belgrad etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
belgrad etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Mart 10

Klişelerin Ardında Bir Şehir



Gittiğim her yeri bloga yazmak gibi bir alışkanlığım yoktu. Zaten son iki yıla kadar, maçlar dışında çok fazla şehre gitmişliğim de yoktu. Gezmeyi severim ama gezgin biri değildim. Fakat son dönemde seyahatler sıklaştı. Yine de bu gezi notlarını bloga aktarmak gibi bir düşüncem yoktu. Fakat internet dünyası sayı olarak o kadar dolu ama içerik olarak o kadar boş ki, taşın altına elini koyma ihtiyacı hissettim... Az gezmiş biri olarak, iyi bir gezi yazısı yazacağımı iddia edemem. Fakat yine de bazı ihtiyaçlara cevap verebiliriz sanki.

Bir yere gitmeden önce internetten araştırma yapmak oldukça yanıltıcı oluyor artık. İnsanların üç satırlık restoran, otel yorumları bile en iyisi. Bloggerler, vloggerler, youtuberlar gittikleri yerlerle ilgili hiçbir bilgi vermemeyi çok iyi başarıyorlar. Üzerine bir de sponsorları kapıyorlar. Gezilecek görülecek tarihi yerler, gidilecek bir iki lokanta, bir iki gece kulübü... Bitti gitti. Gerçekten bu kadar kolay mı?

Belgrad uzun zamandır Türkiye'den gidilecek en ideal yer konumunda. Vize yok, ucuz, yakın ve yakın. Hem mesafe yakın, hem kültür yakın. Son dönemde Euro da rekor artış yaşayınca artık Belgrad ve Balkanlar gidilebilecek tek merkeze dönüştü. Fakat bu sefer de uçak biletleri arttı. Bugünlerde bir Roma bileti, Belgrad'dan daha ucuz. Hele Pazar günü Belgrad'dan İstanbul'a dönmek ateş pahası. Türkler için bir hafta sonu kaçamağına dönüştü Belgrad. O yüzden keseye en uygun şekilde akıldı; Pazartesi gidiş, Perşembe dönüş...

Bu yurt dışı gezileri, biraz askerlik gibi. Herkesin kendi askerliği var. Kimi çok rahat askerlik yapar, kimi ızdırap bir bölük komutanına denk gelip aylarca sürünür. Pasaportu olan için de aynı şey geçerli. Herkes farklı bir Belgrad'dan bahsediyor. "Sırbistan'a giderken dikkatli olun. Polisler bizi hiç sevmiyor. Vize yok ama iki saat bekletiyorlar" cümlesi bizim için külliyen yalana dönüştü. Pasaport kontrolünde soru dahi sormadılar. Belgrad kapılarına dayanmak, Zincirlikuyu'da metrobüse binmekten daha kolaydı.

Zaten kimden ne duyduysak, nerede ne okuduysak tersi çıktı. Havalimanında Sırbistan'da yaşayan bir Türk ile tanıştım. Orada iş kurmuş. Hali vakti yerine. Şehrin coğrafyasını anlattı önce. Bu konuda sıkıntısı yok. Zaten haritalardan belli oluyor. Fakat onun dışında ne dediyse, şehre indiğimde denk gelmedim. "Kahvaltı için en güzel yer Simit Sarayı" dediğinde şüphelenmiştim ama "Belgrad'da sık sık sık ezan duyarsınız" cümlesi büyük hayal kırıklığı oldu. Üç günde ara sıra benim çıkardığım "Allah, vallahi, şükür" kelimeleri dışında, şehirde İslamiyet temasına rastlamak pek mümkün olmadı. 

Tabi buradan giderken en merak edilen şey para. Lira, Euro, Dinar... Hesaplar zor. Şu sıralar dinar, liranın 20 katı civarında. Hesabı böyle yapabilirsiniz. Euro çok değerli ama çok da geçerli değil. Türkiye'de bir turist hesabı veya otelini Euro olarak ödeyebilir ama Sırbistan'da bu durum pek yaşanmıyor. Dinar talep ediyorlar ama zaten sorun değil. Her şey Türkiye'ye göre ucuz. Çok söylenen tespitlerden biriydi ama ilginç bir şekilde doğru çıktı.

Maddi durumdan yola çıktık, o zaman yine çok sık söylenen bir inanış ile devam edelim. "Sırplar savaşın ve yoksulluğun acısını yaşıyorlar, Perişan durumdalar. Oraya gidince kendi vatanımızın cennet olduğunu anladım".. Esasında doğru tarafları var. Sırbistan çok zengin bir ülke değil. Savaş da 20 sene öncesinin olayı. Yani yaşayan iki kuşak o günleri hâlâ çok net hatırlıyor. İnsanların,  özellikle yaşlıların suratlarında bir mutsuzluk hakim. Sanki "Bütün bunlara hiç gerek yoktu. Geldiğimiz nokta bu mu olacaktı?" bakışına sahipler. Ya da bu, bizim gibi turistlerin, kafasından uydurduğu bir çıkarım. Ne de olsa hiçbir Sırp ile bu konuyu konuşmak nasip olmadı.

Fakat perişanlar mı? Bence değiller. Şartlarına göre güzel yaşıyorlar. Halk sporun ve kültürün içinde. Kitap okuyan gençler çok fazla. Her yerde basketbol sahaları var. Müzelere turistlerden çok Sırplar ilgi gösteriyor. Ve çocuklar. Bizim ülkemizin devamlı bağıran, ağlayan, aileleri tarafından "Hiperaktif bizimkisi, zeka ile alakalı herhalde" diyerek ödüllendirilen çocuklar yok. Batı Avrupa'ya gidenler "Üç gündür orada tek bir korna sesi duymadım" derler ya (Ben de Amsterdam'da teyit etmiştim); burada da başka bir konu var. Dört gün boyunca tek bir çocuk ağlaması duymadım. Üstelik her yerde küçük Sırp çocukları vardı. Ama yok; ağlamıyorlar. Herhalde çok zeki değiller!

Ne zaman yurt dışına çıksam ülkemi, şehrimi özlüyorum. Fakat bunun "Biz daha iyi durumdayız" düşüncesi ile alakası yok. Seviyorum işte. Kendimi burada rahat hissediyorum. Fakat gidince de, "Keşke biz de böyle yaşasak" diyorum. Hadi Amsterdam'da bu normaldi, Avrupa'nın müreffeh ülkelerinden birindeydim. Yunan adalarının kendisine has bir tarzı var; bunu da anlarım. Peki Belgrad'da ne var? Pek somut bir şey yok aslında. Fakat ferahlık var. Yeşillik var, geniş kaldırımlar var, kaldırımın kenarına geldiğin anda duran arabalar var, en fazla 1 milyon insan var, her duvarda olağanüstü grafitiler var.

Bizde çizildiği anda üzeri boyanan grafitiler orada bir geleneksel sanat halini almış. Okulların duvarlarında bile grafitiler var. Mesela bir okulun duvarında; bir dakika kaç saniye, bir  gün kaç saat gibi bilgiler grafitiler çizilerek yer almış. Çocuklar da oradan bakarak öğreniyorlar. Yani kısacası özgürlük var, rahatlık var.

Oysa genel olarak Belgrad'da yaşamak ister miyim, emin değilim. Bir Kadıköylü olarak, dört günlük Belgrad gezim beni bu açıdan tatmin etmedi. Çok güzel tatil yapılır ama çok güzel yaşanmayabilir. Sosyal açıdan kısıtlı bir şehir. Akşam 10'dan sonra sokaklar boşalıyor. Meşhur gece hayatını görmek nasip olmadı. Barlar Sokağı gibi bir kültür yok. Yani barlar var ama sokağı yok. Tamam az kaldık orada, belki de bizim hatamızdır ama şehir bu konuda bir ışık da vermedi. Şehirden iki tane büyük nehir geçiyor. Tuna ve Sava! Sava şehri ortadan ayırıyor. İki kenarı da birer sahil yolu; birer yalı... Fakat oraları çok kötü kullanmışlar. Bizim Caddebostan, Moda, Bebek gibi değil. Yapamamışlar. Bunlar negatif puanlar. 



Öte yandan şehir şimdilerde bir yapılanma içinde. Her yerde bir tadilat, her yerde bir kazı. Metro mu yapıyorlar, meydan mı kazıyorlar anlamadık ama şehri baştan yapıyorlar. Bakalım neye dönüşecek?

Yine de bu "Belgrad'da insanlar perişan" algısı nereden geliyor çözemedim. Sanırım bizim aşırı lüks tüketme sevdamızdan kaynaklanıyor. Mütevazı hayat yaşayanları perişan olarak görüyoruz. O nedenle Avrupa'nın standart ülkelerini küçümsüyoruz. Bu arada Sırpları da tamamen mütevazı olarak görmek haksızlık olur. Sosyalizmden ve iç savaştan çıkmanın topluma bazı geri dönüşleri var. Jelena Karleusa gibi abartılı kıyafetler giyenler, süslü makyaj yapan kadınlar çok fazla mesela. Yeni kuşak ile yaşlılar arasında bariz bir fark var. Yaşlılar sanki 1945'i yaşıyor, gençler ise televizyonda gördüklerini...

Bu arada Slavların fiziksel özellikleri de biraz abartı çıktı. Oysa kendimi devler ülkesinde bulacağımı sanıyordum. 1.80'lik adamların 'kısa' kalacağını düşünüyordum.. Tabi ki uzun boylu insan sayısı Türkiye'ye göre daha fazla. Fakat benim boyum dahi (1.77) oldukça normal kalıyordu. Fakat göbekli bir erkek veya koca kalçalı bir hanım görmek mümkün değildi. Kadını da erkeği de fit görünümde. Fitten kasıt, spor salonlarından çıkmayan kaslı insanlar değil. Hayatları boyunca spor yapmışlar, yapıyorlar. Hatta her an yapmaya hazırlar. Sırplar kottan, kumaş pantolondan, etekten çok eşofman ve tayt giyiyor. Her an koşmaya hazırlar. Biri "Basket maçına eksik var" deseler, hemen oynayacaklar gibi.

Tabi spor deyince akla Partizan ve Kızılyıldız geliyor. Avrupa'nın en büyük rekabetlerinden biri ama sanki bizim Galatasaray - Fenerbahçe kadar şehrin içine girememiş. Sokakta iki takımdan birinin ürününü taşıyan insanlara rastlamadım mesela. Sokaklarda ise grafitiler mevcut. Şehrin eski Belgrad kısmında Partizan etkisi hissedilmekte. Partizan cafeleri, duvar yazıları daha revaçta sanki. Havalimanına giderken içinden geçtiğimiz yeni Belgrad kısmında ise Kızılyıldız ağırlığını sezdim. Belki de yanılmışımdır. Fakat bizim gibi bir "Suyun öte tarafı" mevzusu konu olabilir. 

Öte yandan takım ürünü almak da Sırplar için o kadar kolay olmayabilir. Bir atkı işportada 50 Lira'ya denk geliyor. Resmi mağazalarda ise 65 Lira'ya çıkıyor. Formalara bakmadım bile. En uygununu bulayım diye saha araştırması yaptım ama dükkanların akşam saat 8'de kapandığını hesap edemedim ve elim boş döndüm. Evet; hizmet sektörü orada erken kapanıyor. Bizim gibi sömürü düzeni hakim değil sanırım. Veya satış yok...

Gittiğim haftanın sonunda hem futbolda hem basketbolda derbi vardı. Merak edenlere sonuçları vereyim. Futbol maçı 1-1 sona erdi. Basketbolda ise 70-68'lik skorla kazanan Kızılyıldız oldu. Tatili planlarken maçların olduğunu bilmiyordum. Bilsem o hafta sonuna denk getirir miydim ondan da emin değilim. Eskiden bu maçları yerinde izlemek büyük hayalimdi ama şimdi pek hevesim kalmadı.

Zaten herkesin merak ettiği yerler; nedense benim pek ilgimi çekmiyor. Nikola Tesla Müzesi gibi. İçinde ne olduğunu hâlâ anlamadım, kimse de bana anlatamadı. Hele bir gezi blogunda yer alan "Nikola Tesla’ya olan saygım ve hayranlığımdan mı bilmem ama buradayken böyle bir adam yaşasaydı hayatımız nasıl olurdu diye düşünmekten kendimi alamadım. Çünkü kendisi alternatif akımı bulmuş fakat para babası Edison tarafından harcanmış bir kişilik bildiğiniz gibi. Müzenin giriş ücreti 500 RSD. Rehber bu ücrete dahil. Bu müzeyi anlamak için rehberle gezmek gerekiyor. Onun içinde belirli saatler var. Baya küçük bir müze ama adam büyük!" yazısından dolayı hiç merakım kalmadı. Bir daha yolum düşerse giderim. Fakat bu seferde onun yerine Yugoslavya Müzesi'ne gitmeyi tercih ettim. Pişman da değilim. Şehrin içinden yaklaşık 50 dakika yürümek gerekiyordu. Bu da güzel bir deneyim oldu. Taksilerde, otobüslerde bir şehri nasıl geziyorlar anlamıyorum. Mekandan mekana girerek, aslında sokakları kaçırıyorlar. Oysa bir şehrin tüm tarihi sokaklarda. Mekanlar sadece mola yerleri.



Yugoslavya Müzesi de hem güzel bir mola yeriydi, hem de esas duraktı. Sokakları ve halkı anlamak için iyi bir rehber oldu. Yine bazı intenet sayfalarında "Tito'ya gelen hediyeler dışında bir şey yok" gibi bir yorum vardı. Pasaport sahibi Türkler ciddi anlamda iflah olmaz! Ben Tesla yerine Tito'yu öneririm. Gerçi açık hava alışveriş merkezi gibi duran, şehrin en lüks mağazalarının bulunduğu meşhur Knez Mihailova Caddesi'ni, sırf trafiğe kapalı olduğu için İstiklal Caddesi'ne benzeten bir güruhu çok da ciddiye almamak lazım.

Hadi yine de birkaç mekandan bahsedelim. Zaten üç günde 5-6 mekana ancak girmişizdir. Dva Jelena çok övülen bir restorandı. Hakkını verdi. Tito'nun sık sık gittiği bir mekanmış. Nispeten pahalı ama Türkiye standartlarına göre çok uygun. Skadarska semtinde yer alıyor. Skadarska hakkında yazan "Bohem sokak" sözüne de pek kanmayın. Biraz ezber hakim yine bu konuda da. Bu arada Jelena ve Jelen, Sırpça geyik demek. Belgrad'da geyiğe ayrı bir hürmet ver. Yerel biralarının adı da Jelen ve gayet güzel. Sencer'in önerisiyle gittiğimiz Lovoc da bir avcılık restoranı. Tabi av işini nasıl yapıyorlar bilmiyoruz ama geyik eti; hayatımda yediğim en lezzetli etlerden biriydi.

Mutfak bize benziyor; bu doğru aktarılan nadir bilgilerden. Cevapi meşhur yemeklerinden; bizim İnegöl köftesinde benziyor. Kaymakla servis ediliyor ama kaymak, bizim kaymağa benzemiyor. Daha çok yoğurta benziyor ama yoğurt kadar ekşi de değil, kaymak kadar tatlı da değil. Onun dışında hamur işleri çok yaygın. Her yerde börekçiler var. Fakat ne yazık ki börekçi dükkanları benim gibi turistlere uygun değil. Ufak dükkanlarda ya 1-2 tabure var, ya da alıp çıkmak zorundasın. Tatil gününde oturup uzun uzun kahvaltı etmek isteyen birine uygun değil. Rakija da ismen rakıya benzese de ne tat ne de sunum olarak rakıyı andırıyor. O yüzden benden geçer not aldı. Tekilaya daha çok benziyor. Genelde garsonlar sipariş verdikten hemen sonra "Emin misiniz?" diye sordular ama korkulacak bir durum yok..

İşte Belgrad kısaca böyleydi. İnsanı internetten soğutan güzel bir gezinin, internete yansıyan kısmını okudunuz. Çelişkiler çağında çok da ilginç bir durum değil. Benim çok keyif aldığımı bir gezi oldu. Yurt dışına çok fazla çıkamamış biri olarak kıyaslama yapmam doğru değil ama en azından daha önce yaşadığım Brüksel ve Amsterdam seyahatlerinden çok daha keyifliydi. Hatta üç-dört günlük süre bana yetmedi. Kısa bir süre sonra bir daha gidilebilir. Fakat önce Karadağ, Bosna gibi yerler listede. Tabi ülke içindeki bazı noktalar da mevcut. Çok fazla araştırma yapmadan, sağa sola sormadan, doğaçlama bir şekilde...

2.5 sene önce Belgrad ziyaretine giden Refet'in dediği gibi; "Ezberler bozulacak, at gözlükleri çıkacak, ucuz hamasetler kaybolacak, milliyetçilik kitaplardan değil insanlardan öğrenilecek."






Çarşamba, Eylül 14

Kako si


Atanamamış Amatör Sosyologlar Yazıları | Belgrade

Bir tane komşumuz var, adam sürekli turkiye.gov.tr'de. 

Millet Facebook, Twitter, sözcü.com.tr'de takılır, bu ise sürekli burada. Devamlı öneriler getiriyor, birilerine şikayetler yazıyor. Dikkate de alınıyor aslında. Bu adamla goygoy yapıyoruz ama elin oğlu "karanlığa kızmak yerine, bir kibrit de sen çak" temalı sözlerle yüceltiyor bu insanları.

Ne bileyim, ben olsam ne yazardım diye düşünüp dururum. Ya da bala-göte üst düzey bir göreve getirilsem veya bir danışman falan olsam, 23 Nisan-19 Mayıs (gerçi geçtik o dönemleri de) gibi günlerde koltuğa oturtulsam yapacağım 1-2 şey var.

Eğitim sisteminde köklü bir değişikliğe giderim.

1) Herkes belli bir süre hizmet sektöründe zorunlu bir şekilde çalışacak. Staj gibi, askerlik gibi, dönem ödevi gibi. Devlet kurumu da değil, özel sektörde çalışacak. Türlü ağız kokularını tadacak, klişelerle tanışacak, gözlem yapacak, insan zehirlenmesi yaşayacak.

2) Yıllar önce Japon turist kafilesinden bir çifte sormuştum, "Ya siz hayırdır böyle her şeyin fotoğrafını çekiyorsunuz, olayınız nedir?" Devlet bunlara görev veriyormuş, misal "Yabancı ülkelerde toplu taşıma nasıl işliyor , gidin-görün-bakın-gelin" şeklinde. Bunlar da yerinde görüp raporluyormuş. Ajan jurnallemesi gibi değil ama "hem tatil yap, hem de ülkene faydan olsun" naifliğinde. Batının iyi yanlarını yerinde alıyorlardı. Her vatandaş 17-18 yaşından itibaren yurtdışına çıkacak, gözlem yapacak, "Hey gurban olduğum memleketim be, nerede var böyle doğa, nerede var bu domatesin tadı be" diyen adamları İsviçre'ye, ya da ne bileyim, domatesin anavatanına göndereceksin (neresiyse orası artık).

Ezberler bozulacak, at gözlükleri çıkacak, ucuz hamasetler kaybolacak, milliyetçilik kitaplardan değil insanlardan öğrenilecek.

Son yıllarda bir tribe girdim. Hangi filmdi unuttum şimdi , adamın bilmem kaç gün ömrü kalıyor ve yapamadıkları şeyleri yazıyor, her yaptığı şeyde üzerini çiziyordu. Ufak şımarıklıklar, küçük mutluluk kaynakları. Biraz yerel kalıyordum bu ukte tamamlamalarda... Bazen 'İzmir'de boyoz yenecek, çiğdem çitlenecek' bazen 'Adana'da Adana derbisi izlenecek' gibi kulağa romantik gelen ama yapınca 'eee yani' hissiyatı veren ukte doldurmalar. Çünkü ecnebi filmlerinde ve bu tarz kitaplarda söylenenler, bizim her gün rutin yaptıklarımız. "Ölmeden önce yapmanız gereken 1001 şey" türevi kitaplarda "Boğazı 1 kez motorla geçin" gibi ukteler var. Biz her gün küfür ederek yaptığımız için artık farklı ukteler doldurmak gerekliydi. Hayata 2/1 oynayıp, sistem kuponlarında yüklü mutluluklar, endorfinler salgılatan iddia profesörleri olmak lazımdı.

Bu düşüncelerle başladı Belgrad yolculuğu.  Aslında ilk yurtdışı deneyimi olacağı için yerin pek önemi yoktu, ben nelerle karşılaşacağımı, 30 küsür yıldır kafamıza doldurulan bir sürü klişeyi test etmeye gidiyordum. 

Sıralarsak :

* "Olm yurtdışında herkes Mc Donalds gibi fast food yerlerinde yemeğini yedikten sonra kendi atıyormuş çöpünü (DOĞRU
* "Bu Marks& Spencer var ya , aslında İngiltere'de çok dandik malların satıldığı , varoş kesime hitap eden bi yermiş, kotu da kamyoncular giyiyormuş , balıkçılar giyiyormuş o yağlı yağmurlukları (DOĞRU- LC WAIKIKI mağazası Belgrad'ın en gözde mağazası şu an )


* "Su çok pahalıymış dışarda, alkol bile daha ucuzmuş sudan, adamlar su yerine bira içiyor" (DOĞRU)


* "Avrupa'da sokaklarda hiç polis göremezsin" (DOĞRU)
* "Türkleri hiç sevmiyorlar, tanımıyorlar Türkiye'yi, "sizde 4 kadınla mı evleniliyor , deve ile mi gez..."( YANLIŞ , bizi bizden daha iyi tanıyorlar)
* "Futbolcular İstanbul'u dillere destan gece hayatı için tercih ediyorlar" (YANLIŞ, İstanbul gece hayatı tam bir overrated, başka bir yazı konusu)
* "Türkiye ucuz abi, şu simit-karper-çay mesela, adamlarda bir de kahvaltı kültürü yok, kruvasan-kahve.." ( Büfe dediğin yerde portakal suyu+karışık tost ye bakalım ne oluyor?)
* "Aslında Konya'dan gerisi vereceksin ya , bölüneceksek de bölünelim abi (YANLIŞ, kimle konuştuysam mutlu değiller. 'Yugoslavya iken daha iyiydik' diyorlar. Hatta halk müzakere aşamasında oldukları AB'ye bile tepkili. 'Abuk subuk yaptırımlar getirip, boş yere para harcatıyorlar, para olmadığı için de kredi açıyorlar, kısır döngüye sokuyorlar' diyorlar)
*Yurtdışında toplu taşımada bilet olayı (DOĞRU, kimse "Hemşerim hoopp niye basmadın sen akbilini" diye sormuyor bile)
*Türkleri hiç sevmiyorlar. (YANLIŞ , sen önce çekik gözlü turiste "çançinçon , tutsikiyançek" demeyi bırak, sonra genelle)

Ülkenin çöplük gibi gündeminden biraz uzaklaşmak insana iyi geliyor . Nedir bu kadar beni bu ülkeden soğutan diye düşünüyor insan. Kalabalığı , 7/24 siyasetle iç içe yaşamamız , arabesk kültürümüz. Nerede yanlış yapıyoruz, her şeyin en iyisi/en yenisi/en son modeli var , hemen uyum sağlıyoruz her şeye ama bir yerlerde yanlış yapıyoruz. Değme tarih profesörlerine taş çıkartacak bir kütüphanesi olup ama hiç bir kitabı okumamış bir insan gibiyiz sanki. 

Magnet, süs eşyaları satılan yerlerde bilim adamlarımız, tenisçilerimiz olsa. Şu ''şiş kebap-fes-turkish viagra lokum - baklava'' muhabbetlerinden bir kurtulabilsek.

Ha bir de son olarak herkesle futbol muhabbeti yapma isteğimiz... Hadi saplarla yapıyorsun da, bebek gibi kızla niye Duško Tošić muhabbetine girersin.

"Ya anlamıyorum Tosic o kadar star bir oyuncu değildi burada, eşi desen estetik güzeli Türk erkekleri nasıl bu kadar beğeniyor anlamıyorum" diyince Partizan'lılar kendi dillerinde "Koyduk mu" diye girdiler.  Misal Emina Sandal daha çok seviliyor.

Futbol muhabbeti yerine "Belgrad Ormanı'nın ismi nereden geliyor" konusuna biraz çalışın, ortamlarda ekmeğini yersiniz. 

Son olarak değişik bir düşünce oluşmuş , "Where are you from?" sorusuna "Turkey" yerine "İstanbul" deyince aldığım tepki daha pozitif oluyor. Siz de böyle yapın daha iyi olur.


Yazan: Refet

Cuma, Ağustos 6

Romantik Futbol


- Avrupa Kupaları maçlarını deplasmanda daha iyi oynuyoruz. Bu bir gerçek.

- Dün çok iyi oynamadık. Bu da bir gerçek.

- Mustafa Sarp Xavi tarzı paslarıyla günah çıkarttı. Arka direkte yine Capone'a selam çaktı.

- Kral Harry Kewell, istediğine tükür..

- Prekazi; büyüklerimizin bize anlattığı gibi.

- Sezonun 2.maçını oynadık ve iki maçta da pembe forma giydik. Satışlar kötü gidiyor galiba.

- Belgrad'ın kırmızı kartı ağırdı.

- Sırp çocukları yine beğendim. Top oynamayı biliyorlar. Sadece kapasiteleri sınırlı.

- Rijkaard'ın dışa vurduğu heyecan, bizim içimizdeki heyecandır.

Cuma, Temmuz 30

Değişen Yok


- Ayhan,Barış,Mustafa Sarp.. Yazın yapılan herşey, konuşulan her muhabbet boş dedirtmek için.

- Mehmet Batdal, geçen sene bugün, yani 30 Temmuz 2009 gününe kadar Bank Asya 1.Lig'de 10 maç oynamıştı ve bu kariyerinin en üst organizasyonuydu. Dün Avrupa Kupası oynadı.

- Bu maça gidememek, daha doğrusu Sami Yen'de oynanan bir maça gidememek çok koydu. Fakat böyle bir maçı da 20 defa izlemişimdir, büyük bir kayıp olmadı.

- Prekazi çocukları iyi yetiştirmiş, rakibi beğendim.

- Hamburg maçından, Tromso maçından, Bükreş maçından izler taşıyan son 5 yılın özetini gözler önüne seren bir maç.

- Rijkaard için yine aynı şeyleri söylüyorum. Bu takımın hocası değil. Bu kulübün, bu organizasyonun sorunlarını çözecek bir hoca değil. Eleştiri değil, kimya meselesi. Seviyorum kendisini o ayrı.

- Tribünde neler yaşandı bilmiyorum ama Haldun Üstünel için açılan pankart önemli.

- Servet sezon bitti konuşmaya başladı, satılacak dendi, sezonun ilk maçında ilk 11'deydi. Son topta şutu çekti.

- Sorunlar farklı yerlerde, sahada değil, kulübede değil...

- İyimser yaklaşalım, geçen sene iyi başladık da ne oldu?

- Mehmet Batdal ile Hakan Şükür arasında çok fark var ama en büyük fark, biri 1992 yılının Sami Yen'inde oynadı, diğeri 2010 yılının.