Pazar, Ekim 22

Just Lviv It!

Yazar: Refet

"Hem yoluna devam edersin hem uyursun. Yeter ki yanındaki yolcuya kafanı düşürme. Gerçi bu videoyu izledikten sonra bu kaygı ortadan kalkar. Ne de olsa, semte giden 4 numaralı otobüste yanımıza Ukrayna cumhurbaşkanı oturmayacak.

Ukrayna demişken, Refet yine yollara düşüyor. Hayranlarına, ondan önce ilk biz duyuralım. Son günlerde blog ofisi faks yağmuruna tutulmuştu; "Nerede bu çocuk?" diyenlere cevap yetiştiremiyorduk. İşin aslını öğrendik, "Vizesiz yer var, gidersen" demiş ve Lviv'e bilet almış. Açıkçası bu gezgin ruhu öne çıkaran bahaneler beni pek tatmin etmedi. Geçenlerde de tam kriz zamanı Katar'a gitmişti. Şimdi de Reis'in uyuyakaldığı yerlere gidiyor. Altından bir şey çıkar."

Kutay Ersöz, 10 Ekim Salı, Targetstriker



Atanamamış Amatör Sosyologlar Yazıları | Lviv

Refet Bele Himayelerinde...



Refet Bele: Efendiler ilk hedefiniz Galiçya Cephesi'dir , İleri!

Kutay'ın "Avrupa Ampute Şampiyonası Finali'ne gidecek dost aradım, bu şehri periler sarmış" diye Haluk Levent şarkıları mırıldandığı sıralarda biz Lviv yolculuğu için son kontrollerimizi yapıyorduk. Kaş'a gittiğim zaman minik otogarında bir amca şöyle demişti: 

Bizim konseptimiz bu. 5 yıldızlı oteller, açık büfeler beklemeyin. CEO'su da gelse pansiyonda kalacak, konsept bu! 

Galiba Lviv'in de konsepti buydu. İlk kez airbnb üzerinden oda alacaktım. Böylece Türkiye'ye dönünce tek böbrek ameliyatı için beklerken bloga bir sürü seri yapabilirdim.

Genç bir çiftten oda kiraladım. 5 gün için 200 lira gibi bir fiyat. Hem de içinde çorbası, iftar tabağı, tatlısı, tuzlusu da dahil. Ukrayna pasaport polisi görmek ister diye de çıktısını alıp pasaportumuzun arasında koyduk.

Ampute takımımız şampiyon oluyor ve kaptanı telefonla konuşuyordu RTE ile. RTE, Ukrayna'da idi bir dizi ziyaret için. Üçtür pişti olacaktık ve beni bu sefer kesin "ajan bu piç" diyerek paketleyeceklerdi yaka paça. (Kalkışmada Kaş'ta, Katar'da iken Doha'da) 

Bu düşüncelerle valizimle evden çıkarken, reisçi komşumuz gördü ve hemen muhabbete girdi. Ben de "Ulan Lviv-Ukrayna dersem şimdi karı-kız muhabbeti yapacak en iyisi Galiçya Bölgesi- Polonya sınırı diyerek tribünlere oynayayım" dedim ve fonda Irmağının Akışına çalmaya başladı. "Hadi iyisin Reis de ordalarda"  diye de ekledi uğurlarken. Hayır ne olacaksa yani...

Airbnb'den konfirmasyon maili gelmişti fakat chat kısmından tesis ile ilgili sorduğum sorulara cevap gelmemişti. Hafif kıllanmıştım. Neyse mekanı aradım. "Bir saniye bekleyin" diyerek telefonu Türkçe bilen bir dayıya verdiler. Kısaca, "İlk gün haricinde diğer günler tamam, o bir gün başınızın çaresine bakın" dedi. Hemen orayı iptal ettim. Olmadı pakta yatardık. Yine rastgele bir yer seçip beklemeye başladık.

Amatör Sosyologlar olarak derslerimizde hocalarımız bize "Gidilen ülke hakkında bir ön fikir oluşmasını istiyorsan, uçak yolcularını iyi incele " demişlerdi. Gri tuğralı doblosunu dış hatlara parketmiş nalbur abiler, içki almak için 1-2 günlüğüne kaçan tekelci, 35-55 yaş aralığında Lviv KTM'ye katılacaklarını düşündüğüm 20 kişilik bir sap grup ve Ukraynalı bir kaç melek ile havalandık. Bu sefer dikkatimi çeken uçakta boş yerlerin olmasıydı. Hatta uçağın dengesi sağlansın diye, önde kalabalık yapanları arkalara aldılar. Meğerse sızıp uçağı kaçıran çok oluyormuş Rus yolculardan. Versene şu votkayı bilader...

Sağ salim indik. "Bilecik Otogarı'na hoşgeldiniz" yazısının eksik kaldığı ufacık bir havalimanı. Kaos yok, koşuşturanlar yok. Aradığımız huzur... Üç yıl Atatürk ve Sabiha Gökçen'de çalışmış biri olarak 1-2 dakika durdum ve o dinginliği yaşamak istedim. 

Pasaport kontrolüne doğru ilerledim. 4 bankonun 4'ü de kadın polisti. Sap gruptan uzaklaşıp, 'Abdurrahman Çelebi parkamı' giydim üzerime. Saplar güle oynaya damgalatıp geçerken, gözleri için üç kez cinayet işlenecek polis abla o kilit soruyu yöneltti: "

"First Time in Ukraine?"

O an Nazım Hikmet'ten "Bu gün Pazar, beni ilk kez güneşe çıkardılar, ve ben ilk kez..." tavrında "İlk kez.." diye mahcup bir gülümseme takındım.

Sol tarafta minik bir odaya yönlendirdi ve 'Önce orası, daha sonra burası' der gibi işaretini çaktı. 5-6 sap ile kuyruğa girdik. Zaten girişe Türkçe yazı asmışlar, altında da wi-fi şifresi ile "Rezervasyonlarınızı internetten de gösterebilirsiniz" tarzı bir jest. Sıra beklerken hemen ilgili sayfaları hazırladık. İçeri girdik; yine tüm polisler kadındı. Rezervasyon yaptığım yeri gösterdim. "Dönüjj biylat" demeden daha hazırdı biletimiz. "Hiç dönmeyi istemiyorum, içerisi de böyleyse" bakışıyla onu da sunduk, cüzdanım çıkarıp bilgisayarın kamerasına göstermemi istedi. Teşekkür etti, damgayı vurdu. Pasaporttan da okeyi alıp Arka Sokaklar-Lviv'de konuk oyunculuğumuz bittikten sonra şehre giriş yaptık.

Taksilerin uygun fiyatı olduğunu okumuştum, o yüzden zorlanmadan, Tarzanca anlaşarak kalacağımız yere doğru yola koyulduk. Taksici İngilizce bilmiyordu. Ben Türkçe, İngilizce ve beden dili anlatıyor, o da aynı şekilde cevap veriyordu. Bir şekilde muhabbet ettik o kısa sürede. "Trafik çok, sinyal vermeden dönüyor, egzozu patlamış, burada yolcu mu indirilir" evrensel sorunlardı. İşin garibi şehir merkezinden uzaklaşıyorduk. Nasıl diyeyim; Sabiha Gökçen'den Kartal Merkez'e gidecekken taksinin Pendik-Aydos'a sapması gibiydi.



Neyse ki mekana geldik. "Ben nedime, mekanın sahibiyim" diyerek bir abla karşıladı. Burası köymüş normalde. Ufak ufak binaları alıp restore edip butik otele çevirmeye başlamışlar. Bizim Balat gibi. Dinler tarihi okuduğunu öğrendik N'nin (nedime-mekanın sahibi). Taksimizi çağırdı ve şehir merkezine doğru yola çıktık.

Merkezde bizi Adam Mickiewicz'in heykeli karşıladı.



"İmparatorlar cigaralarından babacasına çektikleri dumanı üflerken, Adam Mickiewicz'in şahir ruhu dumana asılıp, yüz yıllık müzesinden kalkarak kilisenin istavrozuna kondu. Ağır ablalar esrarı daha kallavi götürmek için zıvanalar hazırlamaktaydı" 

Ağır Roman'ın açılış repliği ile şehre giriş yaptık. Sahi kimdi bu şair. Hemen Lviv Belediyesi'nin sunmuş olduğu sınırsız Wi-Fi ile araştırmamızı yaptık. Meğerse bronz heykelinin elini kesip tampon yaptıkları şair İstanbul'da vefat etmiş, hatta müzesi bile varmış Beyoğlu'nun arka sokaklarında.

İçinden deniz geçmeyen şehirlere karşı önyargılıydık hep. En azından bir nehir, bir su birikintisi olmalıydı. Ama burası kafadan etkilemişti bizi. Bilgi deniziydi. Bir de İlhan İrem'in menevişlerinden çok fazlaca burada.

Bosna'da görüp hayran kaldığımız olay burada da var. Şehrin yerel birasının satış mağazası. En alt kat biralar, hediyelikler ve bar, üst üç katsa restaurant. Bizim bomontiada tarzında aslında. 2.5 TL'ye biramızı içiyoruz günü bitiriyoruz.

Ertesi gün Lychakiv Mezarlığı'nda başlatıyoruz günü. Buranın Karacahmet/Zincirlikuyusu. Fakat tek bir farkla, her mezarın başında bir heykel var. Fani ömründe ne ise onunla ilgili bir heykel konduruvermişler. Yukarlarda ise Galiçya Cephesi Şehitliği var. 'Galiçya Cephesi'nde ölen tüm milletlerin yiğitleri ve aslanları burada yatıyor' yazısının okuyunca hemen fatihamızı gönderiyoruz. Tarih derslerinde hep geçerdi. Ben Galiçya'yı hep İspanya'da zannederdim. Bir yerlerde birilerine asker lazım olmuş ve yine biz ölmüştük. Uçaktaki sapların bundan haberi var mıydı acaba? Sorsan mangalda kül bırakmazlar. Bunlar hep yazılacak, deşilecek!


Derken şehir merkezinde Karpaty Lviv'li oyuncuları görüyorum. Yeşil eşofmanlarıyla takım otobüsünü bekliyorlar. Kimse oralı değil. Ne imza isteyen, ne selfie çektiren, ne anasına-bacısına söven var. Zaten 2007'den beri iflah olmamışlar. Bu tarz sürpriz takımlar bence büyük ahlar alıyorlar ve iki yakaları bir araya gelmiyor. Adamların yüzünden düşen bir parça zaten. Odessa'da gemileri batmış halde dolaşıyorlardı, hiç bulaşmadım. Belki teknik direktörü ile sohbet edip, buraya koyabilirdik: Lviv'in sürpriz takımı Karpaty'nin renkli başkanıyla hayat, kadınlar, siyaset, aşk ve Karpatlar hakkında konuştuk

34' Kozhanov sağ kanattan ceza sahasına girdi pasında Kuznetsov'un dokunuşunda top ağlarla buluştu. 0 - 1 


Resmen içim kararıyordu. Mezarlığın negatifliğinden de olacak ki birden kafamdaki Rijkaard Hoca, Milan Baros'u oyuna almaya karar verdi. 

35' Galatasaray'da oyuncu değişikliği. Mehmet Batdal yerine Milan Baros oyuna girdi.


Birden hareketlendi hava...

Her Şey Çok Güzel Olacak filmi tadında bir ortam olduğu için önceki gün gittiğim yere yeniden gittim. Enerjimiz kaçtı ya, kapıdaki eleman içeri almadı. "Damsız girilmez" .

Ortakent Meteor Disco olsaydı belki nazlı Bodrum kızları bu teklifimizi rededecekti ama Baros'un da oyuna girmesiyle eski tadımız yerine geldi.

8 kişilik bir grup vardı ilerde; 5 kız, 3 erkek. Halı saha maçına kadro yapar gibi hemen çiftleri belirledim kafamda, kendim ise devrelik olarak fasulye yaptım kendimi ve aralarına daldım.

-Merhaba
-Merhaba (Gülüşmeler)
-Ya şöyle bir durum var. Ben dün geldim buraya, baya eğlendim (cep telefonundan resimleri de gösteriyorum) fakat bugün içeri almıyorlar. Ya hani içeriye kadar yardımcı olsanız. İçeride ayrılırız.
-Aaaa!! (Üzülüyor) Biz de girmeyebiliriz ama kesin değil, çünkü giriş çok pahalı. (Giriş 14 TL)
-Ya istersen ısmarlayabilirim :)
-Ouuu (Aralarında bir şeyler konuşup gülüyorlar). Biz başka yere gitmeye karar verdik ama istiyorsan bize katılabilirsin. Tabi SIKILMAZSAN.

59' GOOOOOLLLLL!!!!! Harry Kewell'ın sol kanattan ortasında Milan Baros'un top yere inmeden vuruşunda top ağlarla buluştu. 1 - 2 


Yolda birbirimizi tanıyorduk. Lviv'de öğrencilermiş. Şehir dışından gelmişler. Şehir dışı dedikleri de Kocaeli-Bolu-Bursa tadında komşu iller, bir tane de Metalist Kharkiv'li vardı. Sosa muhabbeti açsam saçmalamış olacaktım. Tek bildiğim oranın buraya göre soğuk olduğu ve sanayi şehri olduğuydu. Kadıköy Süreyya Operası tarzı bir yere gittik. Tiyatro kısmı kapalıydı, diğer kapı ise bilardo salonuna açılıyor ve merdivenlerden güzel müzik sesi geliyordu. Mekan karaoke mekanıydı. Masaya oturuldu, biralar geldi. Birden masada ilgi odağı olmuştuk. Grubun bu geceki toplanma amacının doğum günü olduğunu çözmemle, sağlı sollu ataklarla gol arıyordum.

Üç erkek kendi arasında goygoy yapıyor, kızlar ise ilgi bekliyordu. Doğum günü olan manitan var ve sen öyle duruyorsun orada. Biz ne olur ne olmaz der 23:58'den kutlamaya başlardık anasını satayım.

Biraz sonra peçeteler geldi. Herkes istek şarkısını yazdı... Ben de "Siz ne seviyorsanız ben de ondan istiyorum" gibi; uçak düşerken "Hakan Abi'nin okuduğu tüm dualara katılıyorum" diyen Hasan Şaş gibi düşmeyi bekliyordum. Köpek balıklarına yem olacaktık.

Tuvalete gitme bahanesiyle peçete ve kalem alıp tuvalet girişinde "Bugün Lena'nın doğum günü, ona 'Happy Birthday to you' çalar mısın?" yazılı notu yanında oranın 50 Lirası ile DJ'ye uzattım. Birden müzik kesildi ve o an başladı. Kız birden ağlamaya başladı, sarıldı falan.

Türkiye'de olsa linç ederler. Çocuk da "İstanbul Man çak" diyor. Orada birden kıza "Bak bu adamı hiç gözüm tutmadı. Bundan ne koca olur ne baba" gibilerinden nasihate girmeye başlayacaktım. "Fazla tevazunun sonu vasat adamdan nasihat dinlemektir" der gibi bakıyor Bursaspor deplasman forması rengi gözlü kızlardan biri ve ilk kez duyduğum bir şarkı eşliğinde dans etmeye başlıyoruz. Şarkının ne anlattığını sordum. "Bir adam varmış. Karısına ev alacakmış deniz kenarında, alamıyor ve üzülüyor" gibilerinden bir şey söyledi. Belli ki karanlık ülkesinde diyerek kafamda Cengiz Kurtoğlu'na acil şifalar dileyerek kendimi geceye bırakıyorum. 

