırma lütfen,” dedi bizim Sally, ki çok gülünçtü, bağırdığım filan yoktu.
"Arabalar, örneğin,” dedim. Ama çok sakin bir sesle söyledim bunu. “Örneğin insanların çoğu arabaları için deli oluyorlar. Arabaları hafifçe bile çizilse üzülüyorlar, durmadan mil başına ne yaktıklarını konuşuyorlar. Arabalarını aldıkları gün, başlıyorlar daha yeni bir arabayla nasıl değiştiririz diye düşünmeye. Ben, eski arabaları bile sevmiyorum. Beni hiç ilgilendirmiyor arabalar. Lanet bir atım olsa, daha iyi. Atlar en azından insana yakın, Tanrı aşkına. Atlarla en azından…”
“Neden söz ettiğini bile anlamıyorum,” dedi bizim Sally. “Konudan konuya…”
“Biliyor musun?” dedim. “Şu anda New York'ta olmamın tek nedeni sensin. Sen olmasaydın, herhalde uzaklarda bir cehennemin dibinde olurdum şimdi. Ormanlarda mı olur artık, başka bir lanet yerde mi işte. Burada olmamın tek nedeni sensin.”
“Ah, ne tatlısın,” dedi. Ama anlıyordunuz, bu lanet konuyu değiştirmemi istiyordu.
“Erkek okullarına gitseydin görürdün. Bir dene de gör,” dedim. “Sahtekâr heriflerden geçilmiyor ortalık. Tek yapacağın, derslerine çalışmak, böylece, bir gün kendine lanet bir Cadillac alacak parayı kazanmasını öğreneceksin, okulun futbol takımı kaybederse çok üzüleceğine herkesi inandıracaksın, sabahtan akşama kadar kızlardan, içkiden ve seksten başka bir şey konuşmayacaksın. O küçük kliklerde herkes birbirini nasıl da tutuyor. Basketbol takımındakiler birbirlerini tutuyor, Katolikler birbirlerini tutuyor, lanet entelektüeller birbirlerini tutuyor. Ayın Kitabı Kulübüne üye olan herifler bile birbirlerini tutuyor. Şöyle biraz akıllıca bir şey yapmaya kalk…”
“Bak, dinle beni,” dedi bizim Sally. “Çocukların çoğu okuldan senin bu dediklerinden daha fazlasıyla yararlanıyor ama.”
“Kabul ediyorum! Yararlananlar var, ama bazıları! Benim yararlanabileceğim ancak bu kadar. Anlıyor musun? Derdim bu benim. Lanet olasıca derdim de işte bu benim,” dedim. “Ben hiçbir şeyde, hiçbir yarar göremiyorum. Çok kötü durumdayım. Berbat durumdayım.”
“Evet, öylesin."
Sonra aklıma birdenbire o fikir geldi. "Bak,” dedim. “Ne düşünüyorum? Buradan defolup gitmek ister misin? Greenwich Village'da oturan bir herif tanıyorum, arabasını birkaç hafta için ödünç alabiliriz. Bir zamanlar aynı okula gidiyorduk, bana hâlâ on kâğıt borcu var. Ne yaparız, yarın sabah biner arabaya, Massachusetts'e, Vermont'a, işte o taraflara çeker gideriz, anlıyor musun? Oralar felaket güzeldir.” Düşündükçe, daha da felaket heyecanlanıyordum, uzandım, bizim Sally'nin lanet elini tuttum. Ne lanet bir salağın tekiydim. “Dalga geçmiyorum,” dedim. “Bankada yüz seksen kâğıdım var. Sabah banka açılınca çekerim, sonra gider o herifin arabasını alırız. Dalga geçmiyorum. Para suyunu çekene kadar o orman evlerinden birinde filan kalırız. Para bitince de, gider bir iş bulurum, dere kıyısında filan bir yerde otururuz, daha sonra da evleniriz. Kışın evimizin odununu filan ben keser getiririm. Yemin ederim, felaket güzel bir hayatımız olur. Ne dersin? Hadi! Ne dersin? Benimle gelir misin? Lütfen!”
“Böyle bir şey yapamazsın,” dedi bizim Sally. Felaket kızmıştı.
“Neden yapamam? Neden yapamazmışım?”
“Yapamazsın işte, o kadar. Her şeyden önce, biz daha çocuk sayılırız. Sonra, hiç düşündün mü, paran bittiğinde iş bulamazsan, ne yaparız? Açlıktan ölürüz. Bunların hepsi şahane şeyler, ama…”
“Şahane filan değil. İş bulurum. Sen bunun için tasalanma. Bunun için tasa çekmen gerekmez. Sorun ne? Benimle gelmek istemiyor musun? İstemiyorsan eğer, söyle yani.”
“Konu o değil. Konu hiç de o değil,” dedi bizim Sally. Ondan nefret etmeye başlamıştım, bir bakıma. “Böyle işlere girişmeye daha bir sürü zaman var; bütün bu işlere. Yani, sen üniversiteye gittikten sonra, evlenirsek filan. Gidilecek pek çok yer olacak o zaman. Sen şimdi yalnızca…”
“Hayır, olmayacak. Gidilecek pek çok yer olmayacak. O zaman her şey tümüyle farklı olacak,” dedim. Moralim felaket bozulmaya başlamıştı yine.
“Ne?” dedi. “Seni duyamıyorum. Önce bağırıyorsun, sonra da sesin…”
“Hayır dedim, ben üniversiteye gittikten sonra filan gidilecek pek çok şahane yerler olmayacak. Kulağını aç da, dinle. O zaman aşağıya elimizde bavullarla filan, asansörle ineceğiz. Herkese telefon edip hoşça kalın diyeceğiz ve otellerden kart filan atacağız. Ben bir büroda çalışacağım, bir sürü para kazanacağım, işe taksilerle veya Madison Caddesi otobüsleri ile gideceğim, gazete okuyacağım, durmadan briç oynayacağım, sinemalara gidip bir sürü kısa film ve haber şeridi seyredeceğim. O haber şeritleri, of Tanrım! Hep de salak bir at yarışı olur, ya da kadının teki geminin bordasında şişe kırar, ya da pantolonlu bir şempanze lanet bir bisiklete biner. O zaman geldiğinde, hiçbir şey aynı kalmayacak. Ne demek istediğimi hiç anlamıyorsun.”
“Evet, belki anlamıyorum! Belki sen de anlamıyorsun,” dedi bizim Sally. Zaman geçtikçe, ikimiz de birbirimizden müthiş nefret ediyorduk. Onunla akıllıca bir konuşma yapmaya çalışmanın hiçbir anlamı olmadığını anlıyordunuz. Bu konuyu açtığım için de felaket pişmandım.
“Hadi, kalk gidelim buradan,” dedim. “Doğrusunu istiyorsan, beni hasta ediyorsun." Vay canına, ben böyle söyleyince kız nasıl küplere bindi! Biliyorum, böyle söylememeliydim, böyle bayağılaşmamalıydım ama felaket moralimi bozmuştu. Genellikle kızlara böyle kaba şeyler söylemem. Vay canına, kız nasıl küplere bindi! Ondan deliler gibi özür diledim, ama özrümü kabul etmedi. Üstelik ağlıyordu, ki bundan biraz korktum; evde babasına, ona, "Beni hasta ediyorsun” dediğimi filan söyleyebilirdi. Babası sessiz sedasız türden bir herifti, benden fazla hoşlanmıyordu. Sally'ye bir gün, benim lanet bir şamatacı olduğumu söylemiş.“Ciddi söylüyorum. Çok üzgünüm,” deyip durdum ona.“Üzgünmüş. Üzgünmüş. Bak bu çok gülünç,” dedi. Hâlâ ağlıyor gibiydi ve birdenbire, öyle konuştuğum için çok üzüldüm.“Hadi, seni eve bırakayım. Ciddi söylüyorum.”
“Ben kendim gidebilirim, teşekkür ederim. Beni eve bırakmana izin vereceğimi sanıyorsan, deli olmalısın. Ömrümde hiçbir çocuk bana böyle bir şey söylemedi.”

Olup biten her şey, bir bakıma çok gülünçtü, bir düşünürseniz. Birdenbire yapmamam gereken bir şey yaptım. Güldüm. Ben bazen böyle sesli sesli, salak gibi gülerim işte. Yani, ben sinemada kendimin arkasında otursaydım, bir zahmet patırtıyı kesmemi söylerdim herhalde kendime. Kahkahayla gülmem bizim Sally'yi daha da delirtti.

Orada bir süre daha ondan beni affetmesini istedim, ama kabul etmedi. Durmadan, bana gitmemi, onu rahat bırakmamı söyledi. Ben de sonunda çektim gittim. İçeriden ayakkabılarımı filan alıp, kendi başıma çıktım oradan. Böyle yapmamalıydım, ama canıma yetmişti artık.

Doğrusunu isterseniz, bu konuları ona neden açtığımı bile bilmiyorum. Yani, şu uzaklara bir yerlere, Massachussetts'e, Vermont'a filan gitme işini. O benimle gelmek isteseydi bile, ben onu yanımda götürmek istemezdim herhalde. Götürmek isteyeceğim biri olamazdı o. İşin korkunç yanı, ona sorduğumda ciddiydim. İşin en korkun yanı. Yemin ederim, ben deliyim. 

-------------------------------------------------------------------

Holden ile kendimi özdeşleştirdiğimi nereden çıkıyorsunuz? Bir tane ergen işte. Hem zaten birçok katil ve suikastçinın baş ucu kitabıymış. Onlar özdeşleştirsin kendini. Ben akıllı, sağlıklı bir bireyim. Gerçi Amerika'da Cumhuriyetçiler kitabı hiç sevmemiş. Hatta zamanında yasaklanmış bile. Demokratlar sevmişler. İkisinin de birbirinden farkı yok da, Cumhuriyetçilerin sevmemesi normal. O güzel, ışıltılı ve geleneklerle dolu dünyalarına sallıyor Holden. Sallıyor da ne oluyor? Kendini harcıyor sonunda. Yazık oldu çocuğa. Ben onun kadar kavga edemezdim toplumla. Ancak uzaklara gitme hayali kurdum birkaç kez, o kadar. Bir de blog yazdım. Başımdan geçenleri anlattım. Ne oldu işte sonunda? Garip biri oldum. Elde var bir! Sıfır değil ama neyse ki... Garipliğin işe yaradığı da oluyor... 

Ama o kadar işte. Holden'ı anlıyorum. Sonunda ikimiz de aynı yerdeyiz. Hem bir yere gidemedik hem de sadece yazabildik. O daha iyisini yazdı tabi. Fakat yazınca da rahatlamıyorsun..

Zaten, sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra....


Pazar, Ağustos 26

There Will Be Blood



There Will Be Blood hakkında övgüler çok fazlaydı. Aradan 10 sene fazla süre geçti. Övgüler bir çığ gibi kabardı durdu. Paul Thomas Anderson zaten son dönemin (2000'lerin) en çok sevilen, kendine has bir kitle edinen yönetmenlerinden. Ben de adamın kafasından geçenlere saygı duyuyorum. Fakat izlemesi zor bir film için uzun saatler harcamayı da çok kabullenemiyorum. Tabi film kötü değil, oldukça da iyi. O yılın en iyilerinden olduğu bir gerçek. Belki de bu dönemin en iyilerinden. Yine de Paul Thomas Anderson'un tarzı beni saramadı.

Filmlerini izlemek zor. Zordan kasıt ise temponun yavaşlığı kesinlikle dolayı değil. O beni bağlamaz. Hatta hoşuma da gider. Hele çok iyi oyuncular ve çok iyi planlar varsa aksiyona hiç gerek yok. Fakat bana göre, Anderson'un kariyerinin ortasındaki ve sonundaki filmler (hepsini izlemedim) çok fazla ABD odaklı filmler. Ülke tarihi ile ilgili derin analizler, çıkarımlar ve metaforlar var. Benim gibi Türkiye'de yaşayan orta seviye bir donanıma sahip bir adam için izlemek ve bir şeyler anlamak kolay değil. Filmin önemli bir kısmı benim için çöpe gidiyor.

Bu arada evet tempo da yavaş. Mesela bu filmde ilk repliği duymak için 15. dakikayı bekliyoruz. Fakat yine de insanın yerinden kalkması zor. Göz muhakkak ekranda oluyor. Görüntü yönetmenliği harika, müzikler (Radiohead'dan Greenwood) şahane. Arkadan devamlı gelen siren sesleri bile ayrı bir vuruculuk katıyor tek başına. "Fakat filmden geriye ne kaldı?" diye sorulunca verecek çok bir cevabım yok. Üzülüyorum bu duruma.

Yine de hiç bir şey çıkarmadık değil. Kırsal yaşamı, kırsalı yaşamdaki ekonomik hareketliliğin getirdikleri, sömürü, dinin kullanımı gibi bir çok konu gözümüzün önünde. Bunların büyük bir kısmı da evrensel konular zaten. Zaten o yüzden de güçlü bir film olduğu su götürmez gerçek. Filmin esinlendiği kitap Upton Sinclair'in Oil adlı romanı. Kitabı okumadım ama onun hakkında bildiğim bir şey var. Sabahattin Ali gençlik zamanlarında o kitaptan çok etkilenmiş. Rivayete göre Ali, "Bu kitapta anlatılanların yarısı doğrıysa bir insan mutlaka solcu olmalı" demiş. Film de bu şehir efsanesine uygun ilerliyor. Fakat sözlerini ve meselelerini çok sert ve kör göze parmak sokar gibi anlatmadığı için filmi izleyince bir sınıf bilinci ile dolmuyoruz. Bu bir eksiklik mi yok artı mı ayrı bir tartışma konusu. Ama Holywood'un kendini eleştiren ve bildiğimiz kavramları tekrar tekrar anlatması da biraz sıktı gibi. Anlatsın mı? Anlatsın tabi. Fakat filmin kimliğini bu etiket üzerinden oluşturmasın. Anderson'un böyle bir kaygısı yoktur muhakkak ama filmi ve kendisini sevenler bizi biraz bu sulara itti.

There Will Be Blood eksi puan alacaksa süresinden kaynaklanıyor. Filmin ikinci yarısı hem çok uzadı hem de sanki konu çok dağıldı. Belki de o sene (2007) Oscar'ı kaptırmasının nedeni de budur. 

Fakat konu Oscar olunca Daniel Day Lewis her şeyiyle hak ediyor. İnanılmaz bir oyunculuk, inanılmaz bir ruh. Paul Dano çok sevdiğim bir oyuncuydu ve o da çok iyiydi. En azından bir adaylık koparabilirdi.

Belki de yıllar yıllar sonra daha sindirerek izlerim bu filmi. O zaman daha büyük keyif alırım.

Cuma, Ağustos 24

The Thing


Bilimkurgu filmlerini eskiden hiç sevmezdim. Şimdi biraz daha göz ucuyla bakabiliyorum. Tabi türün klasiklerine göz attığım için olabilir. Blade Runner'a bayılmıştım. Alien'ı sevmemiştim ama felsefesi ve psikolojik referansları ilgi çekiciydi. 

The Thing daha çok Alien'a benziyor. Onun dünyada geçeni diyebiliriz. İkisi arasında üç yıl var zaten (1979-1982), belki de bizim dizi sektöründeki gibi tutunca benzerini yapmaya çalışmışlardır. Bu arada The Thing ne kadar bilimkurgu ne kadar korku bu da ayrı bir sorudur. Birçok kaynakta "Tüm zamanların en iyi korku filmleri" listesinde tepelerde yer buldu. Zaten yönetmen de John Carpenter. Efektlerle korkutmak, korku filmine girmemeli. Zaten beni de pek korkutmadı. O nedenle daha çok bilimkurguya yazıyorum.

Korkmadım ama beğendim. İzlendi, aktı bir şekilde. İnsanın sonunu merak ettiği filmlerden biri. Bu arada sonu da sorularla bitince puan yükseliyor. Karakterlerin güçlü ve sağlam bir temele oturtulması önemli bir unsur. Bunu yakalayamayan filmler, kurgu ne kadar heyecan verici gibi gözükse de ilerlemiyor. The Thing bu açıdan zengin. Her 'kafa'dan bir karakter var. Onları bazı ilkeler ve değerlerle bağdaştırınca film daha çok merak uyandırıyor.

Yine de klasik Hollywood şifreleri filme sokulmuş. Rahatsız edici mi emin değilim. Mesela ABD'lilerin Norveçlileri (baş karakter Mac onlara İsveç diyor) kurtarma hevesi bana klasik büyüklük gösterilerinden bir tanesi gibi geldi. O kadar da olsun belki de... Diğer yandan kolektivizm hakkında güzel mesajlar olduğunu hissettim. Bu da bir Holywood filmi içinde oldukça kıymetli. Filmin bana göre ana meselesi sonradan ortaya çıkan "Thing" değil, Thing ile uğraşmak zorunda kalan bir grup insan. "Düşmanı nasıl yakalayacağız?" sorusundan çok, "Bilinmeyen düşmana karşı hep birlikte nasıl tavır alacağız?" derdi benim için oldukça önemli. Öte yandan düşmanın bilinmemesi de ABD politikaları için mesajlar barındırıyor olsa gerek.

Başrolde Kurt Russel'ın olması önemli bir artı. Karizmatik bir adamın olması, filme hem kadınları hem de erkekleri çeker. O da bu talebi karşılıyor. Saçlar uzun olunca, beni de etkiledi. Filmin hayal kırıklığı ise Ennio Morricone oldu. Herhalde kariyerinin en kötü film müziklerini burada kullanmış. Canı sağolsun.

Perşembe, Ağustos 23

Hayat Öyküsü


Geçen yıl Marsilya'da iki ay da sakat olmama rağmen 20'den fazla gol attım. Sezon sonunda "Bizim için yeterli değil" sesleri yükseldi. "Golcümüzü değiştirmemiz lazım" dediler. "Yeterince hızlı değil", "Yeterince teknik değil" gibi yorumlar vardı. Yerime daha fazla para verip yeni bir forvet aldılar.

Sadece Marsilya döneminden bahsetmiyorum, Fransa kariyerimin çoğunda hak ettiğim değeri gördüğümü hissetmedim. Bu da benim hayatımın öyküsü, evet...

Bu nedenle kariyerimde yeni bir pencere açıp Türkiye'ye, Galatasaray'a gelmek istedim. Burada sonsuz bir sevgi ve sonsuz bir kıymet ile karşılaştım. Çok da fazla gol attım. Daha da atacağımı umuyorum.

Bafe Gomis / Socrates Mayıs

Cumartesi, Ağustos 4

Touch of Evil


Orson Welles'in dehasını tartışmak haddimiz değil. Sinemaya getirdiği yenilikler, izlediğimiz az sayıdaki filminde bile kendini gösterebilecek netlikte. Touch of Evil de bu bağlamda çağının önünde ilerleyen filmlerinden. Mesela açılış sekansı bunun önemli örneklerinden.

Fakat 2018 yılından filme bakınca, yeni çağda izleyince insan biraz sıkılıyor. Ne de olsa izleyici olarak alıştığımız bazı hususlar var. Kurgu çok kuvvetli olmalı mesela. Bizi sarması lazım. Fakat çok zayıf bir senaryo karşımızda. Teknik iyi de o da bir yere kadar. Yine de 'Kara film' türüne getirdiği soluktan dolayı, hatta ilk adım olması nedeniyle saygıda kusur etmiyoruz.

Cuma, Ağustos 3

Altı Dakika



Bu şarkının Türkiye'de meşhur olması Kaybedenler Kulübü sayesindeydi. Meşhur olması önemli değildi. "Aman şimdi herkes öğrendi, herkes dinledi" rahatsızlığım olmadı. Fakat bu şöhretin ardından herkesin olur olmadık her yere iliştirilmesi de biraz can sıktı. Bu yazı nedeniyle aynı noktaya düşer miyiz emin değilim.

Nedendir bilmem, öğrencilik yıllarında çok iyi İngilizce eğitim alan ve ilk gençliklerini Kadıköy sokaklarında geçiren çocuklar bu şarkıyla güçlü bir bağ kurduklarını iddia ederler. Kadınlar tarafından anlaşılmadıklarını, sevgilerinin yarım kaldıklarını ve o yüzden hisli/melankolik olduklarını söylerken, bu şarkıdan da referans alırlar. Oysa bu şarkı karşı cinse duyulan sevginin kötü sonlanmasından doğan yalnızlığın akla getireceği türden değil sanki.

Neyse bu ayrı bir konu. Bu şarkı malum, 70'lerin eseri. Kendimizden önceki kuşaklara derin anlamlar yüklemeyi çok sık yaparız. Zannederiz ki onlardan kalanlarda gördüklerimiz, onların tamamıdır. "Ah o eski günler ne kadar güzelmiş" dediğimiz günler zaten onların da birkaç güzel gününden ibarettir. Bilemeyiz ama büyük ihtimalle onlar da bizim kuşağımız kadar riyakar, kurnaz ve açgözlüdür. Fakat eskiye hayranlık duymayı severiz.

Yine de bizden bir öncekilerin iyi bir zamanda yaşadıklarını düşünüyorum. Yerlisi de yabancısı da... Tüketimin daha az önemli ve değerli olduğu bir çağ, herhalde bugünden daha güzeldir. Üstelik aynı zamanda teknolojinin de ilerlediği, insanın sınırlarını zorladığı günler biraz heyecan da yaratır. Bir yandan festivallerde özgürce şarkı söylerken, bir yandan da insan Ay'a çıkıyor. İşte bu şarkının söylendiği an, yani bu klip o günlerden bir kesit.

1970 yılındaki Isle of Wight Festival, bir çok yerde 1970'li yılların ilk muhteşem Rock festivali olarak adlandırılır. Tabi tarih de o konuda kendilerine yardımcı olmuştur. 1970'te düzenlenmesi sayesinde ilk sıfatına nail oldular ama muhteşemlik için başka özellikler gerekirdi. The Moody Blues burada zaten; yıllar sonra bu festival performansını Threshold of a Dream adı altında bir DVD'de topluyorlar. Demek ki onlar da çok fazla etkilenmişler. Onların dışında Doors, Jethro Tull, Miles Davis, Supertramp, Jimi Hendrix, Joan Baez, Leonard Cohen gibi birçok kişi ve grup var. Hemen hepsi de o dört günden hayranlıkla bahsediyorlar.

Ben normalde canlı müzik sevmem. Hayatım boyunca çok az konsere gitmişimdir. Müziği paylaşmak isteyen biri değilim ve o yüzden festivallere de hiç rağbet etmem. Fakat beni bile etkileyen, 45 yıl geçmesine rağmen izlediğimde beni  bile heyecanlandıran bir festivalden bu. Demek ki hakikaten muhteşem!

Böyle muhteşem bir yerde çalınan her şarkı etkileyici olurdu. Nedense benim favorim Melancholy Man oldu. Tamam sevdiğim bir şarkı ama diğer grupların şarkılarını da çok severim. Fakat sanki her şey bu altı dakika için bir araya gelmiş gibi...

Grubun sahnede olma anından başıyor, seyircinin olgunluğuna kadar her şey birbirini birleştiriyor. Güneşin batmasından hemen sonrasında olsa gerek. Çok uzaklardaki binaların ışıkları yanmaya başlıyor, videodan bile fark edilen hafif bir rüzgarı esiyor, Ağustos'tan Eylül'e doğru, yavaş yavaş yazdan sonbahara giriliyor (30 Ağustos Pazar günü). İşte belki de tam o anda çalınabilecek en iyi şarkı. Adamların kıyafetleri, hırkaları, saçları, her şey kareyi tamamlıyor. Ve Youtube'dan izlenmesine, laptop'dan dinlenmesine, internetten yayılmasına rağmen sesler o kadar net duyuluyor ki... Gitar, flüt, klavye, geri vokal.... Her şey bu altı dakikada birbirine çok iyi denk geliyor. Hem biraz melankoli, hem hafif sancı, hafif güven, hafif kaygı, hafif coşku, hafif özlem...

All the world astounds me and I think I understand 
That we’re going to keep growing, wait and see. 

Perşembe, Ağustos 2

No Country for Old Men


No Country for Old Men vizyona girdiği 2008 yılında çok dikkat çekmişti. Kadro da çok sağlamdı. Coen kardeşlerin imzası zaten yeterli bir referanstı. Javier Bardem, Woody Harrelson, Tommy Lee Jones kadrosu da göz alıcıydı. Yaklaşık 10 sene boyunca beklettiğim film, her geçen sürede beklentimi yükseltti, merakımı arttırdı.

En sonunda izledim. Beklentimin altında kaldığını itiraf etmem lazım. Fakat yine de sağlam bir film buldum. Temposu çok yavaştı. Oysa heyecanlı bir kurguya sahip olduğu için izleyeni daha yukarıda tutabilirdi. Bazı dönemlerde uyumamak elde değildi.

Filme bir tür bulmak oldukça zor. Suç filmleri listesinde yer alabilir. Fakat ne kadar modern zamanlarda geçse de bir Western tarzı var. Post-modern Western. Haydut Chigurh rolünde Javier Bardem sınırları zorluyor. Sinema tarihinin en pasif-agresif/psikopat karakterlerinden birini izliyoruz. Zaten Coen sineması, bu tip karakterlere çok fazla yer veriyor. Bütün replikleri, tavırları, eylemleri bir yana o saç tarzıyla gereken korkuyu salıyor. Fakat saç konusunda filmin yıldızı Josh Brolin. Onu buradaki saç tarzıyla çok fazla filmde görmemiştim. Orta-uzun saç yakışmış. Film boyunca kafasında yer alan şapkayla da bu post-modern Western'in kovboyu... Bir de yaşlı şerifimiz var.

Yine de Coen'lerin filmlerini sıralarsam ortalarda yer bulur. Roman uyarlaması olduğunu öğrenmem de ekstra üzüntü yarattı. Keşke kendileri yazmış olsaydı. Fakat yine de standart üstü bir film olduğunu kabul etmek gerek. Filmdeki üç ana karakterin de yan yana sahnelerinin olmaması muazzam bir iş mesela. Filmin bir 'kovalamaca' senaryosuna sahip olduğunu düşününce hayretimiz artıyor.

Birbirinden farklı bu üç karakterin, bazı kavramları temsil ettiğini düşününce film büyük bir anlam kazanıyor. Tabi bu temsiliyeti seyirci karakterlere kendi veriyor. Bir varsayım, çıkarım. Yoksa filmin bir temsil kaygısı bulunmuyor. Varsa da göze sokmuyorlar ve yönetmenler çoğu sahnenin çekim tekniğinde tarafsız bir anlatım sunuyor. Düşünmeyi seyirciye bırakıyorlar. Belki de temponun düşüklüğü de bu çekimlerden geliyor. Fakat kurgu ilerledikçe, daha doğrusu karakterlerin zaafları veya alışkanlıkları ortaya çıkınca seyirci ister istemez bazı kavramları onlara aftediyor. Bu da çatışmayı-kovalamacayı daha felsefik bir hale getiriyor. Zaten seyirci bunu yapamazsa filmden hiç tat alamaz, zira klasik bir 'suç' filmi olmadığını en başından hissediyoruz. Üstelik bir western filmi ezberine de sahip değil. Üç karakter de türün klasik tanımlarına uymuyor. Şerif yaşlı ve  pısırık, kötü adam aslında tutarlı,, ilkeli ama biraz da psikopat, başkahraman ise zaaflarıyla dolu... 

Yani her şekilde izlemesi zor bir film. Fakat derin bir yapısı var. Yine de sinemanın tek amacının derin bir anlatım sunmak olduğunu düşünmüyorum. Bu da bir tarzdır ama izleyeni koltuğa mıhlamak da gerekiyor. O nedenle No Country for Old Men'in bazı eksikleri var ve puanı düşük. Düşükten kasıt ise birçok filmin ulaşamayacağı seviyede...