Cuma, Temmuz 30

Bu Maçı Alıcaz!


Bir kült eser. Bir efsane. Kulaktan kulağa okunan bir kitap Neden? Çünkü, Türkiye'de futbola dair bugün konuşulan ne varsa o zamanlarda yazılmış ve bu kitap bilinmezliğe karışmış.

Hiçbir yerde satılmıyor. Bulanlar çok şanslı. O bulanlar da sahaflarda bulamıyorlar, eşinin dostunun evinde denk geliyor. 1989-990 sezonunda basılmış, üzerinden 20 yıl geçmiş, Türkiye'de Futbol Kitabı denilince akla gelen ilk kitap ama okuyan çok az.

Türkiye'nin Football Against the Enemy'si.

Şöyle başlayalım. Futbol hakkında düşünmeye, okumaya, ufak ufak yazmaya 2000'li yılların başında başladım. Ve o dönemden beri tartışmaların konusuna göre söylenen klasik cümleler var. O cümlelerin hepsi bu kitapta yer alıyor. Bir kilişe kitabı değil, devrimsel bir kitap aslında. Kafalardaki düşünceleri değiştirmiş. O cümlelerin hepsi ilk defa bu kitapta söylenmiş olabilir.

Fakat haliyle ben bu kitabı 2010'da okuyunca çok da farklı bir şey bulamadım. Güzel hikayeler var, şık değerlendirmeler, mzah dolu cümleler var. Ama 2010 için yeni bir şey yok. (Kitabın güzelliğini etkilemez muhakkak).

Can Kozanoğlu 1990 yılında diyor ki; "Bu Maçı Alacaz". Biz aynı saftayız, aynı düşüncedeyiz ve aynı istekteyiz. Ama bu maçı aldık mı veya alabilir miyiz bilmiyorum. O günden bugüne bu maçın 20 senesi daha oynandı. Acaba neresine geldik, skor kaç kaç oldu, merak ediyorum.

Şöyle diyelim. Benim, ucundan yetiştiğim ve naif bulduğum 80lerin sonuna, 90ların başına sert eleştiriler var. Biz şimdi 2010 yılı futbol kültürü için ne diyorsak, Kozanoğlu 90'larda bunu demiş. Peki o kadar gelişme? O 20 sene ne kattı, gol mü yedik gol mü attık?

Bu kitap yazıldıktan sonra, milli takım turnuvalara katıldı, yarı finaller oynadı. Ülkeye Avrupa Kupası geldi. (Bugün Uefa Kupası için ne deniyorsa o gün Şampiyon Kulüpler'de yarı final oynamak için aynı şeyler denmiş).

En basitinden o kitap yazıldığında ortada Hakan Şükür diye bir isim yoktu, şimdi ülke futbolunda formasını asmış takım elbisesini giymiş bir Hakan Şükür gerçeği var. Kısacası isimler değişti ve o yeni isimler futbolumuzu baştan yazdı. (Sadece son 20 sene bile ayrı bir dönem olarak önemli).

Kitap yazıldığında, TRT tek kanaldı, ardından özel kanallar çıktı, decoderler görüldü, yayın ihaleleri yapıldı, rekorlar kırıldı.

Türkiye'nin siyasi sahnesinde bile değişiklikler oldu. İsimler değişti, partiler değişti. Koalisyon hükümetlerini yerini tek parti iktidarına bıraktı.

Tribünlerdeki grupların isimleri oldu, marka oldular. Yepyeni stadyumlar yapıldı, yarı-yarıya tribün mazide kaldı, yüzde 5 kontejan lafı, Biletix gibi kavramlar jargona dahil oldu.

O nedenle bu kitabın yeniden yazılması lazım. Akademik bir kitabı sade bir dille yazan Can Kozanoğlu bunu bir daha yapmalı. (Ufak ufak Fenerbahçeliliği ön plana çıksa da... Aslında çıksın zaten, rengi belli, hissiyatı belli).

Bu arada o gün yazılan ve bugüne dair değişmeyen tek şey var; o da Hıncal Uluç. Hıncal Uluç'a yaklaşık 3 sayfa ayrılmış ve bugün ne deniliyorsa o gün de o denmiş.

Değişen Yok


- Ayhan,Barış,Mustafa Sarp.. Yazın yapılan herşey, konuşulan her muhabbet boş dedirtmek için.

- Mehmet Batdal, geçen sene bugün, yani 30 Temmuz 2009 gününe kadar Bank Asya 1.Lig'de 10 maç oynamıştı ve bu kariyerinin en üst organizasyonuydu. Dün Avrupa Kupası oynadı.

- Bu maça gidememek, daha doğrusu Sami Yen'de oynanan bir maça gidememek çok koydu. Fakat böyle bir maçı da 20 defa izlemişimdir, büyük bir kayıp olmadı.

- Prekazi çocukları iyi yetiştirmiş, rakibi beğendim.

- Hamburg maçından, Tromso maçından, Bükreş maçından izler taşıyan son 5 yılın özetini gözler önüne seren bir maç.

- Rijkaard için yine aynı şeyleri söylüyorum. Bu takımın hocası değil. Bu kulübün, bu organizasyonun sorunlarını çözecek bir hoca değil. Eleştiri değil, kimya meselesi. Seviyorum kendisini o ayrı.

- Tribünde neler yaşandı bilmiyorum ama Haldun Üstünel için açılan pankart önemli.

- Servet sezon bitti konuşmaya başladı, satılacak dendi, sezonun ilk maçında ilk 11'deydi. Son topta şutu çekti.

- Sorunlar farklı yerlerde, sahada değil, kulübede değil...

- İyimser yaklaşalım, geçen sene iyi başladık da ne oldu?

- Mehmet Batdal ile Hakan Şükür arasında çok fark var ama en büyük fark, biri 1992 yılının Sami Yen'inde oynadı, diğeri 2010 yılının.

Perşembe, Temmuz 29

Açılış


Galatasaray 2010-2011 sezonunu bugün açıyor. Maç Sami Yen'de. Kombinem yok, biletim yok. Heyecan ve istek de azalmış durumda. Biraz geçen sezon yaşananlar, biraz özel durumlar. Bugün hayatımda, en azından son 15 yılda ilk defa birine "bizim maç kaçta" diye sordum. Bunun biraz ilerisi, "bizim maç kaç kaç bitti" olur.

Hal böyle olunca, bu maçın da bu sezonun da önemi artıyor. Sıkıntılardan arınma yerimiz, sığınacak limanımız, tutunacak dalımız Galatasaray. Ondan kopmaya başlayınca, hayatın kendisinde de aşağı doğru yuvarlanıyoruz aslında. Ondan kopmamalı, sadece ara vermek yeterli...

İşin acı tarafı, ben bunları yazarken, sezonun ilk maçına 3.formamızla çıkacağımızı öğreniyorum. İşte bunlardır biraz de beni soğutan. Stadyumdaki sezon açılışlarını yaşayan, yeni transferlerin "parçalı"yı ilk gez giyip tarafatara tanıtıldığı, kurbanların kesildiği, veteranların maç yaptığı günleri hayal meyal da olsa hatırlayan biri olarak, bu süreç sancılı oluyor. Muhakkak eskiye bağlı kalmak, saplantının ta kendisidir ve oldukça zararlıdır ama böyle ufak şeylerin bir pazarlama başarısı olmadığı da gerçektir.

Cevat'ın takımı ile oynuyoruz. Cevat gelecek mi bilmiyorum. En son Sami Yen'e çıktığında ben 20 yaşındaydım, Galatasaray kötü durumdaydı, basketbol takımları o gün küme düşmüştü, tribünler yönetimleri sevmiyordu. Ama biraz daha iyidi sanki.

Veya biz büyüdük. Yeni sezonda saha içinde başarılı olmamız oldukça mümkün, mutlu olmamız ise biraz daha zor.

Çarşamba, Temmuz 21

Bugün Derbi Yok


Galatasaray-Fenerbahçe arasında oynanacak herhangi bir erkekler voleybol maçı beni daha çok heyecanlandırıyor. Bugün maç olması umrumda değil. Gazozuna maç olması değil sebep. Halı sahada GS-FB maçı yapsak daha çok heyecanlanırdım. Fakat bu maç, samimiyetsiz futbol yıllarımızın en somut organizasyonudur.

Sezon içindeki derbilerin tadını kaçıran onlarca insan, bu maçıı el üstünde tutuyor. Yöneticilerden, yazarlara kadar.. Her derbinin zevkini kaçırmaya çabalayanlar, bu sefer yeni yeni derbiler, kupalar üretiyorlar.

Salt amaçın kazanç olduğu bir maç. Üstelik daha az kazanan da yok. Herkes kazanıyor. Ne güzel. Hadi maç yapalım. İki taraf da kazanır. Hatta biz hep Türkiye'deki insanlara 100 liradan biletler sattık, o biletleri karaborsalara düşürdük, anavatandakileri derbi aşkına çok yolduk, biraz da gurbetçileri de yolalım. Onların parasını alalım. 2 forma fazla satalım.

TSYD Kupası maçı yapmayalım ama. Bir ülkenin en önemli futbol gelenkelrinden birini yapmayalım. Niye? Çünkü takımlar yenilince sezona sancılı başlıyor, hem iki takım taraftarı da yan yana gelmesin mümkün olduğunca.

Geçen sene 19 Mayıs Dostluk maçı çıkmıştı ortaya. O bile daha heyecan vericiydi. En azından sadece maçtı. Bu sefer ticari bir antlaşma var ortada.

Galatasaray ve Fenerbahçe rakip değil, iki ortak şirket aslında. Sportif rekabet azalıyor, bizim de heyecanımız kayboluyor.

Alex'in dediği (ya da demediği) çok doğru. Birbirimizi vuralım, kıralım demiyorum, diyemem de. Galatasaraylı kadar Fenerbahçeli arkadaşım var. Ama ortada bir rekabet olmalı. Gerçi var da.

Kim daha fazla taraftara/müşteriye sahip, kim daha fazla para kazanacak, kim daha fazla forma satacak, kim daha fazla kombine satacak. Gerisi önemli değil. Bir sene geçer, bir sonraki sene başlar, yepyeni formalar çıkar, yepyeni derbilerle aşı verilir. Şov devam eder. Ediyor işte.

Bugün derbi var. Mecdiyeköy'de sokak aralarında bir içen küçük gruplar da yok, Yoğurtçu'da pankart boyayanlar da. O zaman aslında; bugün derbi yok.

Salı, Temmuz 20

1990 Yılından Erman Hoca Tasviri


"Lider hakem tipine ya da sivri hakem tipine örnek gösterilebilecek ikinci isim Erman Toroğlu. Saha dışında karşılasılsa, "vay Erman abi, naber abi" denecek ve karşılığında "sağol canım senden naber anam" vokaliyle, yanaktan makas verilecek... Öyle bir izlenim yaratıyor. Ama Erman Abim, gerçekten delikanlı adam. Maç çok aksamışsa, icabında on dakika bile uzatır. En kritik anda en cesur avantajı uygular. Oyunu kesmemek için, sertlik-faul standardını yükseltecek, düşürecek biçimde ağırlığını koyar. Kararlarını verirken, hangi şehirde, hangi stadda olduğuna bakmaz... Ama Erman Abi be, delikanlılığına eyvallahımız var da, bazen iş biraz gösteriye dönüşmüyor mu? Hayır abicim, bir gün bir maçta seyirciyi çok kötü tahrik edeceksin, sonra hatırlamak istemediğin mevzular olacak. Hatta bir kez neredeyse oluyordu sanki. Sonra da senin için "külhanbeyi gibi" filan diyorlar. Erman abi, yalan mı abi?"


1990 yılında yayınlanan Bu Maçı Alıcaz kitabından bir bölüm. Yazar Can Kozanoğlu, bu satırları yazarken, Türkiye'de henüz özel kanallar bile yoktu. Erman Toroğlu'nun hakemliğini hatırlayanlar için çok büyük ileri görüşlülük değil belki ama yine de insanın yüzünde bir tebessüm oluşturuyor. Sanırım tek fark; bugün Erman Abi yerine Erman Hoca dememiz.

Gereksiz Yazı


Bambaşka bir yazı yazmıştım az önce. Az önce dediğim yaklaşık 3 saat önce. Şu şarkıyı dinleyerek. Şarkı önemli değil, sadece fon müziği olsun diye.

Çok karamsar bir yazıydı. Futbolla alakası yoktu. Bu yazının da yok. Son zamanlarda yazı yazmamam da bir işarettir; isteksiz ve herşeye uzak bir haldeyim. Bugün bir ara daral geldi, garip bir yazı yazdım. Bloga koymak için havanın kararmasını bekledim. O yazının alkollü bir halde yazıldığı izlenimini vermek için biraz. Biraz da gerçekten bira içip, son kez gözden geçiriririm diye düşündüm.

O yazı artık yok. Bugün bira da yok, şimdilik çay var. 5 dakikada herşey değişiyor. İşte biz böyleyiz. Ağza çalınan bir parmak balı arıyoruz. Balı bulmak yetiyor. Bazıları parmak değil kavanoz arıyor, biz ise parmağı bulunca değişiyoruz. Arkadaşınla telefonla konuşman da değişiyor, bloga yazdığın yazı da..


Sabri'nin bu fotoğrafı yazıya uygun aslında. Önce yuhalan sonra üçlü çek. 20 Temmuz 2010 böyle bir gün.

Yazı yazmanın zorluğu biraz bunda sanırım. Yazdığın zamanın değil okuduğun zamanın koşulları, hissiyatları önemli. Geleceği görmenin zorluğuyla eş değer yazı yazmanın zorluğu sanki. Ya da basit bir ukalalık yapıyorum şu an.

Şu anda yazarken kıvranmamın ve bu yazıyı bitirememin nedeni de bu. Az sonra ne olacak bilmiyorum. Az sonradan kastım 2-3 gün sorası da olabilir. Bunu bilemeyince, bu yazının nereye bağlanması gerektiğini de bilmiyorum. Şarkı devam ediyor diye yazıyorum hala.

En azından şu bir gerçek; akşam üzeri yazdığım yazı, karamsar bir yazıydı ve o yazının vakti illa gelecektir, seveni de daha fazla olacaktır. Arşivde duruyor. Bu yazı ise en fazla 1 hafta ömürlüdür, kimsenin de umrunda değildir.

Pazar, Temmuz 18

Abilik-Kardeşlik

"Cebimde 80 lira kadar para vardı. Şansım da iyidi. O zamanın parasıyla 150 lira kadar kazanmıştım. Bir ara elime "ful as" geldi. Naci Ağabey rest çekti. Necmi Ağabey ve ben gördük. Kağıtlarımı açtım. Necmi Ağabey iyisin dedi fakat Naci Ağabey parayı kendi önüne çekti. "Abi neyin va, kağıdı görelim" deyince de kızdı. "Çarparım ulan şimdi. Abine güvenmiyor musun?" cevabını verdi.

1950li yılların Galatasaray toppçusu Kadri Aytaç

Çarşamba, Temmuz 14

Şahsi Kupa İstatistikleri


Dünya Kupası ile ilgili boş istatistiklerimi verelim ve yavaş yavaş kupa defterini kapatalım. İstatistiklerim kelimesindeki iyelik eki boşuna değildir, tamamen özel istatistikler bunlar.

Kupada 64 maç oynandı. Son grup maçlarının aynı saatte başlaması nedeniyle izleyebileceğimiz maç sayısı 56 ile sınırlı kaldı. Bu 56 maçın 48 tanesini izlemişim. Sanırım bu benim için bir rekor. Hiçbir dünya kupasında bu kadar maç izlediğimi sanmıyorum. Bu tamamen size daha sağlıklı yazılar yazabilme isteğimin tavan yapmasıyla alakalı ( Bu cümle büyük bir yalan). Asıl sebep boş zamanı çok olan, boş bir insan olmam. Bir de ofiste maç izleyebilme şansım olması. Eğer hala öğrenci olsaydım bu kadar maç izlemezdim. Üniversite bahçesinin çimlerinde oturmak varken kim Japonya-Kamerun maçını izler ki?

Ofiste izlediğim maç sayısı 18. Kendi evimde izlediğim maç sayısı 14. 16 maçı ise dışarıda izlemişim. Bu 16 maçın birer tanesini Kadıköy, Taksim ve Caddebostan'da izlerken, Bostancı 4 maça ev sahipliği yapmış. Geriye kalan 9 maçı arkadaşlarımın evinde izlemişiz. Toplam 48 maçın 7sinde alkol almışız.

Grup maçlarında en çok maç izlediğim grup F,G ve H grupları olmuş, 5'er maç izlenmiş. A, B ve E gruplarının suratlarına bakmadık, 3'er maç izledik. İspanya'nın bütün maçları izlenmiş.


Grup etabında 74 gol izlenmiş, 2.turda, ikinci turda 22 gol , çeyrek fnalde 10 gol, yarı-final ve finalde 12 gol izledim. Toplam 118 gol.


4 sene sonra görüşürüz, bakalım nerede olacağız? (Copacabana olsun)

Salı, Temmuz 13

Kupanın En İyi Futbolcuları


Kaleciler:

1-) Iker Casillas: Anlatmaya ve tartışmaya gerek yok. Şampiyon takımın 2 gol yiyen kalecisi. İtalya 3 maçlık kupasında bundan daha fazlasını yedi, David James tek maçta bunun iki katını yedi. Çeyrek finalde penaltıyı, yarı finalde Kross'u, finalde Robben'i durdurduğunda maçların son dönemleriydi ve skor 0-0'dı. Kader anı hep o oldu. Azizler öyle anlarda ortaya çıkar .

2-) Manuel Neuer: Çok enfes maçları olmadı, kalede varlığı da öyle büyük güven sağlamıyordu. Ama Lehmann'ın bıraktığı, Enke'nin intihar ettiği, Adler'in sakatlandığı bir dönemde, bir anda kaleye geçti ve yarı-final oynadı. Zor işin altından kalktı.

3-) Fernando Muslera: Yarı-final ve 3.lük maçındaki hataları yapmasa daha yukarıda olurdu. Yine de sempatimi kazandı, sebebini şurada yazmıştım.

Bekler:

1-) Philipp Lahm: Sadece bir bek, sadece bir futbolcu değil aynı zamanda kaptan. 23-24 yaşındaki futbolculara liderlik yaptı, bunu yaparken sadece 26 yaşında. O kupa bir gün onun ellerinde kalkmalı.

2-) Sergio Ramos: Henüz 24 yaşında olduğunu unutmadan değerlendirmek lazım. Kupada yine esti. Elemelerdeki Türkiye maçını aşmasa da yine çok iyidi.

3-) Fabio Coentrao: Brezilya ve İspanya maçında çok çok iyidi. Üstelik karşısında Maicon-Alves ve Ramos gibi isimler vardı. Hızı etkileyici, tekniği iyi. Ama en önemlisi oyun disiplini had safhada. Her atakta ileri çıkmasına rağmen, gerideki yerini de kaybetmiyor, oyuna küsmüyor, 90 dakika iş yapıyor.

Stoperler:
1-) Pique-Puyol: Ayıtmak mümkün değil. İkisi bir arada. Hatasız oynuyorlar, kupayı kaldırıyorlar.

2-) Ricardo Carvalho: Ne olursa olsun, kupayı tek gol yiyerek kapatan bir takımdan bir futbolcu buraya girmeliydi. Carvalho, tecrübesiyle o defansın lideriydi.

3-) Arne Friedrich: Küme düştüğü sezonun sonu yarı-final oynarak noktalaladı. Özellikle Gana ve İngiltere maçlarında harikaydı. Kesciliği ve mücadelesi zevk verdi. Arjantin maçında da gol atarak güzel oyununu bir golle süsledi (kilişe).

Orta Saha:
1-) Bastian Schweinsteiger: Bu kupa bambaşka bir Bastian izledik. Löw'ün payı muhakkak büyük. Ballack'sız, Frings'siz, Rolfes'siz, Trasch'siz, Hitzlsperger'siz orta sahanın tüm yükünü o çekti. Onun yanında Khedira bile kendini aştı.

2-) Anders İniesta: Final maçında gol atan adam olma özelliğinden daha fazlasına sahip. Takımı yönelndirdi. Yine de sezon içindeki Iniesta değildi.
3-) Michael Bradley: Babasının torpiliyle oynamadığını gösterdi. Takımı daha ileriye gitseydi, onun da yıldızı daha çok parlardı. Kondüsyonlu ve güçlü ABD takımının karakterini kendine yansıtan biri isim oldu. Bu çocuk daha 22 yaşında.

Kanatlar:
1-) Thomas Müller: Tamam Müller kanat değil. Ama Müller ne? Mevkisi olmayan bir futbolcu. Bu Dünya Kupası'nda kanat adamları parlamadı, o nedenle Müller'i buraya koymak çok da saçma değil. Müller 2 sene sonra merkez santrfor, 4 sene sonra ön libero oynayabilir. 21.yüzyıl topçucu yetişiyor sanırım.

2-) Andre Ayew: Çok iyi değildi. Çok daha fazlası bekleniyordu, yine de 21 yaşındaki bir genç için fena değildi. Oynamadığı maçta takımı onu çok aradı.

3-) Giovanni Dos Santos: Biraz eyyam yapalım ve Santos'u koyalım. Turnuvada iyi olduğunu kimse inkar edemez. Çok iyi değildi ama iyidi. Bu 3 oyuncunun en iyi genç oyuncu adayı olduğunu da hatırlatalım.

Forvetler:
1-) David Villa: 5 gol attı. Takımı taşıdı. Kenarlara sıkışsa da takımı taşıyan isim oldu. Portekiz ve Paraguay maçlarında emeği çok fazlaydı. Goller o işlerin hediyesi oldu.

2-) Diego Forlan: Forlan bazen forvet, bazen daha gerideydi. Forvet performansı turnuvanın en iyisi değildi, orta saha performansı turnuvanın en iyisi değildi ama her zaman sahanın en iyisiydi. Ve turnuvanın da en iyisiydi. Her işe koşturan futbolcu ödülü olsa ona verilirdi, altın top ile onore edildi.

3-) Miroslav Klose: Bütün bir sezonu yedek geçir, sonra kupada gol yükü çek. Klose böyle bir adam. Süper yetenekleri olan, olağanüstü güçleri olan bir adam değil. Çocuklar onun gibi saç traşı olmaz, onun formasını satın almaz, reklamlarda oynamaz. Ama her taraftar onun gibi bir futbolcusu olsun ister. Bayernliler ve Almanlar çok şanslı. Sırp maçında kırmızı görmeseydi, bugün Ronaldo'nun rekoru kırılmıştı.

Spanish Caravan



Adamlar güzel eğlendi, imrendim, kıskandım, hoşuma da gitti. Ne olursa olsun, kupa Akdeniz çocuklarında kaldı..

Son Puan Durumu


Türkiye Ligi'nin olduğu gibi, Dünya Kupası'nın da ebedi bir puan durumu mevcut. Son oynanan maçlardan sonra bu puan durumunda da ufak değişiklikler oldu.

Ufak diyorum, çünkü ilk 5 sırada değişiklik olmadı. Brezilya, Almanya, İtalya, Arjantin ve İngiltere ilk 5 sıradaki yerini korudu. Bu 5'liden en çok puan toplayanı 15 puan toplayan Almanya oldu ve 199 puana yükseldi. 200 puan barajını geçen tek takım olan Brezilya ise 206'dan 216'ya yükseldi.

Bu 5liden bu kupada en az puan toplayan, İtalya, 151'den 153'e yükseldi, 100 puan barajını geçen son takım ise Arjantin, 112 olan puanını 124 yaptı.

İngiltere hala 100 puan toplayamadı, 92'yi 97'e çıkardı.

Puan durumundan basamak atlayan en üst takım İspanya. 78 puanla 7.olan İspanya, puanını 94'e çıkardı ve 6.sıradaki Fransa'yı geçti. Fransa 86 puanda kaldı.

Bir diğer finalist Hollanda 58 olan puanını 76'ya çıkardı ve 8.sıradaki İsveç'i geride bıraktı. İsveç'i geride bırakan bir diğer takım ise Uruguay, 64 puana yükseldi İlk 10 sıra şöyle:

1-) Brezilya 216p
2-) Almanya 199p
3-) İtalya 153p
4-) Arjantin 124p
5-) İngiltere 97p
6-) İspanya 94p
7-) Fransa 86p
8-) Hollanda 76p
9-) Uruguay 64p
10-) İsveç 61p

Pazartesi, Temmuz 12

Forlan


Write the future temalı reklamlara konu olacak bir hikaye. Sezon boyunca tam 69 maç oynadıktan sonra, 70.maçına çıkan Forlan, topun başına geliyor. Skor 3-2 Uruguay aleyhine. Az önce bir de gol atan Forlan, son dakikada topa vuruyor, barajı ve kaleciyi geçen top direğe çarpıp auta çıkıyor. Sezonun son şutu oluyor bu. Direkten dönen toptan sonra hakem düdüğü çalıyor.

Tam 70 maç. A.Madrid'e yıllar sonra kupa kazandırma, Uruguay'a yıllar sonra yarı final oynatma. Kulüp takımıyla iki final, milli takımla yarı final. Hepsi zor maçlar, hepsi üst düzey maçlar. Bütün bir sezon 70 maç.

FIFA, şampiyon takımın bir oyuncusuna ödül verir diyorduk, yanılttılar bizi, Forlan'a verdiler. İyi de oldu. Hakedıyordu. Hakeden kazandı.

O 70 maçtan birini de Servet'e borçluyuz. Servet, Aguero'nın suratını dağıtınca Sami Yen çimlerine ayak basan Forlan, maçın sonunda da bir gol atmıştı.

Eksik Birşeyler Var


İspanya dünyanın en iyi takımı. Kazanılan kupayla ilgisi yok. 2 senedir çok iyilerdi, bunu taçlandırdılar.Turnuva öncesinden bile şampiyon olacağı belliydi.

İspanya'yı her zaman sevdim. Akdeniz ülkelerini seviyorum. İtalya, 1994'ün dramatikliği nedeniyle baştacıdır, arkasından hep İspanya gelirdi. Turnuvalara "şampiyon adayı" diye başlayıp, dramatik maçlarla elenen güzel takım. Hierro, Raul, Moriantes...

Şimdi hayal gerçek oldu, İspanya şampiyon oldu. Ama o güzel İspanya yok. Antipati had safhada.Bu tamamen benim şahsi düşüncem, belki dünyanın geri kalanı benim gibi düşünmüyordur.

İspanya'yı sevmek kolay, çünkü gerçekten iyi top oynuyorlar. Güçlüler. Kazanması gereken takım onlar. Ama aynı zamanda ukalalar. Rakibe saygıları yok. Sert oynayan bir takımın bile karakteri vardır, beğenin-beğenmeyin, futbolda sertlik var, sertliğin cezası da var. O cezayı göze alan sertliği yapar. Ama kendini yerlere bırakmak, ufak çakallıklar düşünmek... Zayıf takımlar belki yapar da, dünyanın en güçlüsü bunlara başvurmamalı. Anadolu topçusu repliğiyle;
" İspanya'nın kazanması için bunlara ihtiyacı yok."

Schweinsteiger maç sonu röportaj yaparken, arkasından tren yapanlar, İnter finale çıkarken fıskiyeyi açanlar.. Bu zihniyeti sevmiyorum, İspanya hakkıyla kupayı kazandı ama çok şeyi de kaybetti..

Fazla da uzatmayalım, keza Türkiye'de fazlalaşan has Katalanlar ve öz İspanyollar (bunun yanına Realliler, İnterliler, Unitedlılar, Almanlar eklenir) musallat olur. Fanatik taraftarlar saldırmasın, zaten Galatasaray-Fenerbahçe muhabbeti yeteri kadar sıkıyor.

25.Gün / Son


Dünya Kupası bitti. Şampiyon İspanya. Güzel bir final olmadı ama yapacak birşey yok. 4 sene sonrasını bekleyeceğiz. Daha iyi bir kupa olabilirdi, daha iyi bir 1 ay geçebilirdi. Hedef 2014'te Brezilya kumsalları...

Pazar, Temmuz 11

Güzel Kaybedenler


Futbolcu özelinden, dünkü maçın ve belki de turnuvanın en güzel kaybeden ikilisi Klose ve Forlan maç sonu yan yana. Belki de birbirlerini teselli ediyorlar.

Forlan, takımını yarı finale kadar çıkardı, 3.lük maçında enfes bir gol attı, gol sayısını 5'e çıkardı. Bugün Villa ve Sneijder gol atamazsa 4 gol kralından biri de o olacak. Son dakikada kullandığı muhteşem serbest vuruş üst direk yerine biraz daha alta inse, hem o gol sayısını 6'ya çıkaracaktı hem de biz yarım saat daha maç izleyecektik.

Forlan'ın Villareal ve sonrasında Madrid'de devam eden yükselişi, olgunlaşması, gelişmesi Afrika'da tavan yaptı. Onu izlemek büyük zevk. Bize kalan tek teselli bu adamı, 4-5 ay önce Sami Yen'de izlemiş olmak.

Klose ile ilgili daha önce yazdım. Gol krallığı mevzusu. Dünya Kupası tarihinin en golcü adamı olabilirdi dün gece. Bunu sadece kendisi değil, bütün Almanya hatta birçok futbolsever istiyordu. Sakatlığı nedeniyle kadroda yer almadı. Bu sebepten dolayı Ronaldo'nun 1 gol gerisinde kaldı. 2014'te 36 yaşında olacak. Müller, Kiessling gibi gençler 4 sene sonra formayı alacaktır, haliyle Klose'nin zirveye çıkması olukça zorlaşacak. Süperstar gibi davranmayan ama süper işler yapan bir forvet, bir futbolcu, bir sporcu Klose. Bir ünvan yakışırdı aslında.

Dün Forlan ve Klose birer gol atsalardı çok farklı bir tarih yazılacaktı.

24.Gün / Ayrılık Vakti


3.lük maçları Dünya Kupaları'nın en gereksiz gibi gözüken ama en çok eğlendiren maçıdır aslında. Değerini pek göremez. Oysa aslında kupanın en güzellerindendir. Bu hoşluk, sadece bir teselli maçı olmasından doğan bol gol izlemekten kaynaklanmıyor. Aynı zamanda amaçsız şekilde maç izlemenin güzelliğini de hatırlatıyor.

Belki de milli takımımızın oynadığı son Dünya Kupası maçının bundan 8 sene önce oynanan bir 3.lük maçı olması bunda etkilidir. O yaz, 1 ay boyunca takım ve teknik heyet üzerinde yaratılan baskı nedeniyle, saçma tartışmalar nedeniyle, hesaplaşmalar, restleşmeler ve kavgalar nedeniyle kupadan zevk alamamış, yarı-final maçında bile "bu başarı mı, değil mi" diye tartışmış ama 3.lük maçı sayesinde yeniden futbolu hatırlamış ve sevebilmiştik.

Güzel geçen bir tatilin son anı, son akşamı değil bir öncesi daha eğlenceli, daha güzel, daha hisli olur. Bu da öyle birşey. 1 ay boyunca birçok maç izledik, yarın final var ve şampiyon belirlenecek. Bugün ise hem yarına hazırlanıp he de 1 ayın muhabbetini yapmak güzel oluyor. Suarez'ı görüp Gana'yı hatırlamak, Müller ile Villa ve Sneijder'i kapıştırmak, Muslera ile Enyema'danHandanoviç'e bütün kalecileri kıyaslamak, Forlan'ın golüyle bütün golleri hatırlamak...

3.lük maçları yıllar sonra pek hatırlanmaz ama o gün futboldan, oynanan futboldan daha öte sadece futboldan, alınan zevk 4 sene sonra oynanacak Dünya Kupası'nı 4 sene boyunca bekleme nedenidir.

Cuma, Temmuz 9

Cana'ya Sevinmek İçin 10 Neden


- Lider ruhlu olması, tekmeli tokatlı olması.
- Saç uzatmak için bahane oluşturması
- Arnavut olması
- Veledrome'dan geliyor olması.
- Alim Can'ın oğlu olması.
- 18 Eylül 2007 Marsilya - Beşiktaş maçı
- Henüz 26 yaşında olması
- Sezonun ilk güzel transferi olması
- Rakipten çok kendi takımını tokatlayacak olması.
- Marsilya atkısıyla Sami Yen'e gidilebilecek olmamız

Perşembe, Temmuz 8

Gönüllerin Şampiyonu

Alman milli takımı pek sevilmez. Bunun sebebi sadece kazanmaları olamaz. Brezilya da kazanıyor, İtalya da kazanıyor, herkes kazanıyor, herkesin farklı bir kazanma geleneği var, Almanlar'ın da var ama pek sempatiyle yaklaşılmaz. Bunun nedeni, tamamen benim hayal ürünüm olarak, İtalya 1990'dır.

Biz futbolu bir üst kuşaktan dinlediğimiz ve öğrendiğimiz için ve onların sadece futboldaki değil hayattaki en öneml kahramanı Maradona olduğu için ve o Maradona'nın takımı 1990 finalinde Almanlar'a 1 haksız penaltı ve 2 kırmızı kartla yenildiği için, bize anlatılan Almanya hep renksiz ve antipatik Almanya'ydı.

İtalya 90'ın Almanya için önemi vardır. Goodbye Lenin'de işlenir ufak ufak. Birleşmeden sonra doğan sancıları Weltmeisterschaft engeller biraz. Almanya bayrakları Roma'da, bir Akdeniz yazında çok güzel dalgalanır. Tıpkı filmde patlayan havai fişekler gibi.

Futbol sayesinde bayrakların sandıktan çıkmasına Almanlar 2006'da da şahit olur. Kendi evlerindeki kupada. Bunun kötü tarafları ortaya çıkar mıydı acaba?Aşırı milliyetçilerin yeniden taşkınlık göstermesinden korkulur. Olmadı. Olmadığı gibi yeni bir takım ortaya çıktı 2010'da, bayraklar yine sallandı. (Fotoğraf Hamburg'dan).

Kuzey Afrikalı, Anadolulu, Balkanlı, Polonyalı, Afrikalı kökenleri bulan futbolculardan kurulu bir takım.Güzel bir takım. Güzel futbol oynayan bir takım.
Almanya futbolu tarihinde her başarıyı yaşadı. Kulüpler düzeyinde Avrupa Kupaları aldı, milli takımları her kategoride her turnuvada şampiyon oldu. Bu Alman takımı, kupa kazanamadı belki ama tek eksikliği doldurdu. Almanya tarihinde ilk defa Gönüllerin Şampiyonu oldu.

23.Gün / Özgüven


İspanya'ya güvenenler azdı. Oysa turnuva öncesinde şampiyon adayı bile değildi, daha ötesi; belli olan şampiyondu. Savunması güçlü olan takımlar karşısında bocalayınca ve Almanya gelene gidene 4 atınca yarı final maçı öncesinde onlara güvenen pek çıkmadı.

Önemli değil, insan kendine güvense yetiyor. 2 yıldır milli takımlarda ve kulüp takımlarında resital sunan birkaç futbolcu, karşılarında kendi ayarında bir takım bulunca eski kimliğine büründü. Bazen sizi en çok zorlayanlar, sizden daha zayıf olanlardır. Çünkü onlara karşı kendi kimliğinizi, kendi özelliklerinizi kullanırken zorlanırsınız. Yeni birşeyler denemek gerekir. İspanya, Portekiz ve Paraguay'ı da 1-0 yendi ama Almanya'yı 1-0 yenerken daha bir İspanya gibiydi. Bunu sadece formsuz Torres'in yedeğe çekilmesiyle açıklamak mümkün değil. İspanya daha kendi gibi oynadı, çünkü kendisi gibi bir rakibi vardı.

Özgüven böyle bir şey. Şampiyonluk da böyle bir yol. İlk maçta kaybetmek var, gruptan son maçta çıkmak var, Portekiz'i, Paraguay'ı maçın son çeyreğinde atılan gollere yenmek var. Hikaye böyle yazılıyor.

İngiltere'yi, Arjantin'i 4'leyip dünya şampiyonu olmak çok büyük bir hayal. Ütopik bir hikaye. Sırf bu nedenle bile İspanya'yı yenmek zordu Almanlar için.

Almanlar genç takım. Genç olmayanları da bu seviyenin adamları değil pek. Schweinsteiger'i ayıralım, nerdeyse hiçbiri İspanya'nın en zayıf halkası Busquets kadar bile buralarda gerekecek mental üstünlüğüne, daha doğrusu zor maç tecrübesine sahip değil.

İspanya kazandı, finalin adı kondu. İspanya-Hollanda. Dünya Kupası kazanamamış iki ülkden biri kazanacak. Yılların kaybedenleri, bu sene kazanan oldular. Bu sene şampiyon Anadolu'dan.

Çarşamba, Temmuz 7

22. Gün / Karışıklık


Olması gereken bir günün, diğer olması gereken günlerden bir farkının olmadığı, herşeyin birbirine karıştığı bir gün.

Olması gereken bir maçın, diğer maçlardan çok fazla farkının olmadığı, herşeyin birbirine karıştığı bir maç.

Maçın nasıl bir maç olacağını tahmin ediyoruz ve biliyoruz; fakat yine de karışıyor.

Forlan niye çıkar abi?ciler, Hollanda eski Hollanda değilciler. Sonuç 3-2. 5 gol, Hollanda kazandı, 78'den sonra finale çıktı.

Gereksiz ama eğlenceli 3.lük maçlarından bir farkı yoktu sanki. İspanya-Almanya'yı bekliyoruz demek ki. Dün 3.lük maçı, bugün final maçı havası.

Yalnız o değil de, Robben iyi topçu be...

Pazartesi, Temmuz 5

Inter Gol Atar


1954'ten beri 14 Dünya Kupası finali oynandı. Aksak organizasyonlu 1950 Dünya Kupası'nı saymazsak, savaş sonrası dönemin 15. finali olacak bu. Finale kalma ihtimali bulunan 4 takım var ve biz nasıl bir final olacağını kestiremiyoruz. İstatistikler ise Sneijder'in gol atacağını söylüyor.

Toplam 14 finalde 51 gol atılmış. Maç başına 3.5 gol ortalama diyebiliriz. Bahisçilere 3.5 gol üstünü önermek mümkün tabi ama son oynanan 5 finalde 8 gol atıldığı da bir gerçek. Üstelik bu 5 finalin 2'sinde uzatmaya gidildi. Yani 450 dakikadan daha uzun bir sürede 8 gol atıldı.

Bu dönemde İtalyanlar 4 kez finale kalıp 2 kez kupayı kaldırdı. 4 finalde 5 gol attılar, sadece 1982'de kupayı kaldırıken 1'den fazla gol attılar. Kısır İtalyan futbolu dedirten bir istatistik. Ama istatistiğin devamı şaşırtıcıdır, keza oynanan 14 finalde gol atan futbolcuların çoğu o golleri atarken Serie A'da oynuyordu.

En fazla gol atan takım İnter Milan; 7 gol attılar. Son gol Materazzi'den. Ronaldo, 2002'de İnter formasıyla oynamamıştı ama Dünya Kupası'nda gol kralı olurken finalde 2 gol attı. Yani son 2 kupa finalinde İnterli futbolcuların golleri var.

1998 finalinde Zidane 2 gol atarken, Juventus forması giyiyordu. 1994'te gol sesi çıkmadı, çıksaydı Serie A oyuncuları ağırlıklı sahadan biri atacaktı.

1990'ın tek golü Brehme'den, o da bir İnterli. (O Alman takımının 3 futbolcusu İnter'de oynuyordu, bknkz: fotoğraf). 1986'da Almanlar ve Arjantinliler gol düellosuna girişirken İnterli Rummenige bir gol atıyordu.

1982'yi kazanan zaten İtalyanlar. Golleri de onlar atıyor. Gol atan isimlerden biri Altobelli, o da bir İnterli.

1878 ve 1974 Serie A'nın suskun olduğu kupa finalleri olarak tarihe geçiyor. Bu iki kupa finalinde İtalyan futbolunun antitezi Hollanda takımının finalde bulunması işin ilginç noktası.

1970 finalinde Güney Amerika takımları şov yapıyor. Zaten şov yaptıkları son kupa bu oluyor. Fakat rakip İtalyanlar ve Serie A ile İnter bu finalde de gol atıyor.

1966'da Almanlar ve İngilizler karşılaşıyor. Avrupa'ya fazla futbolcu ihraç etmeyen iki geleneksel ülke. İngilizlerin 4 golü de West Ham'dan geliyor, ki bu gollerden sonra tam 32 sene İngiliz takımları gol atamıyor, ta ki Arsenalli Petit 1998'de, finalin son dakikasında atana kadar. Almanlar bu finalde 2 gol atıyor, ilk gollerini Helmut Haller atıyor. 1966 yılında Bologna forması giyiyordu.

1966'dan beri oynanan 11 kupa finalinin 9'unda İtalyan takımları gol atıyor, atılmayan 2 kupa finalinde ise Hollanda finalde yer alan takım. Şu anki durum nasıl?

Uruguay'ın İtalyan takımlarında oynayan en önemli yıldızı Palermolu Cavani. Savunma hattında da İtalya'da oynayanlar var ama zaten Uruguay'ın finale çıkma şansını az olarak görüyoruz.

Almanya ve İspanya'nın yurt dışında oynayan çok az futbolcusu varken Serie A patentli bir yıldız bulmak daha da zorlaşıyor.

Hollanda ise en fazla Serie A topçusuna sahip takım. Ama onların yer aldığı finallerde Serie A topçuları atamıyor. İnterli Sneijder ve Milanlı Huntelaar gole en yakın isimler. Bu arada Milan'ın Dünya Kupası finalinde attığı son golün altında bir İsveçli'nin imzası var. 1958 finalinde Brezilya ağlarını sarsan efsane futbolcu Nils Liedholm.
Olay kısaca şu; Hollanda finale çıkarsa iki gelenekten biri devam edecek. Ya Serie A topçuları gole devam edecek, ya da Hollanda finallerinde suskun kalmaya devam edecekler.

Kanatsız Kuş


Bırak uyusun bu deniz, kanatlarımın altında
Gel, gezmelere gidelim biz bulutların asfaltında

Pazar, Temmuz 4

Kral Adayları


Biz bu oyunu izlemeye başladığımızda, Gerd Müller kupa tarihinin en golcü adamydı. Geleneğe ve büyüğe saygısı olan bir çocuk olarak, Müller'i hiç izlememiş olsam da, onun bu onura ömür boyu sahip olmasını istiyordum.

