Çarşamba, Ekim 11

Şehirde Avrupa Finali


Avrupa Ampute Futbol Şampiyonası bir anda gündeme geldi. Böyle şeyler beni çok rahatsız etmiyor. Hatırlamıyorum ama eskiden, ergenliğin hemen sonrasındaki günlerde kızıyor olabilirdim veya kızmış gibi gözükerek kendimi duruş sahibi biri olarak konumlandırmaya çalışıyordum. Hatırlamıyorum ama şimdilerde insanları daha net anlıyorum. Herkes, her an, her şeyle ilgilenemez. Basını biraz hariç tutmak gerekir tabi ama onlar için de artık başarı; para, rating, tiraj gibi kavramlarla ölçülüyor. Doğru bulmasam da normal karşılıyorum.

Sonuç olarak bir anda, çok kısa sürede, doğru düzgün takip bile edemeden ülkenin ampute futbol takımı en çok takip edilen oluşum oldu. Bunda zamanlamanın da payı var, ne de olsa milli maç arasıydı. Yanlış anlaşılmasın; A Milli Takımı'nın başarısız olmasının burada bir yansıma bulmasından bahsetmiyorum. Fakat ampute takımının başarısının spor ve futbol gündeminin düşük olduğu bir hafta sonuna denk gelmesi önemliydi.

Hafta sonu dedik gerçi ama final maçı Pazartesi günüydü. Maça kadar her yayın organı, sosyal medya, resmi kurumlar taraftarların stadyuma gitmesi yönünde çağrılarda bulundu. Zaten karşılaşma da İnönü Stadı'na (Vodafone değil) alınmıştı. Açıkçası ben maça ilginin sönük kalacağını, dev stadyumda büyük boşluklar olacağını ama yine de ampute futbolu standardında iyi bir kitlenin tribünde olacağını düşünüyordum. Hatta ben de bir an maça gitmek istedim. Fakat yanımda gelecek kimseyi bulamadım.

Kim bir futbol maçına yalnız gitmek ister ki? Bazen gidilir. Ben çok gidiyorum. O zaman soruyu güncelliyorum. Hayatında gittiği maçların yarısına yalnız gitmiş hangi insan bir maça daha yalnız gitmek ister? Ben istemedim. Kimseyi yanıma çekemedim ama arama çalışmalarım esnasında çok da hevesli olmadığımı kabul etmem lazım. 

Sonuçta ampute maçıydı; izlediğimiz şeye hakim değiliz. Hatta izlemesi ne kadar zevkli olacak onu bile bilmiyoruz. Kurallar zaten bizde hiç yok! Bir de hafif soğukta, boş tribünlerde tek başına oturmak çok fena olurdu. Haftanın ilk mesai gününde kendi topraklarımıza, kendi mahallemize dönmek çok daha cazip duruyordu.

Oysa, ben bunları düşünürken şehir çıldırmış! Teşvikiye'den Beşiktaş'a inene kadar herhangi olağan dışı bir durum yoktu. Ardından tam Akaretler Yokuşu'nun başında Serkan Akkoyun'a denk geldim. Kendisi de maça girmeyi düşünmüş ve stadın önüne kadar gitmiş. Neden girmediğini sorduğumda, "İçeride çok kalabalık bir taraftar sesi vardı, dışarıda da en 6-7 bin kişi vardı. Sıra bana gelmezdi. Vazgeçtim" dedi. Serkan'ın tribünü bilen biri olduğunu biliyordum ama bu açıklama bana o an çok anlamsız geldi. Herhalde adamın tadı kaçtı, uğraşmak istemedi diye düşündüm.

Vapura doğru yürümeye devam ettim. Tam o esnada bir grup kalabalığın önce sesini, sonra kendisini duydum. Maça gittiklerini anlayabiliyordum. Hemen aklıma gelen senaryoya göre AKP, finali siyasal bir şova çevirmek istemişti ve gençlerini maça göndermişti. Fakat hemen vazgeçtim bu çıkarımdan çünkü kalabalık, stadyuma yürürken bir yandan da İzmir Marşı'nı söylüyordu. Kadıköy'den kalkan vapur Beşiktaş'a geldiğinde kafam iyice karıştı. İnen yolcular resmen bitmiyordu! Çoğunluğunu ergenlikten yeni çıkan gençlerin oluşturduğu kalabalık ötesi bir grubun yarısı koşarak yarısı yürüyerek, Dolmabahçe'ye doğru ilerledi. Neler olduğunu anlayamıyordum. Aslında anlıyordum da konduramıyordum.

Bir şekilde Kadıköy'e geçtim. Orada iki saat zaman geçirdikten sonra eve dönmek için harekete geçtim. Sokaklarda irili ufaklı genç grupları görmeye devam ediyordum. Bir grubun konuşmalarına kulak misafiri oldum. Stadyumda devamlı Beşiktaş tezahüratlarını söylendiğinden, hatta "Şampiyon olman gerek" söylenmediğinden dem vuruyorlardı. İnanılmaz bir şey! Tesadüfen sokak arasına gördüğüm çocuklar da maçtaydı!

Otobüse bindim, ikinci duraktan. Yarı dolu bir otobüse denk geldim. Bir grup kendi arasında konuşuyordu, ağırlık maçta yaşadıklarıydı. Eve vardığımda parçalar yerine oturdu. Zaten belliydi de resmiyet önüme çıktı. 42 bin taraftar maçtaydı!

Tamam ama niye? Evet spor kültürünün oluşması adına böyle sahneler önemlidir ama birbirimizi kandırmayalım. Öyle bir kültürden bahsetmemiz mümkün değil. Türkiye'de en üst düzey futbolcular dışında bir sporcu grubunun Avrupa şampiyonu olması çok fazla ilgi çekmez. Pazartesi saat 19.00'da bu kadar insanın Dolmabahçe'de olmasının nedeni ne olabilir?

Halen daha cevap çıkaramadım.Acaba passolig yüzünden maçlara gidemeyen insanlar stadyuma mı akmıştı? Bilmiyorum. Ama ne olduysa, İstanbul'da oynanan bir final Türkiye'yi bir günlüğüne olsa da değiştirdi. Hatta salı gününün Fanatik Gazetesi'nin (eminim diğer gazetelerde de) manşetinde sadece o maçın haberi vardı. A Milli Takım ise ufak bir kutu ile geçiştirilmişti. Hatta iç sayfalarda Mircea Lucescu'nun açıklamaları bile yoktu. Sadece sıradan bir yıldız tablosu. Avrupa şampiyonlarına ise üç sayfa ayrılmıştı.

Bu atmosfer beni sevindirse de yine bazı durumlardan hoşnutsuz olmayı kendine dert eden kitle ortaya çıktı. İngiliz sporcularının ıslıklanmasından dem vuruyorlardı. Bunun bir ampute şampiyonasında yaşanmasının ne kadar 'rezil' olduğunu söylüyorlar. Bence biraz abartıyorlar, hatta belki de sadece duyar kasıyorlar. Oysa, derin analizler çıkarmak yerine sadece sporcu egosuna sahip olmaları yeterliydi. Tabi ki milli marş ıslıklamak veya fiziksel saldırı (sahaya birşey atmak) gibi olayları burada ayırmak lazım. Fakat maç içinde rakibe bir deplasman atmosferi yaşatmak çok önemlidir. Bundan kimse rahatsızlık duymaz. Yani duyar tabi ama sporun içinde olduğunu bilerek. Bu da ıslıkla, yuhalama ile olur. Ütopik dünyada belki de hiçbir sporcu -engelli veya değil ıslıklanmamalıdır. Herkesin ütopyası farklıdır. Fakat burada, yani kendi gezegenimizde, başka gerçekler mevcuttur. Ve bu duyarın bir adım ötesi, "Ampute takımına neden gol atıyorsunuz, ayıp değil mi?" sorusuna kadar uzanır.

Engelli bir sporcu olmak nasıldır bilmiyorum. İnşallah da bilmek zorunda kalmam. Ama hayatlarında yaşadıkları zorlukların yanında çok az sayılabilecek rahatsızlıkları spor sahalarında yaşayan bu kitleden bahsettiğimizin farkındayım. Spor yapıyorlar, sporcular, ve hem ülkemizde hem de dünyada çok fazla izlenmiyorlar. Haliyle; bir engelli sporcu olsaydım ve kariyerim boyunca boş tribünler önünde futbol oynasaydım, bir gün dolu bir tribün önünde ıslıklanarak da olsa sahaya çıkmayı çok isterdim. Kim istemez ki? İngiltere'ye gittiğimde de "İstanbul cehennem gibiydi. Ben böyle atmosfer görmedim. Orada olmak çok başka bir deneyimdi" diyerek şov yapar ve "Benim gibi engelli bir insan zaten hayatında yeteri kadar zorluk yaşamıyormuş gibi bir de Dolmabahçe'de neden ıslıklandı" diye üzülmezdim. Buna duyar gösterenlerin, diğer seviyelerdeki futbol maçlarında da, mesela derbilerde, rakiplerin ıslıklanmasına da tepki gösteriyorsa sorun yok. Tutarlı bir davranıştır ve karşı çıkmam. Ama temelde insan her yerde insandır, spor her yerde spordur.

Hatta bu sporcuların yüreklerinin de fazla abartıldığını düşünüyorum. Daha doğrusu o yürek, bütün zorluklara rağmen sosyal hayata tutunabilmelerinde ve spor yapmaktan vazgeçmemelerinde öne çıkıyor. Fakat milli sporcu olduktan ve sahaya çıktıktan sonra yaptıkları tamamen yürekle alakalı bir şey değil. Eminim ki, sahada rakiplerinden daha iyi, daha akıllı ve daha yetenekli oldukları için şampiyon oldular. Gönül isterdi ki ampute futbol takımında oyuncu sayımız kısıtlı olsaydı. Fakat ülkenin durumu zengin bir oyuncu havuzuna neden oluyor. Her ne kadar Güneydoğu'da gazi olanlar daha çok öne çıkarılsa da; iş kazası, trafik kazası, hatta doğuştan engelli olan oyuncuların sayısı daha fazla. Yani bu adamların şampiyonluğu önemli ve sevindirici de ama bir yandan hikayelerine baktıkça ülke olarak gurur duyacağımız bir şey değil. Bu da işin diğer kısmı.

Yine de şu bir gerçek ki İstanbul, bir günlüğüne, hemen hemen tüm şehrin bir şekilde hissettiği bir etkinliğe imza attı. Toplumsal hareket de en önemli, en güzel ve en özel anlardır. Buna benzer çok fazla akşam yaşamak isterim. Kendim stadyumda olmasam da sokakta hissedebilmek bile yeter.

Hiç yorum yok: