Perşembe, Ağustos 3
Süper Dergi
Çarşamba, Eylül 28
Hep Aynıydı Hamit Altıntop
Faroe Adaları yenilgisi hakkında birkaç cümle yazmaya gerek var mı? Emin değilim. O yüzden en azından, neden emin olmadığımı anlatmaya çalışayım.
Birincisi zaten grubu lider bitirmeyi garantilemiş bir takım var. Ortada bir başarısızlık yok. Oluşan tablonun ardından bir maç da kaybedilebilir. Keşke olmasaydı ama olunca da bir şey olmuyor.
Sık sık karşıma dünyaya rezil olma söylemi çıkıyor. Bu kısım da beni ilgilendirmiyor. Dünyaya rezil olup olmamak mıdır, sizin ne olduğunuzu belirleyen? Tam bir "Elalem ne der?" dürtüsüyle yetişenlerin korkusu. Hatta açıkça belirtmek lazım; zaten dünya sizinle o kadar ilgilenmiyor. Türkiye'nin ne yaptığı çok da merak konusu değil ve bu, bugün oluşan bir durum da değil. Çok daha eskiye dayanıyor.
Ayrıca Faroe Adaları gibi takımlar, artık eskisi kadar futbolu bilmeyen ekipler değiller. Avrupa'ya oyuncu ihraç ediyorlar. Öyle adanın barmeni, öğretmeni sahaya çıkmıyor artık. İyi kötü bir takım. Kötü bir takım ama takım. Ara sıra kötü takımlara da yeniliyor insanlar. Bu yenilgilerin formalite maçlarına gelmesi iyi bir şey. Çok takılmamak lazım. Kuntz ve ekibi takılsın da; bizim fazla irdelememize gerek yok şu anda...
Tabi ki A Milli Takım'ın eksiklerinden bahsedilebilir. Fakat buradan teknik direktör vurmaya ve yeni bir aktör belirlemeye çalışmak en basit tabiriyle haksızlık olur. Fakat bu konulara girmek istemiyoruz. Zira Türkiye'nin Faroe Adaları ile oynadığı maç ve aldığı sonuç beni çok ilgilendirmiyor. O akşam da ilgilendirmemişti. Maçı da izlememiştim. O saatlerde Yargı izliyordum mesela. İzlemeye gerek duymadığım bir maçın yenilgisine kıyamet koparacak değilim.
Fakat gündeme damga vuran maçın kendisinden çok, karşılaşmanın ardından Hamit Altıntop'un TRT Spor'da yaptığı açıklamalar oldu. Hatta o açıklamaların sadece üç dakikalık kısmı. En çok rahatsız olanlar da basın mensuplarıydı.
Altıntop'un teknik direktörünü savunan, yola onunla devam edeceğini söylediği açıklamalarında vurgusu sertti. Hedefi belliydi. Söyledikleri netti. Ve bu durum Stefan Kuntz'u eleştirmeyi hobi haline getirmiş basın mensuplarını bozmuştu. Aslında Altıntop'un açıklamaları hiç de şaşırtıcı değildi. Ne söylediğinden ziyade, nasıl söylediği gündem olmuştu. Ve konuşma tarzı son 20 yılda Türk futbolunun içindeydi. Üstelik TFF yöneticisi olana kadar da saygı gören bir üsluptu.
2010 yılında Azerbaycan'a yenildiğimiz maçtan sonra (dünyaya bir kez daha rezil olmuştuk) teknik direktörü ve takım arkadaşlarını eleştiren Hamit Altıntop, basın tarafından övgü yağmuruna tutuluyordu. Zira, oklar kendilerine yönelmemişti. O açıklamalar farklıydı, polemik yaratmaya ve ardından tiraj/rating getirmeye müsaitti. O açıklamalar basın tarafından eleştirilmezdi, ancak övülürdü. Baş kahramandı Altıntop adeta... Takımın dobra tek üyesiydi. Zaten Almanya'da yetişmişti. Keşke futbolumuzu da yönetseydi...
Oysa kimse çıkıp, "Yahu kardeşim güzel konuşuyorsun da, soyunma odasından çıktıktan hemen sonra böyle konuşmasaydın" demedi. Belki takım içinde bir sorunun ilk kıvılcımı, ya da var olan yangının bina dışına taşan ilk anıydı. Bunu irdelemek varken, çekirdek çitler gibi izleyerek bir yandan da alevleri harlamak ne kadar doğruydu?
Geçelim o gümleri. Defteri açmaya gerek yok. Altıntop'un benzer konuşmaları çok vardır. Esas olan, her zaman o konuşmalar nedeniyle övülmesiydi. Oysa bu sefer oklar basına saplanınca, 40 yaşındaki adama had bildirmeye, onu yontmaya çalışmaya başladılar. Bir dönem "Keşke futbolu futboldan gelenler yönetse, mesela Hamit Altıntop çok uygun bir isim" diyenler, şimdi "Türk futbolu Hamit Altıntop'a mı kaldı?" demeye başladı.
Bu çelişkilere karşı durmak boynumuzun borcudur. Diğer yandan Stefan Kuntz'u harcamaya çalışıp, çok sevdikleri yerli teknik direktörleri getirmeye çalışanlara karşı durmak da boynumuzun borcudur. TFF, Kuntz'un arkasında durma gücünü ne kadar daha sürdürebilir bilinmez. Belki bizi de yarı yolda bırakırlar. Fakat en azından saflarımız belli olsun.
Stefan Kuntz tercihini eleştirecek 20 nokta bulabilirim ama bunların hepsi benim için 20 Eylül 2021'de, yani Kuntz'un imza attığı günde çöpe atıldı. Adam geleli daha bir sene olmuş, Uluslar Ligi'ni saymazsak (ki orada da grubu lider bitirmiş) sadece beş resmi maça çıkmış bir adamı eleştirmek için fazla aceleci değil miyiz?
Hamit Altıntop'u eleştirecek 20 noktayı şimdi bile bulur ve söylerim. Ama bunlardan herhangi biri TRT Spor'daki açıklaması olmaz. O açıklamayı yaptığı için kendisine eksi yazacak değilim. Masaya vura vura gerçekleri konuşan birileri lazım bu ülkede. 2010'da bu yüzden övülüyordu zaten, şimdi de bildiği yoldan ilerliyor...
Seversiniz, sevmezsiniz ama hep aynıydı Hamit Altıntop... Fakat herkes aynı değil işte. Altı ayda değişir tüm işler. Buna karşı bir cephe oluşturmak da boynumuzun borcudur.
Perşembe, Ekim 28
Milli Takımın Adı Yok
"Sayın Sergen Yalçın, istifa etmeyi düşünüyor musunuz?"
Bu soruyu son 10 günde hiç duydunuz mu? Duymadınız, çünkü sorulmadı. Zaten sorulmaması da gerekiyor. Peki o zaman neden Şenol Güneş'e soruldu?
Yazının Sergen Yalçın veya Beşiktaş ile çok alakası yok. Fakat Sporting maçı sonrasında olanlar (daha doğrusu olmayanlar) bir benzetme oluşturmak için faydalıydı. O nedenle referans noktamızı Beşiktaş üzerinden alıyoruz. Ve esas eleştireceğimiz mecra ve yazının konusu da spor basınımız olacak...
Yazının merkezinde Beşiktaş olmadığını inandırabilmek için de yazıyı Sporting maçının hemen ardından yazmadım. Beşiktaş'ın galibiyeti için bekledim. Hemen bir derbi galibiyeti yaşanınca, beklenen zaman geldi. O zaman esas konumuza geçelim.
Türkiye futbol ortamında en sık söylenen yalanlardan biridir; "Milli takım herkesin takımıdır" sözü. Buna benzer cümleler de çoktur. Hiç birine inanmayın. "Milli takım hepimizin gözbebeğidir, canımızdır, ciğerimizdir." Yalan! Külliyen yalan!
Milli takım kesinlikle kulüplerden daha az seviliyor. Milli takımın taraftarı yoktur. Buna TFF'yi de dahil edebiliriz. İnsanların kendi günahlarını attığı ve sorumluluklarından azade olmasını sağladığı kurumlardır bunlar. Zira geri dönüşü olmaz. Çünkü güçsüzdürler. Kimse onlardan yana değildir. Haliyle milli takım teknik direktörleri ve futbolcuları da birer boks çuvalıdır. Herkes canı sıkıldığında yumruk atsın diye ortalarda dolanırlar. Herkes yumruğu sallar, için boşaltır. Karşıdan bir yumruk da gelmez. Yumruğu atan rahatlar, devran dönmeye devam eder...
İsviçre maçınından sonra Şenol Güneş'e sorulan soruyu hatırlarsınız. İstifa sorusu. Çok da normal gelmişti herkese. Sorulması gerekiyordu hatta. Ortada bir başarısızlık vardı. Üç maç kazanamamış bir teknik direktöre başka ne sorulacaktı? Hatta o sorunun normalleşmesi ve devamındaki itibar kaybı için de hocanın bazı cümleleri de cımbızla ayıklandı. Mesela İtalya'nın maç öncesi ısınmadaki deparları...
Şenol Güneş ile Beşiktaş arasındaki benzerliğe gelelim şimdi. Milli takım organizasyonları ile kulüp takımlarının organizasyonları tabi ki bir değildir. Öncelikle biri çok daha az maç oynar. Ayrıca milli takımlar beraber daha az idman yapar. Yine de bir paralellik kuralım.
Kulüp takımlarının lig müsabakası, milli takımların turnuva eleme grupları ile benzer olabilir. Orada derece yapanlar da bir üst seviyede mücadele ederler. Yani Şampiyonlar Ligi ve yaz şampiyonaları.
Beşiktaş geçen sezonu şampiyon olarak bitirdi ve bu sezon Şampiyonlar Ligi'nde mücadele etme hakkı kazandı.
A Milli Takım da, Avrupa Şampiyonası elemelerini ilk ikide bitirerek turnuvaya gitme hakkı kazandı. Hatta Euro 2020'de kötü sonuçlar aldığı dönemde bile 'ligde' (Dünya Kupası eleme grubunda) üç maçta yedi puan toplayarak ligdeydi. Beşiktaş şu an ligde lider olsaydı, daha büyük bir benzerlik kurulacaktı.
Yine de hem güncel Beşiktaş hem de Haziran ayındaki A Milli Takım için aynı durumdan bahsedebiliriz. İyi giden bir lig performansı ve üç maçta sıfır çekilen üst düzey turnuva.
Teknik direktörlerin de benzer bir noktası oldu.
Şenol Güneş'in analiz yapmadığını iddia eden yorumlar, haberler, İtalya maçı deparları ve daha fazlasını sık sık dinledik. Beklenen soru da İsviçre maçının ardından geldi zaten. Analiz yapmamış bir teknik heyetin varlığına inanan spor basını, ter soğumadan soruyu sordu.
Sergen Yalçın da Beşiktaş işe iyi bir lig performansının ardından Şampiyonlar Ligi'nde üçte sıfır çekti. Daha da kötüsü 4-1 sona eren Sporting maçının ardından "Şans golleri yedik. Rakibimizi analiz ettik ama hiç böyle goller attıklarını görmedik" dedi. Oysa Sporting, geçen sezondan beri bu tip organizasyonları çok fazla yapıyordu. Coates de golcü bir stoperdi...
Fakat Yalçın'a aynı istifa sorusu gelmedi. Mesela aynı açıklamayı Şenol Güneş yapsaydı ne olurdu? Cevap verebilmek için Güneş'in hangi takımda olduğunu bilmemiz gerek. Eğer milli takımdaysa yer yerinden oynardı. Kulüp takımında ise bir şey olamazdı.
Sergen Yalçın da benzer bir açıklamayı milli takımda yapsaydı, bu kadar rahat olamazdı. Yaylım ateşi anında başlardı. Bunun nedeni de A Milli Takım'ın taraftarsız olması. "Aman başımızı ağrıtacak tweet'ler gelmesin" korkusunun olmaması...
Büyük kulüplerde çalışan teknik direktörlere kılıçla girmek için, önce taraftardan icazet almak gerekiyor. Eğer taraftar hocayı tartışmaya başladıysa, basın da istenen soruları sorar. Mesela yakın dönemde Vitor Pereira'ya bu sorunun gelme ihtimali, diğer meslektaşlarından daha yüksek. Çünkü Kadıköy'de tartışılan bir isim.
Peki Sergen Yalçın altıda sıfır çekerse ne olur? Buna da Beşiktaş taraftarı karar verir. Eğer Beşiktaşlılar yavaş yavaş homurdanmaya başlarsa basın fırsatı değerlendirir. Fakat tam tersi, hocaya destek tezahüratları, mesajları gelirse, hiç kimse altıda sıfır çeken bir teknik direktöre "İstifa" sorusu sormaz.
Nereden biliyoruz? Benzerleri var çünkü. Güneş'e istifa sorusu soran Galatasaray muhabirleri, 2019-20'de Şampiyonlar Ligi'nde galibiyet alamayan Fatih Terim'e benzer bir sormadı. Sormak bir yana, kamuoyunda neden sorulmadığına dair bir tartışma da olmadı. Zira bu gayet olağandı. Terim, Galatasaray'da seviliyordu. Galatasaray taraftarı onun arkasındaydı. Bu soru sorulamazdı. Sorulmasına gerek yoktu zaten. Fakat Güneş o kadar şanslı ve rahat değildi. Güneş ve A Milli Takım personelleri için aynı durum hiçbir zaman söz konusu olamaz.
Bu da aslında, medyada yapılan işlerin ne maksatla yapıldığının göstergesidir. Basit bir sorudan ütm döngüyü anlayabiliyoruz. Doğru soruyu sormak veya doğru işi yapmak önemli değildir. Önemli olan çoğunluğun istediği soruyu sormak, çoğunluğun istediği işi yapmak ve çoğunluğun istediği cümleleri kurmaktır. Ve A Milli Takım'ın arkasında herhangi bir çoğunluk da yoktur...
Salı, Mart 2
Sıkıcı Röportajlar
Biri çıkıp, 'Ben şampiyon olmak istiyorum' dediğinde bir hedef koyuyor. Güzel. Ama sonra şampiyon olamadığında 'Çok büyük konuştu, bak şampiyon olamadı' diye eleştiriyorlar. O adam ne yapıyor sonra? Hedefini 'Üst sıralar için oynayacağız' diye yumuşatıyor. Gazeteciler sıkıcı röportajlardan şikayetçi ama bu durumu da aslında kendileri yarattı."
Christoph Daum / Socrates Ocak 2021
Salı, Haziran 9
Spiker Terörü
Çarşamba, Ocak 8
Kutlama
"Ronaldo'ya gol sevinçlerinde Merih Demiral eşlik etti."
Cuma, Mayıs 17
İfade
Cuma, Nisan 26
İtibar
Sonrasında 'mikroblog' denilen Twitter yaygınlaştı. Blog yazılarına aşina olduğumuz insanlar, Twitter ile beraber oraya geçti. Yazmak istediklerini daha çabuk bir şekilde daha çok insan ulaştırdılar. Tabi biraz daha kısa olarak, yani özet geçerek. Eski uzun ve dolu yazılar ortadan kayboldu. Artık okunmamaya başlanan bloglar da yazarlar tarafından boşlandı. Bir tercihti, kimseye laf söylenemez. Zaten işin bu noktasında herhangi bir sıkıntı yok.
Her çocuğun daha iyi şartlarda spor yapması ve spor yaparak sosyalleşmesini sağlayabilmek için basının da çok önemli bir yeri var. Aslında buralar uzun konular.
Bir de daha güncel, kısa vadeli bir görevimiz var. Sahada oynayan oyuncunun ve kenardaki teknik direktörün kendisini ifade edeceği, halka ulaşacağı bir araçtır spor medyası. Ayrıca izleyenlerin de bilgi alacağı bir yerdir. Yani bir köprüdür.
Veya Trabzonspor maçında kırmızı kart gören Belhanda için "Onunla aynı evde kalsaydım (ki kalmam da) elektrik faturasının parasını ona vermezdim" ne demek? Ucu ırkçılığa kadar gider ama Ali Ece'nin öyle bir adam olmadığını biliyoruz. Fakat onu okuyanların ne olduğunu bilmiyoruz. Ali Ece gibi biri böyle cümleler kullanıyorsa, öfkeli kalabalık Belhanda'yı veya Hasan Ali'yi görünce ne der? Sahada işin yapanları eleştirirken, onların en azından itibarını korumak gerekmez mi?
Geçen sezon bir konuyla gündeme gelmişti. Yasin Öztekin'in kendisini tehdit ettiğini söylemişti. Haklı olabilir. Gerçekten de Yasin arayıp onu tehdit etmiştir, şaşırmam. Fakat Uğur, bu olayı canlı yayında açıklarken "Ben gazeteciyim, Yasin'i eleştiremeyecek miyim?" dedi. Bu cümlede de hata yok. Fakat Uğur'un Yasin için yazdığı tweet'leri biliyoruz. Mesela ona 'Eyşan' demişti. Eğer Ezel izlediyseniz Türkiye Twitter literatüründe Eyşan'ın ne anlama geldiğini biliyorsunuzdur. Bir sporcuya, bir gazeteci buna diyebilir mi? Bu bir eleştiri midir? Gazeteci bunu derse, başkaları neler der?
Spor medyasında ve hatta hayatın tüm alanlarında artık okuyucu ve izleyici talep ediyor. Onlar para harcıyor. Parayı da markalar veriyor. Sponsorların, reklam şirketlerinin sunduğu kadar var olabiliyorsunuz. Sponsorların önemsediği, ya da ölçtüğü, tek bir şey var; rakamlar. Bir projede sizinle çalışmak istiyorlarsa veya bir projeye para akıtmak istiyorlarsa bunun geri dönüşünü hesaplamak zorundalar. Bu geri dönüş de etkileşim sayesinde oluyor. Markalar için Twitter'da ve diğer sosyal medya mecralarında ne kadar etkileşim alındığı önemlidir. Haksız da sayılmazlar. Kendi sektörlerine göre tutarlı bir anlayışları var. Tabi ki en çok 'rating'i olana para harcamak istersiniz.
Fakat aynı durum basında yer alan 'üreticiler' için geçerli olmamalıydı. Maalesef öyle oldu! Herkes bireysel bir medyaya dönüştü. Bu nedenle daha çok 'tık' almak zorundasınız. Bunun da en kolay yolu çoğunluğa göre şekil almaktır. Futbol okuyan ve izleyenlerin çoğunun durumunu ise biliyoruz. Belki siz de onlardan birisiniz. Tahammülsüz, saldırgan, öfkeli, kendi fikrinin kesin doğru olduğundan emin, araştırmaktan kaçınan, kendisini çürütecek bilgi ve verilere düşman bir kitleye sahibiz. O kitlenin hoşuna gidecek sözler söylediğiniz sürece "Adamsın", "Dobrasın", "Bunu ancak sen söylersin abi" gibi cümleleri duyarsınız veya okursunuz.
Türkiye futbolundaki kalite muhakkak düştü. 10 yıl önceki gibi değil. Fakat yine de sahada bir oyun var. İzlenmeye değer bir oyun. Birileri orada mücadele ediyor. Kötü veya yetersiz olabilirler ama kısa vadede onlardan çok daha iyisi gelmeyecek. Seviyemiz bu. Bunu yükseltmek için çalışmalar olabilir ama çalışan herkesi küçük düşürerek bir yere gelinemez. Üstelik seviye ne kadar düşük olsa da oyunu izlemek için bir neden bulunabilir. Basının bir görevi de o nedenleri göstermektir (Ligin reklamını yapmaktan bahsetmiyorum).
Bu toplumsal olayın heyecanını yaşatmak gerek. 1980'lerde ve 1990'ların başında da Türkiye futbolunun seviyesi çok üst düzey değildi. Fakat spor sayfaları okunur, maçlarda tribünler dolardı. Çünkü insanlar Takoz Recep'i de, İmparator Oğuz'u da, Kral Tanju'yu da görmek isterdi. Herhalde Tanju Çolak şimdi oynasaydı, aynı maç sonu röportajlarıyla kimseyi tatmin edemezdi. Attığı gollere de bir kulp bulunurdu.
Bir orta saha, kırmızı kart gördüğü için ne kadar suçlu olabilir ki? Bu ülkede en büyük suçlu o oluyor.
Perşembe, Aralık 6
Bahane
Çarşamba, Kasım 21
17 İmza
Çarşamba, Ekim 17
Fetih
Pazar, Eylül 16
Yeni Bir Fanzin
Perşembe, Mayıs 17
17 Mayıs
Çarşamba, Aralık 13
Hakem Dünyası
Cuma, Mart 28
Salı, Şubat 11
Büyüğüm
Pazar, Ocak 12
Devrelik Mancini
Çarşamba, Ekim 30
Enter Değil Space
Perşembe, Ağustos 29
Futbolsa
Pazar, Haziran 2
Türkiye Güzelini Seçti
Bugün gazetelerde böyle bir başlık göreceksiniz. Ama haberin altında bu fotoğrafları göremeyebilirsiniz.