Sonra sigara içmeye çıkılıyor. Doğum günü olan kız, kardeşini çağırıyor. "Biz seni çok sevdik" diyor. Tam bir basın toplantısı tadında geçiyor. "Neden yalnız geldin?" diye soruyorlar, anlam veremiyorlar. Öğrenilmiş çaresizliklerimiz nedeniyle bir an kendimi canlı yayından kovulan Erol Büyükburç gibi hissedip "Neyse hayat işte, kader" dedim. Güldüler, "Belki de kaderin burada yazılmıştır" gibilerinden bir şey deyip dans pistine geri döndük.

Gece müthiş ilerliyor. Sanki Lviv Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden mezun olmuşum, mezuniyet partimiz ve artık açılamayanlar birbirine açılacak gibi bir hava oluşuyor ortamda. Flörtözlük akıyor her yerden.




Saat 05:00 suları... Masada boş bardaklar ve kirlenmiş tabaklar artıyor ve artık ufak ufak alınıyor Z raporları. Masaya hesap geliyor. 1100 Grivna. Yani bizim paramızla 150 liraya tekabül ediyor. Birden aralarında fiskosa başlıyorlar. Doğum günü olan kızın morali bozuluyor. 1-2 kişinin gözleri doluyor. Telefonlar çıkıyor piyasaya, hesap makinesi uygulamasına giriliyor. Tamamı öğrenci olan bu güzel grup mahcubiyetin son demlerinde. Birden masa boşalıyor, hesap kağıdını alıp, DJ'den "Haydi Abbas vakit tamam" diyerek konuyu kilitliyorum.

Çaktırmadan dönüyorum. Masada ikinci bir duygu seli yaşanıyor. Bazıları itiraz ediyor. Mahcuplukları 'Böyle bir akşamda ne münasebet' der gibi iri yeşil gözlerine yansıyor. Yeşil bira şişemi alıp balkon konuşması tadında sesleniyorum:

"Sizler öğrencisiniz ben ise çalışan. Bir dahaki sefere okul bitince siz bana ısmarlarsınız"  

Sanki Dünya Kupası Elemeleri son maçı... Beraberlik ikimize de yetiyor ve maç sonundaki 1-1 ile orta yuvarlakta sevinç yaşanıyor. 

85' GOOOOOLLLLL!!!!! Harry Kewell'ın sol çaprazdan ceza sahasına girdi yerden ortasında Milan Baros arka direkte bomboş pozisyonda topu ağlara gönderdi. 2 - 2


Telefonlar alınıyor, vedalaşılıyor, "Varınca ara haber et" diye tembihliyoruz. Oradan çöplük haline gelen müzik dosyalarımızı açıyoruz son ses ve Rynok Meydanı'na çöküyoruz. Garip bir huzur. "Neden yalnız geldim, yalnız geldik, yalnız gidiyoruz" un klibini çekiyorum bomboş sokaklarda..

Sabahlıyoruz ve havasından-suyundan olmalı ki 4-5 saat sonra uyanıp yine düşüyoruz yollara. Çarşı iznine çıkmış asker gibi şeniz, bira şişelerinden "Bugün de ölmedim anne" yazasım var. 

Şiirde dediği gibi;

Kahvelerde oturdum çocuklarla konuştum
Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum

Ara sokaklarda gezerken garip bir sokağa denk geliyorum. Her yer oyuncak... Oyuncak ayı, toplar, topaçlar, park, oynayan çocuklar.... Meğerse burası Unutulan Oyuncaklar Müzesi'yimiş.


Zamanın birinde ufaklığın biri oyuncağını mahallede unutmuş. Bunu bulan bir teyze de avluya benzer yerde rafa koymuş gelince alsın diye. Sonra o raf büyüye büyüye unutulan, bırakılan, kullanılmayan, özlenen oyuncakların yeri olmuş.

Şiirdeki son mısra yalan oluyor; dün alınan telefonlar açılmıyor, mesajlara cevap gelmiyor, meşalemizi  yakıp mutluluklar diliyoruz ve yeni hikayelere yelken açıyoruz.

87' Arda sol kanattan korneri kullandı defansın uzaklaştırmak istediği topu Servet ağlara gönderdi ama daha öncesinde Servet kaleciye faul yaptığını belirtti. 
90' Maçın 4. hakemi 3 dakikalık kayıp zaman işareti verdi...
90'+3 Maçın son düdüğü geldi. Galatasaray Karpaty Lviv ile 2-2 berabere kaldı.


Gurme-kültür gezilerimiz sürerken karşıdan TribünDergi/Ultras görselleri gibi bir güruh yaklaşıyor. Kortej gibi kortej, ufak ufak yaklaşıyor. Ellerinde pankartlar. Yürüyor bu çocuklar diyerek ben de onlara katılıyorum. Ne dedikleri, neyi protesto ettikleri hakkında tek bir fikrim yok. Bazıları maskeli, Ukrayna bayrağı taşıyorlar fakat kırmızı bayrakları da var. Konumlandıramıyorum. Anti-faşista falan diye de bağırmıyorlar. Meydana birlikte geliyoruz. Basın açıklaması yapıp, yapıyorlar şovlarını.

Resim çeken bir gazeteci ablaya soruyorum, ne diyorlar, neyi protesto ediyorlar, siyasi görüşleri ne? Bunlar ulusalcılarmış, Ukrayna şehitlerine yeterince önem verilmediğinden bahsediyorlar. Halkın ilgisizliği de ayrı bir konuydu. Kimse belaya bulaşmak istemiyor anladığım kadarıyla.



Dün alınan telefonların birinden yaşama belirtileri geliyor: Bize katılmak istersen gel , dünkü yerdeyiz!

Şöyle bir ortam bekliyorum... İki sap, iki kız, biz de orada yancı olacağız. Belki de hesap ödetmeye çağırıyorlar. Tüm cool'luğumu takınarak ve "Kula kulluk edene yazıklar olsun" diyerek boş yere kuruluyorum.

Gittiğimde 3 kız oturuyor masada. Dün doğum günü olan ve iki arkadaşı. Saplar yok. Sormuyorum, onlar da bana "Dün ablasına yürüyordun; hayırdır?" çekmiyor.

Karaoke başlıyor, goygoyun dibine vuruluyor. Sonra sigaraya çağırıyorlar. Çocuklar Duymasın'daki "Mutfaaak" misali bunların da kaçış yeri sigara. Orada ciddi şeyler konuşuluyor.

J hukuk okuyor, yargıç olmak istiyor..."Bir kadına en çok yakışan meslek" diye saçmalıyorum. L ise polis. Evet bildiğin polis. Dün doğum günü olan. Bugün yürüyüş yapanları soruyorum. "Ne işin vardı orada?" diye ufak ufak şüphe ediyor. Güzel ortamı bok ediyorum. "Adrenalini severim , bilirsin" diyorum; gülüyor. Orada bir işaretiyle paket ederler bizi. "Bu pis Türk bacıma sulandı, arkadaşlarımı rahatsız ediyor" dese gece votkayı tersten içeriz yemin ediyorum. Konuyu değiştiriyorum. "Bugün neler yaptın başka" diyorlar, anlatıyorum yaptıklarımı. Sonra soruyorum; "Şu tepedeki yer ne?"



Oraya hiç gitmedim. Çamlıca Tepesi gibi bir yer... Anten var, ışıklandırmışlar. "İstersen gideriz, şehri izlersin. Madem son gecen" diye spontane bir plan  yapıyoruz. Hesaplar Alman usülü ödeniyor. 

"Yürüyebilecek misin? Tırmanmaya hazır mısın?" diyorlar ve başlıyoruz oranın Şahin Tepesi'ne tırmanmaya. Issız bir ormandan gidiliyor. Ne karanfil, ne kurbağa, ne köpek, ne kopuk var.

Polis L, antrenmanlı önden önden gidiyor. Kestirme olarak yoldan değil, bizi çayıra/çimene salıyor. "Al adrenalin istiyordun" diyerek goygoy yapıyorlar.

Ve final! Tüm Lviv ayaklarımızın altında. Gece gerdanlık, gündüz mezarlık diyecek oluyorum susuyorum. Çünkü bu manzarada sadece susulur. Resimler çekiliyor, muhabbet ediyor ve gitmeleri gerekiyor. Bir sonraki gelişimizde içeceğimizle geleceğimize dair sözleşip merkeze doğru dönüyoruz. Onlar evlerine, bense meydana.

90' GOOOOOLLLLL!!!!! Aydın Yılmaz. Arda ceza sahasına yönelen Aydın'a uzun pasını gönderdi. Aydın bir anda kaleci ile karşı karşıya kaldı vuruşunda top ağlarla buluştu. 0 - 1


Odunu koysalar oy vereceğim Lviv Belediyesi'nin sağladığı beleş internet ile güneş doğuş saatini öğreniyorum. Bir saatim var. Bu kadar yol gelip, o gündoğumu kaçırılmaz. Ara sokaklarda oyalanıyorum. Az sonra tektekçiler açılıyor, tek votka ve kahve gömüyorum. Sanki 12 saat uyumuş gibi enerji dolup başlıyorum Lviv Cumhuriyet Savcıları ile çıktığım yolu tek çıkmaya.

Yolun sonu müthiş, yolun sonu harika, yolun sonu güneş, yolun sonu zirve...


Uçağa 6 saatim var, ne yapsam ne etsem diye düşünüyorum. Otele gidiyorum, çıkış işlemlerimi yapıp, sihirli otobüsüme biniyorum. Oranın 4 numarasında uyuya kalıyorum. Aslında rüyaya yatmıyorum, bu kısa konukluk rüyasından uyanıyorum. Son durakta iniyorum, yemyeşil bir yer. Biraz dolaşıyorum.

Dün "Belki seni uğurlamaya gelebiliriz" diye konuşulmuştu, bir umut onu bekliyorum. İnsan karşılamayı umut etmeli, neden vedaları bekler ki diye kendimle çelişiyorum. Beklenen mesajlar geliyor. Biri okulu için Kharkiv'e dönmüş, diğeri zaten itin uğursuzun peşinde gecesi gündüzü üniformasına siniyor , diğeri de ölü gibi uyuyor. 

90'+1 Hakan Balta ceza sahası içinde Khudobyak'ı kaçırdı ceza sahasına çevirdiği topa Fedetskiy'in vuruşunda top ağlarla buluştu. 1 - 1.

90'+4 Maçın son düdüğü geldi. Galatasaray Karpaty Lviv ile 1-1 berabere kaldı.


Havalimanına doğru yola çıkıyorum. Taksici İngilizce biliyor, Antalya'ya tatil için gelmiş zamanında Oradan konuşuyoruz. "Ne olursa olsun İstanbul gibi olamayız, deniz bambaşka bir şey" diyerek kafamı karıştırıyor. 

Saçma sapan deplasman golü uygulaması olmasa uzatmaya gidecek maçlar misali İstanbul'a taşıyoruz hayallerimizi. Kim bilir hangi -izm'in işaretini bıraktığı hangi meydana atanacağız bir dahaki sefer. Küllerinden doğan Anka kuşu misali bıraktık yine tüyümüzü nice insanlara, bekleyeceğiz geri dönmesini, şeytan azapta...

Hem yoluna devam edersin hem uyursun. Yeter ki yanındaki yolcuya omzunu düşür. Gerçi bu yazıyı okuduktan sonra bu kaygı ortadan kalkar. Ne de olsa, semte giden  otobüste yanımıza Ukrayna Savcısı bile oturabilir.


Hiç yorum yok: