basın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
basın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Ağustos 3

Süper Dergi



Son 30 yılda Türkiye'de çıkan spor dergilerinin büyük kısmını her sayısıyla satın almışımdır. Hatta bazılarında çalıştım bile. Hiçbiri hakkında kötü eleştiri yapmak istemem, zira okunacak bir şeyin bulmanın zor olduğu yıllarda ortaya bir ürün koyan herkes baş tacıydı. En azından baş ucuydu...

Fakat yine de aralarından bir tanesini ayırmam gerekiyor. Belki benim çocukluğuma denk geldiği için nostaljik subjektiflik söz konusu olabilir. Fakat yine de dönüp tekrar bakınca bile halen "Yapılmış en iyi dergi" diyorum buna. O nedenle de buraya taşıyalım kendisini.

Süper Futbol, Sabah grubunun çıkardığı bir dergiydi. Sabah grubu o zamanlar, şimdiki gibi kaliteyi düşürebildiği kadar düşürüp, sadece 'taraf' olmayı seçerek sırtını dayayan bir grup değildi. Çok daha iyiydi. Gerçi o haliyle bile bizim tercih ettiğimiz ilk grup olmazdı ama şimdiki haliyle kıyaslayınca hiç fena değildi.

İşte onlar, 1997-98 sezonunun başında bir karar aldılar ve haftalık bir spor dergisi çıkarmaya karar verdiler. Yukarıda fotoğrafa gördüğünüz derginin kapağında 1 yazsa da esas ilk sayı bu değil.

Önce haftalık ve daha ince çıkıyordu. Daha çok, o haftanın almanağı şeklindeydi. Yanlış hatırlamıyorsam salı günleri çıkıyordu. Çok güzel ve çok kısa bir şekilde haftayı özetliyordu. Zaten internetin olmadığı ve özellikle Avrupa futboluna biraz uzak kaldığımız dönemde çöldeki vaha gibiydi. Öte yandan içimizdeki Süper Lig sevgisini ateşe döndürmeyi de başarmıştı. 

Üstelik haftalık derginin tarzı da bugünlere çok uygundu. Tüm bilgilerin anında düştüğü ve hemen uçarak kaybolduğu bu zamanda, haftanın olaylarını toparlayan bir ürün çok değerli olabilirdi.

Tabi şimdilerde insanların okuma alışkanlığı iyice düştü. Zaten o zaman da pek yüksek değildi. Haliyle dergi de rağbet görmedi. Ardından dergi ekibi bir karar aldı. Şubat ayında, dergi haftalıktan aylığa döndü. Artık 1998 Dünya Kupası da yaklaşıyordu. İçerikler biraz daha Fransa 98 ağırlıklı olmaya başlamıştı.

İçeride hem çok güzel yazılar, hem de tartışma yaratan yazılar vardı. Mehmet Aktop'un yazdığı bir Liverpool yazısı beni Liverpool'a bağlamıştı mesela. Hıncal Uluç'un Terim'e "Şehir kırosu' dediği yazıyı da orada okumuştum ama Uluç belki önce Sabah'a da yazmış olabilir. Uğur Vardan'ın da "Artık Avrupa hedefi için Terim uygun değil" yazısı durur aklımda ve hatırladıkça tebessüm ederim.

Çok değişik araştırma konuları vardı. Futbolcularla yapılan röportajlar, şartların uygunluğu nedeniyle çok daha açık ve şeffaftı. Yani futbolcular bam güm konuşabiliyordu. Kapakları, sayfalardaki fotoğrafları da .çok güzel ve canlıydı. Aylığa geçtiği ilk sayısında verdiği Galatasaray deodorantının kokusu bile halen burnumdadır. 

Fakat aylık derginin ömrü de çok uzun süremedi. Sadece dört sayı çıkabildi. Kupaya hazırlanan dergi, Fransa 98'i göremedi. Yine de dergi ekibinde yer alan birçok kişi yıllar içinde daima karşımızda oldu.

Hatta aynı grup 2001-02 sezonun başında yine benzer bir haftalık çıkardı. Bu sefer biraz daha magazinden beslendi. Ümit Karan'ın Tuğba Özay ile poz verdiği, Rüştü Reçber'in eşi Işıl Reçber ile röportaj verdiği içerikleri vardı. Tabi, bu eklemelere rağmen o dergi de çok uzun sürmedi... Ama neyse ki aynı dönemde çıkan Radikal Futbol biraz daha uzun soluklu olabildi.

Süper Futbol'un genel yayın yönetmeni Alp Can'ın ise trajik bir hikayesi vardır. Onu da yad edelim. İstanbul Üniversitesi sosyoloji bölümü mezunu olduğunu öğrendiğimde, hiç tanımadığım bu adama yakınlık hissetmiştim. Zaten çok da güzel bir dergi çıkarmıştı. Fakat mesleki kariyeri istediği gibi gitmedi. 2000'lerin ortasından itibaren uzun süre işsiz kalınca, biraz derbeder bir hayata karışmış. Bunun sonucunda da 2010 yılında, henüz 49 yaşında kalp krizinden vefat etti.

Süper Futbol'un aylık olanlarını yıllarca, yani 25 sene boyunca saklamıştım. Artık onların da geri dönüşme gitme zamanı geldi. Ara ara açıp okuyordum ama artık belli başlı sayfaları, taranmış haliyle PC'den okunacak. Aynı tadı vermez tabi ama 25 yıllık dergiyi de; 10 farklı eve taşıdıktan sonra artık 11.'ye götürmek evlilikte zararlara yol açabilir.

Keşke ayrılık nedeni yenilere yer açmak olsaydı ama o konuda umudumuz yok...


Çarşamba, Eylül 28

Hep Aynıydı Hamit Altıntop

Faroe Adaları yenilgisi hakkında birkaç cümle yazmaya gerek var mı? Emin değilim. O yüzden en azından, neden emin olmadığımı anlatmaya çalışayım.

Birincisi zaten grubu lider bitirmeyi garantilemiş bir takım var. Ortada bir başarısızlık yok. Oluşan tablonun ardından bir maç da kaybedilebilir. Keşke olmasaydı ama olunca da bir şey olmuyor.

Sık sık karşıma dünyaya rezil olma söylemi çıkıyor. Bu kısım da beni ilgilendirmiyor. Dünyaya rezil olup olmamak mıdır, sizin ne olduğunuzu belirleyen? Tam bir "Elalem ne der?" dürtüsüyle yetişenlerin korkusu. Hatta açıkça belirtmek lazım; zaten dünya sizinle o kadar ilgilenmiyor. Türkiye'nin ne yaptığı çok da merak konusu değil ve bu, bugün oluşan bir durum da değil. Çok daha eskiye dayanıyor.

Ayrıca Faroe Adaları gibi takımlar, artık eskisi kadar futbolu bilmeyen ekipler değiller. Avrupa'ya oyuncu ihraç ediyorlar. Öyle adanın barmeni, öğretmeni sahaya çıkmıyor artık. İyi kötü bir takım. Kötü bir takım ama takım. Ara sıra kötü takımlara da yeniliyor insanlar. Bu yenilgilerin formalite maçlarına gelmesi iyi bir şey. Çok takılmamak lazım. Kuntz ve ekibi takılsın da; bizim fazla irdelememize gerek yok şu anda...

Tabi ki A Milli Takım'ın eksiklerinden bahsedilebilir. Fakat buradan teknik direktör vurmaya ve yeni bir aktör belirlemeye çalışmak en basit tabiriyle haksızlık olur. Fakat bu konulara girmek istemiyoruz. Zira Türkiye'nin Faroe Adaları ile oynadığı maç ve aldığı sonuç beni çok ilgilendirmiyor. O akşam da ilgilendirmemişti. Maçı da izlememiştim. O saatlerde Yargı izliyordum mesela. İzlemeye gerek duymadığım bir maçın yenilgisine kıyamet koparacak değilim.

Fakat gündeme damga vuran maçın kendisinden çok, karşılaşmanın ardından Hamit Altıntop'un  TRT Spor'da yaptığı açıklamalar oldu. Hatta o açıklamaların sadece üç dakikalık kısmı. En çok rahatsız olanlar da basın mensuplarıydı. 

Altıntop'un teknik direktörünü savunan, yola onunla devam edeceğini söylediği açıklamalarında vurgusu sertti. Hedefi belliydi. Söyledikleri netti. Ve bu durum Stefan Kuntz'u eleştirmeyi hobi haline getirmiş basın mensuplarını bozmuştu. Aslında Altıntop'un açıklamaları hiç de şaşırtıcı değildi. Ne söylediğinden ziyade, nasıl söylediği gündem olmuştu. Ve konuşma tarzı son 20 yılda Türk futbolunun içindeydi. Üstelik TFF yöneticisi olana kadar da saygı gören bir üsluptu.

2010 yılında Azerbaycan'a yenildiğimiz maçtan sonra (dünyaya bir kez daha rezil olmuştuk) teknik direktörü ve takım arkadaşlarını eleştiren Hamit Altıntop, basın tarafından övgü yağmuruna tutuluyordu. Zira, oklar kendilerine yönelmemişti. O açıklamalar farklıydı, polemik yaratmaya ve ardından  tiraj/rating getirmeye müsaitti. O açıklamalar basın tarafından eleştirilmezdi, ancak övülürdü. Baş kahramandı Altıntop adeta... Takımın dobra tek üyesiydi. Zaten Almanya'da yetişmişti. Keşke futbolumuzu da yönetseydi...

Oysa kimse çıkıp, "Yahu kardeşim güzel konuşuyorsun da, soyunma odasından çıktıktan hemen sonra böyle konuşmasaydın" demedi. Belki takım içinde bir sorunun ilk kıvılcımı, ya da var olan yangının bina dışına taşan ilk anıydı. Bunu irdelemek varken, çekirdek çitler gibi izleyerek bir yandan da alevleri harlamak ne kadar doğruydu?

Geçelim o gümleri. Defteri açmaya gerek yok. Altıntop'un benzer konuşmaları çok vardır. Esas olan, her zaman o konuşmalar nedeniyle övülmesiydi. Oysa bu sefer oklar basına saplanınca, 40 yaşındaki adama had bildirmeye, onu yontmaya çalışmaya başladılar. Bir dönem "Keşke futbolu futboldan gelenler yönetse, mesela Hamit Altıntop çok uygun bir isim" diyenler, şimdi "Türk futbolu Hamit Altıntop'a mı kaldı?" demeye başladı.

Bu çelişkilere karşı durmak boynumuzun borcudur. Diğer yandan Stefan Kuntz'u harcamaya çalışıp, çok sevdikleri yerli teknik direktörleri getirmeye çalışanlara karşı durmak da boynumuzun borcudur. TFF, Kuntz'un arkasında durma gücünü ne kadar daha sürdürebilir bilinmez. Belki bizi de yarı yolda bırakırlar. Fakat en azından saflarımız belli olsun.

Stefan Kuntz tercihini eleştirecek 20 nokta bulabilirim ama bunların hepsi benim için 20 Eylül 2021'de, yani Kuntz'un imza attığı günde çöpe atıldı. Adam geleli daha bir sene olmuş, Uluslar Ligi'ni saymazsak (ki orada da grubu lider bitirmiş) sadece beş resmi maça çıkmış bir adamı eleştirmek için fazla aceleci değil miyiz?

Hamit Altıntop'u eleştirecek 20 noktayı şimdi bile bulur ve söylerim. Ama bunlardan herhangi biri TRT Spor'daki açıklaması olmaz. O açıklamayı yaptığı için kendisine eksi yazacak değilim. Masaya vura vura gerçekleri konuşan birileri lazım bu ülkede. 2010'da bu yüzden övülüyordu zaten, şimdi de bildiği yoldan ilerliyor... 

Seversiniz, sevmezsiniz ama hep aynıydı Hamit Altıntop... Fakat herkes aynı değil işte. Altı ayda değişir tüm işler. Buna karşı bir cephe oluşturmak da boynumuzun borcudur.

Perşembe, Ekim 28

Milli Takımın Adı Yok

"Sayın Sergen Yalçın, istifa etmeyi düşünüyor musunuz?"

Bu soruyu son 10 günde hiç duydunuz mu? Duymadınız, çünkü sorulmadı. Zaten sorulmaması da gerekiyor. Peki o zaman neden Şenol Güneş'e soruldu?

Yazının Sergen Yalçın veya Beşiktaş ile çok alakası yok. Fakat Sporting maçı sonrasında olanlar (daha doğrusu olmayanlar) bir benzetme oluşturmak için faydalıydı. O nedenle referans noktamızı Beşiktaş üzerinden alıyoruz. Ve esas eleştireceğimiz mecra ve yazının konusu da spor basınımız olacak...

Yazının merkezinde Beşiktaş olmadığını inandırabilmek için de yazıyı Sporting maçının hemen ardından yazmadım. Beşiktaş'ın galibiyeti için bekledim. Hemen bir derbi galibiyeti yaşanınca, beklenen zaman geldi. O zaman esas konumuza geçelim.

Türkiye futbol ortamında en sık söylenen yalanlardan biridir; "Milli takım herkesin takımıdır" sözü. Buna benzer cümleler de çoktur. Hiç birine inanmayın. "Milli takım hepimizin gözbebeğidir, canımızdır, ciğerimizdir." Yalan! Külliyen yalan!

Milli takım kesinlikle kulüplerden daha az seviliyor. Milli takımın taraftarı yoktur. Buna TFF'yi de dahil edebiliriz. İnsanların kendi günahlarını attığı ve sorumluluklarından azade olmasını sağladığı kurumlardır bunlar. Zira geri dönüşü olmaz. Çünkü güçsüzdürler. Kimse onlardan yana değildir. Haliyle milli takım teknik direktörleri ve futbolcuları da birer boks çuvalıdır. Herkes canı sıkıldığında yumruk atsın diye ortalarda dolanırlar. Herkes yumruğu sallar, için boşaltır. Karşıdan bir yumruk da gelmez. Yumruğu atan rahatlar, devran dönmeye devam eder...

İsviçre maçınından sonra Şenol Güneş'e sorulan soruyu hatırlarsınız. İstifa sorusu. Çok da normal gelmişti herkese. Sorulması gerekiyordu hatta. Ortada bir başarısızlık vardı. Üç maç kazanamamış bir teknik direktöre başka ne sorulacaktı? Hatta o sorunun normalleşmesi ve devamındaki itibar kaybı için de hocanın bazı cümleleri de cımbızla ayıklandı. Mesela İtalya'nın maç öncesi ısınmadaki deparları...

Şenol Güneş ile Beşiktaş arasındaki benzerliğe gelelim şimdi. Milli takım organizasyonları ile kulüp takımlarının organizasyonları tabi ki bir değildir. Öncelikle biri çok daha az maç oynar. Ayrıca milli takımlar beraber daha az idman yapar. Yine de bir paralellik kuralım.

Kulüp takımlarının lig müsabakası, milli takımların turnuva eleme grupları ile benzer olabilir. Orada derece yapanlar da bir üst seviyede mücadele ederler. Yani Şampiyonlar Ligi ve yaz şampiyonaları.

Beşiktaş geçen sezonu şampiyon olarak bitirdi ve bu sezon Şampiyonlar Ligi'nde mücadele etme hakkı kazandı.

A Milli Takım da, Avrupa Şampiyonası elemelerini ilk ikide bitirerek turnuvaya gitme hakkı kazandı. Hatta Euro 2020'de kötü sonuçlar aldığı dönemde bile 'ligde' (Dünya Kupası eleme grubunda) üç maçta yedi  puan toplayarak ligdeydi. Beşiktaş şu an ligde lider olsaydı, daha büyük bir benzerlik kurulacaktı.

Yine de hem güncel Beşiktaş hem de Haziran ayındaki A Milli Takım için aynı durumdan bahsedebiliriz. İyi giden bir lig performansı ve üç maçta sıfır çekilen üst düzey turnuva. 

Teknik direktörlerin de benzer bir noktası oldu. 

Şenol Güneş'in analiz yapmadığını iddia eden yorumlar, haberler, İtalya maçı deparları ve daha fazlasını sık sık dinledik. Beklenen soru da İsviçre maçının ardından geldi zaten. Analiz yapmamış bir teknik heyetin varlığına inanan spor basını, ter soğumadan soruyu sordu.

Sergen Yalçın da Beşiktaş işe iyi bir lig performansının ardından Şampiyonlar Ligi'nde üçte sıfır çekti. Daha da kötüsü 4-1 sona eren Sporting maçının ardından "Şans golleri yedik. Rakibimizi analiz ettik ama hiç böyle goller attıklarını görmedik" dedi. Oysa Sporting, geçen sezondan beri bu tip organizasyonları çok fazla yapıyordu. Coates de golcü bir stoperdi...

Fakat Yalçın'a aynı istifa sorusu gelmedi. Mesela aynı açıklamayı Şenol Güneş yapsaydı ne olurdu? Cevap verebilmek için Güneş'in hangi takımda olduğunu bilmemiz gerek. Eğer milli takımdaysa yer yerinden oynardı. Kulüp takımında ise bir şey olamazdı.

Sergen Yalçın da benzer bir açıklamayı milli takımda yapsaydı, bu kadar rahat olamazdı. Yaylım ateşi anında başlardı. Bunun nedeni de A Milli Takım'ın taraftarsız olması. "Aman başımızı ağrıtacak tweet'ler gelmesin" korkusunun olmaması...

Büyük kulüplerde çalışan teknik direktörlere kılıçla girmek için, önce taraftardan icazet almak gerekiyor. Eğer taraftar hocayı tartışmaya başladıysa, basın da istenen soruları sorar. Mesela yakın dönemde Vitor Pereira'ya bu sorunun gelme ihtimali, diğer meslektaşlarından daha yüksek. Çünkü Kadıköy'de tartışılan bir isim.

Peki Sergen Yalçın altıda sıfır çekerse ne olur? Buna da Beşiktaş taraftarı karar verir. Eğer Beşiktaşlılar yavaş yavaş homurdanmaya başlarsa basın fırsatı değerlendirir. Fakat tam tersi, hocaya destek tezahüratları, mesajları gelirse, hiç kimse altıda sıfır çeken bir teknik direktöre "İstifa" sorusu sormaz.

Nereden biliyoruz? Benzerleri var çünkü. Güneş'e istifa sorusu soran Galatasaray muhabirleri, 2019-20'de Şampiyonlar Ligi'nde galibiyet alamayan Fatih Terim'e benzer bir sormadı. Sormak bir yana, kamuoyunda neden sorulmadığına dair bir tartışma da olmadı. Zira bu gayet olağandı. Terim, Galatasaray'da seviliyordu. Galatasaray taraftarı onun arkasındaydı. Bu soru sorulamazdı. Sorulmasına gerek yoktu zaten. Fakat Güneş o kadar şanslı ve rahat değildi. Güneş ve A Milli Takım personelleri için aynı durum hiçbir zaman söz konusu olamaz.

Bu da aslında, medyada yapılan işlerin ne maksatla yapıldığının göstergesidir. Basit bir sorudan ütm döngüyü anlayabiliyoruz. Doğru soruyu sormak veya doğru işi yapmak önemli değildir. Önemli olan çoğunluğun istediği soruyu sormak, çoğunluğun istediği işi yapmak ve çoğunluğun istediği cümleleri kurmaktır. Ve A Milli Takım'ın arkasında herhangi bir çoğunluk da yoktur...

Salı, Mart 2

Sıkıcı Röportajlar


"Teknik direktörlere 'Futbol hakkında hep olumlu konuş, kulüp hakkında olumlu konuş, sponsorlar hakkında olumlu konuş" diyorlar. Bir şablon veriyorlar, herkes de aynı şeyi söylüyor. Ne provoke eden  var ne meydan okuyan... Ama bunda medyanın payı da yüksek.

Biri çıkıp, 'Ben şampiyon olmak istiyorum' dediğinde bir hedef koyuyor. Güzel. Ama sonra şampiyon olamadığında 'Çok büyük konuştu, bak şampiyon olamadı' diye eleştiriyorlar. O adam ne yapıyor sonra? Hedefini 'Üst sıralar için oynayacağız' diye yumuşatıyor. Gazeteciler sıkıcı röportajlardan şikayetçi ama bu durumu da aslında kendileri yarattı."

Christoph Daum / Socrates Ocak 2021

Salı, Haziran 9

Spiker Terörü


Bizim milli maçlar ve kulüplerimizin Avrupa maçları bir acayip anlatılır. Ben son 10 yılda yenildiğimiz ve hakemin hiç hata yapmadığı bir maç hatırlamıyorum. Buna Murat'ın (Murathanoğlu) anlattığı maçlar da dahil. Yani, bütün iddialı üst seviye maçlarda, biz ne zaman yenilirsek onda mutlaka hakem lobisinin parmağı var.! 

Real Madrid'deki Rudy Fernandez Türkiye'de oynasa başka anlatılır. "Yine aldı puanı Fernandez. Nasıl da rakibine teknik faul verdirtti" denir. Orada oynadığı zaman da...

Bizde maçlar hep böyle anlatılır. Bu da ülkenin genel havası. Anlatıma da yansıyor. Murat'ı tenzih ediyorum ama genelde gördüğün zaman, atılan basketten bile zevk alamıyorsun. Maç seyreden insanımızın en sevdiği an, takımdaki bir oyuncunun smaç bastığı andır. Orada da adam öyle bir anlatıyor ki "Hay atmasaydın şunu keşke de adam bunu o ses tonuyla anlatmasaydı" diyorsun. 

Bilgin Gökberk / Ribaund Dergisi - Şubat 2020

Belki bu konuya 12 senelik blog tarihinde biz de değinmişizdir. Hatırlamıyorum. Fakat Bilgin Gökberk kadar direkt bir anlatımla derdimizi açıklayamadığımıza eminiz. Gökberk bu açıklamaları, Ribaund Dergisi'ne verdiği söyleşide dile getirmiş. En önemli detay bu cümleleri kullanırken yanında Murat Murathanoğlu da var. Yani, 'Yanımda bir basketbol spikeri var. Onları öveyim" falan dememiş.

Murathanoğlu da zaten hakem şikayetinin veya yabancı oyuncu eleştirisini en fazla yapan spikerdir. Hatta yaşını düşününce o ekolün öncüsü diyebiliriz. Gerçi Murathanoğlu'nun diğer spikerlere göre tek sorunu bu. Yoksa maçın önüne geçmek için ekstra çaba sarf ettiğini söyleyemem. Bu diğer spikerlerin işi. Gerçekten Gökberk'in son paragrafta verdiği smaç örneğini defalarca hissettim. Maç içinde kendi maçını oynayan spikerler, gerçekten maç keyfini düşürmekle kalmıyor; pozitiften negatife geçiriyor. Üstelik bu basketbol spikerlerine gelenek haline gelmiş durumda. Milliyetçiliğin ve şovenizmin daha revaçta olduğu futbol medyasında bile spikerler işi bu noktaya taşımıyor.

Görselde 2012 yılındaki Galatasaray - CSKA Moskova maçının olmasının bir nedeni var. O maçı salonda izlemiştim. Basketbol anılarımda en güzel yerlerden birine sahiptir. İyi ki de o maçı salonda izlemişim. Zira eve dönüp maçın tekrarını izlediğimde sinirlenecek kıvama gelmem beş dakika sürmüştü Herhalde salona gitmeyip, canlı yayını takip etseydim kesinlikle "Hay atmasaydın şunu keşke de adam bunu o ses tonuyla anlatmasaydı" derdim ben de...

Bilgin Gökberk boş konuşmaz. Ama artık az konuşuyor, az yazıyor. Özellikle spordan çok uzaklaştı. Keşke daha çok karşımıza çıksa... Özellikle 2008-2012 arası ondan çok beslenmiştik; yine olsun yine dinleriz...

Çarşamba, Ocak 8

Kutlama


"Ronaldo'ya gol sevinçlerinde Merih Demiral eşlik etti."

Pazartesi günü oynanan Juventus - Cagliari maçının Türkiye basınına yansıması bu şekilde oldu.  Biraz saçma bir bakış açısıydı ama saçmalık için sadece basını öne çıkarmak olmaz, Twitter'da da birçok kişi bu noktaya eğildi. Zaten bu saçmalık; basının değilin toplumun bir sorunuydu.

Evet, bir sorun. Salı günü Cem Dizdar bu konuya eğildi ama eksik kaldığı noktalar var. Bu sadece kendi çocuğumuza düşman olmanın dışında bir kompleksi de barındırıyor.

Özellikle 1990'lı yılların sonunda bu işi zirve yapmıştı. O dönem zaten ülkece Avrupa Birliği'ne girmek için çabalıyorduk. Avrupa gözümüzde tütüyordu. Avrupa gibi olmak istiyorduk ama hemen olmak istiyorduk. Öyle ki, önümüze uzatılan AB kriterlerine burun kıvırıyorduk. Hem onların arasına girmek istiyorduk hem de onların standartına yaklaşmak istemiyorduk. Yani hem ayran dökülmesin gibi... 

O arada kalma durumunu atlatmanın kısa bir yolu olmalıydı. Eğitimde, sağlıkta, kent yaşamında, toplumsal düzende, hukukta reform yapmadan Avrupa'nın yanına girmeliydik. İşte tam da o zamanlar, başta Galatasaray olmak üzere birçok spor takımımız Avrupa sahalarında başarılar elde etti. UEFA Kupası, Süper Kupası, Dünya Kupası üçüncülüğü, Efes Pilsen, Eczacıbaşı, 12 Dev Adam ve hatta yurtdışına transfer olan sporcularımız derken bir anda kendimizi "Açın kapıları işte, biz Avrupalı olduk artık" derken bulduk.

O dönemde de böyle haberler çok çıkardı. "Inter idmanında Emre ile Ronaldo (bu sefer Brezilyalı) yan yana koştu", "San Sebastian'da teyzeler Nihat'a 'oğlumuz' diyor", "Shaq, Hido'ya Türkçe 'Naber baba' dedi" ve daha niceleri... Gerçekten bunlar haber oluyor ve hatta gururlanıyorduk bile.

Bunların ne kadar doğal durumlar olduğunu ıskalıyor muyduk, gerçekten şaşırıp duygulanıyor muyduk yoksa aslında bilerek mi bu tarz haberleri daha çok görüyorduk emin değilim. Zaten ben de  o yıllarda henüz lise öğrencisiydim. Şimdi, 30lu yaşlarıma gelip düşününce Emre ile Ronaldo'nun, yani aynı takımın 30 kişilik kadrosunda yer alan iki oyuncunun yan yana koşması bende pek heyecan uyandırmıyor. Yani genç Emre için heyecan verici olabilir ama o da herhalde Inter'deki ilk haftasının ardından bunu atlatmıştır.

Fakat aradan 20 sene geçmesine rağmen, siyasi konjonktür değişmesine rağmen benzer haberler devam ediyor. İlginçtir benim yaşımdaki insanlar, aradan geçen 20 seneye rağmen şaşırmaya da devam ediyor. 

Ronaldo gollerden sonra Merih'e sarılmış. Yani? Zaten adamın sahada 10 tane takım arkadaşı var. Kalecinin 100 metre uzaklıkta olduğunu düşünüp onu pas geçersek (gerçi Ronaldo 8-9 saniyede yanına gidebilir); geriye dokuz tane seçenek kalıyor. Yani golden hemen sonra Merih'e sarılması yüzde 10'dan daha yüksek bir ihtimal. Üstelik futbolcuların her bir golde sadece bir takım arkadaşına sarılma hakkı yok. Yani hepsiyle ayrı ayrı bir kutlama/tebrik ilişkisine girebilir. Peki sıkıntı, daha doğrusu şaşırtıcı olan durum ne?

20 senede Türkiye toplumu gibi siyaseti de değişti. Artık AB heveslisi değiliz. Hatta AB düşmanıyız. Hatta stratejik ortaklık kurabileceğimiz bir ülke dahi kalmadı. "Bütün dünya kendini lağvetsin, biz ayakta kalalım" diye bekliyoruz. Haliyle Avrupa'ya bakışımız da değişti. Belki de Avrupa ile ilişkilerimizi yine spor ve sporcular üzerinden kuruyoruz. Zira onlarla temas eden başka bir ürünümüz ve ünümüz yok. Yeni alt metin ise biraz daha farklı:

"Onların en değerli oyuncusu, bizim oyuncumuzla arkadaş. Onunla sarılıyor, onunla kutluyor. İşte biz onlar için bu kadar önemliyiz"

Bu sefer dışarıya değil, içeriye anlatıyoruz... Fazla komplo teorisi gibi mi duruyor? Olabilir ama zaten bir komplo teorisi olduğunu söyleyemem. Yani bilinçli, planlı, organize bir durum değil. Toplumun bilinç altı böyle işliyor. Hepimiz böyle düşüyoruz. Haber yazan muhabir de editör de bu toplumdan olduğuna göre onun da böyle düşünmesi normal. Veya bu tarz haberler yazıldığında daha çok etkileşim alıyorsa, üzerinde çok fazla düşünmeden aynı şekilde üretilmeye devam eder. Yani esasen, Avrupalı'nın yanındaki olmayı, onun güvendiği olmayı, daha doğrusu bir sağ koldan ziyade, "biz olmadan yapamazdı zaten" duygusunu seviyoruz. Bu dönem böyle, 20 yıl sonra başka bir şekilde açıklarız...

Bu durumun incelenmesi gereken, şaşırtıcı bir noktası daha var. Toplumu ikiye ayırırsak bir tarafta Batı'ya yakın olanlar, Batı'yı sevenler, Batı ile temas içinde olanlar var. Bu kesime "Batı hayranı ", hatta "yalakası" diyenler de var. Zaten onlar da ikinci grubu oluşturur. Onlar Batı'ya, Batı'nın değerlerine tamamen karşıdır. O kadar karşıdır ki, Batı'nın karşısında kendi değerleriyle ayakta kalmak yerine Batı'dan gelen her şeyi yadırgar. Batı'dan çıkan her kavramı, ürünü yıkmaya ve yok etmeye çalışır. Onu bir tehdit olarak görür. Batı'yı tamamen düşman olarak görür. Şimdi böyle iki grup varken sizce hangisi Merih'in Ronaldo ile gol sevinci yaşamasını daha çok konuşur, ya da daha çok 'gururlanır'? Sanki ilki gibi değil mi? Fakat değil. Esasında ikinci grup bu tip haberlerle daha ilgilidir. Daha çok konuşur o haberleri, gururlanır. Batı ile biraz daha haşır neşir olan "Ne var bunda? İki takım arkadaşı beraber kutlamış" diye bakarken, diğeri Ronaldo ile Merih üzerinden bir kahraman ve hatta kahramanlık destanı çıkarmaya çalışır. İlginç değil mi? Muhakkak bununla ilgili bir tezler, çalışmalar vardır. Benim bu noktadaki düşüncem gerçekten temas kurabildikleri nadir anlar olması. İdmanda beraber koşmak, maç öncesi ona Türkçe konuşturmak, gol esnasında kutlama yapmak gibi. Tabi Merih ve diğerleri için değil. Onlar yıllarca çok çalışarak, idman yaparak, kendilerini geliştirerek, rakiplerini yenerek bir noktaya geldiler. Bizim gördüğümüz 'sarılma' onlar için en doğal an. Ve zaten Merih, maçtan sonra o anı çok net hatırlamıyordur bile. O oynadığı maça yani geldiği noktaya daha konsantredir. 

O noktaya çıkmak için çabalama zahmetine, derin bir uğraşa girmeyenler için o seviyeye en yakın olunan an sadece o 'sarılma'dır. Batı'yı düşman gören, Batı'dan uzak durmaya çalışan, Batı değerlerini savuşturmaya çalışan insanın, bir yandan da Türkiye'ye gelen turist ile hemen yakınlaşması, Bodrum'da onunla flörtleşmeye çalışması, Sultanahmet'te hemen muhabbet kurup 'kanka' olması gibi... Onunla aynı eğitim ve refah düzeyinde olamayacak ama onunla aynı masaya oturabilecek ve bu sayede "Ben de onlar gibiyim" diyerek kendi ürettiği değerler silsilesine daha çok sarılabilecek. Onların değerlerine, ürettiklerine ihtiyacım yok, ben de onlarla aynı yerdeyim! Ronaldo üretmek için çabalamaya gerek yok, zaten bende de Merih var!

Bitmedi? Değinmek istediğimiz bir noktamız daha var. Siyasi alt metinlerin dışına çıkıyoruz. Bu sefer daha bireysel yaklaşacağız. 

Merih Juventus'a yeni gelen biri. Ronaldo ise dünyanın en iyisi. Yılların Ronaldosu... Gözümüzün önünde zirveye çıktı. Şöhret, kupalar, şampiyonluklar, paralar, karizma... Hayatımıza bir sene önce giren, kimsenin tanımadığı dünkü çocuk Merih ise onun yanında. Merih, Ronaldo ile gol kutlayınca, insanlar Merih'in sınıf atladığını sanmış olabilir. "Benim patronla aram çok iyidir, her öğlen yemeği beraber yeriz" demeyi, o yemeği bir statü belirtisi olarak gören bir toplumdan bahsediyoruz. Patron daha sonra arabasıyla basıp gidiyor ama sen Zincirlikuyu'da metrobüs bekliyorsun. Ama yine de o yemek insana bir özgüven veriyor. Kendini, Zincirlikuyu'da metrobüs bekleyen diğer insanlardan daha farklı bir yere koyuyor.

Gerçi şöyle bir durum var; Ronaldo Juventus'un patronu değil. Patron orada Agnelli. Fakat biz Ronaldo'yu başka bir çıtaya koyduğumuz için ona ulaşmanın çok değerli olduğunu düşünüyoruz. Oysa Merih, Ronaldo ile gol kutlaması yapınca değil; Juventus'a imza attığında, ya da en azından Juventus'un ilk 11 oyuncusu olduğunda sınıf atladı zaten. Başka bir seviyeye yükseldi, başka bir noktaya geçti. Yani mesela aynı ayarda bir takım olarak Manchester City'e transfer olabilirdi ve Agüero ile gol kutlayabilirdi. Peki yine haber olur muydu? Sanki olmazdı. Ya da haberi yapılsa bile bu kadar etkili olmazdı. Çünkü Agüero, bazı kavramları temsil etme konusunda Ronaldo kadar güçlü bir figür değil.

Aslında her şey çok basit. Ne o haberlere gerek olmalıydı, ne de bu yazıya. Merih, Türkiye'den Portekiz'e gitti ve belki de orada Portekizce öğrendi. Belki de o Portekizce sayesinde takım arkadaşı Ronaldo ile diğer arkadaşlarına kıyasla daha rahat iletişim kurdu. Ve Ronaldo gol attığında yanına gidip bir şeyler dedi. Her şey bu kadar basit olmalıydı... Normal şartlarda.... Normal şartları olan bir toplumda....

Cuma, Mayıs 17

İfade


İşimi çok vererek yapmaya çalışıyorum. Herkes gibi hatalar yapıyorum. Bazen tümüyle yanılıyorum, gayet de doğal olarak eleştiriliyorum. Sonuçta ben 45 yıldır futbolla meşgulüm. 40 yıla yakın süredir kamuoyuna iş yapıyorum. Bana hâlâ "Taraflı yorum yapıyor, çıkar peşinde" falan dendiğinde ben kendime kızıyorum. Demek ki bu 45 yılda kendimi ifade edememişim diye düşünüyorum.

Metin Tekin / Socrates Nisan sayısı

Cuma, Nisan 26

İtibar


Aslında böyle bir yazı yazmak istemezdim. Hem tercihim hem tarzım değil. Fakat spor basının ucuna biraz girmiş biri olarak bazı düşüncelerimi aktarmak gerekiyor. Bu düşünceleri, daha önce yazı yazdığım yerlerde de yazabilirdim ama ister istemez eksik kalırdı. İçimden geçenleri dışa dökmek için en ideal yer burası. Hem yazmış oluyorum hem de mesela Twitter'a yazarak bir kargaşaya neden olmuyorum. Çoğu arkadaşım olan, en fazla 100 kişinin okuduğu bir bloga yazmak en sağlıklısıydı.

Aslında her şey 2009 gibi başladı. O dönem internette futbol blogları furyası başlamıştı. Birçok genç, kültürlü, bilgili, futbolu seven, takip eden insan bloglarda buluşmuştu. Blog tutanların büyük bir kısmı ya genç oldukları için ya da kariyerlerindeki talihsizlikler yüzünden ana akım medyada yer bulamıyordu. Fakat o dönemde öyle bir atmosfer oluştu ki, bir anda ana akım bloglar oldu.

Sonrasında 'mikroblog' denilen Twitter yaygınlaştı. Blog yazılarına aşina olduğumuz insanlar, Twitter ile beraber oraya geçti. Yazmak istediklerini daha çabuk bir şekilde daha çok insan ulaştırdılar. Tabi biraz daha kısa olarak, yani özet geçerek. Eski uzun ve dolu yazılar ortadan kayboldu. Artık okunmamaya başlanan bloglar da yazarlar tarafından boşlandı. Bir tercihti, kimseye laf söylenemez. Zaten işin bu noktasında herhangi bir sıkıntı yok.

Hem bloglarda uzun yazılar yazabildiklerini gösteren hem de Twitter'da 140 karakterin hakkını verebilenler yavaş yavaş ana akım medyaya geçtiler. Zaten bir yerden para kazanmaya başlamaları lazımdı. Sevindirici bir gelişmeydi. Kafalarda bir hayal ve ideal vardı. Artık köşe başlarını tutan ve ezberden konuşan ağalar yerlerini bırakmak zorunda kalacak ve bu genç insanlar halka ulaşacaktı. İlk başta da öyle oldu. Şu an birçok spor kanalında ve gazete gördüğünüz insanların bir kısmı o topluluktan, bu blogun sağ tarafındaki blog listesinden ve çok daha fazlasından geldi. 

Fakat geldiğimiz nokta, hiç de beklediğimiz gibi olmadı. Sorunun kimde olduğunu bulmak çok kolay değil. Halk, toplum, ahali, okuyucu, izleyici, patron, tiraj, hit gibi kavramlar mı onları dönüştürdü, yoksa onlar mı dönüşmek istedi bilemiyorum. Fakat  eskisinden daha da kötü bir ortam olduğu mevcut.

O yıllarda ben de gençtim. Ben de burada ilk yazılarımı yazdığım yıllarda, hem ergenlikten yeni yeni çıkıyordum hem de taraftarlık duygularım ağır basıyordu. Heyecanlıydım. Sonra sektöre girdim. İsteyerek girdim, çok da keyif aldım. Halen de alıyorum. Kolay bir iş değil, o yüzden sevmeyen insan yapamaz. Barınamaz. Ben seviyorum. Üstelik çok sevdiğim oyunun bir şekilde içine girebilme imkanı yakaladım. İşim sayesinde kendi bakış açılarımı geliştirmiş oldum. Birçok futbolcu ve teknik direktörle tanıştım, konuştum. Kulüplerde, basında, futbolun dokunduğu birçok yerde çalışan birçok emekçiyle, futbol topu sayesinde para kazanan profesyonelle tanıştım. Uzun uzun sohbetlerim oldu. Birçok kişi sektöre girdikten sonra "Artık bu oyunu sevmiyorum" itirafında bulunsa da ben o sohbetler sayesinde işimi de, futbolu da daha çok sevdim. Fakat bir yandan da çocukluğumdan beri ilgilendiğim, izlediğim, oynadığım, okuduğum oyunun ne kadar çetrefilli bir spor olduğunu fark ettim. İlerledikçe ve öğrendikçe aslında, senelerdir anladığımı sandığım oyun hakkında ne kadar çok şey bilmediğimi fark ettim. Bir zamanlar bilgiçlik yaparak çok çabuk salladığım insanların, aslında saygı duyulacak bir iş yaptığını fark ettim.

Zaten bu işi neden yapıyorduk ki? Gerçi herkesin derdi ve meselesi farklıdır ama ben oyunu seviyorum. Bu oyun sayesinde çok şey kazandım. Arkadaş kazandım, para kazandım, eğlence kazandım. Oyunun içinde olmak ve içinde olurken de bir değer üretmek güzel olabilirdi. İdealist duygular olmadan, çok büyük paralar kazanmanın zor olduğu yerde dirsek çürütemezsiniz. Bir şeyler üretmenin hazzını yakalamak zorundasınız. Çok şeyler aldığınız döngüye, bir şeyler vererek katkıda bulunmalı, hatta onun daha iyi hale gelmesine yardımcı olmalısınız.

Her çocuğun daha iyi şartlarda spor yapması ve spor yaparak sosyalleşmesini sağlayabilmek için basının da çok önemli bir yeri var. Aslında buralar uzun konular.

Bir de daha güncel, kısa vadeli bir görevimiz var. Sahada oynayan oyuncunun ve kenardaki teknik direktörün kendisini ifade edeceği, halka ulaşacağı bir araçtır spor medyası. Ayrıca izleyenlerin de bilgi alacağı bir yerdir. Yani bir köprüdür.

Tabi herkes bu ideallere sahip olmayabilir. Fakat bir de etik kısmı var; sahada mücadele eden insanların itibarını korumak gibi. Evet; onları eleştirmek en doğal hakkımız ama kelimeler doğru kullanılmalı, eleştiriler belli bir süzgeçten geçilerek yapılmalı. Bu "yıkıcı değil yapıcı eleştiri" ezberine benzese de aslında tam olarak değil. İsterseniz yıkabilirsiniz de. Fakat kullandığınız dil önemli. Yazı ile edebiyat ile iş yapan ve üreten insanların kullandığı dil önemli; zira toplum bile oradan şekillenecektir. Şu günlerde o dilin ıskalandığını çok net görebiliyoruz.

O 2009 zamanının en gözde isimlerinden biri Ali Ece'ydi. F Dergisi'nde severek okurduk. Sonra tanışma imkanımız da oldu. Futbolu sevdiği belliydi. Fakat zaman içinde bambaşka bir figüre dönüştü. Karius şovu, bir 'iş' diyelim ve geçelim. Fakat Fanatik'teki yazılarında yazdıkları gerçekten akıl alır gibi değil. Mesela Hasan Ali Kaldırım'ı eleştirmek yerine, "Onu yorumlarsam dava açabilir" minvalinde cümleler  kullanıyor. Nasıl yani? Hakaret davası mı? Yani kötü oynayan (bence kötü değil) bir sol beke hakaret edebilir miyiz? Üstelik bizi bundan alıkoyan sadece maddi tutar mıdır? Yani hakaretlerin yargıda cezası olmasa eder miydik? Kötü oynayan bir sporcuya kendimizi tutup hakaret etmememiz bir başarı mıdır? Bir sol bekin kötü oynaması ne kadar kötü ve sinirlendirici bir olaydır?

Veya Trabzonspor maçında kırmızı kart gören Belhanda için "Onunla aynı evde kalsaydım (ki kalmam da) elektrik faturasının parasını ona vermezdim" ne demek? Ucu ırkçılığa kadar gider ama Ali Ece'nin öyle bir adam olmadığını biliyoruz. Fakat onu okuyanların ne olduğunu bilmiyoruz. Ali Ece gibi biri böyle cümleler kullanıyorsa, öfkeli kalabalık Belhanda'yı veya Hasan Ali'yi görünce ne der? Sahada işin yapanları eleştirirken, onların en azından itibarını korumak gerekmez mi?

Uğur Karakullukçu tanıdığım sevdiğim bir arkadaşım. O blog jenerasyonunun en gözde gençlerinden biriydi. Altyapı maçlarını izler, ülke puanı hesaplardı. Araştıran bir adamdı. Hâlâ da öyledir. Çalışkandır. Tırmalar. A Spor'dan ülkeye seslenir. Tanıştığım ve işimi öğrenen insanlar bana direkt onu soruyor mesela. O kadar seviliyor.

Geçen sezon bir konuyla gündeme gelmişti. Yasin Öztekin'in kendisini tehdit ettiğini söylemişti. Haklı olabilir. Gerçekten de Yasin arayıp onu tehdit etmiştir, şaşırmam. Fakat Uğur, bu olayı canlı yayında açıklarken "Ben gazeteciyim, Yasin'i eleştiremeyecek miyim?" dedi. Bu cümlede de hata yok. Fakat Uğur'un Yasin için yazdığı tweet'leri biliyoruz. Mesela ona 'Eyşan' demişti. Eğer Ezel izlediyseniz Türkiye Twitter  literatüründe Eyşan'ın ne anlama geldiğini biliyorsunuzdur. Bir sporcuya, bir gazeteci buna diyebilir mi? Bu bir eleştiri midir? Gazeteci bunu derse, başkaları neler der?

Serdar Ali Çelikler yakın çevremizde çok sevilen bir isim. Hatta o yüzden, yani onu eleştirdiğimiz için bizi arkadaşlıktan çıkaran dostlarımız oldu. Onlara göre Serdar Ali dobra konuşan bir adamdır. Aslında dobra konuşmuyordu, sadece arkadaşlarımızın sevmediği Aykut Kocaman'ı yerden yere vuruyordu,  arkadaşlarımızın da hoşuna gidiyordu. Serdar Ali için değişen bir şey olmadı. Yeni sezonda başkalarını etiketliyor. Reyes'e 'kazma', Jailson'a 'çubuk kraker' diyor. Aslında bu sıfatlar da bire birde çok dert edilecek konular değil. Yıllarca Recep Çetin'e de 'takoz' dendi. Tekniği yetersizdi çünkü. Fakat diğer özellikleri, onun yıllarca Beşiktaş'ta tutunmasını sağladı ve herkes de bu özelliğine saygı duydu. Serdar Ali'nin ise Reyes ve Jailson'a saygı duyma gibi bir derdi yok. Onların itibarı umrunda değil. Haliyle Kocaman'a sallarken kral olan Çeliker, şimdi Ali Koç döneminde salladığı oyuncularla biraz tepki çekmeye başladı. Ekşi Sözlük'ten aldığı duyumlar ayrı mesele ama o mesele bu yazının, yani 'dil' konusunun derdi değil.

Uzak mesafeli olduğum insanları eleştirip yakınlarımı teğet geçmem adil olmaz. Bir dönem çalıştığım Socrates'te de benzer bir durum var. Youtube programlarının büyük bir kısmını severek dinliyorum. Fakat bazılarında küçük bir "Beyaz Futbol"a dönüşüyorlar. Oysa en çok eleştirdikleri kültürün simgesidir Beyaz Futbol. İki tarafı birbirinden sadece özneler, özel isimler ayırıyor. Beyaz Futbol'da, Sneijder, Kocaman, Şenol Güneş gibi isimlerden bahsedilirken burada Giroud, Mourinho gibi uluslararası ve bizden uzakta olan isimler değerlendiriliyor. Onlara çok rahat 'çöp' deniliyor. Programda ulanlar, herifler havada uçuşuyor. Madem böylesi komik ve sıcak; Abdülkerim Durmaz ile Ahmet Çakar'ın günahı ne? Ayrıca bir oyuncu bizi izlemiyorsa, bizim eleştirilerimizi duymayacaksa, İngiltere'de top oynayan bir Fransız ise ona hakarete yakın kelimelerle eleştiri düzmek makul mu?

İsim isim örnek vermeyi bırakalım. Konuyu tasvir ettik. Şimdi bu durumun nedenlerini tartışalım. Son dönemin yaygın tabiriyle, biz ne ara böyle olduk?

Spor medyasında ve hatta hayatın tüm alanlarında artık okuyucu ve izleyici talep ediyor. Onlar para harcıyor. Parayı da markalar veriyor. Sponsorların, reklam şirketlerinin sunduğu kadar var olabiliyorsunuz. Sponsorların önemsediği, ya da ölçtüğü, tek bir şey var; rakamlar. Bir projede sizinle çalışmak istiyorlarsa veya bir projeye para akıtmak istiyorlarsa bunun geri dönüşünü hesaplamak zorundalar. Bu geri dönüş de etkileşim sayesinde oluyor. Markalar için Twitter'da ve diğer sosyal medya mecralarında ne kadar etkileşim alındığı önemlidir. Haksız da sayılmazlar. Kendi sektörlerine göre tutarlı bir anlayışları var. Tabi ki en çok 'rating'i olana para harcamak istersiniz.

Şarkıcı, oyuncu buna göre hareket edebilir. Serenay Sarıkaya saç kesimini en çok nasıl beğeniliyorsa öyle yapabilir. Veya başka biri tweet'lerini ülke gündemin göre kutlama ve kınama mesajlarıyla şekillendirebilir. Ne de olsa onlar fikirleriyle değil yetenekleriyle ön planda. Çoğunluğa fikir sunmak zorunda değiller.

Fakat aynı durum basında yer alan 'üreticiler' için geçerli olmamalıydı. Maalesef öyle oldu!  Herkes bireysel bir medyaya dönüştü. Bu nedenle daha çok 'tık' almak zorundasınız. Bunun da en kolay yolu çoğunluğa göre şekil almaktır. Futbol okuyan ve izleyenlerin çoğunun durumunu ise biliyoruz. Belki siz de onlardan birisiniz. Tahammülsüz, saldırgan, öfkeli, kendi fikrinin kesin doğru olduğundan emin, araştırmaktan kaçınan, kendisini çürütecek bilgi ve verilere düşman bir kitleye sahibiz. O kitlenin hoşuna gidecek sözler söylediğiniz sürece "Adamsın", "Dobrasın", "Bunu ancak sen söylersin abi" gibi cümleleri duyarsınız veya okursunuz. 

Bu kitlenin en büyük düşmanı da futbolculardır. Özellikle de bazı yerli futbolcular ama genel olarak mimlenmiş futbolcular, teknik direktörler. O kitleyi ayrı bir yazıda irdeleriz ama konumuz basındakiler. İşte onlar da bu kitleye göre konuşmaya başladılar. Aykut Kocaman'ı, Hasan Ali Kaldırım'ı, Belhanda'yı eleştirmenin, hatta ona yaratıcı bir şekilde hakaret etmenin geri dönüşü var. Kimse bunu ıskalamak istemiyor.

Sadece yukarıda bahsettiğim isimler değil bunu yapan. Tüm sektöre yayılan bir durum. Hatta yorumculardan daha çok muhabirlerde böyle bir durum var. Mesela Galatasaraylı muhabirler, yaz ayında Tarık Çamdal'ı yerin dibine sokmak için adeta yarıştı. Tarık, muhakkak kötü bir transferdi. Verilen para da çoktu. Fakat silah zoruyla gelmemişti. Takımda kalmak da onun isteğiydi. Ben futbolcu olsam, oynayacağım takıma giderdim ama takımda kalıp, oynamadan para kazanmak da bir tercihti. Yanlış değildi. Yanlışı yapan onu takıma yüksek bedelle katanlardı. Fakat taraftarların tepkisi en çok Tarık'a olunca, muhabirler de en çok ona yürüdü. Çöp kutusu görseli paylaşıp, "Tarık idmana çıkıyor" diyen muhabir bile oldu. Kimse de "Beyler ne yapıyorsunuz?" demedi. Zaten onu diyen olsaydı da ya "Yerli oyuncu dostu" olurdu, ya da "Farklı olmaya çalışılıyor" denilerek marjinalleştirilirdi.

Son dönemin bir diğer revaçta sözüdür, hepimiz aynı gemideyiz. Hakikaten de öyledir. Biz bu toplumun bir parçasıyız. Ve herkes yaşadığı toplumdan rahatsız. Spor medyasındaki isimler, sosyal hayatlarında toplumun yaşadığı dönüşümden, toplumdaki öfkeden rahatsız olduklarını söylerler. O öfkeyi söndürebilecek güçleri yoktur muhakkak. Sonuçta sadece 90 dakikalık bir maçı yorumluyorlar. Onlardan bir toplum mühendisiliği beklemek haksızlık olur. Fakat rahatsız oldukları şeylere dönüşmeleri de iç acıtıyor. Bu alevi körüklemeleri üzüntü verici. Hatta bazen de sinirlendirici.

Sahada emek veren insanların işlerini bu kadar küçümsemek, emeklerini yok saymak, kimliklerini itibarsızlaştırmak hoş bir durum değil. Sonuçta gazeteci de sponsor da, ürettiğini futbolu seven insanlara satıyor. Eğer seyirciye/müşteriye sahadakilerin kazma, çöp, karaktersiz, tembel olduğunu söylerseniz, bir yerden sonra ürünü satamazsınız. Kim onları sevecek? Kim onları izleyecek?

Türkiye futbolundaki kalite muhakkak düştü. 10 yıl önceki gibi değil. Fakat yine de sahada bir oyun var. İzlenmeye değer bir oyun. Birileri orada mücadele ediyor. Kötü veya yetersiz olabilirler ama kısa vadede onlardan çok daha iyisi gelmeyecek. Seviyemiz bu. Bunu yükseltmek için çalışmalar olabilir ama çalışan herkesi küçük düşürerek bir yere gelinemez. Üstelik seviye ne kadar düşük olsa da oyunu izlemek için bir neden bulunabilir. Basının bir görevi de o nedenleri göstermektir (Ligin reklamını yapmaktan bahsetmiyorum).

Bu toplumsal olayın heyecanını yaşatmak gerek. 1980'lerde ve 1990'ların başında da Türkiye futbolunun seviyesi çok üst düzey değildi. Fakat spor sayfaları okunur, maçlarda tribünler dolardı. Çünkü insanlar Takoz Recep'i de, İmparator Oğuz'u da, Kral Tanju'yu da görmek isterdi. Herhalde Tanju Çolak şimdi oynasaydı, aynı maç sonu röportajlarıyla kimseyi tatmin edemezdi. Attığı gollere de bir kulp bulunurdu.

Sonuç olarak, bu itibarsızlaştırma, bu kötü dil, bu öfke beni üzüyor ve sinirlendiriyor. İnsanların emeğinin böylesine göz ardı edilmesine içim el vermiyor. Bu dil daha ne kadar devam edecek onu da bilmiyorum. Herhalde en sonunda gazeteler iflas edip, insanlar futbol izlemekten vazgeçince herkes yaptığı kötülüğün farkına varacak. Ya da yine suçlanacak başka birileri bulunacak.

Spor medyası son 10 yılda doping alana, şike yapana, kulüplerin kasalarını boşaltanlara, kötü orta yapan bir sol beke kızdığı kadar kızmadı.

Bir orta saha, kırmızı kart gördüğü için ne kadar suçlu olabilir ki? Bu ülkede en büyük suçlu o oluyor.


Perşembe, Aralık 6

Bahane



Hafta içi öğlen saatlerinde Keçiörengücü - Galatasaray maçını izliyorum. Maç öncesi bazı tahminlerim var. Neyle karşılaşacağımı az çok biliyorum. Köhne bir stad, az kapasiteli ama dolu tribünler, kötü çekim açısı...

Alt lig maçlarını veya Türkiye Kupası'nın ilk turlarını izleyen inatçı futbolseverler için aşina bir durum. Üstelik büyük takımları da böyle şartlar altında izlemenin de ayrı bir zevki vardır. Bir de o büyük takım genç ve isimsiz oyuncularla sahaya çıkarsa tadından yenmez. Galatasaray da altyapı ağırlıklı bir kadroyla sahaya çıktı.

Bizim için her şey normaldi. 'Her şeyin en iyisine' alışan futbolsever için zor bir durum olabilir. Futbolu, sadece tuttuğu takımın maçlarından ibaret sayanlar için büyük ihtimalle hoş bir manzara değildi. Üstelik bu insanlar Twitter sayesinde tepkilerini, beklentilerini çok rahat dile getirebiliyorlar. 

Müşteri her zaman haklıdır. Herhalde bundan dolayı olsa gerek, maçın spikeri Cüneyt Şen, anlattığı maçı kötülemeyi tercih etti. Daha doğrusu maçı değil ama şartları yerin dibine soktu. Maçın kendisinden çok stadın ne kadar kötü olduğundan, o yüzden rahat çekim yapamadıklarından bahsetti. Büyük ihtimalle gelen tepkileri yumuşatmak için böyle bir yol seçti. Tepkinin adresini başka bir yere yöneltmek onun hedefiydi.

Türkiye'deki her takımın, her futbolcunun iyi şartlarda futbol oynaması en büyük isteğimiz. Bunu dile getirmek de herkesin hakkı ve hatta görevi. Bu konuda bir sıkıntı yok. Fakat Türkiye Kupası'nın yayıncısı maç boyunca şikayetlerini dile getirince bir çelişki ortaya çıkar. 

A Spor'un Türkiye Kupası yayınlarken en büyük motivasyonu; Türkiye'nin her şehrinden maç yayınlamaktı. Devamlı reklamlarında ve programlarında bunu vurguluyorlar. Bunu gerçekleştiriyorlar da... İlk turdan itibaren çok çeşitli ve birbirinden farklı stadyumlardan maç yayınladılar. Fakat hemen hiçbirinde spikerler, stadyumların kötü şartlarını dile getirmedi. Hatta tam tersine zaman zaman en 'kalitesiz' durumu bile dünyanın en iyi futbol olayıymış gibi sundular. O nedenle Galatasaray taraftarı rahat rahat maç izleyemiyor diye Keçiörengücü'nün bir sezon boyunca oynadığı stadyumdan yakınmak adil gelmedi.

Gözümüzü Süper Lig'den aşağı kaydırdıkça bu tip stadyumları çok fazla görürüz. Süper Lig yayıncısı beIN Sport'ta bu gerçekleri göremeyiz ama A Spor'da denk geliriz. Onlar bize nasıl anlatır bilemem ama  bu maça özel bir durumun yaşanmadığından eminiz. Şimdi çıkıp şikayetçi olmak, öncesinde ise bu 'romantik ve nostaljik' şartların ekmeğini yemek hoş bir tavır değil.

İşin daha geniş bir boyutu da var. EURO 2024, Türkiye'ye verilmeyince A Spor'da günler boyunca UEFA'nın ne kadar taraflı ve gerçeklerden yoksun bir karar verdiğini dinledik. Onlara göre Türkiye tam bir futbol ülkesiydi. Stadyumlar harika, yollar muazzamdı. Belki de adaylık dosyasında, yani göz önünde olan stadyumlarda ve şehirlerde sıkıntı yoktu. Fakat Türkiye'nin kusursuz bir futbol ülkesi olmadığını en iyi, sezon boyunca 7 bölgede maç anlatan A Spor spikerleri bilmeliydi. Fakat onlar yetersizlikleri yok sayıp, bir haksızlığa uğrandığını dile getirdi.

Bilmediğim bir konu ama bir tahminde bulunabilirim. Keçiören, Ankara'nın bir ilçesi.  Keçiörengücü, başkent Ankara'nın bir takımı. Büyük ihtimalle Berlin'in ikinci lig takımları benzer bir stadyumda maç oynamak zorunda kalmıyordur.

O yüzden bu gerçekleri stüdyolarda saklamaya devam ettiğiniz müddetçe, maç anlatmaya gittiğinizde "Keşke balkonda olsak" dersiniz.

Çarşamba, Kasım 21

17 İmza



Fenerbahçe'nin küme düşmeyeceğine eminim. İş oralara gelmez. Fakat öyle bir takım küme düşme hattına girdiği anda rakipleri tarafından makaraya alınır. Bunlar işin normaliydi. Yine de 34 hafta sonunda aynı yerde olmayacağına eminiz. Bunu önce söyleyelim, sonra asıl anlatmak istediğimize geçelim.

Rıdvan Dilmen'in geçenlerde bu konuyla ilgili yaptığı çıkış çok konuşuldu. Ne demek istediğini anlıyorum. Fenerbahçe'nin ülke futbolu için ne kadar önemli olduğunu, kulübün küme düşmesinin sektöre ve oyuna ne kadar çok zarar getireceğinden bahsediyordu. Olabilir. Haklıdır.

Fakat orada söylenen bir söz, aslında Dilmen'in de içinde bulunduğu "futbol ailesi"nin nasıl bir zihniyete sahip olduğunun göstergesiydi. 

Dilmen, "Fenerbahçe küme düşmesin diye diğer 17 takım imza toplar, Fenerbahçe yine küme düşmez" diyordu. Fenerbahçe'nin eski futbolcusu olduğu için bazı makaralara kızması anlaşılabilir. Fakat verilen örnek çok şık değil. "Galatasaray, Trabzonspor vermez, küme düşmekten kurtulan takım vermez" gibi karşı görüşler de çıktı. Bunlar başka bir boyut. Bizim meselemiz, sportif başarının ve başarısızlığın böyle gelişmeler sonucunda değişebileceği ihtimalinin olması.

Süper Lig'de 34 hafta sonunda en az puan toplayan üç takım küme düşer. Bu üç takım Fenerbahçe de olsa, başkası da olsa değişmemelidir. Kimin gelip, kimin gideceğine veya gitmeyeceğine diğer 17 takım karar veremez. İlkeler esas olmalıdır. Bunun söylenmesi, akla gelmesi bile bir faciadır.

Bizim, hepimizin spora bakışı bu bakış önermeler üzerinden şekillendi. Komplo teorileri de "başkaları kollanıyor" düşünceleri de buradan çıktı. Sadece kollanmak ve teori yaratmak da değil mesele. Bazı çıkarların sporun, sonucun önüne geçmesi de bu felsefenin ürünü. Küme düşmek dünyanın sonu değil. Bir takım az puan toplarsa küme düşer. Bu gerçeği düşenler de kalanlar da kabullenir ve olgunlukla karşılar. Olması gereken budur. Başka çıkarlar; toplumsal memnuniyetsizlik, yayın gelirlerin düşmesi vs. gibi konuları bu gerçeğin önüne geçemez, geçmemeli. 

Fakat, futbol ailesinin kafası hep buna çalışıyor. Hatırlatalım, sözde de olsa zamanında Rıdvan Dilmen federasyon başkanlığına aday olacağını söylemişti.

Taraftar, sponsor, borsacı, yayıncı derse anlarım ama sahanın içinden gelen biri bunu dediğinde insan üzülüyor. Küme düşmeyi kabullenemeyen zihniyet, ikinciliği de kabullenmez. Şampiyonluk esas olur. Ondan sonra çıkıp "Üzerimizde çok baskı var. Başarı zorunluluğu var" demesinler. Çünkü belki de bunu kendileri yaratıyordur.

Pazar, Eylül 16

Yeni Bir Fanzin



Bu blogun başlangıcı aslında bir fanzindir. Bilen bilir. Seneler önce denedik, uğraştık, tadı damağımızda kaldı. Tam vazgeçecekken birden karşımıza internet çıktı, biz de işi bloga döktük. Pişman değiliz, güzel oldu. 

Bloglar sayesinde birçok insan birbiriyle tanıştı. O insanlardan bazıları hayatımızda yer etmeye devam ediyor. Fırat; yaş olarak bizden büyük olsa da her kesimle aynı yakınlığı sağlayabilen, herkesle iletişim kurabilen, herkesin dilinden anlayan bir insan. Aynı ilçe sınırlarında yaşasak da çok fazla denk gelemiyoruz. Onunla ve birçok insanla bir araya geldiğimiz yerdi Yoğurtçu Parkı. Orası sayesinde dostluğumuz sürdü. İyi ki de sürdü...  Birçok kişi bizi zaman içinde yanıltmış olsa da emeğin ve iletişim kurmanın değerini bilen Fırat hâlâ eskisi gibi...

Şimdi de Fenerbahçeli arkadaşlarımız Fırat'ın önderliğinde bir Fenerbahçe fanzini çıkartıyorlar. Bu blogun onursal yazarı ama artık yazmayanı Peralta da o ekipte. Tıpkı buraya verdiği katkı gibi, oraya da katkı vermiyor ama olsun! Ekibin geri kalanı çok iddialı. 1000 adet bastılar. Ben "Manyak mısınız oğlum, biz zamanında 200 tane bile satamadık" desem de dinlemediler. Üstelik bizim zamanımızda hem insanlar okumaya daha hevesliydi hem de şimdiki gibi okuyan insanlar internet üzerinden ihtiyaçlarını gidermeye bu kadar alışmamıştı. Yine de onların fanzini, onların kararı.

Evimde bir sürü fanzin var. Tribün Dergi'nin ilk sayısı hariç bütün sayıları mevcut; hepsi baş köşede. Onun dışında SAGS, GK, Ver Lefter'e, Parçalı.... Birçok tribünden, birçok takımdan fanzinler... "Söz uçar yazı kalır" önemli bir laftır. Fakat atık yazılar sanal aleme döküldüğü için zaman içinde onlar da uçuyor veya uçuruluyor. O nedenle fanzinler önemlidir. "Gelecek kuşaklara" kalıbı benim için geçerliliğini kaybetmiş olsa da, gelecek günlere referans olacak bir birikim oluşturmak için hepsi çok kıymetli...

Tribünlerin kan kaybettiği, birçoğumuzun oralardan elini ayağını çektiği ama içimizde bir yerlerde hâlâ ateşinin yandığı bir zamanda her fanzinin, her eserin bir değeri var. Arkadaş fanzini olmasının çok önemi yok. O sayede burada paylaşıyorum; o kısmı doğru ama her fanzin gibi içeriğine kefil olmamın tanışıklıkla alakası yok.

Sanırım Fenerbahçe - Beşiktaş maçından önce parkta dağıtımını yapacaklarmış. İlgilenenlere duyurulur. Onun dışında da Twitter'dan takip edilebilir.

Çarşamba, Aralık 13

Hakem Dünyası


Eskiden Türkiye'de böyle bir dergi de çıkmış. Sene 1993... Uzun süre de çıkmış. İnsan içeriğini merak ediyor. Hakemlik ilginç meslek. Kendilerini ifade edemiyor olmaları beni her zaman düşündürmüştür. Bu kadar kapalı olmak zorundalar mı? Hatta kendi camialarının isteği mi yoksa biraz dışarıdan mı buna itiliyorlar orası bile belirsiz. Üstelik kendi içlerindeki bu 'camia' vurgusu da bu kendi dünyalarına çekilme kısmının da önemli bir işaretidir. Şimdilerde böyle bir dergi çıksa ne olurdu acaba?

Salı, Şubat 11

Büyüğüm



Başbakanın özel bir TV kanalı üzerinde hakimiyet kurması, manipülasyon yapılmasını sağlaması benim için hiç ama hiç şaşırtıcı değil. Üstelik bu kanal Habertürk olunca benim için haber değeri bile taşımıyor. Tapeleri dinledim. 12 yıla yaklaşan iktidar süresinde böyle şeylerin olmaması mümkün değildi zaten. Sadece bir başbakanın değil, güce sahip olan her insanın yapacağı ve yaptığı şeyler. Dünya zaten böyle yürüyor. Acı ama gerçek.

Hatta Başbakan'ın ikazından sonra kanal çalışanlarını arayan Fatih Saraç'ın, çalışanlara yönelik kibar ve sakin tavrı beni daha çok şaşırttı. Normalde, o rütbede biri başbakandan azar işitse, kanalda çalışanların yarısına ana bacı girerdi.

Beni en çok şaşırtan ise "Büyüğüm" oldu. Herkes başbakandan "Büyüğüm" diye bahsediyor. "Büyüğüm beni aradı" "Büyüğüme çok selam söyle" Bilmiyorum acaba kendi aralarında yarattıkları basit bir jargon mu? Yoksa daha geniş bir çevreye mi yayıldı? Ne için büyüğüm? Kim istedi? Recep Bey, Başbakanım, Başkan, hatta Reis bile deseler anlarım ama Büyüğüm? Hükmetmek böyle oluyor işte. Hakimiyet kurmak. Şef,Führer,majesteleri, ekselansları...

Devlet Bahçeli'nin konuşmasını kesmekten daha büyük bir sıkıntı var ortada. En azından benim için öyle. Ülkenin bir kısmı (üstelik kelli felli, iş güç sahibi, üst düzey yerlerde çalışan kesim) seçilmiş başbakana "Büyüğüm" diyor, ondan öyle bahsediyor. Nasıl bir algı yaratma oyunu, nasıl bir ilişki ağı?

"Büyüğüm" dendiğinde benim aklıma tek bir şey geliyor; 



Pazar, Ocak 12

Devrelik Mancini


Basın mensuplarıyla, teknik heyet maç yapmış Antalya'da. Güzel geyik. Ayırca önemli de. Arayı iyi tutmak her zaman faydalıdır. İşin psikolojik savaş boyutları bir tarafa, Mancini'nin nasıl top oynadığını görmek isterdim. Tam izlenecek maçmış. Hatta oynanacak maçmış.

Sanırım maçın başında teknik heyet farkını ortaya koyunca devrede takımlar değişmiş, güçler dengelensin diye olsa gerek Mancini ve Tugay Kerimoğlu karşı tarafa geçmiş. Koca hocayı, bir futbol efsanesini "devrelik" yapmışlar, yazıklar olsun.

Öte yandan, fotoğrafta da görüldüğü gibi basının Mancini'ye karşı sert tavrı da sürüyor!!!

Çarşamba, Ekim 30

Enter Değil Space




Yılmaz Özdil, Türkiye'nin en çok okunan köşe yazarı. Maalesef. Bir kesim onun söylediklerine, yazdıklarına tapıyor adeta.  Çünkü adam basit yazıyor. Manipilasyon yapıyor. Genelde boş yazıyor. Çoğunluk; bilmediği konularda ahkam kesebilmek için Yılmaz Özdil'in basit yazılarına başvuruyor. Araştırma yapacağına, Yılmaz Özdil'in bol enter kullanarak yazdığı yazıları ona yetiyor. Bu sayede siyasi kimliğini ve duygularını besliyor. Bu sayede hiç sevmediği AKP'ye de sallama imkanı bulabiliyor. Bedava hizmet aslında. Yılmaz Özdil yazsın, sen paylaş. Herkes seni "duyarlı ve ilgili" sansın, like'lar havada uçsun.

Bizim az-çok bildiğimiz konulara girdiği zamansa, bu adamın falsosu daha çok ortaya çıkıyor. Futbol bu konulardan biri. Şimdi Yılmaz Özdil eleştirisi yapacak değilim. Bilen biliyor. Anlayan anlamıştır. Senelerdir Türkiye'nin en çok gazetelerinde yazan bir adamı tekrar tanımlamak boşa çaba olur. Fakat bugünkü yazısına değinmek lazım.

Yılmaz Özdil buyuruyor ki, "Fenerbahçeli olsam başkan adayım Aziz Yıldırım olur, oyumu tereddütsüz ona verirdim"... Olabilir. Herkes bir başkan adayını diğer adaylardan daha çok benimseyebilir. Bunda sıkıntı yok. Ama Yılmaz Özdil, bu savunmasını yaparken 12 Numara'dan farksız bir hale dönüşüyor. Koca yazar, "büyük resim"den ilerisine gidemiyor neredeyse.

3 Temmuz davasını, Ergenekon'a, Balyoz'a bağlıyor. Yargıtay kararı diyor. En acısı da " hem Aziz Yıldırım  suçlu hem Fenerbahçe temiz diyemezseniz" diye buyuruyor. 

Bir kere önce şunu görsün Yılmaz Özdil. Bu kongre, "3 Temmuz sonrası kongresi" değil. O kongre çoktan yapıldı. Ergenekon'a, Balyoz'a, şike iddianamesine falan bağlamasına gerek yok, onlar geride kaldı. Aziz Yıldırım, hapishanedeyken aday oldu, tek başına seçime girdi, hemen hemen bütün oyları alarak başkan seçildi. Yani kimseye "bu dava aslında..." hikayesi anlatmasın, Aziz Yıldırım o sınavı geçti.

Bu seferki kongre Türk mahkemeleri tarafından yürütülen davanın sonucu olarak değil, UEFA ve CAS'ın verdiği cezalar nedeniyle, 2 senedir yapılamayan hamleler yapılıyor. Bu kongre, Aziz Yıldırım ve yönetiminin -belki de haklı olduğu bir davada- hiç bir sonuç alamaması, kulübün ceza üzerine ceza alması, Avrupa'ya gidememesi, oyuncu transfer ederken zorlanması nedeniyle yapılıyor. 

Fenerbahçe taraftarı 3 Temmuz'u geride bıraktı zaten. Ve o dönemde de Aziz Yıldırım'a sahip çıkacağı kadar çıktı. Kongreler yapıldı, yürüyüşler düzenlendi, mektuplar yazıldı... 

Ama artık taraftar beyaz bir sayfa açmak istiyor. Bir kriz vardı ve kötü yönetildi. Eğer Fenerbahçe bu davada haksızsa zaten Aziz Yıldırım'ın anında uzkalaştırılması gerekir. Yok eğer Fenerbahçe haklıysa, durum daha da kötü, bir kriz bu kadar berbat yönetilemezdi. Kaybeden Fenerbahçe oldu. 

Yılmaz Özdil, "savunma makamı dikkate alınmadıysa" diyor; oysa mahkemede savunma makamı Galatasaray - S.Graz maçından örnekler veriyordu. UEFA'ya, CAS'a tarihi savunma diye giderken yanlarında Ertuğrul Özkök gibi konuyla alakasız insanları götürüyordu. 

Yılmaz Özdil; "hükümet mağdursa Aziz Yıldırım da mağdur" diyor, buna kaynak olarak da "80 yılda bir tek Fenerbahçe mi şike yaptı" cümlesini kuruyor. Yani aslında konu yine aynı noktaya geliyor. Aykut Kocaman'ın "Radara biz yakalandık" demesi gibi bir ince itiraf söz konusu.

Şike davası denilen olayı kenara koyun. Bugün 30 Ekim 2013. 3 Temmuz'un üzerinden 2.5 sene geçti. Fenerbahçeli değilim ama Fenerbahçeli olsaydım; Aziz Yıldırım suçlu Fenerbahçe temiz diyebilirdim. Bunun için de herhangi bir siyasi olayı kendime emsal olarak göstermezdim. Fenerbahçe bugün bazı sıkıntılar yaşıyorsa bunun nedeni yöneticileridir. Bu olayı 2.5 sene boyunca lastik gibi uzatan, çözüme bağlayamayan, kendisini savunamayan, ülke içinde kendi taraftarını oyalayan, yurt dışında ard arda cezalara seyirci kalan Fenerbahçe yönetimidir, ve o yönetimin başkanı da Aziz Yıldırım'dır. 

"Bu iş bitmeden Aziz Yıldırım'dan vazgeçmem" diyor Yılmaz Özdil. Peki hangi iş, tam olarak ne zaman bitecek? Bu iş 3 Temmuz mu? Eğer 3 Temmuz ise o iş bitti, Fenerbahçe alacağı kadar darbe aldı. Yargıtay kararı mı bekleniyor? Yargıtay kararları onaylayınca bu işi kapamış mı olacak Güvenmediğiniz Türk hukuku onayı basarsa bitirecek misiniz, vaz geçecek misiniz? Hayır Avrupa var diyorsanız UEFA ve CAS sizin için ne ifade ediyor? 

Yılmaz Özdil ve tayfası istiyor diye; Fenerbahçe, Aziz Yıldırım'ın iyiliği için ona 1 sefer daha mı başkanlık verecek? Sırf Aziz Yıldırım'ı kurtarmak için. Oysa Aziz Yıldırım, Fenerbahçe'yi bu davadan sıyırmak için zamanında "Ben Fenerbahçe başkanlığından istifa ediyorum, aklanınca döneceğim" bile diyememişken, Fenerbahçe'nin başkanlık makamına kendi çıkarı için adeta tapu koymuşken, fedakarlığı yine Fenerbahçe camiasından mı bekleyecekler...

Futbolu ve kulüpleri yöneten, yönetmeye talip olan isimlerden hangisi çok düzgün zaten... Doğrudur. Ama sırf ulusalcı cephenize bir kuvvet daha eklemek için böyle oyunlara gerek duymayın. Cümleye bak; "Ergenekon'a Balyoz'a siyası diyorsanız da Aziz Yıldırım'a destek olun; hukuki diyorsanız da destek olun. Yok ya? Başka? Balyoz'u bilmiyorum, Ergenekon'u bilmiyorum, 3 Temmuz'u bilmiyorum... Türk mahkemelerine güvenmiyorum, Türk siyasetini takip etmiyorum. Ve UEFA'dan ve CAS'tan ceza alıyorum, 2 sene kaybediyorum. O zaman kime oy vereyim?

Yılmaz Özdil bu soruya da yine "Aziz Yıldırım" cevabını verir gerçi. Ne de olsa, kankası Uğur Dündar da Aziz Yıldırım'ın listesinde... Ne de olsa amacınızın "haklıdan veya ezilenden yana olmak" olmadığını biliyoruz. Öyle olsaydı, itiraflara rağmen hakkı yenen kulüplerin hakkını savunurdunuz. 

 Ama olsun, siz böyle yazılar yazmaya devam edin. Gerçeklerin ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu varsa, bu yazılar elbet bir gün yine ortaya çıkar. "Oyunu kirletenden yana tavır koyan Yılmaz Özdil" diye anarız yıllar sonra ...


Perşembe, Ağustos 29

Futbolsa



Son yılların popüler tanımı; "Bunların oynadığı futbolsa bizim oynadığımız ne" yi Türkiye'ye ilk getiren 18 Mayıs sabahı Meriç Tunca olabilir mi?

Pazar, Haziran 2

Türkiye Güzelini Seçti







Bugün gazetelerde böyle bir başlık göreceksiniz. Ama haberin altında bu fotoğrafları göremeyebilirsiniz.