Sonra Ronaldo geldi, rekoru kırdı. Nedendir bilinmez Ronaldo'yu ilk çıktığı günden beri sevemedim. Real Madrid döneminde ilk defa kanım kaynadı, daha sonra C.Ronaldo ortaya çıkınca, iki Ronaldo'dan birini seçme ihtiyacından olsa gerek, dişlek olanı seçtim. Onun en golcü isim olmasıni ilk başlarda hiç istemesem de o ünvanın, 3 final oynamış, 2 kupa kazanmış birine olduğu kadar kimseye daha çok yakışmayacağını idrak ettim.

Klose, Suudi Arabistan'a kafa gollerini atarken Ronaldo'yu geçmesini diliyordum. 2010'da Brezilya takımında Ronaldo oynamaz, Almanya'da Klose oynar ve geçer diye hesaplar yapıyordum. Şimdi, o hesapların gerçekleşmesine çok az kaldı ama ben artık Klose'yi eskisi kadar istemiyorum.

Gol denince akla gelen bir isim, orada durmalı. Önce Müller, sonra Ronaldıo Yakışıyorlardı. Klose'yi severim ama sonuçta o Klose(!). Gattuso'yu da seviyorum ama onun orada olması çok saçma olurdu.

Neyse ki, içimden bir his bu ünvana en yakın zamanda Müller'in tekrar oturacağını söylüyor. İlk oynadığı Dünya Kupası'nda herkesi kendisine hayran bırakan genç bir çocuk. Önünde 1 maç daha var ve şimdiden 4 gol atmış durumda. Bir sakatlık olmazsa, 2014'te Ronaldo'nun ülkesinde gol atacak, 2018'de de rekoru eline geçirecek.

Dünya Kupası tarihinin en goalcü ismi yakın zamanda yine Müller olacak. 13 numaralı formasıyla..

21. Gün / Saçmalamak


Saçmalamak genelin algısında kötü bir şey olarak görülse de aslında güzeldir. Saçmalama başlayınca mantıktan uzaklaşılır, rolden doğallığa geçilir. Doğaçlama başlar. Bu da yaratıcılığın sınırlarını zorlamaya başladığı gibi, heyecanı da arttırır.

Almanya'nın Arjantin'i 4-0 yenmesi oldukça saçma bir skordur. Maçın ikinci yarısının başından itibaren, maç çığrından çıkma noktasına geldi zaten. O dakikadan sonra 60 dakika boyunca top oynamayan Arjantin de gol bulabilirdi ve o golü bulursa herşey çok değişirdi. Golü bulan Almanlar oldu, saçmalama şerefine de onlar sahip oldu.

İspanya - Paraguay maçı da hemen hemen aynı dakikalarda mantıktan koptu. Arka arkaya iki penaltı, iki kaçan penaltı, verilmeyen bir 3.penaltı. Aslında maçta en çok saçmalayan toptu. Oyunun en fazla doğaçlama yapan oyuncusu o oldu. Villa'nın golünde kaleye girmek istemedi, naz yaptı, gösterdi ama vermedi en sonunda İspanya hanesine 1 sayısını yazdırdı. Golden sonraki pozisyonda, Casillas'ın bacağına çarpması da onun isteğinden kaynaklanıyordu.

Dünya Kupası'nın ilk günleri planlı, taktik anlayışlı, düzenli, sistemli ve bunların getirisi olarak ruhsuz ve cansız maçlara sahne olmuştu. Artık, kopma noktasına geliyoruz.

Bu kadar düzen, bu kadar plan yeter. Artık saçmalama zamanı.

Cumartesi, Temmuz 3

Deli Muslera




Rahatsızları, delileri, farklı olanları, farklı düşünenleri seviyorum. Deliliğin işaretlerinden biri de herhalde bir kale direğiyle konuşmaktır, ona şükretmektir.

Muslera, dün Gyan penaltıyı direğe nişanladıktan hemen sonra bunu yaptı. Ne kadarı samimi ne kadarı endüstriyel futbolun şov kısmına yönelik bilmiyorum. Ama hoşuma gidiyor işte. Normal bir davranış değil çünkü, dünya kupasının çeyrek finalinden bir kale direğiyle konuşmak.

24 yaşındaki Muslera'nın tipi, mahallenin abilerinin "gel kaleye geç" teklifine sırf abiler çağırıyor diye evet diyen, daha sonra büyünce de amatör kümede kaleci olan çocuklara benziyor. 3 milyonluk ülkenin zorla kaleye geçirilmiş genci gibi duruyor. Sempatik, naif bir suratı var. Hem böyle saf çocuk tipine hem de direkle konuşan bir ruhsal bozukluğa (!) sahip. Penaltılar başlayınca, Urugay ve Gana yerine Muslera'yı desteklemek geldi içimden.

O da 2 penaltı kurtararak (penaltılar kötü atılmış olsa dahi) ulusal kahraman oldu. Delilerin kahraman olarak milyonların bağrına basıldığı tek yer futbol sahası belki de. O yüzden seviyoruz bu oyunu.

20.Gün / Sorumsuzluk


Heitinga, Melo, Suarez, Gyan... Dünya Kupası çeyrek finalinde takımlarını az daha yakan, ve hatta yakan, birkaç isim. Eric Cantona ''takım arkadaşına güvenmeden kazanamazsın" dese de, bazen takım arkadaşların can alıcı hatalarla, akla mantığa uymayan hareketlerle seni en büyük rüyalarından alıkoyabiliyor.

Heitinga'nın pozisyon hatasını yetersizlikle açıklayabilir ve mazur görebiliriz ama diğerleri gerçekten acemilikten daha fazlası.

Melo, "yılın bidonu" ödülünü boşuna almadığını gösterdi. Rakibine karşı üsütünlük kuran, ilk yarıda 3'ü, 4'ü kaçıran takımına önce bir gol attı, sonra o takımı eksik bıraktı. Takım arkadaşlarının, teknik direktörünün ve Brezilyalılar'ın umutlarını yıktı. Umutlar neyse de, emeğe de yazık oldu.

Suarez, büyük yetenek. Ama kafa çalışmıyor. Pas ve şut tercihleri bunun en büyük kanıtı. Dün üzerine gelen topu elle çıkararak takımını yakıyordu. Bazıları son dakikada o riske girilir diyor ama ben buna katılmıyorum. O risk, topa yetişmenin zor olduğu pozisyonlarda yapılır, elle uçarsınız. Üzerine gelen topu, hele hele DK çeyrek finalinde her türlü çıkarırsın, çıkarman lazım. Gerekirse suratına çarpsın.

Fakat Suarez, futbol tanrılarının sevdiği bir kulmuş. Hem penaltı golle sonuçlanmadı hem de Gana'ya psikolojik bir dejavantaj yarattı. Arkasından 3 milyonluk ülkeye yarı final geldi.

Burada Gyan faktörü çıkıyor. Penaltı atmak kolay değil. Hele öyle bir anda. Ama artık günah keçisi olduğu gerçeğini de değiştiremeyiz. Tüm Afrika'nın kaderini değiştirebilecekti Gyan, olmadı. Takım yıkıldı.

Profesyonel futbolla hayat arasında böyle bir benzerlik kurulabilir. Takım arkadaşlarını kendin seçemiyorsun. Sana sunulanlar arasından tercih yapabilirsin. Tercihin o takımı kabul etmek veya etmemek olur sadece. "Şu takımdakilerle beraber olmak istiyorum" demen yeterli olmuyor. Cantona'nın Looking For Eric'de söylediği sözü bir kez daha düşünürsek, takım arkadaşlarını güvenebileceğin kişilerden seçmelisin. Eğer kimseye güvenemiyorsan, bireysel bir spor olarak tenisi seçebiliriz.

Bu paragraf sayesinde sevdiğimiz sporcu Nadal'ın finale çıkışını da kutlayalım. Onun sayesinde bireysel bir spor dalı olan tenisten de çok fazla ders çıkarabiliyoruz.

Cuma, Temmuz 2

Dallas 1994



1994 Dünya Kupası'nın Dallas'da oynanan çeyrek final maçı. Yine bir çeyrek final maçında bu iki takım 16 sene sonra karşı karşıya geliyor. Brezilya-Hollanda.

Brezilya'nın 3.gol öncesinde kazanılan faul önemlidir. Bize vaadedilen Brezilya'yı bulamadığımız bir yazdır 1994 yazı ve o 3.gol sempati besleyememe bahanelerimiziden biri oldu. O yazın Brezilya'ya dair en güzel unsuru, bu maçta giydikleri koyu mavi forma.

Hollanda ise en güzel kaybeden olarak tanıtıldı, öyle olduğunu da gördük. Harun Kış'ın golüyle umutlandık ama kazanan yine Brezilya oldu. Bebeto'nun gol sevincini yazmaya gerek yok.

Kaybeden



Dünya Kupası'nın şu ana kadar maç kaybeden tek Güney Amerika takımı, evine dönen tek Güney Amerika takımı. Kaybedenleri seviyorum. Bu turnuvada sevdiğim takımlardan biri oldular.

İlk fotoğrafta bayrak sallayan devlet başkanı Pinera, yanındakiler Bravo, Vidal ve Mark Gonzales. Pinera, ülkenin en güçlü takımlarından Colo Colo'nun hisselerinin bir kısmını elinde bulunduran bir siyasetçi. Bravo ve Vidal da eski Colo Colo oyuncularıdır. Bunların konuyla pek ilgisi yok tabi.

Perşembe, Temmuz 1

Roy


Roy Hodgson, Roy Evans'dan sonra Liverpool'un başına geçen ilk İngiliz oldu. Arada 10 küsür sene var, bu süre içinde çok fazla hoca değişikliği yaşanmıştır diye düşünebiliriz Türk refleksi olarak ama tabi ki orada işler böyle yürümüyor.

Roy Hodgson'ı çok uzun bir süre boyunca İsviçreli sanıyordum. Sebebi belli, bizim Avrupa futboluyla ilgilenmeye başladığımız yıllarda o İsviçre milli takımının başındaydı. Sonradan İngiliz olduğunu öğrendiğimde hiç şaşırmamıştım.

Fotoğraftaki stadın tribünlerinde sezon başlayınca oturacaklar nasıl futbol isteyecek az-çok belli. Nasıl futbol izleyecekler o da az çok belli. Bence çok uzun ömürlü bir ilişki olmayabilir. Roy Hodgson, zamanında ne kadar İsviçreli sansam da, tam bir İngiliz ama Liverpool şehri tam bir İngiliz şehri ve takımı değil. Dayanak noktam çok basit ve sıradan ama şu dakikada, şu günde takım sahaya çıkmamışken atmak-tutmak için daha iyisini bulmak gerçekten çok zor. Sonuç olarak Roy Hodgson-Liverpool ilişkisini eski bir Liverpool taraftarı olarak yakıştıramadım.

İngiltere milli takımının hocası yerli mi olsun yabancı mı diye tartışılırken kafaya oynayan 4 takımın yıllar sonra ilk defa bir İngiliz hocası oldu ki bu da ilginç bir not.

İngiliz futbolu hakkında bir yazıda bu kadar "hoca" kelimesi kullanılması beni bile rahatsız etti. Elit futbol, elit lig orası, daha seviyeli kelimeler kullanmak lazım.

Boş İşler


Eskiden olsa fazladan bir derbi göreceğiz diye sevinirdik. Şimdi hiç öyle bir istek ve heyecan yok. Ne kadar gereksiz olmuş diyorum sadece. Bizim kendi isteksizliğimiz, keyifsizliğimiz mi buna neden yoksa gerçekten çok saçma bir organizasyon mu onu tam olarak idrak edemiyorum.

Yorulduk, sıkıldık. Mesela artık buraya fazla yazı yazamıyorum. Sadece ben değil, diğer bloglarda da bir durgunluk var sanırım. Dünya Kupası aşkına biraz birşeyler geveliyoruz ama o da bitince ne olur gerçekten bilmiyorum.

Sadece sanal alemde de yaşanmıyor bu. Birçok arkadaşım bu sene kombine almıyor. Transfer nöbetleri tutulmuyor. Gazeteler okunmuyor. Muhabbetler edilmiyor. Sıkıldık artık. İşte yine bir derbi. Biz yine de sezon başı toparlanır diye düşünüp takım nasıl daha iyi sezona hazırlanır derken, daha sezon başlamadan takım gereksiz streslere, polemiklere sokuluyor.

Fenerbahçe son hafta şampiyonluğu kaybetmiş, hocası istifa etmiş, tribün gruplarından bazıları yeni kararlar almış, yepyeni bir hoca gelmiş, eski futbolcusu ve sabıra ihtiyacı var; ilk maçı Galatasaray maçı.

Galatasaray, dünya kadar para harcamış ve başarısız olmuş, hocası tartışılıyor, topçusu tartışılıyor, yönetimi tartışılıyor, taraftarı tartışılıyor, herkes isteksiz, herkes keyıfisiz, herkes patlamaya hazır; sezonun ilk maçı Fenerbahçe maçı.

Amaç biraz daha fazla para kazanmak. Bu sefer hedef gurbetçi taraftarlar. Eskiden TSYD vardı, öyle bir şey organize edilsin. TSYD için takım hazır değil oluyor, ama Almanya'daki maç için hazır oluyor. Kişisel olarak soğudum artık. Bu kadar basit olmamalı. Herşeyin kısa bir sürede unutulup, yeniden başlaması çok zor oluyor. Hele bizim gibi unutma sorunu yaşayanlar için daha da zor. Şu 2 paragraf yazıyı yazarken bile başım ağırdı. İyi ki dünya kupası var.

Bu sene Avrupa futboluna ve amatör şubelere yönelmek lazım. Kaldırmak zor oluyor bu süreci. Gerçi bu hissiyatı en son 2000 yazında yaşamıştım (neden o yaz bilmiyorum, Uefa falan kazanılmış oysa), sonra 2000-2001 sezonunu yaşamıştık. Fnerbahçe şampiyon olsa da çok keyifliydi o sezon. Gerçi sezonlar da işin biraz bahanesi, önemli olan bizim yaşadıklarımız. 10 sene geçti, çok şey değişti.