Pazar, Ağustos 26

There Will Be Blood



There Will Be Blood hakkında övgüler çok fazlaydı. Aradan 10 sene fazla süre geçti. Övgüler bir çığ gibi kabardı durdu. Paul Thomas Anderson zaten son dönemin (2000'lerin) en çok sevilen, kendine has bir kitle edinen yönetmenlerinden. Ben de adamın kafasından geçenlere saygı duyuyorum. Fakat izlemesi zor bir film için uzun saatler harcamayı da çok kabullenemiyorum. Tabi film kötü değil, oldukça da iyi. O yılın en iyilerinden olduğu bir gerçek. Belki de bu dönemin en iyilerinden. Yine de Paul Thomas Anderson'un tarzı beni saramadı.

Filmlerini izlemek zor. Zordan kasıt ise temponun yavaşlığı kesinlikle dolayı değil. O beni bağlamaz. Hatta hoşuma da gider. Hele çok iyi oyuncular ve çok iyi planlar varsa aksiyona hiç gerek yok. Fakat bana göre, Anderson'un kariyerinin ortasındaki ve sonundaki filmler (hepsini izlemedim) çok fazla ABD odaklı filmler. Ülke tarihi ile ilgili derin analizler, çıkarımlar ve metaforlar var. Benim gibi Türkiye'de yaşayan orta seviye bir donanıma sahip bir adam için izlemek ve bir şeyler anlamak kolay değil. Filmin önemli bir kısmı benim için çöpe gidiyor.

Bu arada evet tempo da yavaş. Mesela bu filmde ilk repliği duymak için 15. dakikayı bekliyoruz. Fakat yine de insanın yerinden kalkması zor. Göz muhakkak ekranda oluyor. Görüntü yönetmenliği harika, müzikler (Radiohead'dan Greenwood) şahane. Arkadan devamlı gelen siren sesleri bile ayrı bir vuruculuk katıyor tek başına. "Fakat filmden geriye ne kaldı?" diye sorulunca verecek çok bir cevabım yok. Üzülüyorum bu duruma.

Yine de hiç bir şey çıkarmadık değil. Kırsal yaşamı, kırsalı yaşamdaki ekonomik hareketliliğin getirdikleri, sömürü, dinin kullanımı gibi bir çok konu gözümüzün önünde. Bunların büyük bir kısmı da evrensel konular zaten. Zaten o yüzden de güçlü bir film olduğu su götürmez gerçek. Filmin esinlendiği kitap Upton Sinclair'in Oil adlı romanı. Kitabı okumadım ama onun hakkında bildiğim bir şey var. Sabahattin Ali gençlik zamanlarında o kitaptan çok etkilenmiş. Rivayete göre Ali, "Bu kitapta anlatılanların yarısı doğrıysa bir insan mutlaka solcu olmalı" demiş. Film de bu şehir efsanesine uygun ilerliyor. Fakat sözlerini ve meselelerini çok sert ve kör göze parmak sokar gibi anlatmadığı için filmi izleyince bir sınıf bilinci ile dolmuyoruz. Bu bir eksiklik mi yok artı mı ayrı bir tartışma konusu. Ama Holywood'un kendini eleştiren ve bildiğimiz kavramları tekrar tekrar anlatması da biraz sıktı gibi. Anlatsın mı? Anlatsın tabi. Fakat filmin kimliğini bu etiket üzerinden oluşturmasın. Anderson'un böyle bir kaygısı yoktur muhakkak ama filmi ve kendisini sevenler bizi biraz bu sulara itti.

There Will Be Blood eksi puan alacaksa süresinden kaynaklanıyor. Filmin ikinci yarısı hem çok uzadı hem de sanki konu çok dağıldı. Belki de o sene (2007) Oscar'ı kaptırmasının nedeni de budur. 

Fakat konu Oscar olunca Daniel Day Lewis her şeyiyle hak ediyor. İnanılmaz bir oyunculuk, inanılmaz bir ruh. Paul Dano çok sevdiğim bir oyuncuydu ve o da çok iyiydi. En azından bir adaylık koparabilirdi.

Belki de yıllar yıllar sonra daha sindirerek izlerim bu filmi. O zaman daha büyük keyif alırım.

Hiç yorum yok: