sırbistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sırbistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Ocak 17

92-93 Sezonunda

 


Konu nereden nereye geldi ve sonunda böyle bir takım fotoğrafı ile karşılaştık. Adeta Konya-Belgrad hattı...

Dün gün içinde Türkiye'de beklenmedik bir gelişme yaşandı. Konyaspor, başarılı teknik direktörü  İlhan Palut, ile yollarını ayırdı. Bir yandan şaşırdık bu gelişmeye, bir yandan da kabuk bağladığımız için çok fazla üzerine düşmedik. Konuyla ilgili yazacağımız birkaç cümle olabilirdi ama sıcağı sıcağına girmek istemedim.

Sonra akşam saatlerinde Konyaspor'un yeni teknik direktörüne dair haberler çıkmaya başladı. İsmini daha önce pek duymadığımız Sırp hoca Aleksandar Stanojevic'in, ligimize geleceği söylendi. Konyaspor'un son 20 yıldaki ilk yabancı teknik direktörü olacaktı. Hatta kaynaklar doğruysa, tarihindeki üçüncü yabancı teknik direktör. Bu da tercihi daha ilginç hale getiriyor. Öte yandan hocanın yardımcısı Konyaspor'un eski savunmacısı Jagos Vukevic olacakmış. 

Gelişmeleri takip ederken ben de hemen hoca hakkında bir araştırma yapmak istedim. Stanojevic henüz 49 yaşında ve sadece Partizan ile PAOK'ta görev yapmış. PAOK'tan Süper Lig'e geçen hoca denilince aklıma hemen Igor Tudor geliyor. Belki Aleksandar hoca da buradan Serie A ve Marsilya'ya uzanacak bir kariyer çizebilir.

Fakat tabi önemli bir handikabı var. Bunu da araştırma yapınca gördüm. Kendisinin Tudor kadar görkemli bir futbolculuk kariyeri yok. Partizan'da gençliğini geçirmiş, Sonra ülke içinde başka takımlara transfer olmuş. Arada  ufak bir Mallorca yapmış. Kariyerinin sonunda yine Partizan'a gelmiş.

İşte tüm bu araştırma esnasında Partizan tarihine girmek durumunda kaldık. Yukarıdaki foto da o sayede önüme düştü.

1992-93 sezonunun Partizan'ı. Kadroda tanıdık isimler var. Savo Milosevic, Predrag Mijatovic, Zlatko Zahovic... Muhteşem bir hücum hattı. Arkalarında Slavisa Jokanovic, Roma'dan hatırladığımız Ivan Tomic...  Tarihte daha iyi kadrolara sahip Yugoslav takımları mevcut ama gece gece önümüze böylesi düşünce de hislendirdi bizi....

Zaten bu kadro da ligi şampiyon olarak bitiyor. Tam savaş dönemi. Yeni Yugoslavya Ligi'nin ilk şampiyonu. Tabi Hırvatlar, Boşnaklar falan yok artık; Sırplar ve Karadağlılar. Partizan da ikinci Kızılyıldız'ın önünde 14 puan farkla yakalıyor şampiyonluğu.

Mijatovic o sezonun takımdaki en golcü oyuncusu oluyor. Sezon sonunda da Valencia'nin yolunu tutuyor. Aynı transfer döneminde Zlatko Zahovic de Portekiz'den Vitoria Guimares'e transfer oluyor. İyi ki de yle yapıyor zira hem Porto hem Benfica'da kendisine güzel bir kariyer inşa ediyor.

Savo Milosevic iki sezon daha kalıyor, bu sefer sezonun en golcü oyuncusu o oluyor, ardından 1995'te o da Aston Villa'ya gidiyor.

Tabi bu hikayelerin Stanojevic ile pek alakası yok. O bu dönemde henüz genç bir oyuncu. Zaten Partizan'da da pek tutunamıyor önceleri. Fakat geri döndüğünde, yani 90'ların sonunda, Sasa Ilıc, Mateja Kezman, Zoran Mirkovic gibi tanıdık figürlerle takım arkadaşlığı yapıyor.

Belki bir ara o kadroya da bakmak lazım. Fakat önce hocanın Konyaspor ile imzalamasını bekleyelim. Yeşil-beyazlı kulübün Partizan ile bu kadar sık anılacağı bir yazı yazacağımı düşünmezdim ama futbol böyle bir şey işte...

Pazar, Mayıs 2

El Pepe: A Supreme Life

Jose Mujica, yani Pepe, Uruguay siyaseti için çok önemli bir figür. Tabi bizden kilometrelerce uzak olan ve ilişkilerin pek de yoğun olmadığı Uruguay'ın tarihinde kilit bir isim olmak bizim merakımızı çalmak için yeterli olmazdı. Zaten uzun zamandır da birkaç siyaset meraklısı dışında da ülkemizde bilinen bir isim değildi Pepe.

Fakat son yıllarda işler değişti. Uruguay, Servet-i Fünun ekibinin Yeni Zelanda'sı gibi, muhaliflerin gözde ülkesi oldu. Pepe de özlenen ve aranan devlet başkanıydı. Zaten dünyanın en fakir başkanı olarak biliniyordu ve bu ona bir popülarite ve sempati getirdi. Ülkemize ziyarette de bulundu ve gazetelerin sayfalarında daha sık yer almaya başladı. Tüm bunların etkisiyle bir anda Putin, Merkel, Trump gibi isimlerden sonra ülkemizde en çok tanınan siyasetçilerden biri oldu. Fakat yine de Uruguay ve Pepe hakkında sınırlı bilgilerimiz olduğunu düşünüyorum. En azından benim için ve kendi çevremde öyle...

O yüzden hakkında bir belgesel izlemek faydalı bir girişim olacaktı. Emir Kusturica'nın Maradona belgeselini yıllar önce izlemiştim. Çok sevdiğim yönetmenin, çok sevdiğim futbolcuyla bir araya gelerek çektiği belgeselden çok fazla ümidim vardı. Fakat beklentilerimi karşılayamadığını çok net hatırlıyorum. Aradan yıllar geçip Pepe için ekran başıma oturduğumda bu sefer beklentilerim çok düşüktü. Bunun da sonucunu aldığımı düşünüyorum. Çok daha sağlam bir temele oturtulan, çok daha güçlü bir yapım olduğunu kabul ediyorum.

Aslında, tıpkı Maradona'da olduğu gibi burada da alışılmış bir belgesel kurgusu yok. Yani Maradona'nın veya Pepe'nin hayatına uzun uzun bakmıyoruz. Biyografik bilgilerin üzerinden tekrar geçmiyoruz. Oraları çok hızlıca hatırlıyoruz zaten. Devamında bir röportaj hali söz konusu. Fakat bu röportaj için de bir stüdyoya girmiyoruz. Maradona'da da aynısı vardı. Sokaklar geziyorduk ama burada çok daha belirgin ve somut bir şekilde bu tarz hissediliyor. Zira Pepe ile gezdiğimiz sokaklar, sıradan sokaklar değil. Onun siyaseti ve fikirleri sonucu ruh kazanan sokaklar. Biz o sokaklarda ve mekanlarda gezerken bir yandan da Pepe'nin çay içtiği, bahçe ile uğraştığı ve tango hakkında konuştuğu gündelik hayatına giriyoruz. Çok sevdiği eşi ile beraber yaşadığı (yaşamış olduğu değil, şu an yaşadığı) hayatı görüyoruz. İcraatları güçlü bir şekilde var olmaya devam eden bir siyasetçinin mütevazı hayatını aynı kareye sığdırıyor Kusturica. Maradona, kesinlikle Pepe'den daha renkli ve ilginç bir figürdü ama bu tarza Pepe çok daha uygundu.

Tabi bir siyasetçi ile futbolcu arasında da fark var. Pepe'nin yaptıkları veya mirası canlı kanlı Uruguay'da var olmaya devam ediyor. Bir yandan Pepe'nin hayatını, yaşadıkları ve hissettiklerini öğrenirken, dinlerken; bir yandan da onun Uruguay'da yaptıklarının etkilerini görüyoruz. Maradona'nın böyle bir şansı yok. Ne yapacak; gidip Napoli'de kazandığı şampiyonluğu tekrar gösteremez ya...

Doğru isimle doğru uyum yakalanıyor. Üstelik bu uyumun farkında olan yönetmen zamanı da sömürmeye kalkmıyor. 70 dakika civarına sığdırıyor her şeyi. Kısa ama gerçekten öz bir iş. Pepe'yi anlatmak için en uygun formül zaten.

Çarşamba, Şubat 26

Pazar, Mart 10

Klişelerin Ardında Bir Şehir



Gittiğim her yeri bloga yazmak gibi bir alışkanlığım yoktu. Zaten son iki yıla kadar, maçlar dışında çok fazla şehre gitmişliğim de yoktu. Gezmeyi severim ama gezgin biri değildim. Fakat son dönemde seyahatler sıklaştı. Yine de bu gezi notlarını bloga aktarmak gibi bir düşüncem yoktu. Fakat internet dünyası sayı olarak o kadar dolu ama içerik olarak o kadar boş ki, taşın altına elini koyma ihtiyacı hissettim... Az gezmiş biri olarak, iyi bir gezi yazısı yazacağımı iddia edemem. Fakat yine de bazı ihtiyaçlara cevap verebiliriz sanki.

Bir yere gitmeden önce internetten araştırma yapmak oldukça yanıltıcı oluyor artık. İnsanların üç satırlık restoran, otel yorumları bile en iyisi. Bloggerler, vloggerler, youtuberlar gittikleri yerlerle ilgili hiçbir bilgi vermemeyi çok iyi başarıyorlar. Üzerine bir de sponsorları kapıyorlar. Gezilecek görülecek tarihi yerler, gidilecek bir iki lokanta, bir iki gece kulübü... Bitti gitti. Gerçekten bu kadar kolay mı?

Belgrad uzun zamandır Türkiye'den gidilecek en ideal yer konumunda. Vize yok, ucuz, yakın ve yakın. Hem mesafe yakın, hem kültür yakın. Son dönemde Euro da rekor artış yaşayınca artık Belgrad ve Balkanlar gidilebilecek tek merkeze dönüştü. Fakat bu sefer de uçak biletleri arttı. Bugünlerde bir Roma bileti, Belgrad'dan daha ucuz. Hele Pazar günü Belgrad'dan İstanbul'a dönmek ateş pahası. Türkler için bir hafta sonu kaçamağına dönüştü Belgrad. O yüzden keseye en uygun şekilde akıldı; Pazartesi gidiş, Perşembe dönüş...

Bu yurt dışı gezileri, biraz askerlik gibi. Herkesin kendi askerliği var. Kimi çok rahat askerlik yapar, kimi ızdırap bir bölük komutanına denk gelip aylarca sürünür. Pasaportu olan için de aynı şey geçerli. Herkes farklı bir Belgrad'dan bahsediyor. "Sırbistan'a giderken dikkatli olun. Polisler bizi hiç sevmiyor. Vize yok ama iki saat bekletiyorlar" cümlesi bizim için külliyen yalana dönüştü. Pasaport kontrolünde soru dahi sormadılar. Belgrad kapılarına dayanmak, Zincirlikuyu'da metrobüse binmekten daha kolaydı.

Zaten kimden ne duyduysak, nerede ne okuduysak tersi çıktı. Havalimanında Sırbistan'da yaşayan bir Türk ile tanıştım. Orada iş kurmuş. Hali vakti yerine. Şehrin coğrafyasını anlattı önce. Bu konuda sıkıntısı yok. Zaten haritalardan belli oluyor. Fakat onun dışında ne dediyse, şehre indiğimde denk gelmedim. "Kahvaltı için en güzel yer Simit Sarayı" dediğinde şüphelenmiştim ama "Belgrad'da sık sık sık ezan duyarsınız" cümlesi büyük hayal kırıklığı oldu. Üç günde ara sıra benim çıkardığım "Allah, vallahi, şükür" kelimeleri dışında, şehirde İslamiyet temasına rastlamak pek mümkün olmadı. 

Tabi buradan giderken en merak edilen şey para. Lira, Euro, Dinar... Hesaplar zor. Şu sıralar dinar, liranın 20 katı civarında. Hesabı böyle yapabilirsiniz. Euro çok değerli ama çok da geçerli değil. Türkiye'de bir turist hesabı veya otelini Euro olarak ödeyebilir ama Sırbistan'da bu durum pek yaşanmıyor. Dinar talep ediyorlar ama zaten sorun değil. Her şey Türkiye'ye göre ucuz. Çok söylenen tespitlerden biriydi ama ilginç bir şekilde doğru çıktı.

Maddi durumdan yola çıktık, o zaman yine çok sık söylenen bir inanış ile devam edelim. "Sırplar savaşın ve yoksulluğun acısını yaşıyorlar, Perişan durumdalar. Oraya gidince kendi vatanımızın cennet olduğunu anladım".. Esasında doğru tarafları var. Sırbistan çok zengin bir ülke değil. Savaş da 20 sene öncesinin olayı. Yani yaşayan iki kuşak o günleri hâlâ çok net hatırlıyor. İnsanların,  özellikle yaşlıların suratlarında bir mutsuzluk hakim. Sanki "Bütün bunlara hiç gerek yoktu. Geldiğimiz nokta bu mu olacaktı?" bakışına sahipler. Ya da bu, bizim gibi turistlerin, kafasından uydurduğu bir çıkarım. Ne de olsa hiçbir Sırp ile bu konuyu konuşmak nasip olmadı.

Fakat perişanlar mı? Bence değiller. Şartlarına göre güzel yaşıyorlar. Halk sporun ve kültürün içinde. Kitap okuyan gençler çok fazla. Her yerde basketbol sahaları var. Müzelere turistlerden çok Sırplar ilgi gösteriyor. Ve çocuklar. Bizim ülkemizin devamlı bağıran, ağlayan, aileleri tarafından "Hiperaktif bizimkisi, zeka ile alakalı herhalde" diyerek ödüllendirilen çocuklar yok. Batı Avrupa'ya gidenler "Üç gündür orada tek bir korna sesi duymadım" derler ya (Ben de Amsterdam'da teyit etmiştim); burada da başka bir konu var. Dört gün boyunca tek bir çocuk ağlaması duymadım. Üstelik her yerde küçük Sırp çocukları vardı. Ama yok; ağlamıyorlar. Herhalde çok zeki değiller!

Ne zaman yurt dışına çıksam ülkemi, şehrimi özlüyorum. Fakat bunun "Biz daha iyi durumdayız" düşüncesi ile alakası yok. Seviyorum işte. Kendimi burada rahat hissediyorum. Fakat gidince de, "Keşke biz de böyle yaşasak" diyorum. Hadi Amsterdam'da bu normaldi, Avrupa'nın müreffeh ülkelerinden birindeydim. Yunan adalarının kendisine has bir tarzı var; bunu da anlarım. Peki Belgrad'da ne var? Pek somut bir şey yok aslında. Fakat ferahlık var. Yeşillik var, geniş kaldırımlar var, kaldırımın kenarına geldiğin anda duran arabalar var, en fazla 1 milyon insan var, her duvarda olağanüstü grafitiler var.

Bizde çizildiği anda üzeri boyanan grafitiler orada bir geleneksel sanat halini almış. Okulların duvarlarında bile grafitiler var. Mesela bir okulun duvarında; bir dakika kaç saniye, bir  gün kaç saat gibi bilgiler grafitiler çizilerek yer almış. Çocuklar da oradan bakarak öğreniyorlar. Yani kısacası özgürlük var, rahatlık var.

Oysa genel olarak Belgrad'da yaşamak ister miyim, emin değilim. Bir Kadıköylü olarak, dört günlük Belgrad gezim beni bu açıdan tatmin etmedi. Çok güzel tatil yapılır ama çok güzel yaşanmayabilir. Sosyal açıdan kısıtlı bir şehir. Akşam 10'dan sonra sokaklar boşalıyor. Meşhur gece hayatını görmek nasip olmadı. Barlar Sokağı gibi bir kültür yok. Yani barlar var ama sokağı yok. Tamam az kaldık orada, belki de bizim hatamızdır ama şehir bu konuda bir ışık da vermedi. Şehirden iki tane büyük nehir geçiyor. Tuna ve Sava! Sava şehri ortadan ayırıyor. İki kenarı da birer sahil yolu; birer yalı... Fakat oraları çok kötü kullanmışlar. Bizim Caddebostan, Moda, Bebek gibi değil. Yapamamışlar. Bunlar negatif puanlar. 



Öte yandan şehir şimdilerde bir yapılanma içinde. Her yerde bir tadilat, her yerde bir kazı. Metro mu yapıyorlar, meydan mı kazıyorlar anlamadık ama şehri baştan yapıyorlar. Bakalım neye dönüşecek?

Yine de bu "Belgrad'da insanlar perişan" algısı nereden geliyor çözemedim. Sanırım bizim aşırı lüks tüketme sevdamızdan kaynaklanıyor. Mütevazı hayat yaşayanları perişan olarak görüyoruz. O nedenle Avrupa'nın standart ülkelerini küçümsüyoruz. Bu arada Sırpları da tamamen mütevazı olarak görmek haksızlık olur. Sosyalizmden ve iç savaştan çıkmanın topluma bazı geri dönüşleri var. Jelena Karleusa gibi abartılı kıyafetler giyenler, süslü makyaj yapan kadınlar çok fazla mesela. Yeni kuşak ile yaşlılar arasında bariz bir fark var. Yaşlılar sanki 1945'i yaşıyor, gençler ise televizyonda gördüklerini...

Bu arada Slavların fiziksel özellikleri de biraz abartı çıktı. Oysa kendimi devler ülkesinde bulacağımı sanıyordum. 1.80'lik adamların 'kısa' kalacağını düşünüyordum.. Tabi ki uzun boylu insan sayısı Türkiye'ye göre daha fazla. Fakat benim boyum dahi (1.77) oldukça normal kalıyordu. Fakat göbekli bir erkek veya koca kalçalı bir hanım görmek mümkün değildi. Kadını da erkeği de fit görünümde. Fitten kasıt, spor salonlarından çıkmayan kaslı insanlar değil. Hayatları boyunca spor yapmışlar, yapıyorlar. Hatta her an yapmaya hazırlar. Sırplar kottan, kumaş pantolondan, etekten çok eşofman ve tayt giyiyor. Her an koşmaya hazırlar. Biri "Basket maçına eksik var" deseler, hemen oynayacaklar gibi.

Tabi spor deyince akla Partizan ve Kızılyıldız geliyor. Avrupa'nın en büyük rekabetlerinden biri ama sanki bizim Galatasaray - Fenerbahçe kadar şehrin içine girememiş. Sokakta iki takımdan birinin ürününü taşıyan insanlara rastlamadım mesela. Sokaklarda ise grafitiler mevcut. Şehrin eski Belgrad kısmında Partizan etkisi hissedilmekte. Partizan cafeleri, duvar yazıları daha revaçta sanki. Havalimanına giderken içinden geçtiğimiz yeni Belgrad kısmında ise Kızılyıldız ağırlığını sezdim. Belki de yanılmışımdır. Fakat bizim gibi bir "Suyun öte tarafı" mevzusu konu olabilir. 

Öte yandan takım ürünü almak da Sırplar için o kadar kolay olmayabilir. Bir atkı işportada 50 Lira'ya denk geliyor. Resmi mağazalarda ise 65 Lira'ya çıkıyor. Formalara bakmadım bile. En uygununu bulayım diye saha araştırması yaptım ama dükkanların akşam saat 8'de kapandığını hesap edemedim ve elim boş döndüm. Evet; hizmet sektörü orada erken kapanıyor. Bizim gibi sömürü düzeni hakim değil sanırım. Veya satış yok...

Gittiğim haftanın sonunda hem futbolda hem basketbolda derbi vardı. Merak edenlere sonuçları vereyim. Futbol maçı 1-1 sona erdi. Basketbolda ise 70-68'lik skorla kazanan Kızılyıldız oldu. Tatili planlarken maçların olduğunu bilmiyordum. Bilsem o hafta sonuna denk getirir miydim ondan da emin değilim. Eskiden bu maçları yerinde izlemek büyük hayalimdi ama şimdi pek hevesim kalmadı.

Zaten herkesin merak ettiği yerler; nedense benim pek ilgimi çekmiyor. Nikola Tesla Müzesi gibi. İçinde ne olduğunu hâlâ anlamadım, kimse de bana anlatamadı. Hele bir gezi blogunda yer alan "Nikola Tesla’ya olan saygım ve hayranlığımdan mı bilmem ama buradayken böyle bir adam yaşasaydı hayatımız nasıl olurdu diye düşünmekten kendimi alamadım. Çünkü kendisi alternatif akımı bulmuş fakat para babası Edison tarafından harcanmış bir kişilik bildiğiniz gibi. Müzenin giriş ücreti 500 RSD. Rehber bu ücrete dahil. Bu müzeyi anlamak için rehberle gezmek gerekiyor. Onun içinde belirli saatler var. Baya küçük bir müze ama adam büyük!" yazısından dolayı hiç merakım kalmadı. Bir daha yolum düşerse giderim. Fakat bu seferde onun yerine Yugoslavya Müzesi'ne gitmeyi tercih ettim. Pişman da değilim. Şehrin içinden yaklaşık 50 dakika yürümek gerekiyordu. Bu da güzel bir deneyim oldu. Taksilerde, otobüslerde bir şehri nasıl geziyorlar anlamıyorum. Mekandan mekana girerek, aslında sokakları kaçırıyorlar. Oysa bir şehrin tüm tarihi sokaklarda. Mekanlar sadece mola yerleri.



Yugoslavya Müzesi de hem güzel bir mola yeriydi, hem de esas duraktı. Sokakları ve halkı anlamak için iyi bir rehber oldu. Yine bazı intenet sayfalarında "Tito'ya gelen hediyeler dışında bir şey yok" gibi bir yorum vardı. Pasaport sahibi Türkler ciddi anlamda iflah olmaz! Ben Tesla yerine Tito'yu öneririm. Gerçi açık hava alışveriş merkezi gibi duran, şehrin en lüks mağazalarının bulunduğu meşhur Knez Mihailova Caddesi'ni, sırf trafiğe kapalı olduğu için İstiklal Caddesi'ne benzeten bir güruhu çok da ciddiye almamak lazım.

Hadi yine de birkaç mekandan bahsedelim. Zaten üç günde 5-6 mekana ancak girmişizdir. Dva Jelena çok övülen bir restorandı. Hakkını verdi. Tito'nun sık sık gittiği bir mekanmış. Nispeten pahalı ama Türkiye standartlarına göre çok uygun. Skadarska semtinde yer alıyor. Skadarska hakkında yazan "Bohem sokak" sözüne de pek kanmayın. Biraz ezber hakim yine bu konuda da. Bu arada Jelena ve Jelen, Sırpça geyik demek. Belgrad'da geyiğe ayrı bir hürmet ver. Yerel biralarının adı da Jelen ve gayet güzel. Sencer'in önerisiyle gittiğimiz Lovoc da bir avcılık restoranı. Tabi av işini nasıl yapıyorlar bilmiyoruz ama geyik eti; hayatımda yediğim en lezzetli etlerden biriydi.

Mutfak bize benziyor; bu doğru aktarılan nadir bilgilerden. Cevapi meşhur yemeklerinden; bizim İnegöl köftesinde benziyor. Kaymakla servis ediliyor ama kaymak, bizim kaymağa benzemiyor. Daha çok yoğurta benziyor ama yoğurt kadar ekşi de değil, kaymak kadar tatlı da değil. Onun dışında hamur işleri çok yaygın. Her yerde börekçiler var. Fakat ne yazık ki börekçi dükkanları benim gibi turistlere uygun değil. Ufak dükkanlarda ya 1-2 tabure var, ya da alıp çıkmak zorundasın. Tatil gününde oturup uzun uzun kahvaltı etmek isteyen birine uygun değil. Rakija da ismen rakıya benzese de ne tat ne de sunum olarak rakıyı andırıyor. O yüzden benden geçer not aldı. Tekilaya daha çok benziyor. Genelde garsonlar sipariş verdikten hemen sonra "Emin misiniz?" diye sordular ama korkulacak bir durum yok..

İşte Belgrad kısaca böyleydi. İnsanı internetten soğutan güzel bir gezinin, internete yansıyan kısmını okudunuz. Çelişkiler çağında çok da ilginç bir durum değil. Benim çok keyif aldığımı bir gezi oldu. Yurt dışına çok fazla çıkamamış biri olarak kıyaslama yapmam doğru değil ama en azından daha önce yaşadığım Brüksel ve Amsterdam seyahatlerinden çok daha keyifliydi. Hatta üç-dört günlük süre bana yetmedi. Kısa bir süre sonra bir daha gidilebilir. Fakat önce Karadağ, Bosna gibi yerler listede. Tabi ülke içindeki bazı noktalar da mevcut. Çok fazla araştırma yapmadan, sağa sola sormadan, doğaçlama bir şekilde...

2.5 sene önce Belgrad ziyaretine giden Refet'in dediği gibi; "Ezberler bozulacak, at gözlükleri çıkacak, ucuz hamasetler kaybolacak, milliyetçilik kitaplardan değil insanlardan öğrenilecek."






Salı, Kasım 6

Türk Telekom 77 -72 Partizan


Ankara'dayız. Vaktimiz var ve o gün Türkiye Kupası maçlarının olması sebebiyle şehirde futbol maçı izleme şansımız var. Fakat öyle bir şehir ki, her yer diğer her yerden uzak.

OSTİM Stadı'nda Bugsaşspor - Trabzonspor maçı var. En uygun ulaşım oraya gibi gözüküyor. Fakat ev sahibi takımın yönetimi, Trabzonsporlu taraftarları soymak için biletleri 61 Lira olarak açıklamış. Yine gidilirdi belki ama ufacık stadyumu Ankara'daki Trabzonlular doldurur diye vazgeçiyoruz. Televizyondan bakınca tribünlerin boş kaldığını ve taraftarların "Yönetim uyuma taraftarın dışarıda" dediğini duyuyoruz.

Altındağ Belediyesspor ise Alanyaspor ile oynuyor. Altındağ'a gitmenin de kolay olmadığını öğrenince o seçenek de eleniyor. Akşam saatlerinde Ankaragücü, Erbaaspor ile oynayacak. Fakat 19 Mayıs Stadı artık yok. Yenikent'teki stadyuma gitmek de Eskişehir'e gitmekten daha zor. O da iptal.

Tam o sırada akla basketbol geliyor. Şehrin uzun zamandır en üst ligde mücadele etmeye alışmış basketbol takımı Türk Telekom, Euro Cup maçında Partizan gibi köklü bir basketbol kültürünü konuk ediyor. Üstelik salon tam şehrin ortasında. İstanbul'da bile bu kadar merkezi bir salon yok. Ama Ankara'nın ulaşımının sorunlu olması da eksi bir durum olarak burada da karşımıza çıkıyor. Yine de metroyla salona varıyoruz ve korkutucu Gençlik Parkı'nın içinden geçerek 10 liralık biletlerimizi alıyoruz.

Türk Telekom geçtiğimiz sezon alt ligdeydi. Sevdiğimiz bir kurum değil ama sevdiğimiz basketbol takımı. Akarı kokarı yoktur. Yukarıya oynadığında keyif verir. Ankara seyircisi onları özlemiş. Salon tahmin ettiğimden daha dolu. Galatasaray'ın Euro Cup maçlarından aynı kalabalık ve coşku olmuyor. Ankara'da basketbolu seven insanların tek sığınağı bu kulüp. O da uzun zamandır olmayınca, geri dönüş hareketli olmuş.

Takım da bu coşkuya uygun hareket ediyor. Çok iyi hücum ediyorlar. İzlemesi keyifli bir takım. Özellikle Kenny Gabriel ve TJ Campbell ısındıkları zaman alev alıyorlar. İlk periyotta 14 sayı fark ortaya çıkıyor. Devre de aynı şekilde ilerledi.

Fakat işte karşınızdaki takım ne olursa olsun Partizan. Fakat 20 sayıya çıkarken bile oyunu bırakmıyorlar. Sadece kazanmak için değil, süreyi kullanmak adına oynuyorlar. Madem sahadayız, fark yemiş olsak da bildiğimizi oynayalım diyorlar. Bu sayede, belki de onların da beklemediği bir şekilde fark azaldı. Bir gün önce bir başka Türk-Sırp eşleşmesinde tam tersi olmuştu. Kızılyıldız, Galatasaray karşısında farkı açtıkça Sarı-Kırmızılı oyuncuların kafaları parkeye düştü. Ankara'da ise son ana kadar salonda heyecanlı bir maç oynandı.

21 yaşındaki Vanja Marinkovic, Avrupa basketbolunun hangi noktasında emin değilim ama özgüveni ve liderliği ile beni mest etti. 28 sayı atarak maçın en skoreri oldu. Fakat skor gücünden daha fazlası var.

Türk Telekom kazanan taraftı. Son çeyrekte maçı zora soksalar da 40 dakikanın genelinde çok daha iyilerdi. Türk oyuncuları da katkı veriyor. Bir ara parkede 4 Türk vardı. Her ne kadar çoğu eski toprak olsa da (Ender, Kaya, Serhat) hem futbolda hem basketbolda alışık olmadığımız bir durumdu.

Eskiden bu tip maç yazılarını maçtan hemen sonra yazardım bloga. Şimdilerde az sayıda maça gittiğim gibi, bir de yazıları geciktiriyoruz. Türk Telekom, bu yazı gelene kadar arada bir de lig maçına çıktı. Gaziantep'i yendiler. Belki de siz bu yazıyı okuduğunuzda Euro Cup'ta sıradaki maçını (Zenit) oynamış olacak. Ama erken okuyan olursa, maça gitmesini tavsiye ederim. Türk Telekom 11 sayıyla yenilmişti ilk maçta. Ankara'da rövanşı kazanmak isteyecekler. Güzel bir maç olacaktır, tavsiye edilir.

Türk Telekom'un grupta iki galibiyeti var. O nedenle Zenit maçı şansın devam etmesi adına önemli. Diğer yandan Partizan'ın sadece bir galibiyeti var. Onlarda da değişimler başladı. Bu maçtan bir gün sonra koçlarını yolladılar ve Andrea Trinchieri geldi. Belki de geçtiğimiz hafta Sırp basketbolunda, hatta Avrupa basketbolunda bir kırılma yaşandı. Biz de o kırılmaya ucundan tanıklık ettik.

Salondan çıktıktan sonra, uzaklardan 19 Mayıs Stadı'nın hayaleti gözüktü. Güzel stadyum değildi. Fakat o gün boyunca gidilecek stadyum aranırken değeri daha çok anlaşıldı. Gecenin karanlığında bir basketbol maçından çıkınca o yöne bakmak etkiledi. Şehrin ortasındaydı; buna rağmen rahat ve geniş bir alanı vardı. Kolay gidilirdi. Şimdi Ankara'da kim nasıl nerede futbol maçı izliyor emin değilim. Benzer sıkışma İstanbul'da da var. Tüm anıları düşününce, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı çok belli. İçimizdeki heyecan da öyle... O nedenle bu yazılar artık hep günler sonra gelecek...

Cuma, Aralık 15

Dönüşüm



İnsanlar bu sporcuları gördüklerinde her şeyin harika olduğunu düşünüyorlar. Para, başarı, madalyalar, güzel eşler… Ama asla o insanın ayakkabılarında olmanın nasıl bir his olduğunu tahayyül edemiyorlar. Onun yerinde olmak nasıl bir şey? Babasız büyümek nasıl? Mesela Hackett yıllardır spordan uzak. Sırbistan’da emekli olunca sporcular politikaya girer çünkü bu sayede ünlerini korur, para kazanmaya devam eder ve önemli biri olmayı sürdürürler. Hackett artık önemli biri değil. Uzun zamandır değil. O şimdi geçmişte ona yalvaran insanlardan bir şeyler rica etmek zorunda. Çok önemli birinden sıradan birine dönüşmek çok ağırdır. Zira yüzme dışında gerçek bir bilginiz, iş deneyiminiz yok. Artık önemli biri değilsiniz. Bunlarla yaşamak bazıları için dayanılmaz...

Milorad Cavic, Socrates Aralık

Pazartesi, Eylül 18

Slovenya 93-85 Sırbistan


Bütün bir turnuva maç izlemeden final için salona gidenleri pek sevmem. Zamanında onlara çok fazla salladığıma eminim. Fakat artık biz de öyleyiz. Kulübe katıldık. O sene bu sene, o turnuva EuroBasket 2017’miş. 

Maça gidebileceğimi anladığımda biraz üzüldüm. Son yıllardaki en vasat Sırbistan ile yarı sürpriz adayı Slovenya arasındaki maç, isim olarak çok da ilgi çekici değildi. Son dönemini yaşayan oyunculara sahip İspanya gibi bir takıma denk gelmek ve o winner oyuncu grubuna veda etmek daha cazip duruyordu. Fakat işin sonunda taş gibi bir maça denk geldik. İspanya veya başkası da olsa; bu kadarını bulamayabilirdik.

Maç zaten güzeldi ama uzun süredir yarı yarıya bir atmosferde bu kadar etkili iki tribüne denk gelmemiştim. Sırplar zaten bu işi biliyorlar. Slovenya’dan ise iki günde onlarca uçak İstanbul’a gelmiş. Hatta çok sayıda taraftar gelememiş bile. Zaten Sırplardan daha kalabalık ve daha coşkuluydular. Takımlar tribünü etkiler. Sırbistan tribünü çok ateşli değildi ama tecrübesiyle maça müdahale etmesini biliyordu. Takımları da Bogdanovic dışında yetersiz isimlerden oluşuyordu ama bir şekilde finale kadar geldiler. Finalde de maçın sonuna kadar tutunmayı başardılar. Bu tamamen Sırbistan kültürü ile alakalı. Yetenekli bir kuşağa sahip olmasalar bile maç kazanmayı, turnuva götürmeyi, empoze etmeyi başarıyorlar. Zaten ekol buna deniyor. Milan Macvan, Vladimir Stimac gibi TBL’nin iyi ama Avrupa’nın vasat oyuncuları kıtanın en büyük maçında sahadaydı.

Slovenya ise daha başka bir takım. Tribündeki coşku sahaya, sahadaki istek tribüne yansıdı. Müthiş desteklediler takımlarını. Takım da buna karşılık verdi. Sırbistan’ın yapamadığı ve Slovenya’nın başardığı; sahaya ve oyuna duygu katabilmekti. Bunu her sayıdan sonra görmek mümkündü. Turnuvanın MVP’si Goran Dragic kadar hızlı çok oyuncu gördüm ama onun kadar hızlıyken dengesini kaybetmeyen hatırlamıyorum. Muhakkak vardır ama bizim basketbol repertuarımız o kadar geniş değil ve o yüzden Dragic’i başka yere koymak zorundayım artık. Luka Doncic’e son Euroleague sezonunda ayar olsam da Slovenler çok seviyor. Onun adını duyduklarında çıkardıkları ses; diğer oyuncuların iki katından bile fazla. Ona, Uzakdoğu’ya gelen Justin Bieber gibi ilgi gösteriyorlar. Bence yine de bu sevgiye yakışan bir oyun ortaya koyamadı. Muhteşem bir sayısı var ki, o da ne kadar yetenekli olduğunun kanıtı. Zaten maçın son bölümnünde sakatlandıktan sonra, ne kadar önemli bir olduğunu gösterdi. O dakikadan sonra Sırbistan oyunda dengeyi kurdu. Doncic, kafasında havlu, elleri başında maçı izlerken “Altın madalya gidiyor” izlenimi vermemeliydi belki ama o da henüz 17 yaşında!

Slovenya’nın büyük coşkusu ve muhteşem hücumlarına rağmen ne zaman skor tabelasına baksam beklemediğim farklar buldum. "Slovenya 20 fark atmıştır" derken bir bakıyordum ki Sırplar sadece 6-7 sayı gerideydi. Muhteşem bir inat! Hele bir de Doncic çıkınca ibre resmen Sırbistan’a döndü. Fakat son toplarda başarısız olan Bogdanovic, maçın ilk yarısındaki iyi oyununu gölgeleyerek Slovenya’yı şampiyonluğa taşıdı! Kenardaki Sasha Djordjevic, o dakikalarda sahada olacaktı işte. Müthiş karizmasıyla kenarda, eline top gelince bile insan bir heyecan yapıyor. Oyunculuğu döneminde böyle anlarda ceza kesmeyi çok severdi.

Fenerbahçeli Bogdanovic nedeniyle maç öncesi gönlüm Slovenya’daydı. Fakat Sırpların inadı ve Bogdanovic’in karakter koyması yavaş yavaş taraf değiştirmeme yol açtı. Fakat herhalde benim için en iyi senaryo oldu. Bogdanovic’in boş şutları şampiyonu belirledi. Aksi olsaydı, Bogdanovic güzellemelerine maruz kalacaktık. Avrupa Şampiyonası finalinde bile yerel rekabeti düşününce maçı da ara ara o gözle izledik. Fenerbahçe’nin geleni ile gidenini görünce, Bogdaovic ile Guduric arasındaki farkı anlayınca önümüzdeki sezonun Fenerbahçe için daha zor geçeceğini anlamış olduk.

Bu arada herhalde maçın en iyi oyuncularından biri Gaspar Vidmar’dı. Muhteşem bir savunma yaptı. Uzun TBL kariyerinde 10 dakikada aldığı 3-4 faullerle saç baş yoldurtan Vidmar, 27 dakika oynadığı bu maçı tek faulle tamamladı. O faul de maçın son periyodunda alındı. Çok önemli katkı yaptı. Vidmar, Türkiye’ye ilk ayak bastığında herkes “Bu çocuk gelecekte Avrupa şampiyonu olur” derdi ama geldiği nokta hiç de beklendiği gibi olmadı. Fakat eğrisi doğrusuna denk geldi. Vidmar, artık bir Avrupa şampiyonu.

Zaten herhalde dünya üzerindeki en güzel duygu, bir sporcu olup Avrupa, Dünya şampiyonu gibi apoletlere ulaşmaktır. Slovenyalı oyuncuların gözümün önünde yaşadığı duygular kıskandırdı. Dünyaya bir kere gelme hakkınız var ve henüz 20’li yaşlarınızda hayattaki en güzel şeyi yaşıyorsunuz. Uzun bir sezon, uzun bir geçmiş ve en yüksek mertebe. O an nasıl bir duygu patlaması veya his boşalması oluyordur çok merak ediyorum. Dünya üzerindeki milyarlarca insanın büyük bir kısmı bunu yaşamadan ölecek. Yapacak bir şey yok; yetenekli ve çalışan insanlar bunu başarıyor. O yüzden sporculara bu kadara hayranlık duyuluyor.


Önümüzdeki sezon daha çok basketbol maçına gideceğimi düşünüyordum. Bu maç da, başlangıç için iyi bir adım olabilirdi. Fakat Galatasaray’ın Sinan Erdem’i tercih etmesi beni biraz korkuttu. Zaten İpekçi gibi bir atmosfer olmayacağını biliyorum ama uzun metrobüs yolculuklarını; hem de tam Marmaray’ın hizmete girdiği dönemde yeniden yaşamak sezon içinde pes ettirebilir. Tabi oralara Ahmet Cömert için metrobüsün bile olmadığı dönemde gittiğimiz yıllar hala akıllarda. En azından Kazlıçeşme’nin boş ve ıssız sokaklarından daha iyi Ataköy’de olmak. Bir de buna benzer maçlar izleyeceksek, sorun yok demektir.


Çarşamba, Eylül 14

Kako si


Atanamamış Amatör Sosyologlar Yazıları | Belgrade

Bir tane komşumuz var, adam sürekli turkiye.gov.tr'de. 

Millet Facebook, Twitter, sözcü.com.tr'de takılır, bu ise sürekli burada. Devamlı öneriler getiriyor, birilerine şikayetler yazıyor. Dikkate de alınıyor aslında. Bu adamla goygoy yapıyoruz ama elin oğlu "karanlığa kızmak yerine, bir kibrit de sen çak" temalı sözlerle yüceltiyor bu insanları.

Ne bileyim, ben olsam ne yazardım diye düşünüp dururum. Ya da bala-göte üst düzey bir göreve getirilsem veya bir danışman falan olsam, 23 Nisan-19 Mayıs (gerçi geçtik o dönemleri de) gibi günlerde koltuğa oturtulsam yapacağım 1-2 şey var.

Eğitim sisteminde köklü bir değişikliğe giderim.

1) Herkes belli bir süre hizmet sektöründe zorunlu bir şekilde çalışacak. Staj gibi, askerlik gibi, dönem ödevi gibi. Devlet kurumu da değil, özel sektörde çalışacak. Türlü ağız kokularını tadacak, klişelerle tanışacak, gözlem yapacak, insan zehirlenmesi yaşayacak.

2) Yıllar önce Japon turist kafilesinden bir çifte sormuştum, "Ya siz hayırdır böyle her şeyin fotoğrafını çekiyorsunuz, olayınız nedir?" Devlet bunlara görev veriyormuş, misal "Yabancı ülkelerde toplu taşıma nasıl işliyor , gidin-görün-bakın-gelin" şeklinde. Bunlar da yerinde görüp raporluyormuş. Ajan jurnallemesi gibi değil ama "hem tatil yap, hem de ülkene faydan olsun" naifliğinde. Batının iyi yanlarını yerinde alıyorlardı. Her vatandaş 17-18 yaşından itibaren yurtdışına çıkacak, gözlem yapacak, "Hey gurban olduğum memleketim be, nerede var böyle doğa, nerede var bu domatesin tadı be" diyen adamları İsviçre'ye, ya da ne bileyim, domatesin anavatanına göndereceksin (neresiyse orası artık).

Ezberler bozulacak, at gözlükleri çıkacak, ucuz hamasetler kaybolacak, milliyetçilik kitaplardan değil insanlardan öğrenilecek.

Son yıllarda bir tribe girdim. Hangi filmdi unuttum şimdi , adamın bilmem kaç gün ömrü kalıyor ve yapamadıkları şeyleri yazıyor, her yaptığı şeyde üzerini çiziyordu. Ufak şımarıklıklar, küçük mutluluk kaynakları. Biraz yerel kalıyordum bu ukte tamamlamalarda... Bazen 'İzmir'de boyoz yenecek, çiğdem çitlenecek' bazen 'Adana'da Adana derbisi izlenecek' gibi kulağa romantik gelen ama yapınca 'eee yani' hissiyatı veren ukte doldurmalar. Çünkü ecnebi filmlerinde ve bu tarz kitaplarda söylenenler, bizim her gün rutin yaptıklarımız. "Ölmeden önce yapmanız gereken 1001 şey" türevi kitaplarda "Boğazı 1 kez motorla geçin" gibi ukteler var. Biz her gün küfür ederek yaptığımız için artık farklı ukteler doldurmak gerekliydi. Hayata 2/1 oynayıp, sistem kuponlarında yüklü mutluluklar, endorfinler salgılatan iddia profesörleri olmak lazımdı.

Bu düşüncelerle başladı Belgrad yolculuğu.  Aslında ilk yurtdışı deneyimi olacağı için yerin pek önemi yoktu, ben nelerle karşılaşacağımı, 30 küsür yıldır kafamıza doldurulan bir sürü klişeyi test etmeye gidiyordum. 

Sıralarsak :

* "Olm yurtdışında herkes Mc Donalds gibi fast food yerlerinde yemeğini yedikten sonra kendi atıyormuş çöpünü (DOĞRU
* "Bu Marks& Spencer var ya , aslında İngiltere'de çok dandik malların satıldığı , varoş kesime hitap eden bi yermiş, kotu da kamyoncular giyiyormuş , balıkçılar giyiyormuş o yağlı yağmurlukları (DOĞRU- LC WAIKIKI mağazası Belgrad'ın en gözde mağazası şu an )


* "Su çok pahalıymış dışarda, alkol bile daha ucuzmuş sudan, adamlar su yerine bira içiyor" (DOĞRU)


* "Avrupa'da sokaklarda hiç polis göremezsin" (DOĞRU)
* "Türkleri hiç sevmiyorlar, tanımıyorlar Türkiye'yi, "sizde 4 kadınla mı evleniliyor , deve ile mi gez..."( YANLIŞ , bizi bizden daha iyi tanıyorlar)
* "Futbolcular İstanbul'u dillere destan gece hayatı için tercih ediyorlar" (YANLIŞ, İstanbul gece hayatı tam bir overrated, başka bir yazı konusu)
* "Türkiye ucuz abi, şu simit-karper-çay mesela, adamlarda bir de kahvaltı kültürü yok, kruvasan-kahve.." ( Büfe dediğin yerde portakal suyu+karışık tost ye bakalım ne oluyor?)
* "Aslında Konya'dan gerisi vereceksin ya , bölüneceksek de bölünelim abi (YANLIŞ, kimle konuştuysam mutlu değiller. 'Yugoslavya iken daha iyiydik' diyorlar. Hatta halk müzakere aşamasında oldukları AB'ye bile tepkili. 'Abuk subuk yaptırımlar getirip, boş yere para harcatıyorlar, para olmadığı için de kredi açıyorlar, kısır döngüye sokuyorlar' diyorlar)
*Yurtdışında toplu taşımada bilet olayı (DOĞRU, kimse "Hemşerim hoopp niye basmadın sen akbilini" diye sormuyor bile)
*Türkleri hiç sevmiyorlar. (YANLIŞ , sen önce çekik gözlü turiste "çançinçon , tutsikiyançek" demeyi bırak, sonra genelle)

Ülkenin çöplük gibi gündeminden biraz uzaklaşmak insana iyi geliyor . Nedir bu kadar beni bu ülkeden soğutan diye düşünüyor insan. Kalabalığı , 7/24 siyasetle iç içe yaşamamız , arabesk kültürümüz. Nerede yanlış yapıyoruz, her şeyin en iyisi/en yenisi/en son modeli var , hemen uyum sağlıyoruz her şeye ama bir yerlerde yanlış yapıyoruz. Değme tarih profesörlerine taş çıkartacak bir kütüphanesi olup ama hiç bir kitabı okumamış bir insan gibiyiz sanki. 

Magnet, süs eşyaları satılan yerlerde bilim adamlarımız, tenisçilerimiz olsa. Şu ''şiş kebap-fes-turkish viagra lokum - baklava'' muhabbetlerinden bir kurtulabilsek.

Ha bir de son olarak herkesle futbol muhabbeti yapma isteğimiz... Hadi saplarla yapıyorsun da, bebek gibi kızla niye Duško Tošić muhabbetine girersin.

"Ya anlamıyorum Tosic o kadar star bir oyuncu değildi burada, eşi desen estetik güzeli Türk erkekleri nasıl bu kadar beğeniyor anlamıyorum" diyince Partizan'lılar kendi dillerinde "Koyduk mu" diye girdiler.  Misal Emina Sandal daha çok seviliyor.

Futbol muhabbeti yerine "Belgrad Ormanı'nın ismi nereden geliyor" konusuna biraz çalışın, ortamlarda ekmeğini yersiniz. 

Son olarak değişik bir düşünce oluşmuş , "Where are you from?" sorusuna "Turkey" yerine "İstanbul" deyince aldığım tepki daha pozitif oluyor. Siz de böyle yapın daha iyi olur.


Yazan: Refet

Cuma, Ağustos 26

Meydan



Sırbistan olimpiyat oyunları 2'si altın olmak üzere 8 madalya ile tamamladı. Rakam olarak bizden çok farklı değiller yani. Gerçi nüfuslarına ve yatırım oranlarına baktıkça fark ortaya çıkıyor ama şu an konu o değil. 

Sırbistan'ın olimpiyat kafilesini 20.000 kişi karşılamış Belgrad'da. 'İşte spor kültürü' demeyeceğim. Düşününce başka bir nokta çıkıyor karşıma. Bir yaz günü daha güzel, daha farklı ne yapabilirsin ki? Tüm şehrin sokağa çıkıp olimpik sporcuları karşılayıp meşale yakmasından daha eğlenceli ne olabilir? Adamlar resmen meşale yakmak için fırsat arıyor. Bir de beraber zaman geçirmek için. Şehir meydanları biraz bunun için değil mi zaten? 

Yirmi sene önce iç savaş yaşamış bir ülkenin de kesin siyasi ve ekonomik sorunları vardır! Acaba yirmi sene önce; Yugoslavya özellikle takım sporlarında etkiliyken meydanlar nasıldı?

Çarşamba, Aralık 23

Bir Zamanlar Bir Ülke Vardı





Kafasındaki kasketten dolayı suratı çok net belli olmayan adam büyük bir futbolcu....Daha doğrusu eski futbolcu. Alttaki stadyuma aldanmayın; bu futbolcu büyük topçu olma yolunda ilerlerken o stadyuma çok fazla çıkmadı ama ilk adımlarını da burada attı. İlk fotoğraftaki eski bina da futbolcunun doğup büyüdüğü ev...

Bosna tarafında doğan Sırp bir baba ile Hırvat bir annenin çocuğu olan Sinisa Mihajlovic eve döndü... Yaklaşık 25 sene  aradan sonra. Kurir Gazetesi, onu evine götürmüş. Yeni yıl hediyesi gibi bir şey herhalde. Burası Borovo şehri. Sırp futbolcu Mihajlovic'in büyüdüğü şehir. Şehir ise Hırvatistan'da. Zaten Mihajlovic de bir röportajında kendisini Sırp ama ülkesini Hırvatistan olarak gördüğünü söylemişti. 

Onun da Balkanlar'daki hemen herkes gibi karışık fikirleri ve duyguları var. Mihajlovic, savaştan sonra ilk kez buraya geliyor. 1988'e kadar şehrin takımında top oynadıktan sonra, Novi Sad'a ardından da Kızılyıldız'a yani Belgrad'a gidiyor.  Evine, mahallesine en son uğradığında tarihler 1991'i gösteriyor. Borovo, o zamanlar Yugoslavya'ya bağlıydı. 

Şimdilerde Milan'ın teknik direktörü olan Sinisa, ''Fotoğraflara bakarak anılarımı taze tutmak istedim. Harap bir şehir olarak hatırlamak istemezdim'' diyerek neden yıllardır şehrine dönmediğini açıklamaya çalışıyor. Gazetenin haberine göre, ziyareti esnasında zaman zaman gözünde yaşlar beliriyor.

Kusturica'nın Underground'ında evini arayan Ivan, BM görevlisine Yugoslavya'yı sorar. ''Yugoslavya yok'' cevabını alınca filmin en can alıcı anı oluşur. Bu Hırvatistan ziyareti de sanki o sahnenin devamı gibi olmuş.

Perşembe, Haziran 14

Underground



Filmin ne kadar muhteşem olduğundan bahsetmeyeceğim. Gerek yok.

Seneler önce, çocuk yaştayken izlemiştim. Tabi ki o zaman filmin büyük bir kısmını anlamamıştım. Daha sonra bir kez daha izledim. Daha çok şey yerine oturdu ama soru işaretleri de arttı. Bu soru işaretlerinin kaynağı da yönetmen Emir Kusturica'dan, daha doğrusu ona muhalif olanlardan kaynaklanıyor.

Diğer filmlerini de bunu da çok seviyorum. Tarzı, anlatışı... Ama entellektüel birikimine güvendiğimiz adamları, kötü gözle bakıyor bu adama ve Underground'a. Yugoslavya tarihiyle ilgili sınırlı bilgimiz olduğu için karşı da gelemiyoruz.

Mesela, başroldeki silah satıcısı karakter, komünist parti üyesi. Onun yaptığı bütün ahlaksızlıklar, komünist partinin ürünü olarak gösteriliyor(muş). Komünistler, müslümanlar, boşnaklar, Hırvatlar; kısacası Sırp milliyetçisi olmayanlar genelde kötü ve zayıf karakterler olarak gösteriliyormuş. Oysa ben filmi izlerken sadece ahlaksız bir adam görmüştüm. Alt metin aramaya çok kasmamıştım. Fakat çok daha fazlası da varmış. Bunları görmek lazımmış. O kadar derin düşünemiyorum.

Üstelik bu filmin çekildiği yıllarda (1995), Kusturica, milliyetçi lider Seselj'i düelleoya davet etmiş bir adamdı. Yaşı da öyle genç falan değildi, 40 yaşındaydı. Bir başka Sırp lideri, bir törende yumruklamıştı. 2000'lerden sonra çok farklı söylemlere girdiği doğu ama bu film? O yıllar?

Yeraltında Yugoslavya'yı, Yugoslavya tabelasını arayan Ivan'ın "Nema Jugoslavia" (Yugoslavya artık yok)  cevabına verdiği tepkiye anlatılmayacak şekilde hislendim. Ne bir alt metin aradım, ne büyük resim. Birçok filmde anlatılmayacak bir hikaye var burada. Ailenden birinin ölümünü yaşayabilirsin, sevgilin terk eder aşk acısı yaşarsın, fakirliğin sınırlarında dolaşırsın. Bütün bireysel ve toplumsal sorunlar bir insana çok yakın ve hepsiyle filmlerde bir bağ kurabilirsin. "Bak, bu benim hikayem" dersin. Ama doğduğu ülkenin yok olduğunu görmek çok az kişiye rast gelir. Anlayamazsınız, anlayamıyoruz.

Kusturica'nın sosyal yaşantısında takındığı tavır eleştirilebilir. Keşke bazı insanlarla bir sofra kurup da oturup konuşsak, biz onu dinlesek, o bizi dinlese. Kusturica bu adamlardan biri. Böyle bir şey mümkün değil tabi. Elimizde sadece filmleri var. Bu filmlerde, Türkiye'ye çok benzeyen yapı, bir "kültür mozaiği" geyiği var. Karakterler arasında ahlaksız olan da var, ay görünce güneş sanan saf da var. Herkesin kimliği var, ve "neden onu değil de bunu seçtin" demek çok insafsızca sanki.

Ya da biz yine ayı görüp güneş diyoruz. Bilgi birikimimiz buna yetiyor.

Bir zamanlar bir ülke vardı diye başlayan ve meşhur o kopan toprak (Yugoslavya minyatürü) sahnesi ile biten bir filmde alt metin aramak filme, anlatılan ana fikire haksızlık sanki.


Perşembe, Mayıs 31

Oku Lan İstikal Marşı'nı



Küçük yaşlar, eski yıllar. Mahallelerde abilerin borusu ötüyor. Bazı abiler reis takılıyor. İtiraf edin, size olmasa bile en yakın arkadaşınıza arkadaş grubunuzdan birine, jenerasyondan birine İstiklal Marşı okutmuşlardır. Hem de tersten. (Bana yapılmadı)

İlk başta kötü bir şey gibi gözükse de (aslında öyle de) abilere diş geçiremezsin. Zaten mahalle maçında oynamak istiyorsan İstiklal Marşı'nı söyleyeceksin. Marşı söyleyen, formayı kapar.

Ljayiç'in olayı buna benzemiş. Milli marş söylemedi diye milli takımdan kovulmuş. Kovan da hakikaten ağır abi. Sırbistan'ın sağ tarafının kalesi Mijhailoviç. Adem Ljayiç, adından da anlaşılabileceği gibi Müslüman. Sırbistan'ın Novi Pazar'ında doğmuş. Muhalif yer. Boşnaklar'ın ağırlıkta oldu bir kent. Sırbistan da Sırbistan milli marşı da milliyetçilik kokar. Yargılamıyorum, şaşırmıyorum. Ama Ljajiç'in bunu yeni idrak ediyor olması üzücü. Eğer daha önce de söylemiyorsa Mihailovic'in buna tepki vermesine üzülse ve şaşırması ilginç.

Sözün özü eğer o ülkede doğduysan ve milli takımda oynamak istiyorsan milli marşı okuman beklenir. Okuyacaksın o zaman. Okumazsan belki bazı zamanlarda hasır altı edilebilir ama biri gelip böyle bir karar da alabilir.

Tahminim, Ljayiç ile Mihailoviç barışır, öpüşür, Sinisa 'oku lan tersten ehehe" der, Adem marşı okur ve konu kapanır.

Yine de bilmiyoruz, Sırbistan'ın ve Balkanlar'ın dinamikleri daha farklı. Tersten istiklal marşı okumak espirisiyle hafiflemeyecek şeyler var.

Bu Adem de iyice tokat manyağı oldu. Her hoca bunu dövüyor.

Çarşamba, Ekim 13

Belçika'da Gol, İtalya'da Meşale

Dün geceden akılda kalacak iki olay var. Biri Avrupa'nın başkenti sayılan; Batı tarafından medeniyetle eş anlamlı tutulan Belçika'dan. Diğer ise Akdeniz'den, Cenova'dan.
Avrupa'nın ortasında futbola doyduk, Akdeniz'de ise futbol yarım kaldı.

Tamam futbola doymadık belki ama heyecanlı bir maç izlediğimizi kimse inkar edemez. Toplam atılan 8 gol. İki takım da 90 dakika boyunca ikişer defa öne geçti ama kazanan olmadı. Maçın son 5 dakikası daha da garipti.
Belçika 3-2 gerideydi. Belçikalılar üzülüyordu. 5 dakika sonra 1 puanı almışlardı ama daha çok üzüldüler. Futbolu sevme nedeni, futboldan heyecan alma nedeni bu tarz maçlar. Ve aslında hangi maçın böyle biteceğini bilememek heyecanı daha da arttırıyor. İki takım da normalde az gol atıyor. Aynı saatlerde oynanan İngiltere maçı daha cazip duruyordu. O maçta ise gol olmadı. Pozisyon bile yoktu.

Sırplar'ın İtalya'da yaptıkları üzerine çok konuşulur. Bunun gibi fotoğraflar da bizi heyecanlandırıyor. Sırplar'ın; daha doğrusu Yugoslavlar'ın dünya üzerinde bir görevi var sanki; içimizdeki vahşi duyguları uyandırıyorlar. Bunu bize nasıl sağlıyorlar bilmiyorum, oysa biz de kedi öldürmekten zevk alan bir toplumda yaşıyoruz. Vahşilikte yarışabiliriz. İnsanların kolay gaz olup, sağa sola saldırmasından çekinmemeleri; yani hayatı umursamayan boş tavırları hepimizin hayali olabilir. Ne yazık ki modern bir toplumun üyesi olmaya çalışıyoruz ve henüz daha "toplumdışı insan" olamadık. O nedenle bu hareketleri biz yapamayız (yani ben yapamam) yapana da "vay be" diye bakarız içten içe.

Peki bu beğeni ve hayranlık kısmı sadece kıyafetle alakalı olabilir mi? Fotoğrafa bakıyoruz; abilerin hepsi spor giyinmiş. Polarlar, kapşonlar, kar maskeleri. Ellerde meşaleler, sopalar. Atkıları öyle bir bağlamışlar ki sanki Zapata'nın askerleri bağımsızlık mücadelesinde.
Bizim tribünlere bakıyoruz, gömlekli abiler, yalandan uyduruk bir yağmurluk ile polar havası vermeler. Atkı bağlarken esinlenen Zapata değil Polat Alemdar. Elde tespih, o da yoksa anahtarlık. Böyle olunca Sırplar'ın çıkardığı her olay heyecanlandırıyor. Adamlar tarz. Çıkardıkları olaylar da tarz gibi duruyorlar. Oysa dünyanın en gereksiz eylemi gibi. En azından dünkü maç için.

Yapılan olayın Sırbistan milli takımına hiçbir katkısı yok; zararı var. 25 Ekim'de ülke AB ile protokol imzalayacaktı. Tribündekilerin çoğu muhalif milliyetçi partilerin sempatizanları. Sahadakilerin bir kısmı da öyle. Yugoslavya'da politika sahada başlar. Boban'dan öğrendik.

Cumartesi, Eylül 4

Hırvatlar Dönüyor, Sırplar Devam


- İstanbul'da arka arkaya Hırvat ve Sırp marşları çaldı. Balkan atmosferini hissettik.

- Yorumcu olarak Caner Eler'i tercih ederdim. Bayülken bizim maçlar için, Caner Eler bu tip hikayeli maçlar için ideal aslında.

- İhsan Bayülken'e baktığımız zaman...

- Sırp takımında da Partizanlı'dan çok Olympiakoslu var nerdeyse.

- Teodosiç saçı sakalı hayat felsefesi olmalı. Hiçbir düzgünlüğü yok. Salmış adam, rahat..

- İlk periyottan sonra maç üst biter dedim ama alt bitti. Sınır 155,5'tu.

- Tribünler boştu. En azından biz ekran başında öyle gördük. Dolu ve ateşli tribünler beklerdik.

- Nenad Kristiç Trabzonlu olabilir.

- Popoviç'in yaptıkları bizi şaşırtmadı.
- Son 2 sdakikada maç 3-4 defa gitti geldi.

Perşembe, Haziran 24

13.Gün / Heyecan


Dün belki de kupadaki 13 günün en heyecanlı anlarını yaşadık. Hem 17.00 seansında, hem de 21.30 seansında bir üst tura çıkacak takımları son dakikaya kadar bekledik. Ve bu heyecan bize daha büyük heyecan getirdi. İkinci turda bir İngiltere - Almanya finali.

İngiltere kendisi için gereken skoru ilk 11 başlayan yedek forvet Defoe'nun 23.dakikada attığı golle yakaladı. ABD, Cezayir'e 90 dakika boyunca gol atamayınca Slovenya yenilmesine rağmen bir üst tura çıkıyordu. ABD maçını sonradan izledim ve dünyaları kaçırdığını gördüm. O golün geleceği belliydi. Ulusal kahraman Donovan uzatma dakikalarında gol atarak bir kez daha halkının gözbebeği oldu.

ABD, Euro 2008'deki bize benziyor. 3 maç sonunda grup lideri oldular ama önde kaldıkları süre 270 dakikada sadece 1 dakikalık uzatma bölümü. İngiltere ise hiç yenik duruma düşmeden 2.oldu ve karşısında Almanya'yı buldu.

Gece maçlarında Almanya ve Sırbistan'ın ele ele 2.tura çıkacağını düşünüyorduk ama Almanya'ya yenilen Gana Afrika'nın 2.turda devam eden tek takımı oldu. 2010 model Sırbistan'ı, 1994 Kolombiya, 1998 İspanya, 2002 Portekiz ve 2006 Çek Cumhuriyeti ile eşleştirebilirz. Sürpriz takım olmasına kesin gözüyle bakılan takım, erken veda etti. Dün Yugoslav ekolünün kupadaki 2 temsilcisi de Balkanlar'a dönmek zorunda kaldı.

Avustralya averajla bir üst turu kaçıran takım oldu. Son maçta gösterdikleri mucadele, hırs bizim onları niye sevdiğimizin gösterisi. Lucas ve Harry'i sevme nedeni yeteneksiz takımı da sevmemize neden oldu. Almanya'dan az gol yeseydiler şimdi 2.tura çıkan takım olacaktı.

Çok heyecanlı bir gün oldu. Liglerin, sezonların son haftasında yaşanan o heyecanı bir takım taraftarı olmadan sakin kafayla ama yine de heyecan duyarak yaşadık.

Uzun süredir yaşamadığım heyecanı kısa bir süre de olsa dün yaşadım. Anlık oldu ama iyi oldu. Dünü anlatan en iyi kelime budur. Daha fazlasını diliyorum.

Cumartesi, Haziran 19

8.Gün / Direniş


3 tane direnen takım. Sırbistan, ABD ve Cezayir. İki maç berabere bitti ama 3 tane kazanan çıktı aslında.

Sırbistan'ın direnişi tam bir Balkan tarzı. Akla ve mantığa uygun tek bir hareket yok. Ruhen en üst seviyedeler. Gazı almışlar ve direniyorlar. Kendilerinin bile beklemediği bir anda önce rakip eksik kaldı, sonra golü buldular. Bir anda öne geçtiler hem tabelada hem adam sayısında.

Buna rağmen maçı 5-1 kaybedebilirlerdi. İlk maçtan sonra Alman forvetlerini yazdık, bu maçta Podolski penaltıyı ve dünyaları kaçırdı, Klose takımını eksik bıraktı. Klose'nin Ronaldo'yu geçme umutları da bu kartla son buldu bence.

Sırbistan tekmeye kafa uzatarak, hatta sadece onu yaparak maçı kazandı. Turnuvanın sürpriz takımının bu kadar silik olması, kazanırken bile kendi sahasına hapsolması hoş olmadı. Almanya ise bildiğimiz eski Hollanda. Sürekli golü düşünüyorlar, pozitif oynuyorar, forvetlerden geçilmiyorlar. Ama arka direğe atılan bir top kalelerinde gol oluyor, dünyanın en iyi penaltı atan ülkesi penaltı kaçırıyor. Dünyanın en başarılı futbol ülkesi, bu turnuvada CV'deki tek boşluğunu dolduracak sanki. Gönüllerin Şampiyonu olmaya en yakın adaylar.

Günün ikinci maçında Slovenya 2 farklı üstünlüğü eline geçirdi ama 1 puana sevinen takım oldu. ABD direnişini farklı bir şekilde gösterdi. Geriden gelip maça ortak oldu, 3.golü ise Malili hakem engelledi. Siyasi arenada ABD'ye duyulan antipatinin eseri olabilir mi? ABD'nin dünya üzerinde en sevilen ürünü olabilir ABD milli takımı.

Son maçı izlemedim. Bu sefer Aşk-ı Memnu değil, lise defteri engel oldu. Liseden arkadaşlarımızla bir araya geldik, hedefte maç izlemek olmasına rağmen vazgeçtik. Maçı izleyenlerin anlattıklarına göre saha içinde oynanan futbol bağlamında birşey kaçırmış sayılmayız. Çok kısır bir maç olmuş. Fakat Cezayir'in İngiltere'den puan alması şüphesiz Dünya Kupası'nın en güzel hikayelerinden biridir. Cezayir, İngilizler'e nasıl direndi bilmiyorum ama bunun için tarihsel süreçlerden ve ortak hissiyatlarından beslenmişlerdir. Geçmişe bakarak kendinize güç katabilir ve bu sayede direnişinize devam edebelirsiniz.

Turnuvanın 2.cuması sona erdi, 2.hafta sonu seansı başladı. Hayata maç izleyerek direniyoruz, elden şimdilik başka birşey gelmiyor.

Perşembe, Ağustos 6

Ah Partizan Vah Partizan


Resimde sarı-lacivert formalarıyla sevinen futbolcular, Rum Kesimi'nin Apoel takımı. Sevinmeleri çok normal, çünkü siyah-beyaz formalı Partizan'ı elediler ve Şampiyonlar Ligi'nde tur atladılar.

İlk maçı 2-0 almıştı Rumlar. Rövanşa, Partizan hızlı başladı ve maçın başında öne geçti. Fakat başka gol olmadı. Turu atlayan Apoel oldu. Avrupa'nın en deplasman gibi deplasmanlarından biri olan Belgrad'dan, 25.000 Sırp'ın önünden kazançlı döndüler.

İşin ilginç yanı Apoel'in teknik direktörü de bir Sırp. Ivan Jovanoviç, teknik adamlık kariyerinin en muhteşem anı olduğunu söyledi maçtan sonra. Kendisi futbolcuyken bir başka Belgrad takımı FK Rad'da forma giymiş ve daha sonra Yunanistan'a transfer olunca hayatını burada kurmuş.

Jovanoviç'in Yugoslavya'da oynadığı son sezonda(1988-89) , Zagreb, Split, Belgrad takımlarının bir arada olduğu ligde, sezonu 4.sırada bitirip Uefa Kupası'na kaılıyor FK Rad. Ligde geçtikleri takımlardan biriydü dünkü rakipleri Partizan.

Partizan'ı severim. Baş nedeni Sasa İliç'tir. Hatta tek nedenidir. Futbolda kabus devam ediyor bu takımda. Teselli Euroleague'de bulunacaktır. Bu sene baskette tarih yazılacak, final-four İspanyollara, Ruslara bırakılmayacak.