Perşembe, Ekim 19

Yüzyıllık Yalnızlık


Yüzyıllık Yalnızlık’ı sevmedim desem başıma bir iş gelir mi? Gelebilir. Zaten "sevmedim" de diyemem. İyi bir kitaptı, okurken de keyif aldım. Ama edebiyat tarihinin en özel romanlarından biri arasından gösterilmesine şaşırdım.

Eskiden, bundan yıllar önce, okuduğum az sayıdaki kitapta benim için asıl önemli olan kurgu ve hikayenin kendisiydi. İyi bir kurguya sahip olan kitaplar daha çok etkilerdi. Edebi kısım benim için çok önemli değildi. Romanların ve öykülerin, ben okuduktan sonra insanlara anlatabileceğim veya yaşadıklarımla bağ kurabileceğim bir olaydan bahsetmesini isterdim. 

Çok sonra; kendi çapımda bir şeyler yazmaya başladım. Kelimelerle aram iyiydi ama kesinlikle bir olayı anlatamıyordum. Daha doğrusu iş bir yerden sonra, kendi hayatımda geçen hikayeleri biraz farklılaştırarak anlatmaya dönüyordu.

İçine kapanık ve korkak bir yazarın bir mafya öykü anlatması veya mazbut bir hayat yaşayan yazarın çapkınlıklarla dolu bir hikayeden bahsetmesi bana çok büyük yetenek gibi geliyordu. Yazar kabiliyeti sanki bu noktada ortaya çıkıyordu. Mesela ne kadar sevmemiş olsam da Hakan Günday’ın lise yıllarında Kinyas ve Kayra’yı yazmış olduğunu duyunca çok etkilemiştim. Gerçi buna da şehir efsanesi diyorlar ama olsun.

Yüzyıllık Yalnızlık'ta tam olarak bu yok işte! Muhteşem yetenekleri bariz olan adam, kelimeleri en doğru şekilde önümüze sıralıyordu. Bu işin bir matematiği varsa; kesinlikle en iyi şekilde uyguluyordu. Fakat hikaye? Ne okuduk ki biz?

Kanal D’de ikişer saatten her sezonu 35 bölüm sürecek, dört sezonluk diziydi. Küçümsemek için demiyorum. Yine keyifle okudum. Zaten o dizi de sıkmazdı. Fakat her şey çok sıradan değil miydi? Toprak yiyen kız, geleceği gören kadın, ağaca bağlı yaşayan bir adam veya çingene gibi karakterler büyük renkti. Fakat bir ailenin sırayla doğumları, ilk cinsel deneyimleri, evlilikleri, ölümleri gibi normal olayları okuyunca geriye de çok bir şey kalmıyor.

Belki de hata bendeydi. Yanlış zamanıma denk gelmiş olabilir. Bu kurgu olayına çok fazla kaptırdım. Oysa benim en sevdiğim yazarlar; kendi hikayelerini anlatan Fante veya Hornby gibilerdi. Marquez'de kendi ailesinden esinlendiğini söylüyordu. Sanırım önemli olan ne anlattıkları değil, karşı tarafa duyguları hissettirmekti. Artık İspanyolca’nın etkisinden mi bilmiyorum ama Latin yazarlar bunu iyi beceriyor. Her ne kadar biz de çevirileri okusak da; oradan bize gelen cümleler coşku ve tutku dolu oluyor.

Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekti.

Kimsenin kendilerine vaat etmediği topraklara doğru yola düştüler... Ama denizi hiç bulamadılar.

Ölümü umursadığı yoktu; ama yaşam çok şey demekti. O yüzden de idam hükmü verildiği andaki duygusu korku değil, özlem oldu.

İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.


Sonuç olarak karar vermemiştim. Bu cümleleri kurmak çok kolay iş değil. Aynı zamanda bu hikayeyi kurgulamak da çok zor değil. İnsan resmen okurken "Bunu ben de düşünebilirdim" diyor. Bu kötü bir şey mi? Peki bu düşündüğün hikayeyi böyle anlatabilir miydin?

Her şey bir yana şu hikaye, sanırım kitabın kendisinden daha iyi benim için. Kurguya, yaratıcı olaylara, hayali kahramanlara ihtiyaç yok. Tamamen yaşanmış bir olay ve hissedilmiş duygular iyi bir anlatıcıyla  birleşir ve bunlar "muhteşem" için yeterli olabilir..

İyi ki bu kitap o kadar sevilmiş; yoksa o 500 güne yazık olacakmış

Hiç yorum yok: