basketbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
basketbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Ocak 12

The Last Dance

NBA'i çok yakından takip etmiyorum. Tabi ki sonuçları, şampiyonları, tarihini, figürlerini biliyorum. Fakat detaylara hakim değilim. Haliyle detaylardan ve az bilinen bilgilerden beslenen bir yazı veya dokuman beni tatmin etmeye yeterde artar bile. Bir NBA aşığının "Ne var bunda be, biliyoruz bunu" dediği bir bilgi, benim şaşırmama yetebilir. O nedenle birçok insanın bayılarak izlediği The Last Dance'den beklentim çok yüksekti. 

2020 yılının ilk yarısına damga vuran kapanma dönemi, herkesin psikolojisini allak bullak etmişti. Haliyle evde otururken boşluğa böyle bir belgeselin düşmesi çölde vaha gibiydi.

Fakat benim izlemem bir sonraki karantina dönemine denk geldi. 2020'i, 2021'e bağlayan günlerde... Bir yandan spor müsabakaları devam ederken, diğer yandan yeni diziler, filmler gelirken artık The Last Dance'e muhtaç değildik.

Aslında tüm yanılgım; isimden ve mottodan başladı. The Last Dance, efsane takımın ve kadronun son sezonuna taktığı isimdi. Tanıtım yazılarında da "Bulls'un soyunma odasına, idmanlarına, maçlarına tam erişim hakkı olan bir görevlinin çektiği kayıtlardan oluşan belgesel" ifadeleri yer alıyordu. Haliyle ben o sezonun belgeseli olacağını düşünmüştüm. Yani teşbihte hata olmaz ama biraz Eski Açık Sarı Desene ekolünden bir yapım bekliyordum.

Oysa Bulls'un tarihe damga vuran tüm sezonlarını anlatan bir belgeselmiş. Bu kötü mü? Değil tabi. Fakat iş bir yerden sonra Jordan üzerinde yoğunlaşınca benim canım sıkılmaya başladı. Pippen, Rodman, Kukoc, Jackson gibi karakterlere de eğildik. Onların hayatlarını öğrendik. Onların görüşlerini dinledik. Fakat hepsi bir yerde Jordan'a bağlandı. Mesela Kukoc gibi bir figürün kıyıda köşede kalması beni üzdü. Hatta Hırvat oyuncunun daha sonrasında, "Keşke Krause de hikayeyi kendi bakış açısıyla anlatsaydı" eleştirisi çok yerindeydi. Tabi ki Krause 2017 yılında vefat ettiği için bu zor bir kısımdı. Fakat hem belgesel çalışmalarına 2016'da başlandığını unutmayalım. Onu da geçtim; Krause belgeselin içinde olmasa bile, daha iyi anılabilirdi. Onu karikatürize etmek, tarihin en iyi takımını kuran bir genel menajere saygısızlıktı. Daha da önemlisi bir belgeselin en önemli özelliği 'tarafsızlık' ilkesinin ihlali gibiydi.

Arşiv kayıtlarıyla, ulaştığı kişilerle ve Jordan'ı ikna etmesi sayesinde çok güçlü bir projeye dönüşen yapım, işin içine girdikten sonra promosyon çalışmasına dönmüş gibiydi. Benzer bir eleştiri daha sonrasında Pippen'dan da gelmişti zaten. Üstelik Netflix de zaman zaman, Jordan'ı Ürdün diye çevirmeyi ihmal etmeyerek not düşürmeden yardımcı oldu!

Jordan, bana göre NBA tarihin en büyük oyuncusu. Fakat en büyük olması, onu çok sevdiğim anlamına gelmiyor. Tarafsız bir noktadaydım ona karşı. Fakat bu belgeselle, eksiye doğruya yönelmeye başladım. Yani bende, amaçlanandan daha ters bir etki yarattı. Başta Krause ile yaşadıkları ve ona yaptıkları, diğer insanlara karşı tutumları, aşırı takıntılı halleri, kendine motivasyon yaratma biçimleri beni ondan soğutmaya yetti.

Muhakkak böylesine büyük sporcuların dominant karakterler olması şaşılacak durum değil. Hatta olağan akışa uygun. Biraz sert, biraz antipatik, biraz rahatsız edici ama bütüne vurunca tamamen baskın... Fakat Jordan, bu karakterini parlatmayı da sevmiş gibi. Olduğundan daha fazla 'rahatsız edici' karaktere dönüşmek istemiş, kendini öyle anlatmayı seçmiş. İşte bu kırmızı çizgi, ona olan duygularımı değiştirdi.

Öte yandan işin mutfak kısmı etkileyici ve ilham verici. Esasında karışık duran bu anlatıyı bütünleştirmek çok önemli bir başarı. 1997-98 sezonu her bölümde yavaş yavaş ilerlerken, aynı anda hem o takımın geçmiş sezonlarına bir flashback atılıyor, hem de her bölümde o takımın bir üyesi daha yakından tanıtılıyor. Tüm bu akışı, anlamlı bir hale getirmek, bir araya getirmek çok sağlam bir kurgu çalışması gerektiriyor. Tabi bir de arşiv çalışması var ki, orası zaten belgeselin (veya dizinin) alametifarikası. 10 bölüm içinde toplam 106 kişiye mikrofon uzatılması da ayrı bir başarı.

Zaten güçlü bir yapım olduğunu kabul ediyoruz. Başarısız olduğunu iddia etmek de zor. Fakat kamuoyunda yarattığı heyecan bana uğramadı. Oysa beni etkilemek çok daha kolay olurdu. Yine de izlediğime pişman olmadım tabi ki. Spor belgeselleri arasında "iyiler" arasında yer alacaktır.

Herhalde Jordan'ı ve The Last Dance'i anlatan en güçlü şey, henüz doğrulanmayan bir şehir efsanesi. Rivayete göre ilk yıllarda belgeseli çekmek için Jordan'ı ikna etmek pek mümkün olmuyor. Yapım ekibi bunun için çok uğraşıyor ama yıllarca olumlu bir geri dönüş alamıyor. Tam artık umutlar suya düşmüşken, 2016 yılında LeBron James, Cavaliers ile NBA şampiyonluğuna uzanıyor. O şampiyonluktan hemen sonra yapım ekibine bir telefon geliyor. Arayan Jordan, ekibe şöyle diyor: Hadi yapalım!

Yalan da olsa güzel hikaye. Jordan'ı anlatmaya, belgeselde gördüğümüz Jordan'ı tamamlamaya müsait bir anekdot.

Bir de şunu bir kez daha anladık ki; iyi bir kadronuz varsa ve maç öncesinde Sirus çalıyorsa, kazanma ihtimaliniz çok yüksektir.

Pazar, Ekim 10

Cesaret

"Zincir şöyle ilerliyor: Koç, imkanları dahilinde başarılı olarak daha fazlasını yapabileceğine GM'i ya da başkanı ikna ediyor, o da sponsoru zorluyor...

Cesur olmak önemli. Bazı antrenörler "Çok zorlarsam işimden olurum" diyor. Yahu zorlamazsan zaten işinden olacaksın. "Ben bu bütçeyle de yaparım" gibi bir durum yok. Sen yapamazsın, yerine başkasını bulurlar, o biraz yapabiliyormuş gibi gözükür, onu da yollarlar... Doğanın kanunu. Yönetim hiç "Biz hata yapık" demez. "Hoca bu işi yapamadı" olur. O yüzden harcayabilecek bir sponsor varsa harcatacaksın."

Ergin Ataman, Socrates Eylül sayısı

Salı, Temmuz 13

Horoz Savaşı


"Mehmet Okur, 2007'de gelip Fatih Solak'ı 'Canımı yakmak istiyor. Bunu bilerek yapıyor' diye şikayet etmişti. Kim? Benim Fatih'im mi? Karıncayı bile incitemez o. Güçlü ama gücünü çok iyi kullanmayı bilmeyen biridir. Mehmet elbette üçlük atacaktı ama esasen pota altında savaşarak takıma liderlik etmeliydi. Bizim içeride bir yıldıza ihtiyacımız vardı. Yoksa şutör bulurum zaten... İbrahim Kutluay, ölene kadar senden daha iyi şut atar. Eğer kaçırırsa o da ribaundu sen alacaksın. Peki sen kaçırırsan ribaundu kim alacak?

Yaşlanmış, çok büyük oyuncu olduğunu düşünen bir gruptan bahsediyoruz. Takım içindeki tartışma hâlâ 'Horoz kim olacak? Ana rol kimin, son topu kim atacak?' seviyesindeydi. Kıskançlık ve korkuyu geride bırakamıyorlardı. 2006'da Hidayet'e 'Sana ihtiyacım yok' demem ona ağır gelmişti. Mehmet, dediğim gibi, milli takım için savaşmıyordu bile. Hido bir süre sonra fikrini değiştirdi . Geri adım attı. Gerçek bir lider oldu."

Bogdan Tanjevic / Socrates - Ocak 2021

Perşembe, Haziran 24

Siyasi mi Kapris mi?

2013'teki Gezi Parkı protestolarının ardından Cenk Akyol'un NTV mikrofonunu iterek medyaya tepki göstermesi milli takımdaki geleceğini etkiledi mi?

Alakası yok. Hidayet, Mehmet ve Kerem'e gerektiğinde "Siz gelmeyin. Kadroyu başka türlü kurdum" diyorum da Cenk'e mi diyemeyeceğim.? Ben de politik bir insanım. Ayrıca milliyetçi değilim. Nasyonalizmi savunmam. Ama Cenk'in durumu farklıydı. Akdeniz Oyunları'ndan sonra kapris yaptı. Yahu seni oynatabilmek için içim kan ağlayarak İbrahim Kutluay'ı kesmişim ben. Üstüne üstlük bir de Fenerbahçe'de Ömer Onan'ı düşündüğümü, planlarımda yer almadığımı İbo'ya bildirmişim. Yıllarca konuşmamışız. Ne zamana kadar? Harun Erdenay'ın anneannesinin cenazesine kadar... Ben doğrularım uğruna kardeşlerimden vazgeçmişim, biz neyi konuşuyoruz?

Cenk daha sorumlu davranmalıydı. Milli takımı politikaya alet etmemeliydi, orası ayrı. Ama kadrodan kesilmesinin bununla alakası yok. Karar benim.

Bogdan Tanjevic / Socrates Ocak 2021

Çarşamba, Aralık 16

Onun Gibisi

"Bodiroga her zamanki gibi takıma liderlik etti ama finalin (2002 Kinder Bologna - Panathinaikos) esas yıldızı, dostum İbrahim Kutluay'dı. Böyle bir şutör o-la-maz. Efes'te de birlikte oynadığımız dönemden hatırlıyorum, bugün dahil, hayatımda birçok şutörle oynadım ama İbrahim gibisine hiç rastlamadım. Hiç zorlanmadan 40 attığı olurdu. 'Watch me Mula, watch me' diye bağırırdı perdeyi takip ederken. Ne adamdı... Onun gibisi gelmedi gelmeyecek."

Damir Mulaömerovic / Socrates Ekim 2020 sayısı

Salı, Haziran 9

Spiker Terörü


Bizim milli maçlar ve kulüplerimizin Avrupa maçları bir acayip anlatılır. Ben son 10 yılda yenildiğimiz ve hakemin hiç hata yapmadığı bir maç hatırlamıyorum. Buna Murat'ın (Murathanoğlu) anlattığı maçlar da dahil. Yani, bütün iddialı üst seviye maçlarda, biz ne zaman yenilirsek onda mutlaka hakem lobisinin parmağı var.! 

Real Madrid'deki Rudy Fernandez Türkiye'de oynasa başka anlatılır. "Yine aldı puanı Fernandez. Nasıl da rakibine teknik faul verdirtti" denir. Orada oynadığı zaman da...

Bizde maçlar hep böyle anlatılır. Bu da ülkenin genel havası. Anlatıma da yansıyor. Murat'ı tenzih ediyorum ama genelde gördüğün zaman, atılan basketten bile zevk alamıyorsun. Maç seyreden insanımızın en sevdiği an, takımdaki bir oyuncunun smaç bastığı andır. Orada da adam öyle bir anlatıyor ki "Hay atmasaydın şunu keşke de adam bunu o ses tonuyla anlatmasaydı" diyorsun. 

Bilgin Gökberk / Ribaund Dergisi - Şubat 2020

Belki bu konuya 12 senelik blog tarihinde biz de değinmişizdir. Hatırlamıyorum. Fakat Bilgin Gökberk kadar direkt bir anlatımla derdimizi açıklayamadığımıza eminiz. Gökberk bu açıklamaları, Ribaund Dergisi'ne verdiği söyleşide dile getirmiş. En önemli detay bu cümleleri kullanırken yanında Murat Murathanoğlu da var. Yani, 'Yanımda bir basketbol spikeri var. Onları öveyim" falan dememiş.

Murathanoğlu da zaten hakem şikayetinin veya yabancı oyuncu eleştirisini en fazla yapan spikerdir. Hatta yaşını düşününce o ekolün öncüsü diyebiliriz. Gerçi Murathanoğlu'nun diğer spikerlere göre tek sorunu bu. Yoksa maçın önüne geçmek için ekstra çaba sarf ettiğini söyleyemem. Bu diğer spikerlerin işi. Gerçekten Gökberk'in son paragrafta verdiği smaç örneğini defalarca hissettim. Maç içinde kendi maçını oynayan spikerler, gerçekten maç keyfini düşürmekle kalmıyor; pozitiften negatife geçiriyor. Üstelik bu basketbol spikerlerine gelenek haline gelmiş durumda. Milliyetçiliğin ve şovenizmin daha revaçta olduğu futbol medyasında bile spikerler işi bu noktaya taşımıyor.

Görselde 2012 yılındaki Galatasaray - CSKA Moskova maçının olmasının bir nedeni var. O maçı salonda izlemiştim. Basketbol anılarımda en güzel yerlerden birine sahiptir. İyi ki de o maçı salonda izlemişim. Zira eve dönüp maçın tekrarını izlediğimde sinirlenecek kıvama gelmem beş dakika sürmüştü Herhalde salona gitmeyip, canlı yayını takip etseydim kesinlikle "Hay atmasaydın şunu keşke de adam bunu o ses tonuyla anlatmasaydı" derdim ben de...

Bilgin Gökberk boş konuşmaz. Ama artık az konuşuyor, az yazıyor. Özellikle spordan çok uzaklaştı. Keşke daha çok karşımıza çıksa... Özellikle 2008-2012 arası ondan çok beslenmiştik; yine olsun yine dinleriz...

Çarşamba, Şubat 26

Pazar, Şubat 9

Sadece 41 Sene


Evrensel çapta bir cenaze törenindeyiz. Üstelik hiç beklemediğimiz bir anda. Haliyle basketbola, NBA'a birazcık temas etmiş herkesin kafası allak bullak. Böyle zamanlarda insanlar hislerini kolay kolay anlatamaz.

Aileden biri değil. Hatta hayatında hiç görmedin. Fakat yine de 20 yıl boyunca bir şekilde adını duydun. Hayatının ufak veya kocaman bir parçası oldu. Herkesin Kobe Bryant ile farklı bir ilişkisi vardı. Herkes için ayrı ayrı anlamlara sahipti. Haliyle bu hem yakın hem uzak olma durumu, bir de olayın ani kısmıyla birleşince insan şaşkınlık içinde kalıyor.

Herkes gibi benim için de bir 'Kobe' var. Fakat itiraf etmek lazım. Kobe Bryant, benim için bir kahraman değildi. Hayranı değildim. Zaten NBA benim ligim değildi. Hatta geçen seneye kadar sınırlı bir ilgim vardı. Yani Kobe'nin oynadığı ve efsane olduğu zamanlarda, sabah kalkıp maç sonuçlarına dahi bakmazdım. Play-off zamanlarında biraz daha fazla ilgilenirdim. Belki de Kobe'nin tüm kariyerinde oynadığı yüzlerce maçtan bir tanesini bile tamamen izlememiş olabilirim. Emin değilim. Büyük ihtimalle milli takımla katıldığı turnuvalarda denk gelmişimdir ama onlar da çok rekabetçi mücadeleler değildi. Ayrıca Lakers da benim takımım değildi. Yani Lakers'ı başarıdan başarıya koşturan bir adama bağlanmak da benim adıma kolay olmazdı.

Yine de; tabi ki bu adamın kim olduğunu çok iyi biliyordum. Yeteneğini, kazanma hırsını, tutkusunu görmek için 48 dakika (daha doğrusu üç saat) ekrana bakmak gerekmezdi. Çok büyük bir oyuncuydu. Bunu zaten herkes bilir, bugünlerde de herkes söylüyor. Ve zaten; tüm bu uzaktan bakışlarıma rağmen haberi duyduğumda herkes gibi ben de şok oldum. Olayın 'kaza' nedeniyle olması, aniden gerçekleşmesi gibi detaylar ölümün tüm o soğukluğu anında hissettirdi.

Her zaman gözünün önünde olan, belki ekrandan izlemen nedeniyle senin için biraz sanal bir karaktere dönüşen ve o yüzden bir fani olduğunu unuttuğun adam ölüyor... Sporcuları, rock starlarını, aktörleri bu şov ve televizyon dünyasının bir parçası oldukları için sanki bir 'roman/film karakteri' gibi görüyoruz ve ölümlerine çok şaşırıyoruz. En çok da gözümüzün önünde olmaya devam ederken ölenlere. Yani Kirk Douglas gibi son filmini 20 sene önce çeken, 106 yaşında hayata veda edenlere değil!

Ünlü olmanın getirdiği hislerin yanında bir de üst düzey sporcu olmanın yarattığı karizma var. Bunu inkar edemeyiz. Sporcular, aktörlerden de müzisyenlerden de, diğer tüm inanlardan da ayrı bir yerdedir. Modern sporun başlangıcından, hatta Antik Yunan'dan beri spor yapan, sporcu olan, rakiplerini alt eden, herkesin daha önünde, daha üstünde olan o insanlara ayrı anlamlar yüklüyoruz. Zaten bu kaçınılmaz. Haliyle bir anda bu hayattan çekildiklerinde şaşırıyoruz.

O karizmanın belki de en büyük taşıyıcılarından biriydi Kobe. Dünya tarihinden kaç tane sporcu vardır onun gibi? Jordan, Federer, Bolt... Başka? Maradona değil mesela. Maradona bugüne kadar kaç defa hastaneye yattı, kaç defa olarak dibe vurdu... Onun ölümü herkesi üzer ama kimseyi şaşırtmaz. Kobe'nin eski takım arkadaşı Shaq mesela. Sadece cüssesi ve hamburger yediği fotoğrafları bile insana "Oğlum bu adamla kalp, kolestrol falan vardır" dedirtir. Lionel Messi için bile 'uzaylı' diyoruz ama biliyoruz ki o da çocukken bir hastalık geçirdi ve ufacık tefecik bir adam. Sahada yenilmez belki ama bu dünyanın dertleri onu savunmasız bırakabilir.

Tamam; Kobe de ölecekti bir gün. Ama o gün bu gün müydü? Kobe kahramanım olmadığı için duygularım daha gerçekçi. Belki de daha acımasız. Mesela şöyle düşünüyorum. Bu adam liseden mezun olup direkt NBA'e geldi. 20 yıl boyunca dünyanın en rekabetçi basketbol liginde, en üst seviyede oynadı. Kupalar kazandı, rekorlar kırdı. Bunun için çok üstün bir yeteneğe sahip olması yetmezdi. Liseden önce, lisede ve sonrasında deli gibi çalıştı. Senede 90 küsür maça çıktı. Üç günde bir maça çık, idman yap, yazın formunu koru, belki milli takıma git. Muhakkak sonunda mükafatını alıyorsun ama hemen ardından yeni bir macera, yeni bir görev başlıyor. Durmak yok! Normal bir insan için oldukça zorlayıcı bir tempo. Ayrıca o kariyer esnasında dünya kadar para kazanıyorsun; belki o parayı harcayacak zamanın bile olmuyor. Bir yandan aile kuruyorsun. Fakat ailene zaman ayıramıyorsun. İşte tüm bu fiziksel ve mental koşturmanın ardından bir gün emekli oluyorsun. Bütün dünyada insanlar 60lı yaşlarında emekli olurken, sen 40 yaşına girmeden muhteşem anılarla, sıcak bir yuvayla, tarihe bıraktığın isimle ve tabi ki içi dolu banka hesabıyla emekliye ayrılıyorsun. Bundan sonra dünya senin. Gez, yaşa, gül, eğlen, istediğini yap... Derken bir anda dünyadan göç ediyorsun...

Çok sert bir paragraf oldu belki de. Bu dönemde Kobe hakkında yazılmış duygusal yazılar gibi değil. Daha çok bir cenaze namazı sonrası cami çıkışı laflayan insanlar gibi. Ama başta da belirttiğim gibi Kobe benim kahramanım sayılmazdı. Onunla kurduğum ilişki 'aileden biri' gibi değildi, daha çok 'mitolojik tanrılar' gibiydi. Yarı gerçek yarı sanal.

Aslında kahramanım değil diyordum ama ona özendiğim de olmuştu. Zaten ölümü sonrası içimi titreten de ona özenmiş olmamdan kaynaklanıyor.

Geçen yaz bir gece uyku tutmamıştı. Evde televizyon izlerken Kobe ile Shaq'ın muhteşem işine denk geldim. Oturdum izledim. Uykum daha da kaçmıştı ama önemli değildi. Ağzım açık izliyordum. Sporcu olmak; hem de üst düzey bir sporcu olmak ne kadar güzeldi. İnsan nasıl özenmesin onlara? Tabi Shaq gibi iri kıyım cüsseli bir adam yerine Kobe gibi atletik olarak kusursuz, yetenek olarak benzersiz birine daha çok imreniyordu insan. Kobe Bryant olmak! Sayısız hikayen ve bunları dinlemek isteyen milyonlar var. Geçmişe dönüp baktığında acıları ve mutlulukları gülerek hatırlıyorsun. Sayısız kupa, sayısız şampiyonluk, sayısız maç. Biriktirdiğin 20 sene sona ermiş ve şimdi o anları anlatıyorsun. Üstelik bundan sonra yapacağın bir sürü şey var. Milan tesislerine gidebilir, Ronaldinho ile kanka olabilir, Barcelona idmanına çıkabilir, Caddebostan'da tek pota maç yapabilirsin. Muhteşem bir hayat. Muhteşem bir çevre. Stressiz günler. Geniş bir aile. Sıcak bir gülümseme.

O akşamın sonunda "Ulan keşke Kobe Bryant gibi olabilseydik" demiştim. Belki de "Keşke Kobe olsaydım" demiş bile olabilirim. Şimdi ise günlerdir aynı şeyi düşünüyorum. İyi ki Kobe Bryant olmamışım.

Bizim de hikayemiz belli değil. Sonumuz belirsiz. Belki ömrümüz bu son cümleyi dahi aratabilir. Fakat işin aslı şu: Kobe gibi biri için; böyle bir son olmamalıydı. 30 sene sonra beyaz sakallarıyla Staples Center'da Lakers maçı izlerken görmeliydik. O salonda, biz ekranda... Yanımızdaki gençlere, daha önce hiç maçını izlememiş olsak bile "Bu adam var ya, çok büyük oyuncuydu" demeliydik. Hatta "81 sayı attığı gece, maçını televizyondan izlemiştim" diye ufak eklemeler yapmalıydık. Kim bilecek?

Şimdi başka bir gerçeği yaşayacağız. Biz yaşayacağız en azından. Ama alışmak kolay olmayacak... Ve Kobe'ye bile böyle bir  son çizildiyse eğer, biz faniler de biraz korkmaya devam edeceğiz.


Pazartesi, Ekim 21

Ağrı - Acı


Herkesin gerisindeydim ben. Yeteneğim sınırlıydı. Sabahın köründe gelip kapıyı herkesten önce açtırmasam, takım idmanının ardından gece salonda kalmasam, nasıl fark yaratabilirdim ki?

Ağırlığa önem verdim lise yıllarıyla birlikte, tabii ki dozajında kalarak. Geriye kaçarak şut atmayı çok seviyordum, öyle bir stil edinmiştim. Bilhassa sırtım ve belim kuvvetlendikçe bunu daha iyi yapmaya başladım; topu da bloktan kaçırmam kolaylaştı. Şutu kolla atıyorsunuz ama mekanizma aslında bacaktan başlıyor, belden alınan kuvvetle devam edip kolla bitiyor. Bacak, karın ve kalça kuvveti aslında sizi en üst seviyeye çıkaran. Antrenmanları çeşitlendirmeye çalışırdım., örneğin haftada iki gün ağırlıksa bir gün mutlaka atletizm diğer gün tırmanma ve depar... Yoksa günde bin şut atıyorsunuz zaten. Antrenman sonrası otomatik, rutin o. Esas olay, eve gittiğinizde yemeği yemeye çalışırken çatalı yerden kaldırıp kaldıramamak... İyi idman belki ağrı çektirir ama canı acıtan pişmanlıktır. Ben pişman olmak istemedim...

İbrahim Kutluay / Socrates Dergi, Ağustos 2019

Perşembe, Haziran 6

Özür ve Alkış


Hayatımın en çok NBA izlediğim sezonu geride kalıyor. 'En çok' sıfatı kafaları karıştırmasın. Play-off'lara kadar ayda iki, play-off zamanı haftada iki maç izlemişimdir. Tabi buna izlemek denirse...

Çevremizde her zaman NBA seven arkadaşlarımız oldu. Aramızda tatlı atışmalar da oldu. Çok salladık, alay da ettik. Tabi onlar bizi ciddiye almadı. İyi de yapmışlar. NBA izlemek, NBA'i takip etmek bir Avrupalı için çok zormuş. Zaten ben de o yüzden uzak duruyordum. Tamam zaten bir hevesim yoktu ama televizyonu açtığım zaman da karşıma çıkmıyordu. NBA takip etmek için beklemek, uykundan kalkmak, uykusuz kalmak, düşen kafayla mücadele etmek gerekiyormuş. NBA emekmiş,

Yukarıda verdiğim ortalamalar daha yüksek olabilirdi, eğer uykuyla mücadele ettiğim bazı savaşları kaybetmeseydim. Saat 03.00'teki maç için 02.57'de pes etmişliğim bile oldu. Hele Batı'daki maçları izlemek hiç mümkün değilmiş.

Maçlar sardı, takımlar sardı, oyuncular sardı. Fakat bu saat işi hiç sarmadı. Yıllardır bu sevdanın peşinden giden herkese tebriklerimi gönderiyorum. Çevremde olup da tatlı atışmalarıma maruz kalanlardan da özür diliyorum.

Umarım Toronto Raptors şampiyon olur...

Pazar, Ocak 27

Eski Günler


Charles Shackleford, Türkiye basketboluna çok uzun süre renk katmadı ama o kadar büyük iz bıraktı insan onu hatırlamadan edemiyor. Tabi ki herkesin aklında Malaga maçında, kaçırması gereken serbest atışı sokması var. Belki de Türkiye kariyerinin kısa sürmesinin nedeni de oydu. Pek fazla beğenilmediğini hatırlıyorum. Oysa bir Galatasaray maçında çok iyi oynamıştı. Henüz daha sezonun başıydı, yeni gelmişti. Galatasaray'ın, Ülker'e ve Efes'e kafa tutması bile önemli bir olaydı. O maçta da Galatasaray fena değildi ama Shackleford ve Pete Williams çok iyi oynamışlardı. Haliyle kazanan Ülkerspor olmuştu.

Bir de adı zor söylenirdi. Biz zaten çocuktuk, söyleyemezdik ama İsmet Badem ve Murat Murathanoğlu bile birbirlerinde farklı telaffuz ederlerdi. 1995-96 sezonunda Türkiye Basketbol Ligi'ndeydi. Ligin güzel zamanlarıydı. Uzun süren kuraklığın hemen öncesiydi. Aynı sezon içinde hem Conrad hem de  Shackleford ligdeydi. İkisi de toprak oldu. İnsan şaşırıyor. Onlar çok erken gitti; bu kabul ama bir yandan da o kadar sene hangi ara geçti?

Shackleford öleli tam iki sene olmuş. 23 sene öncesi hafızalarda çok daha taze gibi oysa...

Cuma, Ocak 11

Türk Telekom 87 - 81 Galatasaray



Blogu boşlamanın sıkıntılarını yaşıyorum. Gittiğim maçları, kişisel tarihime not düşmek adına buraya yazmayı seviyorum. Eskiden maçların en fazla bir gün sonunda yazı bloga atılmış olurdu. Fakat artık ben yazana kadar aradan haftalar geçiyor. Sakaryaspor - Samsunspor maçında da benzeri olmuştu ama en azından o karşılaşma ilk yarının son maçıydı. O gün lige ara verildi. 2018'in son günlerinde gittiğim Türk Telekom - Galatasaray maçının ardından ise iki takım maç yapmaya devam etti. Yani maçın üzerinden çok sular aktı, haliyle yazının güncelliği kayboldu.

Neyse ki bu bir basketbol maçı. Uzun uzun bir analiz yapmaya yetim yok. Üstelik bu sezon çok az basketbol maçı izledim. Salonlardan da elimi ayağımı çekeli çok oldu. Futbolda Passolig gibi somut bir nedenim varken, basketbola bu kadar soğuk davranmam ilginç. Zira ortada hiç bir nedenim yok. Sadece üşengeçlikten. Fakat bana da hak verilebilir, çünkü salonlar çok uzak. Sinan Erdem, Akatlar, Ayhan Şahenk, Ülker Arena... Hiçbirine tek vasıta ile gitmem mümkün değil. Ankara'ya gittiğimde ise şehrin tam ortasında bir salonla karşılaşmak büyük keyif oluyor. Tek bir metroyla, en fazla aktarma yapa yapa salona gidebiliyorsunuz.

Bir cumartesi günü saat 15.15'te başlayacak maça yoğun bir ilgi olmaz sanıyordum. Fakat Ankaralılar maça akın etmiş. Galatasaray her zaman Ankara'ya gelmiyor. Hem de başkan Mustafa Cengiz'in tabiriyle "Son 20 yılın en büyük zaferini" yaşadıktan bir hafta sonra parkeye çıkmak kolay rastlanan bir durum değil. Bu yüzden olsa gerek Ankaralı Galatasaraylılar maça akın etmiş.

Maçtan önce bir süre maçı hangi tribünde izleyeceğimi düşündüm. Eskisi kadar derin olmasa da serde bir Galatasaraylılık var. Fakat deplasman tribününe girip, geç çıkmayı kaldıramazdım. Üstelik pota arkasından maç izlemek de kolay değil. Türk Telekom'un Ankaragücü tayfasını karşıya alıp, oturarak maç izleyen basketbolseverlerle salonun ortasından maçı takip etmek cazip geldi. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı.

Herkesin koltuğunda oturma isteği medeniyet talebi olabilir ama maçın bir periyodu boyunca insanların devamlı ayakta koltuk koltuk gezinmeleri tüm konsantrasyonumu bozdu. Rahat maç izlemeyi yaygınlaştırmak için getirilen sistem, salona erkenden gelip yerine oturan adamın bir periyot boyunca sahaya bakamamasına neden oluyor. Ankara seyircisi, ufacık salona bir saatte yerleşemedi. 

Devamında da basketbolun VAR'ı devreye girdi. Hakem heyeti her pozisyonda masaya geldi. En ufak tartışmalı kararı monitörden izlediler, tartıştılar. Basketbolda kurallar daha keskin, en ufak karar da büyük farklar oluşturuyor. Yani pozisyonların titizlikle incelenmesini anlayabiliyorum. Fakat diğer yandan maçı anlamak, maça girmek zorlaşıyor. Haliyle son yıllarda izlediğim en sıkıcı maç oldu.

Gerçi maçın kendisi sıkıcı değildi, sıkılan bendim. İki takım da tempolu oynadı. İki takım da skor üretti. Keyifli bir basketbol vardı. Skora da yansıdı. Türk Telekom'un kadrosu Galatasaray'a göre daha ağır basıyordu. Zaten maç öncesinde Galatasaray'dan büyük beklentilerim de yoktu. Sezona kötü başlamışlardı, buna rağmen bir önceki hafta Fenerbahe'yi, daha öncesinde de Beşiktaş'ı yenmişlerdi. Yeterli!

Fakat puan durumuna bakınca şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Lig maçlarını ara ara izliyorum. Sonuçlara bakıyorum. Transferleri de takip ediyorum. Fakat puan durumuna hiç bakmamıştım. "Zaten Fenerbahçe lider" düşüncesi, puan durumunu bana unutturdu. Oysa Galatasaray ilk dörde kadar yükselmiş. Ben bu sezon play-off yapamayacaklarına şartlamıştım kendimi. Özellikle Euro Cup faciası zihinde "Kötü takım" algısını yaratmıştı. Kadrodaki oyuncular da hem isim olarak hem de izlediğim maçlarda performans olarak tatmin etmedi. Bu takımın ilk dörtte olması çok şaşırtıcı. 

Türk Telekom için ise aynısını söyleyemem. Onların üçüncülüğü oldukça normal.Tecrübeli bir Türk rotasyonu, yanlarında çok iyi yabancılar. Ligin sayı kralı Landesberg, Stimac, Campbell, Gabriel... Lige yeni yükselmiş bir takım olmalarına rağmen yüksek bir potansiyelleri var ve onu da her maç gösteriyorlar. Yenildiklerinde bile güzel maç izlettiriyorlar.

Aslında fena ligimiz yok, sadece Fenerbahçe'nin arayı çok açması kötü oldu. Ligin şampiyonu belliyken, geri kalan maçları hangi motivasyonla izleyeceğiz? Galatasaray, Beşiktaş ve Karşıyaka'nın da eskisi kadar ısıran takımlar olamaması ilgiyi azaltıyor. Yine de sahada güzel bir mücadele var. Tofaş, Telekom, hatta Gaziantep, Bahçeşehir lige renk katıyorlar. Tabi bir de ligin 15 takımla oynanması var. Her hafta bir maç az izliyoruz. Ligin de yayıncısı evlerden uzak... Bunlar da negatif durumlar.

Sorunlar çok. Başa dönersek; salonlara daha çok  gitmek gerek. Ligin kendisi olmasa da maçlar bunu hak ediyor. Bir de salonlar uzak olmasa...

Salı, Kasım 6

Türk Telekom 77 -72 Partizan


Ankara'dayız. Vaktimiz var ve o gün Türkiye Kupası maçlarının olması sebebiyle şehirde futbol maçı izleme şansımız var. Fakat öyle bir şehir ki, her yer diğer her yerden uzak.

OSTİM Stadı'nda Bugsaşspor - Trabzonspor maçı var. En uygun ulaşım oraya gibi gözüküyor. Fakat ev sahibi takımın yönetimi, Trabzonsporlu taraftarları soymak için biletleri 61 Lira olarak açıklamış. Yine gidilirdi belki ama ufacık stadyumu Ankara'daki Trabzonlular doldurur diye vazgeçiyoruz. Televizyondan bakınca tribünlerin boş kaldığını ve taraftarların "Yönetim uyuma taraftarın dışarıda" dediğini duyuyoruz.

Altındağ Belediyesspor ise Alanyaspor ile oynuyor. Altındağ'a gitmenin de kolay olmadığını öğrenince o seçenek de eleniyor. Akşam saatlerinde Ankaragücü, Erbaaspor ile oynayacak. Fakat 19 Mayıs Stadı artık yok. Yenikent'teki stadyuma gitmek de Eskişehir'e gitmekten daha zor. O da iptal.

Tam o sırada akla basketbol geliyor. Şehrin uzun zamandır en üst ligde mücadele etmeye alışmış basketbol takımı Türk Telekom, Euro Cup maçında Partizan gibi köklü bir basketbol kültürünü konuk ediyor. Üstelik salon tam şehrin ortasında. İstanbul'da bile bu kadar merkezi bir salon yok. Ama Ankara'nın ulaşımının sorunlu olması da eksi bir durum olarak burada da karşımıza çıkıyor. Yine de metroyla salona varıyoruz ve korkutucu Gençlik Parkı'nın içinden geçerek 10 liralık biletlerimizi alıyoruz.

Türk Telekom geçtiğimiz sezon alt ligdeydi. Sevdiğimiz bir kurum değil ama sevdiğimiz basketbol takımı. Akarı kokarı yoktur. Yukarıya oynadığında keyif verir. Ankara seyircisi onları özlemiş. Salon tahmin ettiğimden daha dolu. Galatasaray'ın Euro Cup maçlarından aynı kalabalık ve coşku olmuyor. Ankara'da basketbolu seven insanların tek sığınağı bu kulüp. O da uzun zamandır olmayınca, geri dönüş hareketli olmuş.

Takım da bu coşkuya uygun hareket ediyor. Çok iyi hücum ediyorlar. İzlemesi keyifli bir takım. Özellikle Kenny Gabriel ve TJ Campbell ısındıkları zaman alev alıyorlar. İlk periyotta 14 sayı fark ortaya çıkıyor. Devre de aynı şekilde ilerledi.

Fakat işte karşınızdaki takım ne olursa olsun Partizan. Fakat 20 sayıya çıkarken bile oyunu bırakmıyorlar. Sadece kazanmak için değil, süreyi kullanmak adına oynuyorlar. Madem sahadayız, fark yemiş olsak da bildiğimizi oynayalım diyorlar. Bu sayede, belki de onların da beklemediği bir şekilde fark azaldı. Bir gün önce bir başka Türk-Sırp eşleşmesinde tam tersi olmuştu. Kızılyıldız, Galatasaray karşısında farkı açtıkça Sarı-Kırmızılı oyuncuların kafaları parkeye düştü. Ankara'da ise son ana kadar salonda heyecanlı bir maç oynandı.

21 yaşındaki Vanja Marinkovic, Avrupa basketbolunun hangi noktasında emin değilim ama özgüveni ve liderliği ile beni mest etti. 28 sayı atarak maçın en skoreri oldu. Fakat skor gücünden daha fazlası var.

Türk Telekom kazanan taraftı. Son çeyrekte maçı zora soksalar da 40 dakikanın genelinde çok daha iyilerdi. Türk oyuncuları da katkı veriyor. Bir ara parkede 4 Türk vardı. Her ne kadar çoğu eski toprak olsa da (Ender, Kaya, Serhat) hem futbolda hem basketbolda alışık olmadığımız bir durumdu.

Eskiden bu tip maç yazılarını maçtan hemen sonra yazardım bloga. Şimdilerde az sayıda maça gittiğim gibi, bir de yazıları geciktiriyoruz. Türk Telekom, bu yazı gelene kadar arada bir de lig maçına çıktı. Gaziantep'i yendiler. Belki de siz bu yazıyı okuduğunuzda Euro Cup'ta sıradaki maçını (Zenit) oynamış olacak. Ama erken okuyan olursa, maça gitmesini tavsiye ederim. Türk Telekom 11 sayıyla yenilmişti ilk maçta. Ankara'da rövanşı kazanmak isteyecekler. Güzel bir maç olacaktır, tavsiye edilir.

Türk Telekom'un grupta iki galibiyeti var. O nedenle Zenit maçı şansın devam etmesi adına önemli. Diğer yandan Partizan'ın sadece bir galibiyeti var. Onlarda da değişimler başladı. Bu maçtan bir gün sonra koçlarını yolladılar ve Andrea Trinchieri geldi. Belki de geçtiğimiz hafta Sırp basketbolunda, hatta Avrupa basketbolunda bir kırılma yaşandı. Biz de o kırılmaya ucundan tanıklık ettik.

Salondan çıktıktan sonra, uzaklardan 19 Mayıs Stadı'nın hayaleti gözüktü. Güzel stadyum değildi. Fakat o gün boyunca gidilecek stadyum aranırken değeri daha çok anlaşıldı. Gecenin karanlığında bir basketbol maçından çıkınca o yöne bakmak etkiledi. Şehrin ortasındaydı; buna rağmen rahat ve geniş bir alanı vardı. Kolay gidilirdi. Şimdi Ankara'da kim nasıl nerede futbol maçı izliyor emin değilim. Benzer sıkışma İstanbul'da da var. Tüm anıları düşününce, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı çok belli. İçimizdeki heyecan da öyle... O nedenle bu yazılar artık hep günler sonra gelecek...

Cumartesi, Haziran 9

Sahanın En İyisi



İnsanlar bana soruyor, "Yahu Mirsad sen 2.05'sin ama 2.15'lik adamın üstünden ribaundu nasıl alıyorsun?" diye. Çok basit. Çünkü o ribaundu ben istiyorum. Çıkarken "Bunu ben alacağım" diyorum. Bu bir his, hırs, alışkanlık. Bazen "Gel çocuklara göster" diye çağıran antrenörler oluyor ama ben içimde olan şeyi nasıl göstereyim ki? Fundamental veya dış şut değil bu... 

İsteyip çalışırsan her şey olur. Bak ben 12 yaşında  Novi Pazar'da basketbol oynarken aklımda Avrupa ribaund kralı olmak falan yoktu. Benim amacım o gün o sahanın en iyisi olmaktı. Basketbola hep öyle baktım. O an hangi sahadaysam oranın en iyisi olmak için uğraştım.

Mirsad Türkcan / Ribaund 

Çarşamba, Ekim 18

Küstahtan Daha Fazlası



Carlton'la ilk büyük maçımız, sanırım 1993 Euroclub'daydı. O dönemler Scavolini forması giyiyordu. Teamsystem'e geçmesiyle birlikte Bologna gerçek bir basketbol kenti oldu. Derbiler çok ateşliydi ve hâliyle kutuplaştırılan ikili bizdik. 1998'de Euroleague'i kazandığımızda, çeyrek finalde Teamsystem'le oynamıştık ve o gün kavgayı Gregor Fucka çıkarmıştı. Buna rağmen herkes Carlton'un bana dirsek atmaya çalıştığını konuşuyordu. Birbirimize dokunmamıştık bile orada. Nasıl kavga olsun? Şovdan ibaretti her şey. Deşarj oluyorduk. 

1998'de, Euroleague kupası sonrası Kinder'le lig şampiyonluğunu da kazanıp duble yaptık. Dominique Wilkins'e karşı 1998 Final Serisi beşinci maçındaki dört sayılık oyunum herkesin aklında yer etmiş olabilir ama aslında o gün uzatmaya periyoduna kadar iyi bir maç çıkaramamıştım. Kariyerimin en iyi maçını ise yine o senenin play off’unda, benim için 'Çingene' pankartının açıldığı Roma deplasmanında oynadım. 47’nci sayıdan sonra elimi kulağıma götürmem olay olmuştu. Küstah olduğumu düşündüler. Aslında daha fazlası vardı.


Sasha Danilovic / Socrates-Ekim


Pazartesi, Ekim 16

Banvit 55-58 Eskişehir Basket



Bu hayatta en güzel şeylerden biri yolda olmak. Bundan daha güzeli de, gidilen başka ve bilmediğin bir şehirde zaman geçirmek. Amaç tarihi yerleri görmek veya yeni yerler keşfetmek değil, tamamen zaman geçirmek ve oraya karışmak. Amaç; amaçsızca yürümek, oturmak, konuşmak ve hem zamanda hem mekanda geride kalan her şeyi unutmak…

Bu işin kreması da, bunların hepsini yaptıktan sonra bir maç izlemek olur. Zaten tribünde maç izlemenin kendine has bir rehabilitasyonu var. Küçük bir şehrin kötü-eski bir stad/salonunda oturmak, dünyadaki bütün kaygılardan unutturuyor. Bir de bunu bilmediğin bir şehirde yapınca çok daha iyi oluyor. O nedenle iyi bir ekiple gidilen deplasmanlar en güzeliydi.

Cumartesi akşamı gelen telefonla hemen plan yapıldı. Maçı anlatacak Uğur Ozan, zaten Bandırma’ya gidecekti. Biz de Aras ile ona yancı olduk.

Ozan ile yıllar önce de bir kez Bandırma’ya gitmiştik. 2012 yılının Mart ayıydı. Galatasaray o zamanlar iddialı bir basketbol takımıydı. Haftada 6 gün çalışıyordum ve tek izin günümü hafta içine alıp Bandırma’ya gitmiştik. Çok iyi hatırlıyorum, planı bir ay öncesinde yapmıştık ve ilk etapta beş kişi olacağımızı düşünmüştük. Bir ay öncesinden “Kesin geliyoruz” diyenler, gideceğimiz hafta yan çizmişler hatta bizi de plandan vazgeçirmeye çalışmışlardı. Şimdi o insanların hiçbiri hayatımızda yok. Ozan ise yine aynı yerde. Hatta aslında aynı yerde de değil. O zamanlar genç bir üniversite öğrencisiydi ve beraber salon salon geziyorduk., Şimdi ise artık basketbol liginin yayıncı kuruluşunda spiker olarak salon salon geziyor. O geçen günlerini düşününce insan garip bir şekilde gururlanıyor. Fakat bunları onun yüzüne söyleyince de kendisi sinirleniyor.

Sonuç olarak; kışa girmeye çok az kalmışken ve sayılı güneşli gün önümüzdeyken bir Pazar gününü yolda ve Bandırma’da geçirdik. Sözde Bandırma'ya gidiş bahanemiz olan maç benim çok da ilgimi çekmiyordu. Fakat Ozan, çok iyi bir maç olacağını iddia etti. Açıkçası iki takım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Banvit’e geçen sezondan biraz aşinaydım ama Eskişehir Basket tam bir kapalı kutuydu. Maçın ismi oldukça zayıf duruyordu. Fakat kaliteli maçın nereden çıkacağı belli olmaz.

Son cümleyi okuduktan sonra; sanki sürpriz bir şekilde kaliteli bir maça denk geldiğimizi düşünebilirsiniz. Maalesef olmadı! Fakat keyif almak için kalite şart değil. Hayatın her alanında böyle olduğu gibi, sporda bu daha da kesin. Kıran kırana ve başa baş bir maç izledik. Bu da kaliteden daha önemliydi.

Karşılaşma öncesi ısınmalarda beden dillerinden Eskişehir Basket’in maçı daha çok isteyeceğini düşündük. İlk yarı boyunca da yanılmadık. Devre 41-28 sona erdi. Rowland inanılmaz oynadı. Aldığı her topu olumlu kullandı. Takımını taşıdı. Skor yaptı. Banvit ise, maç öncesi o yorgun ve isteksiz vücut dilini dahaya da yansıttı ama bir şekilde uzun süre maçta tutunmayı başardı. Devrenin sonlarında iyice düştüklerinde de farkı yediler.

Oradan Banvit’in geri döneceğini düşünemezdik. Nasıl olduğunu anlayamadık ama son periyot 46-46’lık skorla başladı. Üstelik bu skor uzun süre değişmedi. İlk 6 dakika sonunda skor sadece 48-48 olabildi. İki takım da hücumda başarısızlığını tanımını yeniden yazdı. İş o noktaya gelince de, hem ev sahibi olan hem tecrübeli olan hem de geriden gelen takım motivasyonunu taşıyan Banvit’in maçı koparacağını düşündük. Bu tahmin de olmadı! Avrupa şampiyonu etiketli Gaspar Vidmar’ın iki hücumda üst üste hata yapması Banvit’in kazanmasını engelledi. Son hücumda da oyuncuların şut atmaktan kaçınması ve kötü bir hücum yapılması son nokta oldu. Açıkçası maçın uzatmaya kalmasını da istemezdik. Sonuçta biri kazandı ve maçın ilk yarısındaki Eskişehir’in, ikinci yarıdaki Banvit’ten daha iyi olduğunu düşününce maçın hakkının gerçekleştiğini söylemek mümkün.

Eskiden Galatasaray olmasaydı hiçbir şehre gidemeyeceğimizi düşünürdük. Artık Galatasaray o gücü kaybetti. Ama spor, etkisini sürdürüyor. Bu sayede Bandırma’ya ikinci kez gittim. Eğer orada Banvit diye bir takım olmasaydı, bu yaşıma kadar bir kez dahi oraya gitmez, hatta gitmeyi aklımdan bile geçirmezdim.

Ama belli ki gidilecek daha çok yol var, görülecek çok şehir. Yeter ki; arkadan itecek birileri olsun ve bir bahane çıksın! 

Pazartesi, Eylül 18

Slovenya 93-85 Sırbistan


Bütün bir turnuva maç izlemeden final için salona gidenleri pek sevmem. Zamanında onlara çok fazla salladığıma eminim. Fakat artık biz de öyleyiz. Kulübe katıldık. O sene bu sene, o turnuva EuroBasket 2017’miş. 

Maça gidebileceğimi anladığımda biraz üzüldüm. Son yıllardaki en vasat Sırbistan ile yarı sürpriz adayı Slovenya arasındaki maç, isim olarak çok da ilgi çekici değildi. Son dönemini yaşayan oyunculara sahip İspanya gibi bir takıma denk gelmek ve o winner oyuncu grubuna veda etmek daha cazip duruyordu. Fakat işin sonunda taş gibi bir maça denk geldik. İspanya veya başkası da olsa; bu kadarını bulamayabilirdik.

Maç zaten güzeldi ama uzun süredir yarı yarıya bir atmosferde bu kadar etkili iki tribüne denk gelmemiştim. Sırplar zaten bu işi biliyorlar. Slovenya’dan ise iki günde onlarca uçak İstanbul’a gelmiş. Hatta çok sayıda taraftar gelememiş bile. Zaten Sırplardan daha kalabalık ve daha coşkuluydular. Takımlar tribünü etkiler. Sırbistan tribünü çok ateşli değildi ama tecrübesiyle maça müdahale etmesini biliyordu. Takımları da Bogdanovic dışında yetersiz isimlerden oluşuyordu ama bir şekilde finale kadar geldiler. Finalde de maçın sonuna kadar tutunmayı başardılar. Bu tamamen Sırbistan kültürü ile alakalı. Yetenekli bir kuşağa sahip olmasalar bile maç kazanmayı, turnuva götürmeyi, empoze etmeyi başarıyorlar. Zaten ekol buna deniyor. Milan Macvan, Vladimir Stimac gibi TBL’nin iyi ama Avrupa’nın vasat oyuncuları kıtanın en büyük maçında sahadaydı.

Slovenya ise daha başka bir takım. Tribündeki coşku sahaya, sahadaki istek tribüne yansıdı. Müthiş desteklediler takımlarını. Takım da buna karşılık verdi. Sırbistan’ın yapamadığı ve Slovenya’nın başardığı; sahaya ve oyuna duygu katabilmekti. Bunu her sayıdan sonra görmek mümkündü. Turnuvanın MVP’si Goran Dragic kadar hızlı çok oyuncu gördüm ama onun kadar hızlıyken dengesini kaybetmeyen hatırlamıyorum. Muhakkak vardır ama bizim basketbol repertuarımız o kadar geniş değil ve o yüzden Dragic’i başka yere koymak zorundayım artık. Luka Doncic’e son Euroleague sezonunda ayar olsam da Slovenler çok seviyor. Onun adını duyduklarında çıkardıkları ses; diğer oyuncuların iki katından bile fazla. Ona, Uzakdoğu’ya gelen Justin Bieber gibi ilgi gösteriyorlar. Bence yine de bu sevgiye yakışan bir oyun ortaya koyamadı. Muhteşem bir sayısı var ki, o da ne kadar yetenekli olduğunun kanıtı. Zaten maçın son bölümnünde sakatlandıktan sonra, ne kadar önemli bir olduğunu gösterdi. O dakikadan sonra Sırbistan oyunda dengeyi kurdu. Doncic, kafasında havlu, elleri başında maçı izlerken “Altın madalya gidiyor” izlenimi vermemeliydi belki ama o da henüz 17 yaşında!

Slovenya’nın büyük coşkusu ve muhteşem hücumlarına rağmen ne zaman skor tabelasına baksam beklemediğim farklar buldum. "Slovenya 20 fark atmıştır" derken bir bakıyordum ki Sırplar sadece 6-7 sayı gerideydi. Muhteşem bir inat! Hele bir de Doncic çıkınca ibre resmen Sırbistan’a döndü. Fakat son toplarda başarısız olan Bogdanovic, maçın ilk yarısındaki iyi oyununu gölgeleyerek Slovenya’yı şampiyonluğa taşıdı! Kenardaki Sasha Djordjevic, o dakikalarda sahada olacaktı işte. Müthiş karizmasıyla kenarda, eline top gelince bile insan bir heyecan yapıyor. Oyunculuğu döneminde böyle anlarda ceza kesmeyi çok severdi.

Fenerbahçeli Bogdanovic nedeniyle maç öncesi gönlüm Slovenya’daydı. Fakat Sırpların inadı ve Bogdanovic’in karakter koyması yavaş yavaş taraf değiştirmeme yol açtı. Fakat herhalde benim için en iyi senaryo oldu. Bogdanovic’in boş şutları şampiyonu belirledi. Aksi olsaydı, Bogdanovic güzellemelerine maruz kalacaktık. Avrupa Şampiyonası finalinde bile yerel rekabeti düşününce maçı da ara ara o gözle izledik. Fenerbahçe’nin geleni ile gidenini görünce, Bogdaovic ile Guduric arasındaki farkı anlayınca önümüzdeki sezonun Fenerbahçe için daha zor geçeceğini anlamış olduk.

Bu arada herhalde maçın en iyi oyuncularından biri Gaspar Vidmar’dı. Muhteşem bir savunma yaptı. Uzun TBL kariyerinde 10 dakikada aldığı 3-4 faullerle saç baş yoldurtan Vidmar, 27 dakika oynadığı bu maçı tek faulle tamamladı. O faul de maçın son periyodunda alındı. Çok önemli katkı yaptı. Vidmar, Türkiye’ye ilk ayak bastığında herkes “Bu çocuk gelecekte Avrupa şampiyonu olur” derdi ama geldiği nokta hiç de beklendiği gibi olmadı. Fakat eğrisi doğrusuna denk geldi. Vidmar, artık bir Avrupa şampiyonu.

Zaten herhalde dünya üzerindeki en güzel duygu, bir sporcu olup Avrupa, Dünya şampiyonu gibi apoletlere ulaşmaktır. Slovenyalı oyuncuların gözümün önünde yaşadığı duygular kıskandırdı. Dünyaya bir kere gelme hakkınız var ve henüz 20’li yaşlarınızda hayattaki en güzel şeyi yaşıyorsunuz. Uzun bir sezon, uzun bir geçmiş ve en yüksek mertebe. O an nasıl bir duygu patlaması veya his boşalması oluyordur çok merak ediyorum. Dünya üzerindeki milyarlarca insanın büyük bir kısmı bunu yaşamadan ölecek. Yapacak bir şey yok; yetenekli ve çalışan insanlar bunu başarıyor. O yüzden sporculara bu kadara hayranlık duyuluyor.


Önümüzdeki sezon daha çok basketbol maçına gideceğimi düşünüyordum. Bu maç da, başlangıç için iyi bir adım olabilirdi. Fakat Galatasaray’ın Sinan Erdem’i tercih etmesi beni biraz korkuttu. Zaten İpekçi gibi bir atmosfer olmayacağını biliyorum ama uzun metrobüs yolculuklarını; hem de tam Marmaray’ın hizmete girdiği dönemde yeniden yaşamak sezon içinde pes ettirebilir. Tabi oralara Ahmet Cömert için metrobüsün bile olmadığı dönemde gittiğimiz yıllar hala akıllarda. En azından Kazlıçeşme’nin boş ve ıssız sokaklarından daha iyi Ataköy’de olmak. Bir de buna benzer maçlar izleyeceksek, sorun yok demektir.