real madrid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
real madrid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Temmuz 7

Hayallerin Kaosundan Sert Real'e

Arda Güler'in damgasını vurduğu son bir ay her haliyle çok ilginçti. Aslında onun sahada olduğu önceki dönem de çok ilginçti. Sahada müthiş işler yapan olağanüstü bir yetenek vardı ve üstelik zaman zaman sahada da değildi'

Fakat yine de bizler, çoğu zaman sahada parlayan genç bir yıldız adayı görürüz ve onu tartışırız. Bu kısa alışığız. Fakat Real Madrid ile Barcelona'yı peşinden koşturan bir oyuncuyu her zaman görmüyoruz. Haliyle hem futbolsever olarak bizler, hem Fenerbahçe yönetimi, hem Fenerbahçe taraftarı hem de basınımız fena çuvalladı. Hatta bana kalırsa Arda Güler'in ekibi de peki sağlıklı iş yapamadı. 

İstanbul depremi gibi bir süreçti. Bağıra bağıra gelen bir yıldız vardı ama kimse onun ortaya çıkışına hazırlanmamıştı!

Çok uzun bir yazı olacak; bakalım sonu nereye varacak?

Aslında sonu kadar, nereden başlayacağımı da bilmiyorum. Fakat ilk olarak, yakın çevreme söylediğim bir cümleden bahsetmek istiyorum. Arda Güler, Galler'e enfes golü attığında Fenerbahçeli taraftarlar gururlanmış ve her yerde bu golü paylaşmıştı. Gayet doğaldı. Ertesi sezon takımı üzerine kurmayı düşündükleri yıldızları, onları bir kez daha mahcup etmemişti. Ben de o maça kadar Arda'nın 2023-24 sezonunda Fenerbahçe'de kalacağını düşünüyordum. Fakat golü gördükten sonra fikrim değişmişti. Fenerbahçeli arkadaşlarıma "Bu gole ileride çok üzüleceksiniz" demiştim.

Çünkü o gün dünya Arda Güler gerçeği ile tanıştı. Tanıştı kelimesi belki biraz anlamsız durabilir, zira scout'lar, hocalar, menajerler zaten onun farkındaydı. Fakat o gün daha fazla insanın gündemine Arda Güler girdi. 

Yurtdışındaki gazeteleri takip ettiğimde zaten ufak tefek Arda haberlerini görüyordum. Gol ise daha büyük haber oldu. Bu da doğaldı. Futbolun duraklamaya geçtiği Haziran ayında, sıkıcı milli maçların arasında, 'tık' aldıracak bir kaliteydi o an. Tüm Avrupa, çölde vaha bulmuş gibi o golü paylaşıyordu. İşte o gol sayesinde Avrupa'daki bir çok 'okuyucu' ve ' futbolsever' de Arda ile tanıştı. İşin şekli de ondan sonra değişti.

İşin bu noktasında birkaç tane paydaş var. Hepsi birbiriyle alakalı, bir o kadar da birbirinden bağımsız. Yazıyı karmaşık hale getirme riski de burada yatıyor. Fakat Arda, artık Real Madrid'e transfer olduğuna göre bir parçayı diğerlerinden ayırmak mümkün olabilir. Fenerbahçelilerin büyük hayalini; Arda ile bir sene daha beraber geçirme isteklerini...

Fenerbahçeli Arda

Tabi ki her taraftarın isteği, arzusu, hayali yetenekli futbolcuların kendi takımında oynamasıdır. Bazıları biraz daha gerçekçi yaklaşır. O tip oyuncuları yakalasa bile, onların uzun süre takımda kalamayacağını fark eder ama en azından süreyi uzatmanın düşünü kurar. Buraya kadar beklentilerin oluşması normal. Fakat bu beklentilerin çok kısa bir zamanda baskıya dönüşmesi (Arda bundan ne kadar etkilenmiştir ayrı konu) çok acımasızdı.

Arda, Fenerbahçe'de çok uzun süre oynamadı. Bahsettiğimiz süre 1.5 sezonun ta kendisi değil. Evet 1.5 sezon da uzun değildi ama esas olarak o 1.5 sezonu da doya doya yaşayamadı. Oysa kalitesi vardı. Önce İsmail Kartal onu "korumak" istedi, ardından Jorge Jesus görmezden geldi. İş artık koptuğunda, dakika doldurmak zorunda kalınan noktada Arda'yı sahada görmek başladık. Buna rağmen sezon sonunda, en çok süre alan 17. oyuncu olabildi. Ondan daha iyi 16 oyuncu varmış yani!  Burada suçlu Arda mıydı?

Galatasaray TV spikerinin bile yıllar önce canlı yayında övdüğü bir oyuncuyu Fenerbahçe camiası uzun zaman görmezden geldi. Değerini bulduğunda ise ona "takımın efsanesi" rolünü verdi. Üstelik efsane olmanın güzelliklerini yaşamadan, sadece sorumluluklarını yükleyerek.

"Bizi şampiyon yapıp öyle gitmelisin"

Son bir ayda Twitter'da  çok defa okuduğum cümlelerden biriydi. Fecaat bir bakış açısı aslında. Arda gibi bir oyuncunun, bu isteğe "önce bana şans verin de sonra sizi şampiyon yapayım" demesi isabet olurdu. Tabi ki kendisi böyle bir polemiğe girmedi. Onun yerine biz kullanalım o cümleleri. Fenerbahçe taraftarı bir hülya kurdu ve oyuncunun bu romantik isteğe kayıtsız kalmayacağını sandı. Esas hülya ise şuydu; Fenerbahçe'nin seneye şampiyonluk şansının düşük olmasının görmezden gelinmesi...

Tabi ki sezon içinde işler değişir, ligler uzun maratonlardır ve Fenerbahçe de her zaman zirveye oynar. Fakat şu anki kaotik ortamda Arda Güler'i Fenerbahçe'ye çekebilecek, ona şampiyonluk hayalini kurduracak ne var? Mesela, Arda sezonu Fenerbahçe ile benzer noktada bitiren Beşiktaş'ta oynasa daha farklı cümleler kurabilirdik. Arda da başka düşünceler geliştirebilirdi. Çok iyi bir ikinci yarı geçirmiş, iyi bir hoca ile altı ay çalışmış, biraz daha oturmuş bir takımın parçasına dönüşmüş olabilirdi. Ve o zaman kendi kendine, "Sezonun ikinci yarısı çok güzel geçti. Yanımda Gedson, önümde Cenk-Abuş... İyi kadro olduk. Alıştık da birbirimize. Derbiler kazandık. Şenol Hoca da bana değer veriyor. Tamam ya; bir sene daha beraber olalım." diyebilirdi. Peki Fenerbahçe ona benzer bir alan sağlıyor muydu?


Haziran ayının sonuna kadar hocası belli olmayan, en sonunda ise Arda'nın en rahat oynayabileceği sezonda (şampiyonluk yarışından kopulmuş, baskısız ortamda) ona forma vermeyen hocayı açıklayan bir kulüp, sahanın neresinde oynayacağı bile belli olmayan bir yıldız oyuncuya nasıl "Kal da şampiyon olalım" deme cüretini gösterebilir?

"Eda Erdem, Instagram'dan kal demiş" de falan filan... Pardon da Eda Erdem kim? Tabi ki büyük bir voleybolcu ve Fenerbahçe'nin kaptanıdır. Saygımız sonsuzdur. Fakat 17 yaşındaki Arda'nın kararlarında nasıl bir etkisi olabilir, nasıl bir gücü olabilir? Ferdi veya Altay gibi akranı sayılabileceği, hayata beraber baktıkları arkadaşları "Kal be abi" dese daha etkili olur da, büyük ihtimalle onlar da çıkışın yolunu arıyorlar zaten. 

Eda Erdem'in Instagram mesajından daha güçlü iletişimler de kuruyor üstelik bu çocuk. Mesela Luka Modric ve Carlo Ancelotti ile konuşuyor. Siz futbolcu olsanız hangisi sizi daha çok etkiler? Dünyanın en iyi futbolcularından biri mi, yoksa kulübünüzün voleybol şubesinin kaptanı mı? 

Daha acımasız ve gerçeklikten kopuk olan ise "voleybolcu sana böyle diyorken, sen nasıl kalmak istemezsin" bakışıydı...

Tüm bu saçmalığa tuz biber eken de Ali Koç oldu. Başkan, İsmail Kartal'ı açıkladığı son basın toplantısında Arda konusunu "Fenerbahçe'de kalmak istemedi" olarak yorumlamadı. Tam bir Türk melodramı, romantik soslu mağduriyeti. Hayır! Arda Fenerbahçe'de kalmak istemedi değil; Arda dünya devlerine gitmek istedi. Arda Fenerbahçe'de kalmak istemese; mesela Galatasaray'a, Olympiakos'a, Wisla Krakow'a gitmek isterdi. Neresi olursa olsun... "Ben bu iş yerinde kalmak istemiyorum" diyorsanız, her seçeneği düşünürsünüz. Fakat Arda Fenerbahçe'de kalıp kalmamayı düşünmedi. O Real Madrid ve Barcelona'dan gelen teklifleri gördü ve oralara gitmek istedi. Arda bu seviyede kalmak istemedi. O sıçrama yapmak istedi. Fenerbahçe (ve Süper Lig) ona aynı imkanı tanımayacaktı. 

Gidiyor ama nereye?

Şu an cevabını bildiğimiz soru son bir ayda çok seçenekliydi. Bu tip savaşları kazanan da genelde (eğer savaşın tarafıysa) Real Madrid olur. Gelenek değişmedi. Fakat açıkçası benim düşünceme göre bu tercih biraz soru işaretleri barındırıyor.

Zaten Real Madrid ve Barcelona, transfer sayfaların en önce düşen takımlardan değillerdi. Benfica, Ajax, Bayern, Sevilla ile Milan; adı daha önceden ve daha sık anılan takımlardı. Benim kafamdan geçen plan; geliştirmeye yatkın, Arda'yı oynatacak ve şampiyonluk baskısını yaşayacağı bir kulübe gidilmeseydi. Yani Benfica ve Ajax ilk adaylarımdı. Sevilla'da kafaya oynayamaz, Milan'da gelişemez, Bayern'de süre alamazdı. Zaten Benfica ve Ajax etiketini alınca da değeri otomatikman artacaktı. Belki bu iki takımdan birinde iki sezon geçirse, 100 milyonluk bir transfer yapması işten bile değildi.

Zaten diğer devlerinin ağzının sulanması da tam olarak buradan doğdu. 17.5 milyon, günümüzde devler için sakız parasından hallice. Arda'nın yeteneği tartışılmaz. Eksikleri de var ama 17.5 milyon o eksikleri görmezden gelmeye değecek kadar düşük bir miktar. Üstelik rakiplerinizin bu oyuncuyu kapma ihtimali de korkutucu.

Haliyle Real Madrid de yokladı. Tabi Barcelona da. İşin bundan sonrası biraz benim komplo teorilerim, biraz da satır aralarını okumamla alakalı. Sanırım Arda'nın ekibi, onu Real Madrid'e götürmeyi kafasına çok önceden (yani bir ay öncesinde) koymuştu. Fakat Real ilk başlarda çok hevesli değildi. İşte tam o anlarda Barcelona devreye girdi. Nasıl girdi bilmiyorum ama benim aklımda iki senaryo var. Düşük ihtimal şu; Barcelona ile ufak bir ittifak yapıldı Real Madrid'in daha çok para ödemesi için "devredeymiş" gibi davranılması sağlandı. Bu da Real'in elini çabuk ve bonkör tutmasına neden oldu.

Fakat vurguladığım gibi; düşük ihtimal. Zira Arda'nın menajeri aynı zamanda Courtois'nın da menajeri ve Real Madrid ile papaz olmak istemeyeceği gibi, Barcelona'yı da böyle bir iş için kullanması kolay olmazdı. Ayrıca Barcelona olarak böyle bir gündeme dahil olup, "Real Madrid'e topçu kaptırmanın" maliyeti, rakibinizin ödeyeceği ekstra ücretten daha büyük kayıp olabilir.

O zaman ikinci senaryom devreye giriyor. Arda'nın menajerinin İspanya bağlantıları, medyada çok fazla haber üretilmesini sağladı. Bu da Barcelona'nın bir yoklama çekmesine neden oldu. Fakat tüm o haberler esnasında Barcelona'nın Arda'yı transfer edemeyeceğini hepimizi biliyorduk. Zira kulüp değil bonservis ödediği oyuncuyu; bedavaya aldığı İlkay'ı bile listeye yazdıramama tehlikesini yaşıyor. Yani bu operasyonu bitirebilecek maddi gücü yoktu. Gerçi burada da yedek alternatif, Fenerbahçe'de bir sene kiralık oynama düşüncesi, devreye girebilirdi. Fakat bu da Arda ve ekibi için seçenek olmaktan çoktan çıkmış gibiydi.

Şurada konuyla ilgili bir teori daha var, meraklısına onu da bırakıp yola devam edelim.

Yani Real Madrid ve Arda'nın kaderi çoktan yazılmıştı. Ya da yazdırılmıştı. Peki bu iyi bir sonuç verir mi? Bekleyip göreceğiz.

Yine de bu yazdıklarımızdan "Arda, menajer şişirmesi" gibi bir anlam çıkmasın. Fakat onlar açısından başarılı bir operasyon olduğu da gerçek. Sonuçta Süper Lig'deki oyuncuyu, doğrudan Real'e götürmek, bitmiş bir kariyeri (menajeri için) yeniden canlandırabilir. Arda da; son dönemde Bellingham, Rodrygo, Endrick, Vinicius, Camavinga, Valverde gibi oyuncuları transfer eden ve gelecek 10 yıla damga vuracak bir takım yaratmaya çalışan Real Madrid'in politikasına daha çok uyuyor. Hatta Pedri ve Gavi gibi evlatlarına takım kuran Barcelona'dan daha çok uyuyor. 

Fakat yine de oyuncu için en doğru adres orası mı emin değilim. Tam da bu noktada Arda'nın eksiklerinden bahsetmek gerek. Aslında amaç onu eleştirmek değil. Fakat şu an Türk spor içeriklerini okuyunca - dinleyince, elimizde kusursuz bir futbolcu var gibi gözüküyor. Oysa Arda'nın bazı eksikleri Süper Lig'de bile ortaya çıktı. Temposu düşüktü, bazı büyük maçlarda söndü, fiziği de halen çok yetersiz. Bunlar büyük sorunlar değil elbet. Hallolmayacak işler de değil. Öylesine kusursuz bir tekniği bulmak her şeyden daha zor zaten. Tempo yüklenir, fizik gelişir, mental güç artar. Fakat insanın aklına şu soru geliyor. Bu çocuk, Real Madrid'de ilk etapta forma bulamazsa ülkede yaşanan hayal kırıklığı ve çocukta oluşacak üzüntü kolay tamir edilir mi?

Hele hele acımasız sosyal medya terörü kapıda beklerken. Arda'nın Real'de üst üste üç maç oynamaması onu Türkiye'nin internet platformlarında "yerli Messi"den "çöp"e taşımaya yetecek. Peki bu Arda'nın umrunda olur mu? Bilmiyoruz.

Tabi bir yandan bu tip eleştirileri, kötü günleri, zaman zaman çöküşleri görmesi de iyi bir eğitim süreci olabilir. Tam da bu noktada Türkiye'de kalmasının ne kadar kötü olacağını bir kez daha hatırlıyoruz. Hatırlayın Galatasaray ile oynadıkları son maçı. Dünya derbisinde, Fenerbahçe'nin en iyi oyuncusu olan Arda ıslıklandı, rakip stoper ona omuz attı, sert bir atmosferle tanıştı. Ertesi gün Fenerbahçeli taraftarlar, bunların ne kadar kötü olduğundan bahsediyordu. Oysa tam tersiydi. Camp Nou deplasmanına çıkınca da kimse ona iyi davranmayacak (Belki daha çok saygı duyulur o ayrı). Fakat dünyada kimse ona, kendini yere attığı maçtan sonra "Olur böyle şeyler" diyen Cenk Tosun ve Mert Günok abileri gibi davranmayacak.

Yani her türlü Arda'nın buradan çıkması iyi bir tercih. Devamını kestirmek ise çok zor. Tahmin yapmak imkansız. 18 yaşındaki bir çocuktan bahsediyoruz. Bu çocuk İspanya'da bir kıza aşık olabilir ve her şey ters gidebilir. Ya da tam zıttı; takım içinde çok iyi bir rol modeli bulur ve o rol modeli ona hayatı ve futbolu öğretir. Ya da fiziği gelişir, ya da gelişmez. Arda'nın üç sene sonra hangi pozisyonda ustalaşacağı bile belirsiz.

Zaten bizi heyecanlandıran kısım da burası. Bir karakter yola çıktı ve hep beraber onun yolunu izleyeceğiz. İyi de olabilir kötü de bitebilir. Fakat en azından buranın artık klişeleşmiş hikayelerinden biri daha çıkmayacak önümüze. Bütün sonlar, alıştıklarımızdan farklı olacak.

Salı, Mart 21

Son Sekiz

Şampiyonlar Ligi kuralarına bir bakalım.

Bir taraf alev alev yanıyor, diğer taraf bir başka...

Manchester City, Real Madrid, Chelsea ve Bayern Münih'ten üçü finali göremeyecek. Açıkçası artık finalde bir Real Madrid görmekten sıkıldım. Bu sezonun Bayern Münih'i de çok verimli değildi. Gerçi Bayern'e böyle derken, Chelsea'den olumlu bahsetmek adaletsiz olur. Fakat adamların finale çıktıkları her sezonda hoca değiştirdiklerini düşününce (2012 Boas - Di Matteo / 2021 Lampard - Tuchel) ve ligde beraber gittiklerini düşününce insan ister istemez bir "acaba" diyor...

Bu sezon Pep Guardiola kupayı kazanırsa hepimiz rahatlayacağız. Yani hayranı değilim, sıkı takipçisi değilim ama onun gibi bir hocanın Şampiyonlar Ligi şampiyonluğundan bu kadar yıldır uzak kalması da futbolun bir ayıbı gibi. Bence City ile bir kupa hak ediyor. Yine de ilk tercihim olmaz. Fakat bu dörtlüden ilk sıraya onları yazarım.

Diğer dörtlü, biraz düşük seviye kalıyor. Yine de bizim gönlümüz burada yatıyor. Benfica, Napoli, Inter ve Milan dörtlüsünden birinin final görmesi değişik olacak.

Benfica 1990'dan beri final göremedi. 1990'da Milan'a yenilmişlerdi. Bir kez daha yolları kesişebilir. Milan ise 2007'den beri burada yok. 2007'de tarihin en çok final oynayan ikinci takımıydı. Gerçi halen öyleler ama 2007'de Real ile aralarındaki fark sadece bir finaldi. Kapanabilir gibi duruyordu. Şimdi ise fark altıya çıktı.

Napoli'nin zaten daha önceden hiç finali yok. Finali en taze gören takım Inter bile 2010'da çıktı buraya. Eğer Inter, Benfica'yı yenerse bir İtalyan'ın İstanbul'a geleceği kesinleşecek. Diğer tarafta da iki İngiliz olduğuna göre; 2005'te olduğu gibi bir kez daha bir İngiliz-İtalyan finaline ev sahipliği yapmamız en yüksek ihtimal...

Benim bu dörtlüden tercihim İtalyanlardan ziyade Benfica. Napoli zaten yıllar sonra ligi kazanacak. Onlara o coşku yeter. O coşkunun devamında da buralar da oynamayı bir alışkanlık haline getirebilir. Inter'e karşı ekstra bir samimiyetim yok. Milan'ı severim. Final dünyanın başka yerinde olsaydı onları isteyebilirdim ama İstanbul'da bir final daha izleme imkanım olursa, bir kez daha Milan'ı görmeyi tercih etmem. Değişik bir takıma denk gelelim. Benfica da zaten çok iyi bir baş altı ekip. Buralara üç büyük lig ve Bayern ile PSG dışından biri gelirse çok şaşırıyor ve seviniyoruz. Üstelik Benfica buraya kadar da şansa gelmedi. Çok iyi oynayan bir ekip. Hak ediyorlar yani finali...

Bu sekizli; aynı zamanda çok fazla hikaye potansiyeli de barındırıyor. Mesela bir Real-Milan eşleşmesi Carlo Ancelotti açısından ilginç olur. Veya yarı finalde Milano derbisi. Ya da yarıda geçen seneden ve son 15 seneden kalan bir Real - Guardiola... Onlara da zamanla bakarız.

Şu an elimizde Bavyera'ya dönecek bir Pep Guardiola ve geçen seneki geri dönüşün devamı olan bir Real - Chelsea var.... O hafta gelince belki eşleşmeler özelinde daha yakından irdeleriz.

Ama şimdilik temennim belli.  Umarım TV 8.5, Milan - Napoli maçlarını verir...

Pazartesi, Aralık 12

El Caso Figo

El Caso Figo, bu senenin Ağustos ayında Neftlix'e geldi. Birkaç gün sonrasında Terim belgeseli de 'vizyon'daydı. O zamanlar nişanlım, şu anda eşim olan canım sevgilim ikisinden birini izleyebileceğimizi söyledi. Karar bendeydi. Onunla beraber izleyebilmek adına ve onun da çok sıkılmamasını düşünerek tek bölümlük El Caso Figo'yu tercih ettim.

Faka bu tercihte başka etkenler de mevcuttu. Terim içeriğine gelen bazı eleştirileri duymuştum. Sadece Fatih Terim'in başarıları odaklanan, bizim bilmediğimiz bir şey söylemeyen, birçok merak edilen soruyu sormayan, detaya girmeyen bir işti.

Figo hakkında çok fazla yorum okumamıştım ama tahmin edebiliyorum. Zaten isimler de farkı belli ediyordu. Biri sadece Terim'di, diğeri Figo olayıydı... O nedenle istikamet Adana değil, İberya oldu! 

Terim belgeseline gelen eleştirilere hakimim ama yapımı henüz izlemedim. İzlersem kendi yorumlarımı yazarım. Fakat eleştiriler hakkında birkaç cümlem olabilir. O eleştirilerin, aslında Türkiye'deki spor içeriklerinin büyük bir kısmının hak ettiğini belirtmem lazım. En basit röportajdan, en detaylı prodüksiyona kadar...

Karşımızdaki spor figürlerini konuşturmak için çok fazla taviz veriyoruz. Onları kırmak istemiyoruz. Onları üzmek istemiyoruz. Onları övmeye çalışıyoruz. Onların istedikleri havuzlarda yüzüyoruz. Onlara kendilerini anlatmaları için alan veriyoruz ama o alanda herhangi bir baskı kurmuyoruz. Baskı kurma işini, proje sonra erdikten sonra karşı karşıya olmadığımız zamanlarda yapıyoruz. Sonra da ortaya gudik işler ve düşünceler çıkıyor.

Bu paragrafı fazla uzatmayalım ama El Caso Figo'da en sevdiğim ve özendiğim durum buydu. Yoksa zaten hikayenin ana planına hakimdim. Ezeli takıma belenmedik bir şekilde transfer olan yıldız futbolcu. Defalarca benzerlerini yaşadığımız gibi, Luis Figo'nun Barcelona'dan Real Madrid'e geçişini de o yaz gün gün yaşamıştık.

Fakat belgesel, olayın tüm bilinirliğine, popülerliğine ve işlenmişliğine rağmen bize daha fazlasını veriyor. Luis Figo, konuşturulan isimler arasında. Ben hem belgeselin ismini, hem fragmanını hem de belgeselin ilk sahnesini (Figo, 'olanları bir de benden dinleyin' minvalinde bir cümle kuruyor) izleyince Portekizli oyuncunun günah çıkartma seansı olduğunu düşünmüştüm. Oysa yanılmışım.

Belgesel boyunca çok az kişi konuşuyor. Bu bir anlamda iyi bir anlamda eksik... Fakat yine de ana karakterler orada. Luis Figo, menajeri, transferde etkin rolü olan eski futbolcu Paulo Futre (ne kadar değişmiş yaşlanınca), Real Madrid'in o dönem için başkan adayı Florentino Perez, Figo'nun o dönem yakın arkadaşı olan Pep Guardiola, Barcelona'nın o dönemdeki başkanı Joan Gaspart... Yani o yaz günlerinin tüm aktörleri karşıızda.

Belgselin (buna belgesel demek ne kadar doğru bilmiyorum, 20 yıl sonra çıkan yeni haber/haberler de diyebiliriz) en güzel kısmı herkes kendi hikayesini, kendi bakış açısıyla anlatıyor. Herkesi kendisin haklı olduğunu iddia ediyor ama izleyiciye göre kimse ak değil. Yaklaşık iki saat sona erdikten sonra, birbirinize şu soruyu soruyorsunuz: Sence hangisi yalan söylüyor?

Bu sorunun cevabını vermek zor. Luis Figo'nun bu belgeseli tercih etmesi ilginç olmuş. Zira Barcelonalılar için nefret unsuruyken dünyanın geri kalanı için "Bize ne canım, adam gitmek istedi gitti" denilecek noktaydı. Belgeselden sonra, Barcelona'yı daha yüksek maaş için tehdit ettiğini düşüneneler artmış olabilir. Tabi ona olan sempati de azalmıştır. Florentino Perez oldukça karizmatik bir şekilde iş bitiren başkan rolünde. Kulübünün haklarını savunan ve bir oyuncuya iltimas geçmeyen Gaspart'a yazık olmuş gibi duruyor. Futre'nin bu olayda yer alması can sıkıcı. Ve tabi ki yine bir Portekizli menajer oyunları başrolde...

Öte yandan kel teknik direktörler çarpışmasında iyi bir Zidane'cı olan ve Pep Guardiola'ya ilgisiz kalan eşim; bu belgeselden sonra sıkı bir Pep sempatizanı oldu. Haksız da değil. Konuyu bir transfer çalımı ve hikayesi olarak değil de insanı bakış açılarıyla ele alan, koltukta oturanların en duygusalı kendisiydi.

Konuyu biliyorduk ama detayları öğrenmek istiyorduk. Belgeselde bunu bulacağımızı tahmin ettik. Fakat kafamız daha çok karışarak ekran başından ayrıldık. Normalde bunun bizi rahatsız etmesi gerekirdi. Oysa tatmin ediciydi. Çünkü tüm o karakterler, 22 yıl öncesini kendi gözlerinden anlattılar. Bir anlamda başrol karakteri bol bir gençlik dizisi kadar entrikalı ve bir soygun filmi kadar heyecanlıydı ama tamamen gerçekti.

Projenin başındaki yönetmenler David Tryhorn ve Ben Nicholas, daha önce Pele'yi de çekmişler. Duyduğum ama izlemediğim bir yapımdı. Bu sayede Pele hakkındaki hevesim de tavana çıktı. Bu ikilden Tryhorn, "Biyografilerden veya sportif başarılardan ibaret olmayan, yeni bir şeyler söyleyen spor belgesellerine rastlamak giderek zorlaşıyor. El Caso Figo'nun bu açıdan farklı olduğuna inanıyoruz." diyor. 

Kesinlikle haklı. Yine de son dönemde bu tarz işlerin arttığını kabul etmek ve haklarını vermek gerek. Öte yandan bir kahramanın renkli hayatını veya başarıya giden yolda yaşadığı zorlukların destanlaştırıldığı hikayeler biraz sıkmaya başladı. Onlar da lazım ama sporcuları konuşturmak için sadece bunlara ihtiyaç kalmamalı. 

Güzel bir gazetecilik işi de diyebiliriz El Caso Figo'ya. Fakat diğer yandan İspanyol gazetecilerin o dönem yaptıkları işleri unutmamak lazım. Radyoda erkenden haberi patlatan ve ufak bir yalanla ortalığı karıştıran Jose Ramon de la Morena, Figo'nun kaldığı otele denizden girip fotoğraflarını çeken Jose Felix Diaz benim tüm iştahımı uyandırdı. 

Belgeselden aklımda kalan çok fazla şey var. Fakat en can acıtıcı kısmı, Real Madrid ile sözleşme imzaladığı günü Akdeniz sahillerinde gemileri batmış gibi duran Luis Figo'ydu. O görüntüleri defalarca izlemiş ama hiç böyle hissetmemiştik. El Caso Figo'yu izleyince ve sıra o anlara gelince, Figo'nun aslında Madrid'e gitmek istemediğine ikna oluyoruz.

Fakat sonuç olarak gitmişti. Açıkçası Fenerbahçe ile sözleşme imzalayan Tanju Çolak gibiydi. Ve Tanju Çolak'ın da o gün üzgün olması, affedilmesine yetmemişti.

Cuma, Ekim 21

Erken Ödül

Karim Benzema, Ballon d'Or'u kazandı. Şikayetçi değiliz, karşı değiliz.

Hatta Ronaldo-Messi rekabetinin dünyayı ikiye böldüğü yılları düşününce, belki de son yılların en yüksek görüş birliğine varılan ödülü olabilir.

Fakat bir nüans var. Daha doğrusu tarihin bir azizliği. Ballon d'Or her zaman sonbaharda verilirdi. Kalan aylar, futbol takvimi, bir ödül için çok belirleyici olmazdı zaten. O yüzden tarih; hiç bir zaman tartışma konusu olmadı.

Fakat bu sene Dünya Kupası senesi ve önümüzde Dünya Kupası var. 

Şöyle düşünelim. 2018'de ödülü finalist Luka Modriç kazandı. 2014'te Ronaldo ve Messi'nin arasına Dünya Kupası şampiyonu Manuel Neuer girdi; ki bir kalecinin normal şartlarda ilk üçe girmesi pek görülmüş şey değil. 2010'da Messi'nin arkasında İspanya'nın orta sahası Xavi-Iniesta vardı. 2006'da ödülü bir stoper kazandı; Dünya Kupası'nı kazanan İtalya'nın kaptanı Fabio Cannavaro. 2002'de kupayı kazanan Brezilya'nın gol kralı Ronaldo, 1998'de Zidane...

Şimdi durum böyleyken Dünya Kupası beklenemez miydi? Beklense Benzema için ödülü kazanma ihtimali azalır mıydı?

Açık konuşalım 34 yaşındaki oyuncuda, normal olarak, yeni sezonun başında hafif bir form düşüklüğü var. Dünya Kupası biraz sönük geçseydi, üzerine de orada başka bir oyuncu parlasaydı belki işler değişecekti. Mesela Polonya, Dünya Kupası'nda final oynasa ve Lewandowski gol kralı olsa...

Tamam örneği abarttık ama yine de Dünya Kupası takvimde beklerken, ödül de biraz bekleyebilirdi. 

Kısacası; Benzema ödülü hak etti ama ödül sahibini biraz erken buldu.

Cumartesi, Temmuz 9

Başlangıç Günü

 


9 Temmuz 2009

Genç yaşında Real Madrid'e transfer olmuş, verdiği pozdan öz güven akıyor. Biraz sinir bozucu. Gelenekçilerin "bundan bir numara olmaz" diyeceği bir giriş.

Aradan geçen 13 sene. Yaşanan skandallar, iddialar, çapkınlıklar, yedeklikler... Verdiği poza uygun bir hikaye. Sürecin sonunda dönüştüğü şey ise artık o imajın tam tersi; bir bayrak adamlık...

Hayat... O ilk günlere dair bir yazı için TIKS

Pazar, Nisan 10

Tarihten Bir Yaprak

 

AS gazetesinin 22 Temmuz 2009 günündeki manşeti....

Karim Benzema, birkaç hafta önce 35 milyon euro'luk bonservis bedeliyle Lyon'dan Real Madrid'e transfer olmuş.

Real de, bir gün önce Britanya takımı Shamrock Rovers ile hazırlık maçı oynuyor. Karşılaşma 1-0 sona eriyor ve tek gol, beyaz forma ile ilk maçına çıkan 22 yaşındaki Benzema'dan geliyor.

AS gazetesinin muhabiri JL Guerrero karşılaşmanın ardından kolları sıvıyor ve Benzema hakkındaki yorumları derliyor. 

Fitili Marcelo ateşliyor, manşeti de o veriyor: "Benzema yeni Ronaldo olabilir"

O günlerde Benzema, Brezilyalı Ronaldo ile sık sık kıyaslanıyordu zaten. Her çıkış yapan genç yıldız, bir efsaneye benzetilir. Fransız oyuncunun karşısında ise birkaç yıldır, Lyon günlerinden itibaren Brezilyalı efsane yer alıyordu. Fakat o günlerde takımda yer alan Ronaldo; Portekizli olandı.

Benzema'nın iki Ronaldo arasındaki geçişini yazmıştık. Tekrar aynı konuya girmeyelim.

Fakat bir Temmuz günü kendini Real Madrid camiasına tanıtan genç oyuncunun, bugün kulüp tarihine geçmesi güzel bir öykü, bunu da ıskalamayalım. Herkese nasip olmuyor.

Haberin içinden devam edelim...

Real Madrid altyapısından yetişen ama önceki iki sezonu Almeria'da kiralık olarak geçiren ve kampa iki sezonda attığı 32 La Liga golüyle gelen Alvaro Negrodo, Shamrock maçında Benzema ile yan yana oynayan hücum oyuncularından biriydi. "O bir fizik harikası. Attığı gol dünya yıldızından" diyor. Ve bir ay sonra Sevilla'ya bonservisiyle gönderiliyor. Benzema'nn ilk kurbanı...

İdmanlarda onu savunmaya çalışan Metzelder, "O türünün tek örneği" ifadesini kullanıyor.

Üzüntü verici olan belki de Higuain'in demeci... Bir önceki sezon 22 gol atan Arjantinli, akranı Benzema nedeniyle önce yedek kulübesine sonra da sürgüne gideceğinden habersiz; "Benzema muhteşem, bu sezon bize çok yardımcı olacak" diyor. O sezon Benzema 9 gol atıyor, Higuain ise Cristiano'dan dört gol daha az atarak 29'da kalıyor. Fakat sonrası aynı ilerlemiyor...

2009 yazı, bir temmuz günü.

O yaz Madrid'e birçok uçak indi. Cristiano Ronaldo, Kaka ve Xabi Alonso o uçakların bazı yolcularıydı. Hepsi Madrid'den ayrıldı. Lyon'dan gelen Karim halen şehirde... Tüm övgüleri haklı çıkararak ve kulüp tarihine geçerek...

Cumartesi, Kasım 20

Domino Taşı


Mbappe,
henüz Monaco'da oynarken dahi bir büyük takıma gideceğinin sinyallerini veriyordu. O büyük takımın PSG olmadığını da biliyoruz. Daha büyüklerden bahsediyoruz. Halen genç olan oyuncuya biçilen forma; çok daha büyük...

Zaten zaman geçtikçe ve Mbappe performansını devam ettirdikçe (hatta arttırdıkça) o kulüplerin listesinde ilk sıraya yerleşti. Real Madrid'in o bölgedeki eksikliği gibi somut nedenler bu söylentileri daha da arttırdı. Fakat aslında Real Madrid ile daha sık anılma nedeni, dünyadaki Real Madrid algısıydı.

Mbappe çıkış yaptığında, henüz Erling Haaland da patlama yapmamıştı. Mbappe; Messi ve Ronaldo sonrası dönemin bir numaralı veliahtı olarak gösterildi. Öyleyse gideceği takım da şatafatın adresi, şöhretlerin durağı olmalıydı.

Fakat o şatafat eskisi kadar görkemli değil artık. Tüm İspanyol kulüpleri gibi Real Madrid de ekonomik sıkıntıda. Geçtiğimiz yaza kadar, 500 gün boyunca transfer yapamadılar mesela. En sonunda geçtiğimiz yaz David Alaba transferiyle kadroya bir oyuncu katabildiler. Hal böyleyken Mbappe'yi nasıl transfer edecekler? Oyuncuyu nasıl ikna edecekler?

İşte domino taşı etkisi gösterecek olaylar geçtiğimiz baharda başladı. Fransa Futbol Federasyonu yetkilileri ve teknik direktör Didier Deschamps, şantaj skandalı sonrası milli takımdan aforoz edilen Karim Benzema'yı affetti. Benzema seneler sonra milli takıma döndü ve ülkesiyle Euro 2020'ye gitti.

Cezayir asıllı oyuncu milli takıma en son gittiğinde takım arkadaşları Patrice Evra, Lassana Diarra, Blaise Matuidi gibi isimlerdi. 

2021'de ise yanında, Dünya Kupası kazanmış genç bir çocuk buldu. Mbappe, Benzema en son milli takımdayken Monaco'nun U-19 takımından A takıma sıçrama yapmaya çalışıyordu.

Aradan uzun bir zaman geçmişti. Benzema'nın kalitesi değişmemişti ama onu gösterebileceği tek platform Real Madrid maçlarıydı. Mbappe ise kupalara ve ödüllere boğulduğu gibi milli takımın da şahı gibiydi.

İlk başlarda, bu farklı özelliklere sahip ve farklı kariyerler inşa etmiş ikilinin saha içinde anlaşması kolay olmadı. Milli takımda var olan Griezmann-Mbappe-Giroud uyumu bozuldu. Yanındakileri besleyen ve gol atmayı da pek önemsemeyen Giroud'dan, yanındakilerden beslenen ve bir gol makinesi olan Benzema'ya geçiş kolay değildi. Bir kıskançlıktan veya devrecilikten bahsetmiyoruz ama saha içi rollerin oturması kolay olmadı. Zaten Fransa da Euro 2020'den erken elendi.

Fakat kamplar devam etti. Birkaç ay içinde Benzema ve Mbappe arasında müthiş bir uyum gördük. Hem saha içinde hem saha dışında... Kazakistan maçının ilk yarısında hat-trick yapan Mbappe'nin, Benzema'ya gol atsın diye verdiği yaptığı servisi göz ardı edemeyiz. Finlandiya maçında da benzer bir paslaşma oldu.

Benzema, milli takıma döndükten sonra altı gol attı. Bu gollerden biri penaltıydı. Diğer beş golün üçünde ise asisti yapan Mbappe'ydi. Yani yüzde 60'ında... Belki de Real Madrid'de şu an aradığını milli takımda buldu...

Mbappe zaten geçtiğimiz ay PSG'den ayrılmak istediğini açıklamıştı. Benzema da her fırsatta Mbappe'yi övüyor. İkili arasında daha önce böyle bir 'kankalık' durumu yoktu. Her şey milli takımla başladı... Yani belki de önümüzdeki yılların en buyuk transferi, belki de bir 'af' sayesinde şekillenecek.

Mbappe gitmek istediği yeri söylemedi ama herkes o takımın Real Madrid olduğunu biliyor. Ve Mbappe'nin biraz da acelesi var. Zira Benzema da 34 yaşına girmek üzere. Yani beraber oynayacakları süre çok az olabilir. Bu işi biraz hızlandırmak gerekebilir.

Öte yandan Mbappe'nin tercihi, devamında domino taşlarını yıkmaya devam edebilir.

Sponsor ve menajer dünyasının yeni Ronaldo-Messi rekabeti Mbappe ve Haaland üzerinden şekillendiğine göre,; Mbabbe Madrid'e inerse, Norveçliyi de Katalonya sahillerinde görebiliriz. Fakat işin o kısmı için biraz daha bekleyeceğiz. Ya da tam tersi; belki Haaland, Mbappe'den önce bir transfer yapar ve rotayı İngiltere'ye kırar...

Yine de Real Madrid cephesinden bakınca şunu söylemek mümkün: Bir af nelere kadir...

Cumartesi, Haziran 5

Ronaldo Gibi Başla Ronaldo Gibi Bitir

Karim Benzema, Real Madrid tarihinde en çok maça çıkan üç yabancı futbolcudan biri. Diğer ikisi Brezilyalı sol bekler; Roberto Carlos ve Marcelo. Sol bekleri ķüçümseyecek değilim ama bir santrforun başka bir ülkeden gelip Real Madrid'de yaklaşık 10 sene kalması ve bu süreçte en az 500 maça çıkması müthiş bir iş.

Tabi işler her zaman kolay gitmedi. Çok eleştirildiği dönemler, gol atamadan geçirdiği haftalar oldu. Real Madrid'de iki maç üst üste gol atamamak bile sıkıntı yaratır. Fakat Benzema bunun altından kalkmayı başardı.

Aslında kişisel olarak sevdiğim bir santrfor değildi. Hatta, sanki bir asır öncesiymiş gibi hayal meyal hatırladığım Lyon'daki Benzema, çok daha farklı bir profildi. Hızlı, teknik, bitirici... Brezilyalı Ronaldo gibiydi adeta. Bu tip melekelerini Real'de çok az gösterdi. Aklıma gelen yegane örnek Atletico maçındaki çalımı ve attırdığı goldü.


Biz onu gençliğinde Brezilyalı olana benzettik ama o zamanla Portekizli olana dönüştü. Tamam aynı oyuncu değiller ama gidiş yolları benzedi. Sporting'den Manchester'a gelen cılız çalımbaz çocuk, zaman içinde bir canavara dönüştü. Yazının başlığı da bu yolculuğu ve dönüşümü anlatıyor.

Benzema da ceza sahası içinde çalımla varyeteyle uğraşmayan, direkt golü düşünen bir santrfora evrildi. Fakat bu golü düşünme son iki sene öncesine kadar başkalarının golüydü; özellikle de Cristiano'nun...

Geçtiğimiz günlerde Gonzalo Higuain bir röportaj verdi. Tarihte hem Messi ile hem Ronaldo ile beraber oynayan az sayıdaki oyuncudan biri olarak konuşuyordu.

"Onları en iyi ben anladım" diyordu. Psikolojik olarak belki de öyleydi. Hatta Lionel Messi için de öyle olabilir. Ama sahada oyunu tamamlama konusunda (ve en çok da Ronaldo özelinde) Higuain doğru parça değildi.

Arjantin'den gelen genç bir çocuk olarak her defasında kendini şöhretli forvetlerden daha çok gösterip formayı kaptığı zamanlar ben de Higuain'ciydim. Hatta Paris'ten gelen yapılı, havalı, biraz getto, biraz büyük şehir soslu daha sonraki yıllarda Rihanna ile takılacak Benzema'ya göre Higuain daha bizim çocuktu. Ama Higuain gitti. Barınamadı Real Madrid'de... Hem de Ronaldo varken. Fakat Benzema kaldı. Hem de Ronaldo'dan sonra da...

Çünkü Ronaldo'nun hızına ayak uydurabilecek, topla kavga etmeden ona pas istasyonu oluşturabilecek ve topu aldığında kaleyi bulabilecek tek santrfor Benzema'ydı. Higuain ceza sahasında çıldırtabilir, Lewandowski ve Suarez o driplinglere eşlik edemezdi. Başkası olamazdı.

Benzema oldu. İşin ilginç olan kısmı, Ronaldo sonrası dönemde de birinci role geçti ve onu da başardı. Hatta Ronaldo'yu aratmayacak kadar.

Tamam; yıllar önce Paris'ten gelen havalı çocuğun yetenekleri aşikardı. Bütün dünya onu Youtube'dan izlemeye başlamıştı. Yani bir peri masalı gibi kendini geliştiren futbolcu hikayesi yazmaya gerek yok. Fakat Benzema bu role 32-33 yaşında geçti ve yaşından beklenmeyecek bir devamlılık gösteriyor.

33, yeni futbol dünyasında yaşlı bir çağ sayılmaz. Benzema'nın formunun zirvesinde çok akranı var. Fakat yine de onların çoğu; eğer Zlatan veya Cristiano gibi anormal bir fiziğe sahip değillerse, artık saha içinde daha farklı hareket ediyorlar. Kendilerini daha az yorup, daha çok zeka ve tecrübeyle fark yaratıyorlar.

Benzema ise halen 23 yaşındaki gibi. Belki o eski hızı yok. Ya da Valdedebas'taki küçük saha onun gaza basmasını engelliyordur. Hızı göremiyoruz ama halen tank gibi. Ona çarpan yanıyor. Maç içinde de yorulmuyor. Bu sezon oynadığı 46 maçın 33'ünde  90 dakika sahada kalıyor. 75'ten önce çıktığı sadece iki maç var.

Bunun nedeni ne olabilir?

Son zamanlarda çok tartışılan ve muhteşem formunun ardından yeniden gündeme gelen Fransa Milli Takımı, onun kariyerini uzatmış olabilir mi?

Benzema uzun bir süredir milli formadan uzaktı. Diğer meslektaşları, her sene kıta kıta, ülke ülke gezip maç yaparken ,yazları turnuvalarda yıpranırken Benzema dinleniyordu. Senede 4-5 milli maç arası olsa; 10 haftalık bir dinlenme imkanı doğuyordu. Sezon bitiminde kendisini yenileyebildi. Tamam belki müzesinde Dünya Kupası madalyası olmadı ama aksi halde şu an Real Madrid oyuncusu da olamayabilirdi.

Futbolcuların günümüzde en çok şikayet ettiği yoğun maç takvimi Benzema'ya uğramadı. Belki ona verilen ceza, onun şansı oldu.

Sonuç olarak,özellikle iki senedir çok özel bir oyuncu performansıyla karşı karşıyayız. Bazı futbolcular olgunlaştıkça tat verir ve saygı uyandırır. Önceleri biraz göz ardı edersiniz ama kariyerlerinin son virajına girdiklerini fark ettiğiniz anda daha fazla izlemeye ve ona saygı duymaya başlarsınız. O da bunun karşılığını verir ve akranları gibi elden ayaktan düşmeden topunu oynar.

İste Benzema o tür topçulardan...

Peki şimdi yeniden milli takıma çağrıldı, ne olacak? Bir kereden bir şey olmaz. Hem belki de bu onun için 'son yaz' olabilir. Onun bu gelişimini ödüllendirmemek ona değil, Fransızlara ceza olurdu. 

Perşembe, Mart 5

300


Isco, Real Madrid'in en iyi oyuncusu mu? Kesinlikle değil.

Vazgeçilmezi mi? Önemli bir oyuncu olduğu kesin ama ilk 11'in değişilmezi değil. 

Mesela geçen sezon ligde sadece 11 maça ilk 11'de çıkabilmişti.  Bu sezon tüm resmi maçlarda 16 maça ilk 11'de başlayabildi. Daha çok bir rotasyon oyuncusu. Belki de en iyi 12. adam!

Fakat bu adam, formanın banko sahibi olmamasına rağmen Malaga'dan transfer edildiği 2013 yılından bu yana 300 maça çıkmış. Barcelona derbisi onun için bu anlamda değerliydi. Yaklaşık 6.5 sezonda 300 maç... Modric, Benzema veya Ramos bu rakama ulaşsa (bu arada Benzema da 500. maçına çıktı) şaşırmayız ama Isco olunca rakam gözümüzde büyüyor.

Fakat asıl mesele Isco'nun başarısı değil. Olmazdı tabi ama mesela Isco 2013 yazında Real Madrid'e değil de Süper Lig'e transfer olsaydı ne olurdu?

Mesela Galatasaray'a transfer olsaydı ve tüm resmi maçlarda forma giyseydi; yani hiç sakatlanmasaydı, hiç kart cezalısı olmasaydı, hiç kesik yemesiydi, Türkiye Kupası'nın formalite maçlardan dahi genç oyuncularla beraber sahada olsaydı toplam 337 maça çıkacaktı. Fenerbahçe'de bu rakam son Trabzonspor maçıyla beraber 329 olacaktı. Beşiktaş'ta 325'te kalacaktı.

Tüm resmi maçlardan bahsediyorum. Sıfır izin günü! Yoklamada devamsızlık yapmayacak...

Bu arada resmi milli maçları sayarsak Isco, bizim takımlarımızı yakalıyor. Yani o kadar fark bile kalmıyor!

Peki bu post ne anlatmak istiyor? Real Madrid'in banko olmayan bir oyuncusu 300 maça çıkarken, bizim en güçlü takımlarımız aynı sürede 300 maçı güç bela geçiyorsa... 

Az maç yapıyoruz... Olay bu... Ve yorgunluktan, fikstürden şikayet ediyoruz. 

Pazar, Temmuz 28

Tek Maçtan Yatan Kuponlar #1



Tıkanan, biraz monotona bağlanan, uzun süre güncellenmeyen, eski ışıltısını kaybeden bloga yeni sezonda bir renk katmak gerekiyordu. Hem az yazıyoruz hem de blog aynı eksende ilerliyordu. Bir yenilik gerekiyordu. O nedenle yeni bir seriye başlıyoruz. Bakalım ne kadar ilerleyeceğiz?
Malum, yeni sezonda bahis dünyasında yenilikler olacak. İhale sonrası beklentiler yüksek. Canlı bahis oyunlarının geleceği söyleniyor. Oranların artacağını da iddia edenler var ama ben bu konuda negatifim. Zira vergi verilen bir ortamda daha yüksek oran biraz zor. Bekleyip göreceğiz. Fakat kesin olan bir nokta var, zaten çok revaçta olan bahis dünyası artık daha da ilgi çekecek. Bu dönemde sık sık kupon verenler, maç yorumlayanlar, hatta karşılaşma esnasında bahis tüyosu verenler çıkacak karşımıza.
Bu blog hiçbir zaman somut bir şeyler kazandıramadı. Kazandırmak gibi bir iddiası da olmadı. Haliyle aynı iddiada yine bulunamazdı. Sizlere kuponlar, maçlar verecek değiliz. Aynı zamanda bu mecra, kendi reklamını yapmaya çalışan bir blog da olmadı. Tamam ara sıra satır aralarında şovlar döndü ama o kadar! O nedenle size tutan kuponları da göstermeyeceğiz. 11 senelik mazisi olan bloğun ruhuna uygun olarak; karşınızda tek maçtan yatan kuponlar…
Herkesin belalısı olan tek maçtan yatan kuponlar benim de çok canım yakıyor. Çok sevdiğim canım sevgilim, bu konuda benim dünyada tek olduğumu sanıyor ama biliyorum ki bu ülkede tek maçtan yattığını saklamayacak yürekli bahisçiler var. O yüzden toplumsal bir yaraya, ortak bir kadere eğileceğiz ve yolumuz burası olacak.
Tam bu kararı vermişken çok şükür bu hafta da tek maçtan yatmayı başardık ve serinin ilk içeriği için çok beklemedik. Kuponu yukarıda görüyorsunuz. Esasında ilk maçtan yattığımız için, yattığımız maçtan da çok büyük beklentimiz olmadığı için derin bir hayal kırıklığımız yok. Fakat ben kuponu yaptıktan sonra uzun bir süre internete giremedim. Ertesi gün TRT’de Real – Atletico maçının tekrarına denk gelince kuponu hatırladım. Geri dönüp baktığımda o kaçınılmaz sonla karşılaştım. İnsan bir anda tek maçtan yattığını görünce, son maçtan yatmış kadar üzülüyor.
Kendim yaptım diye demiyorum ama güzel kupondu. 25 oran çok cazipti. Önce tutanlardan bahsedelim.
Geçen sezon play-out’tan düşen Stuttgart’ın kısa sürede Bundesliga’ya döneceğini tahmin ediyorum. Böyle köklü takımlar uzun süre aşağıda kalmaz, kalsa bile en azından o ilk dönemi zirveye yakın geçirirler. Tabi karşılarındaki takım Hannover de cidiye alınmalı. Üstelik henüz sezonun başında kimin ne oynayacağına dair bir tahminim de yoktu. Fakat birçok lig henüz başlamamışken, hele bir Cuma gününde maç bulmak kolay değil. Sonbahar ve kış aylarında (pazartesi olmadıkça) böyle bir maça kolay kolay oynamam ama bu sefer güvenerek oynadım. Yanılmadım da.
Atletico Madrid’in Real Madrid’i yeneceğinden emin değildim esasında ama oranlar arasında o kadar dengesizlik vardı ki… Bu bir derbi ve aynı zamanda bir hazırlık karşılaşmasıydı. Her an her şey olabilirdi. O nedenle böyle yüksek oranlı bir Atletico galibiyeti yakalamışken kaçırmak istemedim. 7-3 kazandıklarını görmek şaşırttı ama skorun kendisi bile doğru bir yöntem izlediğimizi kanıtladı.
Bir diğer maç da MLS'ten eklendi. New York City, ligin iyi takımlarından. Hatta belki de Los Angeles FC ile beraber en iyi takımı. Onlara özellikle iç sahadaki maçlarında ayrı güveniyorum. Sporting Kansas karşısında kazanacakları kesin gibiydi. Riski arttırdık ve handikap dedik. Yanılmadık. 
Kuponu yatıran maç için 'Ne alaka?' diyebilirsiniz ama Romanya Ligi yakından takip ettiğim bir organizasyon. Nedeni de internetten kolayca izliyor olmam. Maç saatleri de biraz absürd olduğu için genelde Türkiye ve diğer büyük liglerle pek çakışmıyor. Dünyanın bir yerinde maç yokken, Romanya'da bir lig maçı oynanıyor olabilir. O nedenle iki takıma dair geçen sezonlardan kalan bir fikrim vardı. Fakat sonuçta sezon başındayız. Romanya kısır bir lig. Sezonun başında bu tip maçlarda kolay kolay denge bozulmaz diye düşündüm. Esasında Astra’nın daha iyi bir takım olduğunu biliyordum ama sonuçta deplasmandaydı. Voluntari öne geçti, devre 1-1 bitti. Astra ikinci yarıda öne geçti. O süreçte Voluntari bir gol sıkıştırabilirdi. Maçın özetini dahi izlemedim ama son anlarda kaçan müsait bir gol veya direkten dönen bir top beni çok üzer. Asıl üzücü olan ise oranlar arasında çok fark olmamasıydı. Astra galibiyetine oynasaydık 2.20'yi yakalayacaktık. 25 yerine 21 olacaktı. Yani açgözlülükten kaybetmedik.
Sağlık olsun. Açıkçası uzun bir süre benzer orandan bir kuponu buraya taşıyamayız gibi hissediyorum. Serinin ilk parçası yakışıklı bir kupona denk geldi. Fakat daha dramatik kuponlar gelecektir.