Çarşamba, Eylül 13

Son Şeyler Ülkesinde


Distopyalar da ütopyalar da bilimkurgular da her zaman yaşadığımız gerçekliğin izlerinden ilerler. Ne kadar uç ve farklı olsalar da okuduğumuz veya izlediğimiz o eserler sona erdiğinde bir kıyas yapmanız gerekir. Elinizdeki tek referans da gerçektir. Sadece izleyici için değil, yazar yola çıkarken de buralardan esinlenir. El mahkumdur; gerçeğe bağlı kalmasa bile gerçekle arasında ince veya kalın bir bağ vardır...

Dünyadaki tüm canlıların yok olduğu distopik bir mekanda bile o yok oluşa neden olan olaylar yaşadığımız dünyadan mirastır. Ütopik kurgular ve en büyük rüyalar da daha önce attığımız hazlardan esinlenmiştir. Hatta zaten bu benzerlikleri yakalamamız gerekir ki, izlediğimiz şeyin ileride gerçeğe dönüşme ihtimali bizi korkutsun veya umutlandırsın.

Şimdi tüm bunları kabullenip, distopik bir eser hakkında, "gerçekle bağlantısı var" dememiz abes kaçabilir. Zaten olan bu. Fakat bu sefer o benzerlik o kadar paralel ki; tam da bu yüzden Paul Auster'în Son Şeyler Ülkesinde'si, çok korkutucu ve çok hüzünlü.

Children of Men veya I am Legend... Veya diğerleri ve daha fazlası... Bunlar muhteşemdir. Sizleri şaşırtabilir, korkutabilir, endişelendirebilir. Fakat film bitip ışıkları açtığınızda karşılaştığınız manzara, sizi ayıltır. Rahatlatır. Dünya halen devam etmektedir.

Son Şeyler Ülkesinde'yi okuduktan sonra ise etkisinden kurtulmak zor oluyor. En azından ben çıkamadım halen. Zira ışıkları açtığınızda kitap devam ediyor gözlerinizin önünde...

Yoksullar, evsizler, sokaklarda koşanlar, yozlaşan insanlar, yaşananları sona erdirmeye gücü yetmediğini kabul edip akışına bırakan bürokrasi, buna rağmen halkı bir savaş tehlikesine inandırıp yapımı 100 yıl sürecek bir duvar yapıp inşa eden hükümet, intihar edenler, sevgililer, dünya batarken dahi bilgi peşinde koşarak hayata tutunan entelektüeller, cinselliği arka plana atarak sadece piramidin en altıyla ilgilenmek zorunda kalanlar, buna rağmen artan tecavüzler ve tabi ki yıkık binalar... 

Kitabın her bir sayfasında bunlar var. Peki şu an yaşadığınız şehrin hangisinde bunlar yok? Bu kitabın adı "Son Şeyler Ülkesinde" ise, sizin yaşadığınız yerin bir son şeyler yeri olmadığını nasıl anlatabilirsiniz?

"İnsanlar burada her şey hakkında konuşurlar, özellikle de hakkında hiçbir şey bilmedikleri şeyler hakkında. Beni en çok etkileyen her şeyin yok olması değil, var olmaya devam eden bu kadar fazla şey. Bir dünyanın yok olması uzun zaman alıyor, sandığından çok daha fazla... Yaşamlar yaşanmaya devam ediyor ve her birimiz kendi küçük acıklı hikayemizin tanığı olarak kalıyoruz. Artık okulların olmadığı doğru; en son sinemanın 5 sene önce gösterildiği doğru; şarap o kadar azaldı ki artık sadece zenginlerin ulaşabildiği de doğru."

Kitabın anlatıcısı Anna Blume adındaki 19 yaşındaki bir kız. Onun 19 yaşındaki bir genç kız olduğunu anlamamız mümkün değildi, eğer kendisi belirtmeseydi. Belli ki yaşadıkları ve gördükleri onu fazlasıyla yaşlandırmış ve olgunlaştırmıştı. Geçmişinden bahsederken, çok uzak yılları anlatırmış gibiydi, asi ve hoyrat olduğu o eski güzel günlerden bahsediyor mesela. Büyük ihtimalle 4-5 sene öncesi ama onun için çok daha fazlası. Normalden çok daha bulanık...

Blume, kaybolan erkek kardeşini bulmak için bir şehre geliyor ve devamında o da şehirde tutsak kalıyor. İşte Son Şeyler Ülkesi böyle bir yer. Anna Blume, sanırım çok yakın bir arkadaşına (veya başka bir kardeşi de olabilir) yazdığı mektuplarla bize o ülkeyi tasvir ediyor. Adı hiç geçmiyor ama o kadar New York ki... Biraz da İstanbul. Biraz da başka şehirler, başka metropoller.

Hatta belki de Oslo. Kitapta yukarıdaki alıntı gibi çok fazla vurgu varken, insanın aklına ister istemez Verdens Verste Menneske geliyor.  Ne diyordu Aksel orada Julie'ye:

"Benim büyüdüğüm dünya yok olup gitti....

....Ve şimdi elimde bir tek bunlar kaldı. Kimsenin umurunda olmayan aptalca ve boş şeyler hakkında bir yığın bilgi ve anı... Geçmişe tapmaya başladım… Çünkü artık geleceğim yok, bu hissettiğim nostalji bile değil… Sadece ölüm korkusu…"

Dünyanın her yerinde aynı hisler var son 40 senedir. 

Yazarın daha önce bazı kitaplarını okumuştum. Sene 2011-2012 civarıydı. Hangileriydi acaba? Unuttum gitti. Onun iyi bir yazar olduğunu çok net hatırlıyordum. Biraz da umut aşılayan biriydi sanki. Son Şeyler Ülkesinde de isminden ve muhteşem kapağından dolayı ağır bir karanlığı okuyacağımı biliyordum ama aklımda kalan Auster algısı nedeniyle ardından ışığı göreceğimizi tahmin etmiştim. Fakat öyle olmadı. Yavaş yavaş kaybolan her şey ve kaybolan kent gibi, kitap da Blume'un mektupları da aynı bulantıyla sona erdi.

"Şimdi her şey öyle hızlı olup bitiyor ki ayak uyduramıyorum. Senin anlamanı beklemiyorum. Sen bunları görmedin, istesen de düşleyemezsin. Son şeyler bunlar. Bir gün bir ev görüyorsun, ertesi gün bir bakıyorsun o ev yok olmuş. Bir gün önce geçtiğin sokak da yok oluyor bir gün sonra. Hava bile sürekli değişiklik gösteriyor. Günlük güneşlik bir günün ardından yağmur bastırıyor, karlı bir günün arkasından sisli bir gün yaşanıyor, bir sıcak, bir soğuk, bir gün rüzgarlı bir gün sakin, derken birkaç gün korkunç ayaz oluyor.... Bir an için gözünü yumsan, arkana donup başka bir yana baksan, önünde duran şeyin ansızın kaybolduğunu görüyorsun. Hiçbir şey kalıcı değil; kafalardaki düşünceler bile. Kaybolanı aramaya kalkışarak boşuna zaman harcamamak gerek. herhangi bir şey bir kere kayboldu mu, gitti gider. "

"Azalarak bitmek" deyiminin yazıya dökülmüş hali gibiydi. Bir 21. yüzyıl tasviri diyebilir miyiz? Öyle olsa da olmasa da yazarın bu kitabı 1987 yılında yazması ilginç geliyor. İnsanın aklına 1984 düşüyor. Bence 1984 distopik bir kitap değil, tam olarak bir tasvirdi. Neyse o ayrı konu. Fakat iyi bir fotoğraf çekmişti Orwell yıllar öncesinden. İşte tam da bu noktada; 1984 ve Son Şeyler Ülkesinde sanki bir bayrak yarışı atletleri gibi sıralanıyorlar.

Orwell, 1984'ü 1949'da yazmıştı.  Esas 1984 geldiğinde oluşan tablo, 1949'da tahmin edilene çok yakındı. En azından dünyanın bir tarafında. Fakat artık yeni bir çağ, yeni bir dünya bizi bekliyordu. Sanki bu nedenle 1984'e yakın bir zamanda da Auster bu kitabı yazmıştı. Yeni bir fotoğraf ihtiyacı vardı. Fakat onun 1984'ü ne zaman bilemiyoruz? 2023 benziyor ama tam değil. 2053, 2073... Hangisi?

Önemli mi? Bilemiyorum. Sanırım değil. O zamanı bilmekten ve görmekten daha önemli bir şey var, o da bu zamanı yaşamak:

"Fakat bizim yaşamdan kastımız bu mudur? Her şeyin birer birer yok olmasına izin vermek, sonra da ne olacak diye bakmak. Belki de bu soruların en ilginci: Hiçbir şey olmadığı zaman ne olacağını görmek; ve bu durumda hayatta kalıp kalamayacağımızı..."

Ben bilmiyorum yukarıdaki sorunun doğru cevabını. Yaşamdan kastımız nedir? Yaşıyoruz işte... Kaybolan bir dünyanın içinde yaşıyoruz.

Yukarıdaki alıntı, henüz kitabın ilk sayfalarındaydı. Sonrasında Anna, aşkı da buldu o karanlık kentte. Gerçi o da kayboldu trajik bir şekilde. Fakat romanın en beyaz sayfalarıydı onlar. Anna, aşkını koruyabilseydi (onun bir hatası yoktu), belki de o mektupları daha farklı yazacaktı. Belki de karşımıza pembe kapaklı romantik bir roman çıkacaktı. Bugün raflarda olanlar gibi...

Öyleyse, tekrar yukarıdaki soruya dönüyorum. Zaten sık sık sık dönüyorum son günlerde. Zira hayatımda bu kadar etkileyen çok az roman olmuştur. Haliyle devamlı döndürüyor beni bu soruya. Ve en sonunda şöyle diyorum:

Bizim yaşamdan kastımız sadece aşktan ibarettir. Aşkla anlam kazanır. Her şeyin birer birer yok olurken, sonra ne olacağını düşünmeden yaşamak. Belki de bu soruların en korkuncu: Aşk bittiği zaman ne olacağını görmek ve bu durumda hayatta kalabilecek güce sahip olup olamayacağımız...

Ey Aksel; acaba okudun mu sen bu romanı? Bence okudun:

"Aklın karışıyor, beynin bir batağa saplanıp kalıyor. Çevrendeki her şey peş peşe değişiyor, her gün yeni bir çalkantıya karışıyor, eski görüşler, eski inançlar geçerliliğini kaybediyor. Açmazımız bu. İnsan bir yandan sağ kalmak, uyum sağlamak, içinde bulunduğu koşullar altında olabildiğince iyi yaşamak istiyor, öte yandan bunu başarmak için bir zamanlar kendine insan adını layık görmesini sağlayan niteliklerin tümünden sıyrılması gerektiğini görüyor. Yaşayabilmek için benliğini öldürmek zorundasın. Pes edenlerin sayısının böylesine yüksek olmasının nedeni bu. Biliyorlar, çünkü ne kadar çabalarsa çabalasınlar, kaybetmeye mahkûmlar. İş o noktaya gelince çabalamanın da anlamı kalmıyor elbette"



Bir dip not. Kitabın tüm kaotik yapısında beni güldüren bir tasvir vardı. Koşu gruplarından bahsediyordu Auster. Şehir yok olurken, kendilerini hırpalarcasına koşuıp, önlerine çıkan her şeyi görmezden gelerek devam eden koşucular. Adeta western filmlerindeki bufalo sürüleri gibi tasvir etmişti Auster. Demek ki New York da böyleymiş. Son yıllarda Caddebostan gibi yerlerde yaşayanlar bunları çok yakından görüyor. Ben bir Umut Sarıkaya karikatürü gibi görüyordum onları. Paul Auster romanında çıktılar. Bu da, içeriğinden bağımsız (distopik bir romanın ürkütücü grubu), onlar için gurur verici olsa gerek...

Hiç yorum yok: