Cuma, Nisan 26

İtibar


Aslında böyle bir yazı yazmak istemezdim. Hem tercihim hem tarzım değil. Fakat spor basının ucuna biraz girmiş biri olarak bazı düşüncelerimi aktarmak gerekiyor. Bu düşünceleri, daha önce yazı yazdığım yerlerde de yazabilirdim ama ister istemez eksik kalırdı. İçimden geçenleri dışa dökmek için en ideal yer burası. Hem yazmış oluyorum hem de mesela Twitter'a yazarak bir kargaşaya neden olmuyorum. Çoğu arkadaşım olan, en fazla 100 kişinin okuduğu bir bloga yazmak en sağlıklısıydı.

Aslında her şey 2009 gibi başladı. O dönem internette futbol blogları furyası başlamıştı. Birçok genç, kültürlü, bilgili, futbolu seven, takip eden insan bloglarda buluşmuştu. Blog tutanların büyük bir kısmı ya genç oldukları için ya da kariyerlerindeki talihsizlikler yüzünden ana akım medyada yer bulamıyordu. Fakat o dönemde öyle bir atmosfer oluştu ki, bir anda ana akım bloglar oldu.

Sonrasında 'mikroblog' denilen Twitter yaygınlaştı. Blog yazılarına aşina olduğumuz insanlar, Twitter ile beraber oraya geçti. Yazmak istediklerini daha çabuk bir şekilde daha çok insan ulaştırdılar. Tabi biraz daha kısa olarak, yani özet geçerek. Eski uzun ve dolu yazılar ortadan kayboldu. Artık okunmamaya başlanan bloglar da yazarlar tarafından boşlandı. Bir tercihti, kimseye laf söylenemez. Zaten işin bu noktasında herhangi bir sıkıntı yok.

Hem bloglarda uzun yazılar yazabildiklerini gösteren hem de Twitter'da 140 karakterin hakkını verebilenler yavaş yavaş ana akım medyaya geçtiler. Zaten bir yerden para kazanmaya başlamaları lazımdı. Sevindirici bir gelişmeydi. Kafalarda bir hayal ve ideal vardı. Artık köşe başlarını tutan ve ezberden konuşan ağalar yerlerini bırakmak zorunda kalacak ve bu genç insanlar halka ulaşacaktı. İlk başta da öyle oldu. Şu an birçok spor kanalında ve gazete gördüğünüz insanların bir kısmı o topluluktan, bu blogun sağ tarafındaki blog listesinden ve çok daha fazlasından geldi. 

Fakat geldiğimiz nokta, hiç de beklediğimiz gibi olmadı. Sorunun kimde olduğunu bulmak çok kolay değil. Halk, toplum, ahali, okuyucu, izleyici, patron, tiraj, hit gibi kavramlar mı onları dönüştürdü, yoksa onlar mı dönüşmek istedi bilemiyorum. Fakat  eskisinden daha da kötü bir ortam olduğu mevcut.

O yıllarda ben de gençtim. Ben de burada ilk yazılarımı yazdığım yıllarda, hem ergenlikten yeni yeni çıkıyordum hem de taraftarlık duygularım ağır basıyordu. Heyecanlıydım. Sonra sektöre girdim. İsteyerek girdim, çok da keyif aldım. Halen de alıyorum. Kolay bir iş değil, o yüzden sevmeyen insan yapamaz. Barınamaz. Ben seviyorum. Üstelik çok sevdiğim oyunun bir şekilde içine girebilme imkanı yakaladım. İşim sayesinde kendi bakış açılarımı geliştirmiş oldum. Birçok futbolcu ve teknik direktörle tanıştım, konuştum. Kulüplerde, basında, futbolun dokunduğu birçok yerde çalışan birçok emekçiyle, futbol topu sayesinde para kazanan profesyonelle tanıştım. Uzun uzun sohbetlerim oldu. Birçok kişi sektöre girdikten sonra "Artık bu oyunu sevmiyorum" itirafında bulunsa da ben o sohbetler sayesinde işimi de, futbolu da daha çok sevdim. Fakat bir yandan da çocukluğumdan beri ilgilendiğim, izlediğim, oynadığım, okuduğum oyunun ne kadar çetrefilli bir spor olduğunu fark ettim. İlerledikçe ve öğrendikçe aslında, senelerdir anladığımı sandığım oyun hakkında ne kadar çok şey bilmediğimi fark ettim. Bir zamanlar bilgiçlik yaparak çok çabuk salladığım insanların, aslında saygı duyulacak bir iş yaptığını fark ettim.

Zaten bu işi neden yapıyorduk ki? Gerçi herkesin derdi ve meselesi farklıdır ama ben oyunu seviyorum. Bu oyun sayesinde çok şey kazandım. Arkadaş kazandım, para kazandım, eğlence kazandım. Oyunun içinde olmak ve içinde olurken de bir değer üretmek güzel olabilirdi. İdealist duygular olmadan, çok büyük paralar kazanmanın zor olduğu yerde dirsek çürütemezsiniz. Bir şeyler üretmenin hazzını yakalamak zorundasınız. Çok şeyler aldığınız döngüye, bir şeyler vererek katkıda bulunmalı, hatta onun daha iyi hale gelmesine yardımcı olmalısınız.

Her çocuğun daha iyi şartlarda spor yapması ve spor yaparak sosyalleşmesini sağlayabilmek için basının da çok önemli bir yeri var. Aslında buralar uzun konular.

Bir de daha güncel, kısa vadeli bir görevimiz var. Sahada oynayan oyuncunun ve kenardaki teknik direktörün kendisini ifade edeceği, halka ulaşacağı bir araçtır spor medyası. Ayrıca izleyenlerin de bilgi alacağı bir yerdir. Yani bir köprüdür.

Tabi herkes bu ideallere sahip olmayabilir. Fakat bir de etik kısmı var; sahada mücadele eden insanların itibarını korumak gibi. Evet; onları eleştirmek en doğal hakkımız ama kelimeler doğru kullanılmalı, eleştiriler belli bir süzgeçten geçilerek yapılmalı. Bu "yıkıcı değil yapıcı eleştiri" ezberine benzese de aslında tam olarak değil. İsterseniz yıkabilirsiniz de. Fakat kullandığınız dil önemli. Yazı ile edebiyat ile iş yapan ve üreten insanların kullandığı dil önemli; zira toplum bile oradan şekillenecektir. Şu günlerde o dilin ıskalandığını çok net görebiliyoruz.

O 2009 zamanının en gözde isimlerinden biri Ali Ece'ydi. F Dergisi'nde severek okurduk. Sonra tanışma imkanımız da oldu. Futbolu sevdiği belliydi. Fakat zaman içinde bambaşka bir figüre dönüştü. Karius şovu, bir 'iş' diyelim ve geçelim. Fakat Fanatik'teki yazılarında yazdıkları gerçekten akıl alır gibi değil. Mesela Hasan Ali Kaldırım'ı eleştirmek yerine, "Onu yorumlarsam dava açabilir" minvalinde cümleler  kullanıyor. Nasıl yani? Hakaret davası mı? Yani kötü oynayan (bence kötü değil) bir sol beke hakaret edebilir miyiz? Üstelik bizi bundan alıkoyan sadece maddi tutar mıdır? Yani hakaretlerin yargıda cezası olmasa eder miydik? Kötü oynayan bir sporcuya kendimizi tutup hakaret etmememiz bir başarı mıdır? Bir sol bekin kötü oynaması ne kadar kötü ve sinirlendirici bir olaydır?

Veya Trabzonspor maçında kırmızı kart gören Belhanda için "Onunla aynı evde kalsaydım (ki kalmam da) elektrik faturasının parasını ona vermezdim" ne demek? Ucu ırkçılığa kadar gider ama Ali Ece'nin öyle bir adam olmadığını biliyoruz. Fakat onu okuyanların ne olduğunu bilmiyoruz. Ali Ece gibi biri böyle cümleler kullanıyorsa, öfkeli kalabalık Belhanda'yı veya Hasan Ali'yi görünce ne der? Sahada işin yapanları eleştirirken, onların en azından itibarını korumak gerekmez mi?

Uğur Karakullukçu tanıdığım sevdiğim bir arkadaşım. O blog jenerasyonunun en gözde gençlerinden biriydi. Altyapı maçlarını izler, ülke puanı hesaplardı. Araştıran bir adamdı. Hâlâ da öyledir. Çalışkandır. Tırmalar. A Spor'dan ülkeye seslenir. Tanıştığım ve işimi öğrenen insanlar bana direkt onu soruyor mesela. O kadar seviliyor.

Geçen sezon bir konuyla gündeme gelmişti. Yasin Öztekin'in kendisini tehdit ettiğini söylemişti. Haklı olabilir. Gerçekten de Yasin arayıp onu tehdit etmiştir, şaşırmam. Fakat Uğur, bu olayı canlı yayında açıklarken "Ben gazeteciyim, Yasin'i eleştiremeyecek miyim?" dedi. Bu cümlede de hata yok. Fakat Uğur'un Yasin için yazdığı tweet'leri biliyoruz. Mesela ona 'Eyşan' demişti. Eğer Ezel izlediyseniz Türkiye Twitter  literatüründe Eyşan'ın ne anlama geldiğini biliyorsunuzdur. Bir sporcuya, bir gazeteci buna diyebilir mi? Bu bir eleştiri midir? Gazeteci bunu derse, başkaları neler der?

Serdar Ali Çelikler yakın çevremizde çok sevilen bir isim. Hatta o yüzden, yani onu eleştirdiğimiz için bizi arkadaşlıktan çıkaran dostlarımız oldu. Onlara göre Serdar Ali dobra konuşan bir adamdır. Aslında dobra konuşmuyordu, sadece arkadaşlarımızın sevmediği Aykut Kocaman'ı yerden yere vuruyordu,  arkadaşlarımızın da hoşuna gidiyordu. Serdar Ali için değişen bir şey olmadı. Yeni sezonda başkalarını etiketliyor. Reyes'e 'kazma', Jailson'a 'çubuk kraker' diyor. Aslında bu sıfatlar da bire birde çok dert edilecek konular değil. Yıllarca Recep Çetin'e de 'takoz' dendi. Tekniği yetersizdi çünkü. Fakat diğer özellikleri, onun yıllarca Beşiktaş'ta tutunmasını sağladı ve herkes de bu özelliğine saygı duydu. Serdar Ali'nin ise Reyes ve Jailson'a saygı duyma gibi bir derdi yok. Onların itibarı umrunda değil. Haliyle Kocaman'a sallarken kral olan Çeliker, şimdi Ali Koç döneminde salladığı oyuncularla biraz tepki çekmeye başladı. Ekşi Sözlük'ten aldığı duyumlar ayrı mesele ama o mesele bu yazının, yani 'dil' konusunun derdi değil.

Uzak mesafeli olduğum insanları eleştirip yakınlarımı teğet geçmem adil olmaz. Bir dönem çalıştığım Socrates'te de benzer bir durum var. Youtube programlarının büyük bir kısmını severek dinliyorum. Fakat bazılarında küçük bir "Beyaz Futbol"a dönüşüyorlar. Oysa en çok eleştirdikleri kültürün simgesidir Beyaz Futbol. İki tarafı birbirinden sadece özneler, özel isimler ayırıyor. Beyaz Futbol'da, Sneijder, Kocaman, Şenol Güneş gibi isimlerden bahsedilirken burada Giroud, Mourinho gibi uluslararası ve bizden uzakta olan isimler değerlendiriliyor. Onlara çok rahat 'çöp' deniliyor. Programda ulanlar, herifler havada uçuşuyor. Madem böylesi komik ve sıcak; Abdülkerim Durmaz ile Ahmet Çakar'ın günahı ne? Ayrıca bir oyuncu bizi izlemiyorsa, bizim eleştirilerimizi duymayacaksa, İngiltere'de top oynayan bir Fransız ise ona hakarete yakın kelimelerle eleştiri düzmek makul mu?

İsim isim örnek vermeyi bırakalım. Konuyu tasvir ettik. Şimdi bu durumun nedenlerini tartışalım. Son dönemin yaygın tabiriyle, biz ne ara böyle olduk?

Spor medyasında ve hatta hayatın tüm alanlarında artık okuyucu ve izleyici talep ediyor. Onlar para harcıyor. Parayı da markalar veriyor. Sponsorların, reklam şirketlerinin sunduğu kadar var olabiliyorsunuz. Sponsorların önemsediği, ya da ölçtüğü, tek bir şey var; rakamlar. Bir projede sizinle çalışmak istiyorlarsa veya bir projeye para akıtmak istiyorlarsa bunun geri dönüşünü hesaplamak zorundalar. Bu geri dönüş de etkileşim sayesinde oluyor. Markalar için Twitter'da ve diğer sosyal medya mecralarında ne kadar etkileşim alındığı önemlidir. Haksız da sayılmazlar. Kendi sektörlerine göre tutarlı bir anlayışları var. Tabi ki en çok 'rating'i olana para harcamak istersiniz.

Şarkıcı, oyuncu buna göre hareket edebilir. Serenay Sarıkaya saç kesimini en çok nasıl beğeniliyorsa öyle yapabilir. Veya başka biri tweet'lerini ülke gündemin göre kutlama ve kınama mesajlarıyla şekillendirebilir. Ne de olsa onlar fikirleriyle değil yetenekleriyle ön planda. Çoğunluğa fikir sunmak zorunda değiller.

Fakat aynı durum basında yer alan 'üreticiler' için geçerli olmamalıydı. Maalesef öyle oldu!  Herkes bireysel bir medyaya dönüştü. Bu nedenle daha çok 'tık' almak zorundasınız. Bunun da en kolay yolu çoğunluğa göre şekil almaktır. Futbol okuyan ve izleyenlerin çoğunun durumunu ise biliyoruz. Belki siz de onlardan birisiniz. Tahammülsüz, saldırgan, öfkeli, kendi fikrinin kesin doğru olduğundan emin, araştırmaktan kaçınan, kendisini çürütecek bilgi ve verilere düşman bir kitleye sahibiz. O kitlenin hoşuna gidecek sözler söylediğiniz sürece "Adamsın", "Dobrasın", "Bunu ancak sen söylersin abi" gibi cümleleri duyarsınız veya okursunuz. 

Bu kitlenin en büyük düşmanı da futbolculardır. Özellikle de bazı yerli futbolcular ama genel olarak mimlenmiş futbolcular, teknik direktörler. O kitleyi ayrı bir yazıda irdeleriz ama konumuz basındakiler. İşte onlar da bu kitleye göre konuşmaya başladılar. Aykut Kocaman'ı, Hasan Ali Kaldırım'ı, Belhanda'yı eleştirmenin, hatta ona yaratıcı bir şekilde hakaret etmenin geri dönüşü var. Kimse bunu ıskalamak istemiyor.

Sadece yukarıda bahsettiğim isimler değil bunu yapan. Tüm sektöre yayılan bir durum. Hatta yorumculardan daha çok muhabirlerde böyle bir durum var. Mesela Galatasaraylı muhabirler, yaz ayında Tarık Çamdal'ı yerin dibine sokmak için adeta yarıştı. Tarık, muhakkak kötü bir transferdi. Verilen para da çoktu. Fakat silah zoruyla gelmemişti. Takımda kalmak da onun isteğiydi. Ben futbolcu olsam, oynayacağım takıma giderdim ama takımda kalıp, oynamadan para kazanmak da bir tercihti. Yanlış değildi. Yanlışı yapan onu takıma yüksek bedelle katanlardı. Fakat taraftarların tepkisi en çok Tarık'a olunca, muhabirler de en çok ona yürüdü. Çöp kutusu görseli paylaşıp, "Tarık idmana çıkıyor" diyen muhabir bile oldu. Kimse de "Beyler ne yapıyorsunuz?" demedi. Zaten onu diyen olsaydı da ya "Yerli oyuncu dostu" olurdu, ya da "Farklı olmaya çalışılıyor" denilerek marjinalleştirilirdi.

Son dönemin bir diğer revaçta sözüdür, hepimiz aynı gemideyiz. Hakikaten de öyledir. Biz bu toplumun bir parçasıyız. Ve herkes yaşadığı toplumdan rahatsız. Spor medyasındaki isimler, sosyal hayatlarında toplumun yaşadığı dönüşümden, toplumdaki öfkeden rahatsız olduklarını söylerler. O öfkeyi söndürebilecek güçleri yoktur muhakkak. Sonuçta sadece 90 dakikalık bir maçı yorumluyorlar. Onlardan bir toplum mühendisiliği beklemek haksızlık olur. Fakat rahatsız oldukları şeylere dönüşmeleri de iç acıtıyor. Bu alevi körüklemeleri üzüntü verici. Hatta bazen de sinirlendirici.

Sahada emek veren insanların işlerini bu kadar küçümsemek, emeklerini yok saymak, kimliklerini itibarsızlaştırmak hoş bir durum değil. Sonuçta gazeteci de sponsor da, ürettiğini futbolu seven insanlara satıyor. Eğer seyirciye/müşteriye sahadakilerin kazma, çöp, karaktersiz, tembel olduğunu söylerseniz, bir yerden sonra ürünü satamazsınız. Kim onları sevecek? Kim onları izleyecek?

Türkiye futbolundaki kalite muhakkak düştü. 10 yıl önceki gibi değil. Fakat yine de sahada bir oyun var. İzlenmeye değer bir oyun. Birileri orada mücadele ediyor. Kötü veya yetersiz olabilirler ama kısa vadede onlardan çok daha iyisi gelmeyecek. Seviyemiz bu. Bunu yükseltmek için çalışmalar olabilir ama çalışan herkesi küçük düşürerek bir yere gelinemez. Üstelik seviye ne kadar düşük olsa da oyunu izlemek için bir neden bulunabilir. Basının bir görevi de o nedenleri göstermektir (Ligin reklamını yapmaktan bahsetmiyorum).

Bu toplumsal olayın heyecanını yaşatmak gerek. 1980'lerde ve 1990'ların başında da Türkiye futbolunun seviyesi çok üst düzey değildi. Fakat spor sayfaları okunur, maçlarda tribünler dolardı. Çünkü insanlar Takoz Recep'i de, İmparator Oğuz'u da, Kral Tanju'yu da görmek isterdi. Herhalde Tanju Çolak şimdi oynasaydı, aynı maç sonu röportajlarıyla kimseyi tatmin edemezdi. Attığı gollere de bir kulp bulunurdu.

Sonuç olarak, bu itibarsızlaştırma, bu kötü dil, bu öfke beni üzüyor ve sinirlendiriyor. İnsanların emeğinin böylesine göz ardı edilmesine içim el vermiyor. Bu dil daha ne kadar devam edecek onu da bilmiyorum. Herhalde en sonunda gazeteler iflas edip, insanlar futbol izlemekten vazgeçince herkes yaptığı kötülüğün farkına varacak. Ya da yine suçlanacak başka birileri bulunacak.

Spor medyası son 10 yılda doping alana, şike yapana, kulüplerin kasalarını boşaltanlara, kötü orta yapan bir sol beke kızdığı kadar kızmadı.

Bir orta saha, kırmızı kart gördüğü için ne kadar suçlu olabilir ki? Bu ülkede en büyük suçlu o oluyor.


1 yorum:

Adsız dedi ki...

yerli futbolculara duyar kasmak mı? oh no...
her türlü hakaret edilmeli. az bile. yok öyle hem ayranım dökülmesin...