Atanamamış Amatör Sosyologlar Yazıları | Saraybosna
Hayatın normalleştiğine şahitlik etmek çok garip bir duygu. Birkaç ay önce patlamaların olduğu, 'kalkışma'nın gerçekleştiği yerden yavaş yavaş geçiyorum. Oysa yine bir yerlerde birileri ölmekte ama normal artık bizim için. Oyunu iki taraflı oynayabilen ucuz bir ön libero tadında, bahar bahçe tarafım ağır basıyor böyle yolculuklarda nedense. Tek can sıkıntısı 'yaprak döken' taraftan bahçeye gelen 1-2 sararmış yaprak, puslu soğuk hava, rimeli akmış ve müziği 1239038. kez bırakamamış Teoman tadındaki İstanbul hâli.
Balkanlara uçan yolcuların bekleme salonları aslında hikayeciler için bulunmaz bir esin kaynağı. Koltukta bekleyenlere "Selamın aleyküm, nereden gelip nereye gidiyorsun ey yolcu" diye girince müthiş hikayeler çıkıveriyor. İstanbul transit noktası olduğu için çoğu, ABD gibi çok uluslu şirketlerden dönüş yapıyorlardı tatili bitirip. Göz göze geliyorduk, 'Ne olur savaş ve Yugoslavya muhabbeti yapmayalım' der gibi bakıyorlardı, Ama 'Ya da yap yap' diyen hınzır bir gülüş de yok değildi.
Uçağa geçiyoruz ve ben bir kez daha kendimi 'Facebook Üniversitesi Paylaşımlar Rektörlüğü Tarih ve Coğrafya Fakültesi' mezunu olarak hissediyorum. 'Kardeşim ne işimiz var Avrupa'yla Amarigayla, Balkanlar-Türki Cumhuriyetler-Afrika ...Biz kenetlendik mi, bölgenin zaten abisiyiz, Evlad-ı Fatihan..." diyesim geliyordu.
6 numaralı koltukta oturuyorum, tam önümdeki 5 sıra Business Class'tı ve kimse yoktu. Kimse seçmemişti bu değişik konforu. Daha samimi bir ortam vardı, 'halk uçağı' tadında ilerliyorduk. Sanki maçtan sonra binilen toplu taşımalar gibiydik. 'Halilagiç'i İstanbulspor'daki gibi yerinde oynatsa, ondan bir Şifo Mehmet yaratamazsın' gibi Güntekin'lere önce 'Ne diyor lan bu" denilip, sonra 'Helal olsun" diyip 'onay'lanıyordu.
Kuleden izin geliyordu ve start veriliyordu. 'Demir perde' çekiliyordu aramıza. Kimsecikler yoktu ama yine de çekiliyordu. "Show must go on" kuralı heralde. '-mış gibi yapan' insanlara olmasalar bile '-mış gibi' yapılıyordu.
Havalimanında beni taksici İsmet Abi karşılıyor. Kökeni İzmir'e dayanan çat pat Taffarel Türkçesi konuşan bir abi. Telefonunu ve ismini ekşisözlük'e yazmışlar, Baya popülermiş Türkiye'de, bana ise tesadüf denk geldi.
Stad merdivenlerinden çıkıp yeşil sahayı görünce duyulan his gibi; böyle prosedürlerden geçip, havalimanı EXIT kapısından ilk adım attığınız zamanki his. Hafif ayaz bir hava, inceden bir kömür kokusu yetti çocukluğa götürmeye. Her şey tamamdı, bu maçı alacaktık, almasak bile İstanbul'a avantajlı bir skorla dönecektik.
Hemen atıyoruz kendimizi sokaklara. Hafta içi 22:00'den sonra biraz sessizlik çöküyor buralara. Bağdat Caddesi'nin Göztepe Parkı'ndan Kadıköy'e giden kısmı gibi huzur verici bir boşluk. Bugün de ölmedim anne'nin şiir kısmı gibi başladık gözlemlere.
Yerel seçim zamanı olduğu için her yer siyasetçi reklamlarıyla dolu. 'Gündemden kaçtık, yine mi siyaset' diyecek oluyorum sonra susuyorum.
Siyasetle bu kadar iç içelik bu toprakların gerçeği galiba. 'Small Talklarda' (o neyse) seçimi soruyorum. Herkes bıkkın bir şekilde yanıtlıyor. "Aman işte, seçim, yine bir sürü vaatte bulunup hiç bir şey yapmayacak" diyor esnaf. Böyle demesine rağmen gidip X'in böğrüne böğrüne vuracak gibi de gözükmüyor. Siti Ana'nın sürekli eleştirildiği "Dünyayı evimize getiriyor" dediğimiz tüm medyalar var güya ama ıskalıyoruz gündemleri. Durumlar karışık aslında. Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan ettikten sonra Bosna-Herkes pasaportlu Sırp kökenli vatandaşlar Sırbistan Cumhuriyeti'nin Bağımsızlık Günü'nü kutlanmaya devam etsin diye referanduma gitmişler. Bu durumu kaşıyan aşırı milliyetçi partiler türemiş. Hırvat, Sırp kökenlilerin yoğun olduğu mahallelerde miting afişleri, cesur pankartlar kullanılıyormuş.
Ne kadar tanıdık. Yoldan, sudan, metrodan bahseden yok. Varsa yoksa din-köken-etnik...
Yol-su demişken... Bizim çeşme/sebil kültürü devam etmekte. Mis gibi, buz gibi su. Miras gibi miras. Tramway ise Avrupa'nın ilk tramwayı imiş. Dediklerine göre Avusturya-Macaristan imparatoru 'Ulan şimdi bunu Avusturya'nın göbeğine yaparız, bozulur falan elaleme güldürmeyelim kendimizi. Pilot bir vilayet bulalım, yap-işlet-devret modeliyle kuralım' deyip yaptırıvermiş. O günden beri tıkır tıkır işliyor.
Sabah oluyor ve Eminönü Meydanı'nda uyanıyorum sanki. Güvercinler, çocuklar, koşturanlar, somon kokusu, yeni açılan dükkan kepenk sesleri... Kısa bir semt turu, turist gezimizi bitirdikten sonra yine esnaf ziyaretlerime devam ediyorum. "Selamın aleyküm, nasıl işler" diye bombayı bırakıp, "Nato'nun Allah belasını versin" ile noktalıyoruz. Bira muhabbeti açılıyor, "Biz bu kadar ucuza içemiyoruz" diyorum, "Gece 22:00'den sonra satış yok, siyah poşetlerde taşıyoruz gizli gizli" diyorum; Beni oranın yerel bira üreticisi Sarajevska'nın fabrikasına yönlendiriyor. "Hem müzesini gezersiniz, çıkışta da bir şişe bira ikramları olur restaurantlarında" diyorlar ve dünya 1 dakikalığına güzelleşiyor.
Hemen o hastalığım nüksediyor ve aynısını neden İstanbul'da yok diyorum. Buna benzer bir oluşum var Bomonti'de ama bu tarz değil. Neyse 5 TL karşılığında müzemizi gezip, bedava biramızı yudumlayıp yollara düşüyoruz. Mostar'a akılacak belli. "Ne kadar uzaklıkta" diyenlere "Kocaeli kadar" diyorum ve yine koparmıyorum İstanbul'dan.
Yol gibi yol. Dağlar, bayırlar, ovalar aşılıyor. Ufak ufak buralı oluyoruz, nehir üzerinde evler var, 15.000 liraya alıp yüzen ev yapabiliyormuşsun, 'Yaşanır be' diyorsun, su 10 dereceymiş ve Mostar'a ulaşıyoruz.
Ve beni 90'lara götüren o levha ile karşılaşıyorum.
1.000.000 Dolar hibe etmiş Türkiye. Oysa sağlam para toplanmıştı. Gündem - Erbakan- Mercümek -Bosna paraları - Boliç - Baliç - Nejat Biyediç- Timsah yürüyüşü...
Bilinçaltı temizleniyor azıcık. Sırplar karşı tepeye kocaman bir haç dikmiş, kilise yapmışlar. Her yerden görünebilsin hesabı. 'Kaybettiğin toprakları her gün gör istedim' gibi bir muhabbet. Mostar'da hiç afiş göremiyorum. Meğerse oranın yönetimi farklı olduğu için oranın YSK'sı iptal etmiş seçimleri. Seçim olmayacakmış. Mostar'lılar da durur mu yapıştırmış cevabı (cevabı oranın köftesi bu arada), kocaman bir pankart yapmışlar cafe tepesine:
"Unutma ama affet"
Bunu sordum bir kaç kişiye, maksat yazı olsun diyorlar. Bir nevi 'Baltalarımızı gömdük ama yerlerini unutmadık' durumu.
Aşk acısı yaşayan bir arkadaşın kafasını dağıtmak için konu değişip, olmadık zamanda 'O da burada yerdi, o da buna gülerdi' muhabbeti gibi 90'ların konusu hep açılıyor.
Son gün eski bir dostu ziyaret ediyoruz. Sanki masada Ercan Taner-Tansu Polatkan falan oturuyor gibime geliyor. Galatasaray'ın gol kralı Tarık Hodzic'in köftecisi. Şansıma o da orada. Köftelerde ve kendisinde o sıcaklığı bulamasam da yine de mekan güzel. Galiba ilgiden ve yapılan aynı muhabbetlerden yılmış gibi. Ziyaretçi defterinde Fenerbahçe-Galatasaray rekabetini iliklerine kadar hissetmek mümkün. 'Abi ben Şekerbegoviç - Halilagiç tarafındayım' diye trollü girişim bile ısıtmamıştı ortamı.
Kısa süreli konukluk bitiyor ve dönüşe geçiyoruz. Havada beni Dünya Kupası'ndan 3.dönen milli takımı karşılayan F-16 misali "Şafaklar" karşılıyor.
Türkçe Rock'ın altın yıllarını yaşadığı dönemde lisede müteyeddin bir arkadaş Deli Kızım Uyan şarkısı açıkça şirk koşuyor diye Şebocuları kızdırıp Özlem Tekin'ci oluyordu. Oysa aynı Şebo bir kaç sene sonra "Hani o güneşin batışı, bizi Tanrı'ya inandırışı" deyip durumu 1-1 yapıyordu. Ama o gol sayılmıyordu, çünkü 'Tanrı' diyordu ve yine göze giremiyordu. Hayko Cepkin gibi Demedim mi cover'ı yaparsa belki göze girebilirdi.
İki yabancı şarkısını doğrular gibi bu mucize görüntü sayesinde iki ateist yolcu "Ulan bi güç var ama yani ne bileyim" dedi, 4 deist seccade talebinde bulundu. Tehlikeli sulardan uzaklaşıp bitirelim madem.
Yola çıkmalı, durup eşyayı dinlemekten iyidir yola çıkmak...
Yazan: Refet
Yazan: Refet
1 yorum:
Ciktigin yolda goreceklerin seni sasirtmasin. Sen de dahil olmak uzere her bir deneyim bahsi gecen "o guc" un tezahurudur. Ne kadar gucluysen o kadar basarirsin ve ne kadar basarirsan o kadar guclusun ying yang misali. Ic ice gecmisligin siradanligini rahatca gorebildigin an senin "an"in olacak. Bu "nefes"turlarina ve yazilarina devam.
Yorum Gönder