Cuma, Ocak 26

Beautiful Girls


Berbat bir gündü. Bir ölüm haberinin ve cenazenin hemen ardıydı. Ölümün yakın olmadığı zamanlarda çok panik ve korkak olabiliyorum. Fakat o günler geldiğinde beklediğimden çok çabuk bir şekilde hayata devam edebiliyorum. En azından toprağa verilme işlemi sona erdikten sonra... Bir şekilde ben yaşıyorum, o zaman durulmaz. Hayat devam ediyordu.

Fakat o gün bir muhasebe yaptığımda çok da iyi devam etmiyordu. Çevremdeki herkes gidiyordu. Tünelin sonunda umut gözükmüyordu. Monoton ve sıkıcı bir hayat eksilerek, azalarak, tatsızlaşarak beni çağırıyordu. Anlamsız gibiydi. İnsan işte; o kadar bencil ki gidenden çok kendine, kaldığı yere üzülüyor, beğenmiyor. Kaldığı için şikayet ediyor.

Sıcak bir yaz günüydü. Toprakla, kürekle ve gömlekle haşır neşir olmak da terletmişti biraz. Güneş etkisini azaltınca kendimi sokaklara vurabilirdim ama şimdi evdeydim. Ve hayatıma kaldığım yerden devam ederek olası bir buhranı birkaç ay daha öteleyebilirdim. Çağın kurtarıcısı televizyon öyle bir anda açıldı.

Bir filme denk geldim. Beautiful Girls. İsmine bakan bunun bir erotik film olduğunu düşünebilirdi. Fakat bir erotik filmin 2017 yılında Türk televizyonlarında hem de gündüz saatinde yayınlanmayacağını bilecek kadar tecrübeliydim.

İzlemeye başladım. Fena da gitmiyordu. Filmin adını yanlış koymuşlar sanki. Çünkü erotik film beklemeyenlerin beklentisi de en azından genç kadınların hikayesini anlatan bir film olabilirdi. Oysa 30 yaş civarında erkeklerin hayatları ile başlamıştı.

Sonra birden o güzel havada televizyonun görüntüsü gitti. Yine kuşlar anteni bozmuş olmalıydı. Bir film keyfimiz vardı o da boka sarmıştı. Tuvalete gittim, dönene kadar hava karardı. Önce fırtına çıktı, sonra dolu yağdı. Camlar kırıldı, ağaçlar devrildi. Ölüm gibi bir şeydi, ölen de bir gün önce ölmüştü. Mevsimler değişiyordu, hatta bir gün içinde bile mevsim değişiyordu ama benim hayatımda değişen bir şey olmuyordu. Ve film izleme isteğim bile gerçekleşmiyordu.

Normalde televizyonda izlediğim filmler yarıda kalırsa açıp suratlarına bakmam. Fakat o yarım saat beni çok merak ettirdi. Gece hava durulunca, internet gelince, tehlike geçince ve Graz - Fenerbahçe maçını da izleyince filmi internetten açtım.

O günün duygusallığından mı yoksa lise buluşması için doğduğu kasabaya geri dönen 30 yaşındaki Willie (Timothy Hutton) yüzünden mi bilmiyorum ama film sardı, sardı, sardı ve bittikten sonra da "Tamam" dedim. Neye tamam dediğimi bile bilmiyordum. Filmin müzikleri çok iyiydi ama herhalde en sonda sürpriz bir şekilde çıkan Graduation Day son darbeyi vurmuştu. Yine de bir şeyler beni etkilemişti. Sadece şarkı ile müzik ile olacak şey değildi.

Hayatta gideceği yolu bilmeyen Willie, kendisinden yaşça çok küçük olan Natalie Portman'a bir şeyler hissediyordu. Film 1996 yapımı, Portman 1981 doğumlu, Portman'ın canlandırdığı Marty karakteri de 14 yaşında. Filmde öyle bir 'ahlaksız ve alakasız aşk' ilişkisi olmuyor ama Marty'nin aklı, zekası, mizahı Willie'yi o kadar çok etkiliyor ki kafası da karışıyor. Portman,  henüz o yaşta "I will be hot" diyor ve yıllar sonra da oluyor zaten. Willie de "Bu kız büyüyünce harika biri olacak" diyor. Oluyordur herhalde. O harika insanları görmek mümkün değildi. Ama oluyordur herhalde birileri.

Filmin senaristi Scott Rosenberg, High Fidelity'nin de senaristi. Tıpkı o filmdeki top 5'ler gibi, burada da erkekler kadınlara not veriyorlar. Ve Timothy Hutton, fena halde oradaki John Cusack'a benziyor. O filmi seven bu filmi de sever. Müzikler de şahane uyumlu zaten. Sadece kapanış değil, geri kalanında da çok naif parçalar giriyor araya.

Filmdeki güzel kızlar ve 30 yaş civarındaki çocuklar, o güzel arabalarına binip gidiyor ve film bitiyor. Portman'ın karakteri Marty kasabada kalıyor gerçi. Onun büyümesi gerek. Ben de film bitince kalıyorum. Sıkışmışlığın, daralmışlığın tam ortasındaydım. Film iyiydi, bana da iyi gelmişti ama hiçbir şeyimi de değişmemişti. O kadar güçlü bir film değildi ama zaten o kadar güçlü kaç film var ki sinema tarihinde.


Hiç yorum yok: